31 Aralık 2023 Pazar

Baldönümü Kutlaması | Kelime Oyunu 122


Uyku mahmuru Isabella, ayaklarından pır pır eden küçük kanatlarına varıncaya değin uzun uzun gerindi. Rengarenk taç yapraklarının arasından görünen küçük başı polen doluydu. Başını geriye attıkça hapşırıyor, hapşırdıkça başını geriye atıyordu. Polenlerin tatlı acı tadı tüm boğazını kaplamıştı. Bayan Kikiru'nun kovanda çınlayan sesinin anısı neredeyse kulaklarına doldu. ''Sakın ola polen toplarken başka hiçbir işle ilgilenmeyin, vızzzzz. Tek seferde tek iş, vızzzz. Poleni topla, yemeden yuvaya taşı...'' Sonra Isabella'ya dönmüş ve tok sesini daha da yükseltmişti. ''Uyumak yok. Gündüz düşleri de! Vızzzz...''

Isabella için bu son ekleme çok zordu. Tabii polenlerin şekerli tadına karşı koymak da. ''Böyle giderse yakında kanatların göbeğine küçük gelecek Bella,'' demişti Sinparu. Galiba haklı diye düşündü Isabella. Bu gece baldönümü kutlaması yapılacaktı ama kendisinin şuradan şuraya uçacak hali yoktu. Bu hafta polenleri biraz fazla kaçırmış olmalıyım, diye düşündü iç çekerek. Bayan Kikiru her yerde onu arıyor olmalıydı. Adımın yankıları kulağıma ulaşmadığına göre şimdilik güvendeyim, diye sayıkladı. Tam o esnada içinde saklandığı yapraklar belli belirsiz hareketlendi. Isabella nefesini tuttu ve yaprakların sesine kulak verdi. Pembe yapraklar ona sanki şimdi daha da pembeleşmiş gibi gelmişti. Yoksa, diye fısıldadı. Olduğu yerde daha da büzüldü ve şimdi tüm dikkati, varlığı daha da belirginleşen hava akımındaydı.

Çok geçmedi ki tahmini doğru çıktı. Kulaklarına dolan sesler yüzüne kocaman bir gülümseme kondurdu. ''Bu o!'' dedi yaprakların en ucuna kadar sürünerek. Gerçekten de oydu. Siyah kanatlarının üzerindeki rengarenk desenleriyle tam karşısındaki çiçekte dans ediyordu. Isabella nefesini tuttuğunu bile fark etmeden hayranlıkla onu izlemeye başladı. Sonra diğerleri de geldi. Her yerdeydiler ve çiçeklerle dans ediyorlardı. Mavi, pembe, turuncu, hatta mor ve yeşil... Benekli, çizgili, rengarenk, tek renkli; hepsi, hepsi oradaydı. Isabella'nın küçük kalbinin gümleyişi tüm vücudunu ısıttı. Uykunun verdiği sersemlik gitmiş ve yerine tüm vücudunu, zihnini ve gözlerinin içini kaplayan bir enerji gelmişti. İçi içine sığmıyordu. 

''Onlar da aile olmalılar! Vızzzzz, bizim gibi!'' Isabella son anda kanatlarını yaprakların arasına geçirebildi. ''Ah Sinparu! Böyle mi yaklaşılır? Az kalsın aşağı düşecektim...'' 

''Her yerde seni arıyoruz Bella. Bayan Kikiru seni bulduğunda çok fena, vııızzz...''

''Şşşşşş!''

Bir çift kocaman simsiyah göz Isabella'nın tam dibindeydi şimdi.

''Amanin!'' Sinparu son anda kanatları olduğunu hatırlayarak düşmekten kurtulmuştu. ''Bella...''

Kelebeğin benek benek kanatları Isabella'nın yanağını okşadı. ''Merhaba'' diye fısıldadı Isabella hayranlıkla. Günışığı kelebeğin incecik kanatlarından süzülüyordu. ''Ben Isabella ama sen bana Bell...'' Isabella daha cümlesini bile tamamlayamadan kelebek uçup gitmişti. Isabella'nın bakışları, çiçeklerin arasında kaybolan kelebeği umutsuzca aradı. ''Ah...'' dedi kanatlarını aşağı düşürüp. 

''Vooaaaa, o neydi öyle Bella?'' Sinparu bir kanadından öbür kanadına verdiği ağırlığıyla havada yalpalıyordu. 

''Çok güzeldi...'' diye büyülenmişçesine fısıldadı Isabella. ''Onu şimdiden özledim.''

''Sana zarar vermediği için şanslısın, vızzzz. Hem Bayan Kikiru demişti ki, bizim türümüzden başka kimseyle...''

''Demişti ki, demişti ki! Bir susar mısın Sinparu? Baksana, ne kadar güzeller ve tasasızlar... Bizse yeni bir bal mevsimini karşılarken bile telaşlıyız. Şu güzelim çiçeklerde biraz bile vakit geçirmemize izin yok!..''

''Olur mu Bella, izin olmasa nasıl polen toplayacağız?''

''Ah Sinparu! Görmüyor musun, nasıl da mutlular! Sadece dans ediyorlar.''

''Zaman kaybı, vıızzzz...'' Sinparu kanatlarını silkerek yüzünü buruşturdu.

''Ahhhh! Tabii varsa yoksa kovan! Artık sıkıldım Sinparu... Sadece birazcık güneşi hissetmek istiyorum.''

''Ama aile... Her şey aile içindir, vııızzzz...'' Sinparu hayal kırıklığına uğramıştı.

''Tabii ya aile! Bunu da Bayan Kikiru söylemişti değil mi?''

''Bella...''

''Sadece birazcık tasasızca uçmak istiyorum Sinparu. Sadece uçmak!''

''İyi o zaman uç! Ama Bayan Kikiru sana kızdığında gelip yanımda ağlama!''

''Ağlamayacağım!''

Sinparu arkasına bile bakmadan uçup gitmişti. Kendi kendine çok öfkeli olduğunu, artık antenlerine kadar geldiğini, daha fazla bu bencilce istekleri dinlemeye tahammülü kalmadığını söyleyip duruyordu. Yine de kanatları ona ihanet etti ve arkasında bıraktığı arkadaşına son bir kez bakmak için olduğu yerde döndü. ''Vıızzzzzzz, bu da ne'si?''

Her yer rengarenkti. Baharla birlikte çiçek açmış tepede bir sürü kelebek oradan oraya süzülüyordu. Şimdi gökyüzünden aşağı baktığında tüm bu renkler Sinparu'nun gözlerini yaktı. Çiçeklerin renklerini ilk kez görüyormuş gibi şaşkındı. Çok geçmedi ki şaşkınlığı dağıldı ve bakışları arkadaşı Bella'yı buldu. Kelebeklerle birlikte çiçeklerle dans ediyordu. Işıl ışıl parlıyor, diye düşündü Sinparu. O da çiçeklerde salınan kelebekleri izlerken içinde Bella gibi belli belirsiz bir özlem hissi hissetti. Ben de aralarına  katılsam ne olur sanki, diye düşündü. Kalbi bu sinsi istekle dolmuştu. Kendini suçlu hissederek antenlerini hızla iki yana salladı. Saçmalama Sinparu, diye fısıldadı kendi kendine. Kendisiyle sesli konuşursa bu isteği bastırabilirmiş gibi gelmişti. Ancak güneş öyle parlak, çiçekler öyle renkli ve dostu Bella ile kelebekler öyle mutlu görünüyordu ki, bir türlü arkasını dönüp gidemedi. Havada asılı kalmak onu yormuştu. Biraz aşağı inip dinlensem sorun olmaz herhalde, diye düşündü ve ne olduğunu anlamadan vızıldayarak inişe geçti.

Bella aralarında geçen kavgayı unutmuş gibiydi. Sinparuyla birlikte çiçekten çiçeğe uçtular, kelebeklerle yarıştılar ve kelebeklerin şarkılarını anlamasalar da dinlediler. Onlar böyle zaman geçirirken hava kararmaya yüz tutmuştu. Günün son ışıkları gökyüzünü turuncuya boyarken uzaklarda beliren karaltı gittikçe büyüdü ve etrafı vızıltılar kapladı. ''Bella!''

''Hiiii, Bayan Kikiru!'' diye haykırdı Sinparu korkuyla. Isabella'nın arkasına saklanmıştı. Sinparu'nun feryat eden sesi Bayan Kikura'ya yerlerini açık etti. ''Gördün mü Bella sana söylemiştim işte söylemiştim vııızzzzzz...'' 

''Bir susar mısın Sinparu! Kulağımın dibinde kanat çırpmayı da kes lütfen, vızıltın antenlerimin zarını patlattı...''

''Bel-laaaa!'' Bayan Kikiru gerçekten de sinirli görünüyordu. Isabella titreyen antenlerini olabildiğince dik tutmaya çalışarak öne doğru uçtu. Tek kelime etmeye cesareti yoktu ancak yine de kara gözlerini Bayan Kikiru'nun öfkeyle parlayan gözlerine çevirdi. ''Özür dilerim Bayan Kikiru...'' diye fısıldadı.

''Yani kabahatini biliyorsun vıızzzzz, iyi bari!''

''Özür dilerim,'' diye yineledi Isabella. Bu sefer sesi çok daha kendinden emindi. ''Size haber vermeden ortadan kaybolduğum için.'' Kelebekler ve arılar sessizce olan biteni izliyorlardı. Renkli kelebek dostu Isabella'nın birkaç çiçek ötesindeydi. Hafifçe titreştirdiği tül gibi kanatları Isabella'ya cesaret veriyordu. ''Haber vermeliydim, endişelendirdim.''

''Ve?''

''Bugün baldönümü. Çiçeklere bakın. Güneş gitmeden hemen önce, bakın lütfen...''

''Ah Isabella. Bizler kelebek değiliz çocuğum. Bizler, arıyız!'' Bayan Kikuru bu gerçeği söylerken antenlerini en tepeye kadar dikmiş ve kanatlarını olabildiğince iki yana açmıştı. 

''Biliyorum ama şunu da biliyorum ki...''

''Tamam Isabella, bu kadar yeter vıızzzzz! Kovana dönüyoruz.'' Bayan Kikiru çoktan arkasını dönmüştü.

''Çiçekler bizim de dostumuz Bayan Kikiru.'' Isabella'nın bakışları ona bakan onlarca çift gözde umutsuzca gezindi. 

''O haklı...'' dedi Sinparu öne atılarak. Sesi ondan beklenemeyecek ölçüde net çıkmıştı. ''Vıııızzz. Çiçekler, Bayan Kikiru, bizim dostumuz!''

Birkaç metre yukarı yükselmiş olan Bayan Kikiru nihayet yüzünü Isabella'ya çevirdi. Isabella'ya Bayan Kikiru'nun siyah iri gözleri ıslakmışçasına parıltılar saçıyor gibi gelmişti ama hava artık iyiden iyiye karardığından bu gördüğünden emin olamadı. 

''Çok gençsin vııızzz...'' diye fısıldadı Bayan Kikiru Isabella'nın gözlerinin tam içine bakarak. ''Ama haklısın. Kelebeklerin yaşamı heyecan vericidir...'' Şimdi bakışları bir renkli kelebekte bir Isabella'nın üzerinde dolaşıyordu. ''Çünkü zamanları azdır Bella...''

''Biliyorum...'' diye fısıldadı Isabella. Diğer yandan, kelebek dostu arı dilini anlayamadığı için şükretti. Renkli kelebek birkaç çiçek daha yakınlarındaydı şimdi. Arı dilini bilmese de, kanatlarını daha çok germiş ve gözünü bile kırpmadan arı dostunun vızıldayan sinirli arıyla konuşmasına dikkatini vermişti.

''Yine de haklısın! Hem bugün...'' dedi Bayan Kikiru diğer arılarına dönüp ''baldönümü başlangıcı vıııızzz! Önümüzde çok çalışacağımız günler olacak. O yüzden bir gecelik çiçeklerle dans edebiliriz!''

''Ah Bayan Kikiru, Bayan Kikiru çok ama çok vııızzzz...'' Isabella heyecanla bayan Kikiru'nun çevresinde uçuyordu. ''Teşekkür ederim Bayan Kikiru vıııızzzz!''

Bayan Kikiru vızıltılarla karışık kocaman gülümsedi. ''Vııızzz, ah tembel çocuk! Tembel çocuk, yine de tatlı bir arısın değil mi?''

''Sizi çok seviyoruz Bayan Kikiru vııızzz!'' dedi Isabella ve Sinparu. Gerginlik geçmişti. Şimdi tüm kelebekler ve çiçekler birlikte şarkı söylüyordu.

''Çiçekleri, gün ışığını ve ay ışığını da vızzzzz, seviyoruzzzz!''

Arılar da bu şarkıya kendi dillerinde katıldılar.

-son.-


Kelime Oyunu'nun bu haftaki kelimeleri: Uyku, enerji, aile, ışık, parıltı idi. Bu etkinlik için beş kelime belirliyor ve içerisinde bu kelimelerin geçtiği öykü, masal, şiir, deneme vb. istediğimiz türde yazılar yazıyoruz. Sizler de etkinliğe yazılarınızla katılabilir, sizler de kelimeler belirleyebilirsiniz. Kelime önerileriniz varsa veya bir yazınızla etkinliğe katılacaksanız sevgili Deeptone'a uğrayabilirsiniz. Ayrıca Deeptone'un bu haftaki Kelime Oyunu yazısını okumak için şuraya tıklayabilirsiniz.

Bana bal yiyen yaramaz arı fikrini sevgili Deeptone vermişti ve kendisi de bir öyküsünde bu özellikte bir karakterin macerasını yazdı. Onun bahsettiğim öyküsünü okumak için buraya tıklayabilirsiniz. Bu tatlı mı tatlı fikir için kendisine çok teşekkür ediyorum. Uzun zamandır bu tarz bir kurgu yazmamıştım. Yazmak benim için oldukça eğlenceliydi. Umarım okumak da senin için aynı şekilde keyifli olmuştur sevgili okur.

Bugün yılın son günü. Tüm okurlarıma güzel bir yıl diliyor ve sevgilerimi gönderiyorum.

Mutlu yıllar!

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


30 Aralık 2023 Cumartesi

2023'ün Ardından.


Mutlu yıllaaarr sevgili okurlarım! Bir yılın daha sonuna geldik. Geçirdiğimiz bu yıla elveda, yeni yıla merhaba diyeceğiz. İşte bu yazı da 2023 yılına bir veda partisidir! Her neyse. :) Yılın dökümünü çıkarmak adettendir. Bu yazımda 2023 yılında okuduklarıma, izlediklerime, düşündüklerime ve hissettiklerime yer verecek; belki ucundan kıyısından hedeflerimi çıtlatacağım.


OKUDUKLARIM

Aşağıda herhangi bir sıralama yapmaksızın 2023 yılında beynime ve kalbime güneşin sıcaklığını ve ışığını veren kitapları seninle paylaşıyorum. Mor renkli yazılanların yorumu bu blogda bulunuyor. Diğerleri Titanik gibi batan bloğumun enkazında kaldılar. Zaten bol keseden puanlama yaptım ve beğendiğim tüm kitapları seninle paylaşıyorum. Önerime uyup okursan, sonra ziyaretime gel de kitap hakkında konuşalım olur mu cancağızım.

Bu yılın okuma anlamında beni en çok tatmin eden yönü bazı yazarlarla tanışmam oldu. Öhöm, aman kitaplarıyla işte canıımm. Örneğin; Anton Çehov, Sylvia Plath, Matt Haig, Francess Hodgson Burnett, Claire Keegan (üzgünüm Sevgili Bayan Keegan listede yoksunuz ama sizin kelimelerinizi tanıdığıma sevindim; sizi de inşallah 2024 partisine buyur ederiz...)

Aynı şekilde bazı karakterlerle tanışmak da beni aşırı mutlu etti. Örneğin; Bayan Mary Pek Aksi (ama pek de tatlı <3), aynı şekilde Mary'nin ekürileri Colin ve Dikon, Peteeerr (Pan olan; resmi olarak ilk kez bir araya geldik, geç olsun güç olmasın...), Sevgili Esther (seni anlamayı istemezdim Esther ama malesef anlıyorum.), hiperaktif Kalp ve mantıklı Beyin <33, Midori (İmkansızın Şarkısı listeye giremese de Midori girmeli, kendisine günlük atfedecek kadar onu sevdim ^-^), evet bu kadarmış galiba.

Her neyse, başlayalımmm.


En bi' çok favorilerim:

Peter Pan - James Matthew Barrie, Bilgi Yayınevi.

Uygarlığın Ayak İzleri - Celil Sadık, Epsilon Yayınevi.

Bu Beden Benim Evim - Rupi Kaur, Pegasus Yayınları.

Mülksüzler - Ursula K. Le Guin, Metis Yayınları.

Sırça Fanus - Sylvia Plath, Kırmızı Kedi Yayınevi.

Gizli Bahçe - Frances Hodgson Burnett, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Beyin: Senin Hikayen - David Eagleman, Domingo Yayınevi.


Dümdüz beğendiklerim:

Masal Masal İçinde - Ahmet Ümit, Everest Yayınları.

Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? - Perihan Mağden, Can Yayınları.

Sanat Kitabı - DK Büyük Fikirler Serisi, Alfa Yayıncılık.

Ağaçlar - Hermann Hesse, Kolektif Kitap.

Altıncı Koğuş - Anton Çehov, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Üç Kız Kardeş - Anton Çehov, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Kalp ve Beyin - Nick Seluk, Pegasus Yayınları.

Kalp ve Beyin: İç İşleri - Nick Seluk, Pegasus Yayınları.

Güzel Yaşam Kılavuzu: Antik Stoacı Sevinç Sanatı - William B. Irvine, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Hamlet - William Shakespeare, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Macbeth - William Shakespeare, Remzi Kitabevi.

İnsanlar - Matt Haig, Domingo Yayınları.

Zamanı Durdurmanın Yolları - Matt Haig, Domingo Yayınları.

Şifacının Kalbi - Duygu Emanet, Kitap Müptelası Yayınları.

Japon Sevgili - Isabel Allende, Can Yayınları.


İZLEDİKLERİM

Bu yıl çok bi' şey izlemedim zaten. Ama izleyin bence dediklerimi sıralama olmaksızın dümdüz paylaşıyorum. Yine mor renkli yazılanların üstüne tıklayarak yorum yazılarıma ışınlanabilirsiniz. Ve işte:


Everything Everywhere All at Once (Daniel Kwan, 2022)

Im Juli (Fatih Akın, 2000)

The Secret of Moonacre (Gábor Csupó, 2008)

Alice in the Cities (Wim Wenders, 1974)

Better Days (Kwok Cheung Tsang, 2019)

The Adventures of Sharkboy and Lavagirl (Robert Rodriguez, 2005)

Dancer in the Dark (Lars von Trier, 2000)

Melancholia (Lars von Trier, 2011)

La fille sur le pont (Patrice Leconte, 1999)

Past Lives (Celine Song, 2023)

Roman Holiday (William Wyler, 1953)


HİSSETTİKLERİM, DÜŞÜNDÜKLERİM VE ÖĞRENDİKLERİM

Özellikle de yılın en çok sevdiğim zamanı olan ilkbahar döneminde bu yıl çok üzgündüm. Her gün ağladığım bir dönem vardı. Bazen kendimi bir matruşka bebeğine benzetiyorum. Kendimi ne kadar açarsam açayım hep yeni bir bebekle karşılaşıyorum. İşte, bu yıl bir bebekle daha karşılaştım. O bebeğin doğması gerekti sanırım. O yüzden ruhsal sancı çektiğim bir dönem yaşadım. Daha evvel hiç böylesini görmemiştim. Bana pek çok şey keşfettirdi ama kendimi boğuluyormuş gibi de hissettim. O dönemde en çok istediğim şey birine sarılabilmekti. Sanırım en çok da bunun için ağladım. Hatta sanırım sadece bunun için ağladım. Sonra bir şeyler değişti. Sanırım matruşka olayının eğlenceli bir yanı olabileceğini keşfettim. Zaten kendimi bir kaşif olarak değerlendiriyorum ben. Bu yüzden bazen bir şeyleri çok derinden hissetmem için kendime özellikle izin veriyorum.

İlkbaharın öncesinde, yani kışın, babaannem vefat etti. Bu da beni çok üzmüştü. Çok yaşlıydı ve sanırım acı çekiyordu. Bunu yazmak bile bana haksızlık gibi geliyor. Çünkü bir insan kaç yaşında olursa olsun, güzel bir gökyüzünü bir sabah daha izlemek ister. Bu yüzden çok ağlamıştım. Ne kadar ağlarsam ağlayayım üzüntüm geçmiyordu. Aklıma hep ''benim muallimim gelmiş'' deyişi geliyordu. İlk maaşımla ona bir şeyler alamadığım için de üzülmüştüm. Beni muallim olarak göremediği için. Onun cenazesi kalkarken kış günü olmasına rağmen hava o kadar güzeldi ki bir anda ağlamaya başladım ve sonra hiç duramadım. Şimdi bile bu durum kalbimi kırıyor. O gün başka cenazeler de hemen yanı başımızda kalkıyordu. Öyle masmavi bir gökyüzünün altında cenazeler defnediliyordu.

Bu olaya niye değindim bilmiyorum. Seninle pek çok şey paylaşsam da somut olaylar paylaşmıyorum. Belki de arada sırada paylaşmalıyım, bilmiyorum. İnsanlarla bir şeyler paylaşmaya ihtiyaç duymamayı öğrenmek bile çok zor olmuştu. Daha ziyade güzel şeyleri paylaşmayı seviyorum. Veya benimle ilgili değil, dünyanın kendisiyle ilgili olan şeyleri. Sanırım kendimden bir şeyleri paylaşmak, çıkardığım matruşkalarımı göstermek demek gibi bir şey benim için. Bundan çekindiğim falan da yok. Sadece, bu kadar emek vererek birbirinden ayırdığım ve varlığını fark ettiğim matruşkalarımı birine göstermek benim için değerli bir şey ve bu değeri kim hak ediyor seçebilmek de zor. Yine de, beni anladın mı şimdi? Bu yüzden sarılmak istediğim çok az kişi var diye düşünüyordum işte.

Tamam tamam bu sisli hava dağılsın. Üzülelim diye yazmadım. Ama madem bir kere üzüldük, biraz daha üzülelim. İlkbahara geri dönelim. İlkbahar başında bookstagram hesabım çalınmıştı. Sonra geri aldım ve o hesabı kapattım. Çünkü hem tanıdığım herkes hesabı şikayet etmişti, hem de hevesim kaçmıştı. Zaten çok etkileşim de almıyordu. Baştan başlarım diye düşünmüştüm. Ama sonra bir çocuğu büyütmek gibi emekle büyüttüğüm, benimle birlikte büyüyen ve her anıma şahit olan, çok sevdiğim bloğuma dair de çalınma girişimi oldu. Bir olaylar döndü, kesin döndü ama ne oldu onu da tam anlamadım. Evimin içinde hırsız var gibi hissettiğim için yazı yazmak içimden gelmiyordu ve sonunda bloğumu kapattım. Bu da beni boşluğa düşürdü. Çünkü zaten mutlu değildim. Biraz bile mutlu değildim. Mutluluk Yazıları yazmakla insan mutlu olmaz. Yine de çabalıyordum. Sonra sarılmak isteyeceğim, sarıldığım bir şeyi, kim olduğunu bile bilmediğim biri elimden almaya çalıştı. O yüzden başlarım böyle işe deyip bloğumu sildim.

Yazın buraya başka bir isimle geri döndüm biliyorsun. Bu benim için bir çeşit reenkarnasyon gibiydi. :) Yazı bu yüzden çok sevdim. Tüm dayanılmaz sıcaklarına rağmen çok ama çok sevdim. Çünkü yazmak, ah yazmak, benim hayattaki eeeeennnnn büyük tutkum. Yazarken nefes aldığımı hissediyorum. Yazarken uçuyorum, koşuyorum, yüzüyorum ve ışık gibi, rüzgar gibi hafifim ve özgürüm. Kimse beni tutamaz, hiçbir şey bu hisle kıyaslanamaz benim için. Sonra yine yazın, çok sevdiğim birisiyle aram düzeldi. Yeniden güçlendim. 

Sonbaharda yüksek lisans yaptığımı fark ettim. Daha önceki dönemde online bir şekilde ders almıştım. Bir de ben ara dönemde yüksek lisansa başladığımdan başladığım dönemin derslerini almıştım daha evvel. Yani her şey benim için tepetaklaktı. Sonbaharda bu tepetaklaklığı çok net fark ettim. Sadece benim değil, benimle aynı durumda olan yarı dönemde başlayan diğer tanıdıklarım da aynı şekildelerdi. Çünkü bizim sürecimiz daha farklı işliyordu. Adapte olmak da cabası. Çünkü ilk dönemin dersleri araştırma teknikleriyle ilgili, daha giriş daha bak yüksek lisans yapacaksın, tez yazacaksın gibi gibi tadında derslerken; ikinci dönemin yani benim geçtiğimiz dönem aldığım dersler daha alana dönük derslerdi. Hal böyle olunca ben bocaladım. Tez konusu seçimim de biraz tuhaf bir süreçti. Bundan sonraki dönemde yani 2024 boyunca inşallah tez yazacağım. Korkuyorum. Yine de kendime güveniyorum. Hem, en iyi tez bitmiş tezdir diyorlar. Başarılı olmak için çabalamak dışında bir hedefim ve düşüncem yok bu konuda.

Peki şimdi, şimdi mi nasıl hissediyorum?..

2020 yılına gireceğimiz zaman içimde belki küçük ama güçlü bir umut filizi vardı. Kendim için kararlar almıştım. O yıldan beklentim vardı. İlk kez umut etmeye cesaretim vardı. Ama bu umut, bu güzellikler, dışarıdan gelecekti bana. Böyle düşünüyordum. Bir şey bana gelecekti ve ben kendimi iyi hissedecektim. Fırsatlar, başarı, güzel zamanlar, belki aşk? Olmadı. Hiçbiri olmadı. Sonra da umut etmedim.

Şimdi, 2024 yılına girerken, vay be dört yıl geçmiş şaka da maka derken, bu sefer beklemiyorum. Çünkü biliyorum. Dışarıda ne olursa olsun, bazı şeyler içeriden dışarıya akar. Umut dışarıda değil. Mutluluk dışarıda değil. Hepsi içeriden dışarıya ve işte ancak öyle yeniden içeriye akıyor. İzin vermeyi öğrenmeye başladım. Sevmeye izin vermeye, umut etmeye izin vermeye, mutluluğa izin vermeye, almaya izin vermeye... Bu benim için çok zordu biliyor musun? Gerçekten çok zordu. Bazı insanlar için tüm bunlar ne kadar doğal diye düşünürdüm. Ben neden öğrenmek zorundayım? Bu haksızlık! Hadi sırtımı sıvazlaya(y)ım. Bu kafadan çıkmayı öğrendim, sevgili okur. 

Öğrendiğim en net şey ise, ben bir şeyler üretmeliyim. Yeterince tanıdım kendimi, yeterince şey keşfettim dışarıdan oradan buradan. Benim sevdiğim şeylerden bir şeyler üretmeye ihtiyacım var. Neye ihtiyaç duyduğumu artık biliyorum. Aradığım o şeyi, galiba buldum. Kendimi Harry'nin altın Snitch'i yakaladığı andaki şaşkınlığını ve oh be'sini yaşıyor gibi hissediyorum.


HEDEFLERİM

Farklı ülkelerden ve yazarlardan okumalar yapmak.

Farklı ülkelerden filmler izlemek.

Bana önerilen iki diziyi izlemek (ne olduğu sürpriz).

Yemek yapmayı adamakıllı öğrenmek (evet evet bunca zamandan sonra hala mı? alwa...)

Disiplinli olmak.

Kendime iyi bakmak.

Fotoğraf çekmek.

Yazmak, yazmak, yazmak.

Tezimi başarıyla bitirmek.

Ukulele çalmayı öğrenmek. :)

İngilizcemi geliştirmek.

Örgü örmek.

Şu sözü kulağıma küpe etmek: ''Yaşlandıkça, iki elinizin olduğunu, birinin kendinize, diğerinin başkalarına yardım etmek üzere hazır beklediğini fark edeceksiniz.'' - Audrey Hepburn.

Şu alıntıyı bileklik veya halhal yapmak: Pek kolay görünüyordu; çocuklar önce yerden zıplayarak, sonra da yataklarının üstünden atlayarak uçmayı denediler ama her seferinde yukarı gideceklerine aşağı düştüler. John dizini ovuşturarak, "Pekâlâ Peter, nasıl yapıyorsun bunu?" diye sordu. Peter, "Yalnızca güzel, muhteşem şeyler düşünmelisiniz," diye açıkladı, "böylece düşünceleriniz sizi havaya kaldırır." (Peter Pan, J. M. Barrie)


Peki senin, senin, yeni yıldan istediğin şey nedir? Noel Baba gerçekten bir hediye paketini sana uzatsa (bu, kocamaaannnn bir paket de olabilir, küçük de, rengarenk de, şeffaf da ^-^), içinden ne çıksın isterdin?


MUTLU YILLAR! <33


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


28 Aralık 2023 Perşembe

Zamanı Durdurmanın Yolları (Matt Haig) | Kitap Yorumu

Yazar: Matt Haig, Çevirmen: Kıvanç Güney,
Yayınevi: Domingo Yayınevi.

Bazen kendimizi bir anımızın içinde buluruz. Bir anda gerçekleşen zamanda bir yolculuktur bu. O anı, yaşarken çok önemsiz gelen bir ana ait olabilir. Muhtemeldir ki, öyledir. O ana ait izler birer fotoğraf karesi gibi art arda zihnimizde birbiri ardına sıralanır ve biz bu karelerin sıraya girip etrafımızda dönmesini izleriz. O anı tekrar yaşayamasak da, o anın içinde olma hissini tekrar hissedebiliriz. Peki en fazla ne kadar geriye gidebiliriz? Belleğimiz ne kadar geriye gidebilecek kapasiteye sahiptir? Peki ya yolun sonu, şimdimize kadar yaşadığımız yıllar, düşününce aslında ne kadar da kısadır değil mi? 

Tom Hazard için durum farklı. Kendisi 40'lı yaşlarının başlarında görünen, olabildiğince sıradan bir tarih öğretmeni. Yaşlı köpeği Abraham dışında hayatında kimse yok. Yeni taşındığı Londra'da tanıdığı kimse yok. En azından içinde bulunduğu yüzyılda tanıdığı. Tom aslında 439 yaşında bir Alba. Albalar isimlerini albatros isimli bir kuş cinsinden alıyorlar. Çok eskiden albatrosların çok uzun yaşayan yaratıklar olduğu zannedilirmiş. Kendilerine Alba ismini veren bu insan topluluğu ise yaşlanmama hastalığına sahipler. Evet evet yaşlanmama, hastalığı? Ergenlikte belirtilerini göstermeye başlayan bu kurgusal hastalık, bir ömür boyu sürüyor ve kişinin çok yavaş yaşlanma belirtisi göstermesine neden oluyor. Yavaş derken kelimenin tam anlamıyla ''yavaş'' olmayı kastediyorum. 70'li yaşlarında gösteren bir Alba'nın aslında 900 yaşında çıkması bizi bu bakımdan şaşırtmamalı.


Bu insanlar çok yavaş yaşlansalar da ölümsüz değiller. Tarih boyunca pek çok ölüme sebep olmuş veba, kolera, çiçek vb. gibi hastalıklara bağışıklıkları bulunuyor; ancak bu insanlar da vurulma, düşme, darbe alma, hatta yaklaşık 1000'li yaşlarında yaşlılıktan ölme gibi sebeplerle ölebilirler. Bu insanların sayısı genele göre az olmakla birlikte, azımsanmayacak sayıda denilebilir. Batıl inançlar ve cadı avlarının bir hayli yaygın olduğu devirlerde yaşamış pek çok Alba bulunuyor. Bu batıl inançlar nedeniyle diğer insanlar tarafından cadı, büyücü, iblis, lanetli olarak görülen bu insanlar, yüzyıllar boyunca bir hayli tehlikede yaşıyorlar. Modern çağın gelmesi ise cadı avını bitirmiyor. Çeşitli deneyler, tımarhaneye kapatılma vb. gibi durumlar, modern çağın tehlikeleri. Bu nedenle de Albaları toplayıp bir çatı altında birleştiren bir kuruluş var. Bu kuruluşa girmek var, çıkmak yok. Her sekiz yılda bir Albalara bir hayat hediye eden bu kuruluş, ödeme olarak Albalardan bazı görevleri yerine getirmeleri istiyor.

Kitap boyunca Tom'un hayatının dönüm noktalarını yaşadığı Londra'ya yıllar sonra geri dönüşünü ve sıradan bir hayat kurmak isterken, kendini nasıl yeniden yaşamı hissetmeye başlarken bulduğunu okuyoruz. Yaşam, seçimleri de beraberinde getiriyor. Kendisi gibi bir Alba olan kızını yüzyıllardır arayan Tom, yıllar boyunca hizmet ettiği ve ona umut veren tek şey olan Alba topluluğu hakkında ilginç bilgiler öğreniyor. Bağ kuruyor, dürüst oluyor ve geçmişle şu anını bir araya getiriyor. Kitapta her bölümde zaman sıçramaları oluyor. Okurlar olarak Tom'un şimdisi ile yüzyıllar boyunca yaşadıklarını bir arada okuyoruz.


Bu yazarın kitaplarında kesinlikle büyülü bir şeyler var. Aslında en bilindik konuları, en sıradışı şekilde anlatıyor. Matt Haig'den okumayı en çok istediğim kitap Gece Yarısı Kütüphanesi'ydi. Ancak ilginçtir ki, bu kitap dışında iki kitabını okudum. Gece Yarısı Kütüphanesi'yle 2024'te buluşmayı umuyorum. Zamanı Durdurmanın Yolları yazardan okuduğum ikinci kitap oldu. Daha evvel yazarın İnsanlar isimli kitabını okumuş ve şurada da (tıklayabilirsin) yorumlamıştım. Yazarın kitabın Teşekkür başlıklı kısmında belirttiği gibi; İnsanlar, kısa insan yaşamlarımızı mekansal açıdan konumlandırmak ile ilgiliyken, Zamanı Durdurmanın Yolları zamanı merkeze alarak yaşamın doğasını inceliyor.

Aslına bakılırsa en azından kitabın başında, her iki kitabın ana karakteri için de sanki aynı kişilermiş gibi hissettim. Her iki karakter de topluluktan farklıydı, bir çeşit özel güçleri vardı, ikisinin de onlara arkadaşlık eden bir köpeği vardı ve en önemlisi her ikisi de hayatı keşfediyordu. Ancak tüm bu nedenler bir yana, benim bu şekilde hissetmemin asıl sebebinin, yazarın ana karakter olarak kendini konumlandırarak hikayesini yazmaya başlaması olduğunu düşünüyorum. Yazarın karakterlerini oluşturma ve hikayesini anlatma tekniği bu mudur tabi bilmiyorum ama benim bir okur olarak hissettiğim bu. 

Bir yerden sonra olaylar ilerledikçe ve biz okurlar da kitabın içine iyiden iyiye girdikçe o etki dağılıyor ancak temelde en azından okuduğum iki kitap için ortak bir yorum getirirsem, iki kitabın ana karakteri de bana aynı kişilermiş gibi hissettirecek kadar birbirlerine benziyorlardı. Aslında bu normalde sorun teşkil edebilecek ve en azından eleştiri alabilecek bir nokta. Ancak aynı zamanda kitabın anlatımı ve verdiği his için de olumlu bir durum oluşturuyor. O olumlu durum da: Samimiyet. Yazarın karakterinin ağzından hayata dair çıkarımlarını anlatmasını okumayı seviyorum. Aslında her insanın bildiği ama çoğunluğun hayatın akışında üzerinde durmadığı durumları bilimkurgu ve fantastik ögelerle harmanlayarak, tabii araya biraz felsefik bakış açısı da katarak, okuyucusuna çok net ve eğlenceli bir biçimde aktarabiliyor diye düşünüyorum.


Dili akıcı, olayların işleyişi sürükleyici olan bir kitaptı. Kitapta çok fazla zaman atlaması olması da aslında riskli bir durum. Bu tip zaman atlamalarında olaylar arasında bağlantıyı kurmak çok önemli. Yazar bunu kafaları karıştırmayacak ölçüde başarmış görünüyor. Öte yandan, Tom'un şimdisini yaşarken bir anda geçmişi anımsaması hali o kadar sık oluyordu ki, bu durum anlam bakımından kopma yaşatmasa da bence geçmiş-şimdi bütünlüğünü bozan bir durumdu. Elbette yazarın karakterin geçmişini, his ve düşüncelerini bir şekilde okuyucuna aktarması gerekli; ancak bu atlamalar bu kadar keskin geçişlerle değil de, daha iç içe geçmiş bir şekilde veya bir olayın tetiklemesi gibi nedenler gösterilerek gerçekleşse, bahsettiğim dağılma hissi olmayabilirdi diye düşünüyorum. Tom'un geçmişini okurken tarihte yer etmiş kişilerle geçirdiği zamanı, tüm o yıllar boyunca kazandığı becerileri (yaklaşık 30 farklı müzik aleti çalmak buna dahil...) kıskandım; evet kıskandım, itiraf ediyorum. 

Matt Haig, hayata bakış açısını sevdiğim bir yazar. Hatta kendisiyle tanışmayı ve sohbet etmeyi çok isterdim. Eh, bunu artık bir şekilde kitaplarını okuyarak yapıyorum. Edebiyatın büyülü gücü! Sana bir sürü karakter ve yazarla dolaylı yoldan da olsa sohbet etme imkanı tanıyor. Tabii gerçekten sohbet etmek de güzel olurdu... Her neyse. :) Bu kitabı genel olarak beğendim. Ancak ilk yarısında ortalama bulduğum, ikinci yarısı ve özellikle de son kısımlarında Tom karakterinin de 400 küsur yıllık hayatında nihayet psikolojik açıdan yetişkinlik çağına girebildiği yerlerde bir hayli duygulandım (ki burada karakteri taşlamıyorum, gerçekten de duygusal olaylar yaşandı ve empati hissim kabardı). Yazarın yazdıklarında büyülü bir hava var dememin sebebi de bu aslında. Bir kitabın teknik yönü iyidir kötüdür, tartışılır. Ama bir kitabın okuyucusuna verdiği his daha farklı bir durumdur. Yazarın en çok da bu ikinci durumda başarılı olduğunu düşünüyorum. En azından yazdıklarıyla beni yakalamayı başaran bir yazar diyebilirim.

Kitabı ilgisini çekenlere öneriyorum. Son dakika golüyle yılın favorilerini zorlayabilir, bilemedim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

25 Aralık 2023 Pazartesi

Işık.

Işığın hareketlerini izlemeyi seviyorum. Bana kendimi canlı hissettiriyor. Yaprakların arasından süzülen ışıklar, binaların arasından yansıyan ışıklar, duvarda şekiller oluşturan ışıklar... Küçükken bir keresinde gözümü Güneş'e dikmiş ve tam şeklini bulmaya çalışmıştım. Resim defterimdeki Güneş, kollarını açmış yeryüzüne kucak kucak kucak yaparken; gökyüzünde gördüğüm Güneş, kendi içine dertop olmuş ve fazla aksiydi. Nitekim sonrasında gözlerimde siyah siyah noktalar belirmişti de korkmuştum. Hayır yani anneme söylesem bu sefer azar da işitecektim. Neyse ki uzun sürmemişti ve bana ders olmuştu. Ben de bir daha Güneş'i yakından incelemedim.

Küçükken pek çok şeyi yakından incelerdim. Yeryüzünü, gökyüzünü. Sana anlattığım cırcır böceği hikayesi de buradan geliyor. Hep bir şeyleri merak ederdim. Hep bir şeyler hakkında konuşmak isterdim. Bir şeyleri keşfetmek isterdim. Gerçi bu hala değişmedi. Neyse ve çok şükür ki dünyaya hala bir kaşifin gözlerinden bakabildiğimi hissediyorum. Bazen ben de bunalıyorum, sıkılıyorum, kızıyorum, üzülüyorum ve bunlardan bile en en en en en fenası, umutsuzluğa kapıldığımı düşünüyorum. Ama öyle değil; dünyaya bir kaşifin gözleriyle bakabildiğim sürece değil, biliyorum.

Bazen gökyüzüne baktığımda, geceleri veya gündüzleri hiç fark etmez - yeter ki sakinlik ve sessizlik olsun, sanki bakışlarım ve hayranlığım gökyüzüne yükseliyormuş da, sonra bana geri çarpıyormuş ve ben böylece, hissettiğim şeyi çarpı iki kat fazla hissediyormuşum gibi hissediyorum. Yani, hayranlığı! Bu yaz bir gece yine gökyüzünü izleyip takım yıldızlarını bulmaya çalışıyordum. Aslında benim yaptığım daha ziyade yıldızlardan resim çizmekti. Evet evet, resim çizmek! Parmağım bir yıldızdan öbürüne zıplardı. Sonra bir an, bundan belki onlarca, belki yüzlerce, belki de binlerce yıl önce veya sonrasında başka bir kızın yıldızları izlemiş olduğu gerçeğini düşündüm. Ne düşünmüştü, ne hissetmişti? Yıldızlar onun kalbine ne söylemişti? Keşke onunla tanışabilseydim diye düşündüm kısa bir anlığına. 

Keşke yıldız postası olsaydı ve biz gecenin bir yarısı resimler çizen yıldız kaşifleri kendi keşiflerimizi birbirimizle paylaşsaydık. Neyi yansıtıyorduk, baktığımız şeyde neyi görüyorduk? İçimizde ne vardı ve dışarıdaki neleri önemseyip içimize çekiyorduk? Bunları merak etmiştim. Sonra geçmişti; çünkü yıldızları izleyen çoğu kişi hemen hemen benzer şeyleri hisseder. Önemli olan sonrasıdır. Yıldızları izledikten sonra, onları artık göremedikten sonra; ne hissetmiş olabilirlerdi, ne düşünmüşlerdi ve ne yapmış, nasıl bir hayat sürmüşlerdi?

Gökyüzünü birileriyle birlikte izlemeyi de çok severim. Tercihen sevdiğim kişilerle. Öyle anlarda sevdiğim birileri yanımdayken ışığın süzülüşünü daha bir derinden hissederim. Işık içime dolar, ışık dışıma dolar; onu görürüm, ışığı. 

Bu yılın son haftası. Işık kalbimize dolsun ve sonrasında onu yansıttığımız bir yıla kucak açalım.

Çok sevgiler.

bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.



18 Aralık 2023 Pazartesi

Anımsamak.

Kışın açık ara en sevdiğim yanı, bacaklarımı battaniyemle karıştırmış dertop olmuş bir şekilde kitabımı okurken yaşadığım farkındalık anında ne kadar da huzurlu hissettiğimi anlama zamanlarını bana yaşatması oluyor. Tabii bu farkındalığa bir yaz gününde de, baharların bir gününde de erişebiliyorum. Ama kışın erişilenin tadı bir başka oluyor. Az evvel yine böyle bir an yaşadım. O an kitabımı yan tarafıma koydum ve öylece uzandım, uzandım ve uzandım. Bir pazar gününden alınabilecek maksimum huzur oranı bu olsa gerek. Böyle anlarda o an içinde bulunduğum zaman dilimi dışında bir şey hissetmiyorum.

Temizlik yaparken de aynısı oluyor. Sana oluyor mu? Temizlik yapmadan evvel kafamda süre hesaplıyorum ve malesef asla belirlediğim zamanda işimi bitiremiyorum. Yine de, özellikle de iş yaparken müzik dinlediğimde, o iş dışında kafamda hiçbir şey kalmıyor. Sadece mekanik hareketler ve tozlara elveda, mis gibi eşyalara merhaba.

Geceleri de genelde kafamda gereksiz pek bir düşünce kalmıyor. Genelde tam tersi olur insanlara sanırım. Geceleri daha farklı bir ruh halinde hissediyorum kendimi. Her şey mümkünmüş gibi gelen bir zaman diliminde hissediyorum. Geceleri hissettiğim kafa yapısını seviyorum. Evet, doğru okudun, hissettiğim yazdım. Hisler mi düşünceleri oluşturur, düşünceler mi hisleri sence? Ben önceden her şeyin düşüncelerden ibaret olduğunu düşünüyordum. Hatta bununla ilgili vaktiyle konuyu evirip çevirip aynı noktaya muhakkak getirdiğim tonla yazı da yazmışımdır.

Zamanın hızı artık beni şaşırtmıyor. Geçmişte ruhsal olarak gerçekten karanlıkta hissettiğim dönemler geçirmiştim. O anlarda bazen yazdım. Kendime yazdım. Ben hep kendime yazdım. Yazmış olmasam öyle hissetmiş olduğumu şu anki halimle net olarak anımsayamam sanırım. Sence anımsamak iyi bir şey mi? Ben önceden hiçbir şeyi unutmamak isterdim. Bu yüzden her hissimi düşünce kütüphaneme sabitlerdim ya da öyle yaptığımı sanırdım. Oysa zamanla beynin güvenilir bir arşiv olmadığını keşfettim. Evet, bilim de bunu zaten söylüyor ama ben kendim de deneyimleyerek bunu keşfettim. Beyin oldukça savunmacı. Kendini korumak için her yola başvuruyor.

Şimdilerde olumlu bir ruh halindeyim. Daha önceden böyle hissedeceğimi düşünemezdim bile biliyor musun? Yine de bir pişmanlığım veya keşkem yok. Üzüldüğüm bir şey de. Hatta aksine, güzel zamanları da hatırlıyorum. Geçmişte o anımı yaşarken göremediğim bazı şeyleri sonradan fark ediyorum. Geçmişteki kendime küçük bir arkadaşımmış gibi bakıyorum. İster on yıl, ister beş yıl, hatta isterse bu yılın başındaki halime. Bu iyi bir şey. Demek ki fark ediyorum. Gelecekte de eğer bugünüme bakabilirsem, yine aynı şeyi düşüneceğimi biliyorum. Küçük bir arkadaş gibi göreceğim kendimi. O bilmiyordu, diyeceğim, ama ben biliyorum. 

Geçmişteki bu halim bana tatlı bile gelecek hatta. Üzüldüğüm anlarımı anımsadığımda kin, öfke, üzüntü, korku, hatta belki kırgınlık bile duymayacağım. Çünkü zaman çoğunu silebilir; bunu keşfedeceğim. Sadece, üzgün anlarımı anımsadığımda kendime sarılmak isteyeceğim; belki, saçlarımı okşamak. Öfkeyle hareket ettiğim anlarımı anımsadığımda, başımı sallayacağım ve bu yaptığımın ne kadar da işe yaramaz olduğunu düşüneceğim. Buna hiç de gerek olmadığını. Aslında öfke maskesine bürünmüş bu hisse tutunmak yerine beni asıl neyin rahatsız ettiğini anlamak için kendime zaman vermem gerektiğini düşüneceğim. Mutlu anlarımı anımsadığımda içimi sıcacık bir his kaplayacak. Kendimle gurur duyacağım. Çünkü mutluluk çok kolay bir yerde duran ama sobelemeyi bazen akıl edemediğim bir şeydi diye düşüneceğim. Utandığım, sıkıldığım ve tam da bu nedenle kendimi rahatlatmak için kendimle dalga geçtiğim zamanları hatırladığımda bu halime güleceğim. Eğlenceli biriymişsin İlkay, diye düşüneceğim.

Ve en çok da seveceğim. Kendimi, güzel hislerimi ve bu hisleri bana veren her şeyi!

Güzel bir hafta dilerim.

Hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.




16 Aralık 2023 Cumartesi

Roman Holiday (Roma Tatili) | Film Yorumu


Yönetmen: William Wyler

Senarist: Dalton Trumbo, John Dighton

Yapımı: 1953 - ABD


Bir varmış, bir yokmuş... Bir gün bir prenses (Audrey Hepburn) İtalya ziyaretindeyken konakladığı yerden kaçmış ve kendini Roma sokaklarında insanların arasında tek başına bulmuş. Üstelik üzerinde gündelik giysileri, yanında hiç para olmadan. Etrafta dolanmış, insanları selamlamış; ta ki kaçmadan önce doktorunun ona yaptığı sakinleştirici iğne etkisini gösterinceye kadar. Sakinleştiricinin etkisiyle bir köşede yarı uykulu uzanmış. Tam bu sırada bir adam (Gregory Peck) prensesin yanına gelmiş ve onu uyandırmaya çalışmış. Adam, prensesi tanımamış ancak genç bir kadını böyle kendinden geçmiş bir halde bırakıp gitmeye de gönlü razı olmamış. Adres olarak prensesin konakladığı yer dışında bir yeri söylemeyen genç kadın, onu bulan adamın evinde geceyi geçirmek durumunda kalmış.

Bu adam bir gazeteciymiş. Ancak işinde pek de başarılı değilmiş. Üstelik herkese borcu varmış ve borçlarını kapatmak için kumar oynar, insanlara tutamayacağı sözler verir, daha da çok borçlanırmış. Gazete bile okumayan bu gazeteci, prensesi daha evvel hiç görmemiş. Ertesi gün prensesin basın toplantısına katılacakmış. Ancak gece peşine takılan genç kadın ona bir hayli iş çıkarmış. Bu nedenle de gazeteci, prensesle yapacağı röportaja geç kalmış. İşe apar topar giden gazeteci, çok şaşıracağı bir gerçekle karşılaşmış. Prensesle birebir tanıştığını fark etmiş ve nihayet para kazanabileceği için çok sevinmiş.


Kaynak: Pinterest

Patronuyla bir anlaşma yapmış. Bu anlaşmaya göre prensesle çok özel bir röportaj yapacakmış. Onun hayat hakkında, insanlar hakkında ve aşk hakkındaki görüşlerini öğrenecekmiş. Bir prensesin sıradan bir insan olarak nasıl biri olduğunu yazacakmış. Patronu gazeteciye inanmamış ama yine de el sıkışmışlar. Gazetecimiz Bay Bradley, fotoğrafçı arkadaşı Irving (Eddie Albert) ile birlikte prenses Ann (Anya)'nın bir gün süren Roma keşfine eşlik ederek onu tanımaya çalışmışlar. 

Film boyunca bir prensesin masallara benzeyen hayatından kaçıp sadece genç bir kadın olarak özgürce geçirdiği bir gününü izliyoruz.


Kaynak: Pinterest

Audrey Hepburn hayran olduğum bir insan. Roman Holiday kendisinin ilk kez başrolü canlandırdığı bir film. Bu filmde canlandırdığı bir prenses olan Ann karakteriyle 1954 yılında En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ını kazanıyor. Zaten duruşu, gülüşü, bakışları ve enerjisiyle kendisi de bir prenses gibi görünüyor. Tabii partneri Gregory Peck ile olan uyumunu da es geçmemek lazım. Siyah beyaz bu filmde, Roma sokaklarına yayılmış hoş bir aşk hikayesini izliyoruz. Bu hikayede büyük harflerle yazılmış, destansı hiçbir şey yok. Prenses olmaktan sıkılmış genç bir kadın ile ona eşlik eden bir centilmenin hikayesini izliyoruz. Film o kadar doğal bir şekilde ilerliyor ki, izleyiciyi de kalbinden tutup Roma sokaklarına çekmemesi çok zor.

İlk kez insanlarla yakın temasta bulunan prenses Anya, tüm hayatı boyunca yapmak istediği her şeyi bir gününe sığdırıyor. Sokakta aylak aylak tek başına yürüyor, upuzun ışıltılı saçlarını kısacık kestiriyor, insanların arasında dondurma yiyor, arkadaşlarıyla bir kafede oturuyor ve hep uzaktan izlediği diğer tüm genç kadın ve erkekler gibi dansa gidiyor. Hem de ona ışıl ışıl bakan ve ışıl ışıl baktığı bir adamla birlikte.


Kaynak: Pinterest

Her şeyiyle masal gibi bir filmdi. Eğer ki iki saatliğine bile olsa başka bir gerçekliğin içinde kendinizi bulmak ve içinizin kıpır kıpır olmasını istiyorsanız bu filmi size öneririm. İzlediğim en güzel romantik filmlerden biriydi.

Sevgili Audrey Hepburn, Haldun Dormen ile yaptığı röportajında bu filmiyle ilgili bir anısına yer veriyor. Röportajı izlemek için şuraya tıklayabilirsin.

Hoşça kalın.

:)



Dean Martin - Arrivederci Roma ("Roman holiday"1953) dinlemek için tıklayabilirsiniz.


15 Aralık 2023 Cuma

Mavi Tarlalardan Yürü (Claire Keegan) | Kitap Yorumu

Yazar: Claire Keegan, Çevirmen: Duygu Şahin,
Yayınevi: Yüz Kitap

Mavi Tarlalardan Yürü sekiz öyküden oluşan bir öykü kitabı. Bu öyküler kaynağını İrlanda halk kültüründen alıyor. Karakterler yerel halktan oluşuyor ve öykülerde bu karakterlerin şu anlarına şekil veren geçmişleri ile ruh hallerini okuyoruz. Öykülerden en çok dört öyküyü sevdim. Bunlar; Uzun ve Istıraplı Ölüm, Mavi Tarlalardan Yürü, Korucunun Kızı ve Üvez Ağaçlarının Gecesi isimli öykülerdi.

Yazarın ilk kez bir kitabını okuduğum gibi, İrlanda Edebiyatı'ndan da ilk kez bir eser okudum. Aslında beni en çok heyecanlandıran da buydu. İrlanda'yı yansıtan, o ülkeden çıkmış kelimeler ve karakterlerle bir araya gelecek olmak beni heveslendirmişti. Tabi ki bir kitabın çevirisini okumak ile yazıldığı esas dilden okumak arasında dağlar kadar fark vardır. Ancak iyi bir çeviri söz konusu olduğunda dilin yapısı bozulmadan da dilden dile sağlıklı bir aktarım yapılabilir diye düşünüyorum. 

Bu kitabın çevirisi nasıldı bunun hakkında net bir yorum yapabilmem için kitabı orijinal dilinde okuyup karşılaştırma yapmam gerekir. Ancak kitabın çevirisi bir yana, Türkçe olarak cümle kurulumunda sıkıntılar vardı yorumunu yapabilirim. Kitapta çok fazla anlatım bozukluğu mevcuttu. Hayır, bunlara çok da dikkat etmeyim desem bile yeri geliyor öykünün anlatıcısı bir anda değişiyordu ve olaylar arasında kopukluk yaşanıyordu. Yazar öyküsünü böyle farklı bir tarzda yazmış da olabilir ama öyle bile olsa çeviri sürecinde Türkçeye uygun bir şekilde cümle kurulması gerekir ki cümle anlam bakımından düşük olmasın. Doğru çeviri olayını bile sorgulamıyorum ama kitabın daha Türkçe anlatımında sıkıntılar olması, kitaptan aldığım keyfi azalttı açıkçası. Öte yandan çeviriden kaynaklı gerçekleşen bu olumsuz duruma karşın, yazarın kendine has bir üslubu olduğunu düşünüyorum.


Bir kitaba başlamadan evvel o kitabı evirip çevirir, incelerim. Her ne kadar bazen spoiler yemek durumunda kalsam da arka kapağını okur, sonra ön kapağını inceler ve nihayet kapağı aralayıp yazarın ve çevirmenin biyografisini okurum. Bu biyografiler çok genel ve kısadır orası ayrı ama bana yazar hakkında fikir vermeye ilk etapta yeter. Hele ki bu yazarla ilk kez karşılaşıyorsam, bu genel anlatım benim için hoş bir başlangıç olur. 

Kitabın yazarı olan Claire Keegan ise daha bu kısa biyografisiyle bana ilham veren bir yazar oldu. Aslında çok farklı bir öz geçmişi var diyemeyiz; ancak bu öz geçmişi okumak beni kendi hayallerimle paralellik taşıması açısından heyecanlandırdı. Anladığım kadarıyla kendisi, kendisini geliştiren ve yazmaya tutkulu bir yazarmış ve ben en çok da yazmaya karşı tutku duyan yazarları seviyorum. Çünkü en çok da, onlardan ilham buluyorum. Bence bir yazarın rüştünü ispatlamış bir yazar olması bir yana, en önemli şeylerden birisi de, o yazarın yazmaya devam etmesi ve bunun için hep üretmesi, üretmesi ve üretmesidir. Bu nedenle daha ilk etapta yazara ve dolayısıyla kitabına ısındığımı hissettim. 

Kitabı okumadan evvel kitabı sevdim bile diyebilirim hatta. Ayrıca yazarın anlatımındaki havayı çok sevdiğim yerli öykücülerimizden olan Melisa Kesmez'in anlatımına benzettim. Bu da kitabı sevmemde etkili olan bir diğer durumdu.


Kitaptaki öyküler çok sade ama insandan. Ne demek ''insandan'', değil mi? Her insanın hissedebileceği hisler aralara incecik yerleştirilmiş, kastettiğim bu. Uzun ve Istıraplı Ölüm isimli ilk öyküde bizi, ölmüş ünlü bir yazarın konutunu kendi yazılarını yazmak için kiralayarak inzivaya çekilen bir yazar karşılıyor. Bu yazarın yazması için yaşaması gerekiyor. Bu yazarın içinden yükselen kelimeleri öykü boyunca ben de hissettim ve öykünün ismine tezat olacak bir rahatlama hissiyle öyküye veda ettim. 

Kitaba da ismini veren Mavi Tarlalardan Yürü isimli öyküde ise, seçimlerin başka seçimleri nasıl ortadan kaldırdığı ve bazı kararların kalbimizde derinlere inen kalıcı bir sızının izini nasıl bıraktığı anlatılıyor.

Korucunun Kızı isimli öyküde de aynı şekilde seçimlerin insan hayatını nasıl etkilediği ve bu etkinin sadece kişinin kendisini değil, başta yakın çevresi olmak üzere diğer insanları da etkilediği bir aile dramı üzerinden anlatılıyor. Bu ailede mutsuz bir anne, hayatını geleceğe erteleyen bir baba ve bu anne babanın arasındaki kopuklukta savrulmuş üç çocuk yer alıyor. Kadın karakterin hissettiği o buruk his, çok sade ama belki de bu nedenle etkili bir şekilde anlatılmış. 

Üvez Ağaçlarının Gecesi ise kitaba ismini verebilecek denli kitaba damga vurmuş bir öyküydü diyebilirim. Bu öykümüzde de geçmişin burukluğunu ve kaybettiklerinin solgun gölgesini yüreğinde taşıyan bir kadın karakter karşılıyor bizi. Onun hikayesi de seçimlerle örülü ama diğerlerinin aksine daha ferah bir etki bıraktı bende. Çünkü umut vardı; çünkü karakterin ileriye bakacak cesareti hala vardı.

Diğer öykülerde de aynı şekilde ardında umutlarını bırakmış karakterlerin yaşamlarında yeni umutlar arama sürecini okuyorduk. Özellikle de kitabın ikinci öyküsü olan Ayrılık Hediyesi isimli öykü çok ağır bir konuya sahip. Hatta bu öyküyü okuduktan sonra kitabı bırakmayı düşünmüştüm. Bir kız çocuğunun aile içinde yaşadığı istismarı konu ediniyordu. Bu tip konuları okumak, görmek, duymak bile beni fazla etkiliyor.

Velhasıl kelam, benim genel olarak beğendiğim bir kitap oldu. Favorilerim arasına girdi veya bayılarak okudum diyemesem de, en başta yazarın kelimeleriyle tanıştığım için memnun oldum.

İlgisini çekenlere kitabı öneriyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

12 Aralık 2023 Salı

Beyin - Senin Hikâyen (David Eagleman) | Kitap Yorumu

Yazar: David Eagleman, Çevirmen: Zeynep Arık Tozar,
Yayınevi: Domingo Yayınevi

Kitap; Ben Kimim?, Gerçeklik Nedir?, Kontrol Kimde?, Nasıl Karar Veririm?, Size İhtiyacım Var Mı? ve Kime Dönüşeceğiz? şeklindeki altı başlıktan oluşuyor. Kitapta genel olarak beynin yapısı ve işleyişi herkesin anlayabileceği bir dil, yapılan araştırmalar ve ilginç bilgilerle anlatılmaya çalışılmış. 

Ben kimim sorusunun merkeze alındığı ilk bölümde; bebeklik çağımıza gidiyor, içinde doğup yetiştiğimiz ortamın beynimiz ve dolayısıyla kimliğimiz üzerindeki etkilerini okuyoruz. İnsan beynini diğer canlıların beyninden ayıran temel özelliği nedir? Geçmişi, geleceği ve çevremizi nasıl ve neye göre algılarız? Anılarımıza göz attığımızda ne kadarını gerçekten yaşadığımızdan emin olabiliriz? Bu noktada şüpheli olmakta fayda var gibi gözüküyor. Çünkü beynin gerçekleri işine geldiği şekilde anımsamak gibi bir yeteneği olduğunu keşfediyoruz.

Gerçeklik nedir başlıklı ikinci bölümde, beynin dış dünyayı algılama biçimini okuyoruz. Her insanın gerçeklik deneyimi birbirleriyle birebir aynı mıdır? Değilse, neden değildir? Duyu organlarımız nasıl çalışır? Duyularımız ve beynimiz arasında nasıl bir mekanizma vardır? Zaman nedir? Zamanın göreliliğinin ardındaki sır nedir? Neden bazen zaman akmak bilmezken, bazen onu tutamayız? Zaman, gerçekliği mi oluşturur; gerçeklik, bizi mi oluşturur? Yoksa tam tersi midir? Biz mi hepsini oluştururuz? Peki, gerçeklik dediğimiz şey nedir ve nasıl oluşur?

Kontrol kimde başlıklı üçüncü bölümde, bilinç ve bilinçaltı kavramları üzerinde duruluyor. Bilinçli zihin ile bilinçsiz zihin arasındaki fark nedir, işleyiş nasıldır; bu gibi sorular beyin sinyalleri ve beynin bölümleri üzerinden anlatılıyor. Neden bilinçliyiz? Gerçekten kararlarımızı bilinçli olarak mı alıyoruz, yoksa hayatımız otomatik pilotta mı ilerliyor? Öğrenmelerimiz nasıl gerçekleşiyor? Kontrol bizde mi; değilse, o zaman kontrol kimde?


Nasıl karar veririm başlıklı dördüncü bölümde; zıtlıklar, onları algılama biçimimiz ve bu çekişmenin ortasındaki varlığımızın etkisi üzerinde duruyoruz. Karar alırken neye göre karar alırız? Karar alırken beynin hangi bölümleri işler? Şimdi ve gelecek kavramlarının kararlarımız üzerindeki etkisi nedir? Toplum, kararlarımızı ne ölçüde etkiler? Toplum, beynimizin işleyişini ne ölçüde etkiler? 

Size ihtiyacım var mı başlıklı beşinci bölümde; beynimizin diğer insanlara ihtiyacı var mı, toplumun beynimizin işleyişine etkisi nedir, bazıları neden daha eşittir gibi sorular ile empati, işbirliği, iç gruplar ve dış gruplar, eşitlik gibi kavramlar üzerinde duruyoruz.

Kime dönüşeceğiz başlıklı altıncı ve son bölümde ise; insan beyninin gelecekte neye evrilebileceği üzerinde duruluyor. Yapay zeka biyolojik evrimimize çağ atlatabilir mi, robotlar da insanlar gibi içsel bir deneyimle öğrenmeler gerçekleştirebilir mi, bilincimizi biyolojik olmayan başka aygıtlara aktarabilir miyiz, bilincimiz biz öldükten sonra da başka bir formla yaşamaya devam edebilir mi, kendimizi simüle edebilir miyiz, simülasyon yoluyla farklı gerçekliklerde deneyimler yaşayabilir miyiz veya şu anda zaten halihazırda bile bir simülasyonda yaşıyor olabilir miyiz gibi sorular üzerinde duruluyor.


Beyin ilginç bir organ. Beynin işleyişi hakkında bilgi edinmek de ilgi çekiciydi. Beynin nasıl çalıştığını anlamlandırmak tıp alanındaki gelişmelere ışık tutacağı gibi, bizim kendi gündelik hayatlarımızda da bize yardımcı olacaktır diye düşünüyorum. Aynı zamanda beynin yapısının çözümlenmesi, öğrenmelerimizin nasıl gerçekleştiği hakkında bizlere bilgi veriyor.

Beynimize iyi bakalım, onu iyi besleyelim a okurlar. Çünkü görünen o ki beynimiz neyse, biz de büyük oranda onu deneyimliyoruz.

İlgisini çekenlere kitabı öneriyorum. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

11 Aralık 2023 Pazartesi

Kiraz.

Hafta sonu biraz rahatsızdım. Hatta cumartesi günü baya nakavt falandım, yatak 1 ben -1'dim; ama şimdi genel olarak iyiyim. Her şey bir buçuk gün sürdü?? Ben de Sihirli Annem izlemeye başladım. Ben çocukken sihirli diziler çoktu ve hepsini de izlerdim. Bugün de çıksa yine izlerim veya zaten bazen işte böyle özel olarak açıp izliyorum. Ama küçükken de, şimdi de en favorim hep Sihirli Annem. Bence bunun pek çok sebebi var. 

İlki Çileeeekkk. :) Çilek küçük bir periydi ve peri olduğu için de bir sürü sihirli güçleri vardı. Ben de küçük bir kızdım ama ne yazık ki benim sihirli güçlerim yoktu. Hatırlıyorum da baya baya sihirli güçlerim olsun diye dilek falan dilerdim ve olacağına da inanırdım. :) Neyse efenim, belki peri olamadım ama buralarda kendi mekanımın cadısıyım; buna şükür diyelim. 

Diğer yandan o dizide karakterlerin bulutlarda uçmaları olsun, sonracığıma Çileklerin evindeki pembe telefon olsun, telefonların birbirleriyle bağlantılı olmasından mütevellit Çilek ve Ceren'in abilerini dinlemeleri ve en önemlisi de aralarındaki arkadaşlıkla karışık kardeşlik bağı olsun (çünkü benim kardeşim o sıralar bebekti ve bebekler pek de iyi oyun arkadaşı olmayabilirler...), Eda perinin saçlarına hayranlığım olsun; hep ilgimi çekmiş olmalı.

Şimdilerdeyse ''o hissi'' seviyorum. Yorumlarda gördüğüm kadarıyla diziyi günümüzde izleyen çoğu yetişkin kişi de aynı şeyi seviyor. Dizinin verdiği bir his var. Çocukluğumuzu hatırlatıyor, orası ayrı. Ama bunun da yanı sıra samimilik var. Aynı zamanda her ne kadar bir sürü mantık hatası olsa da, orijinal bir senaryo ve komik sahneler var. Bugünlerdeyse böyle olduğunu düşündüğüm bir dizi yok. Diziyi izlerken kahkahalarla gülüyorum. Çocukken bu kadar gülmüş olduğumu sanmıyorum. Çocukken daha ziyade büyülenmiş falan olmalıyım ve işte dediğim gibi biraz da ''ama onların sihirli güçleri var benim de olsunnn'' imrenmesini yaşamış olmalıyım. Oysa bugün bu dizi beni gülümsetiyor, hem de kocaman. Hatta daha az evvel diziyi yine izledim ve yanaklarım gülmekten ağrımış durumda. Bu yazıyı yazarken bile gülesim geliyor, öyle bir pozitiflik. Delirdim mi? Hayır, sebebi bu değil. Hem gülmek için delirmiş mi olmak gerekli?

Çocukluk fotoğraflarımın büyük bir kısmında tüm yüzümle sırıtıyorum. Evet, tüm yüzümle. Çocukken kim bana gülümsememin güzel olduğunu hissettirdiyse Allah ondan razı olsun, gerçekten minnettarım. Bu sayede gülümsemek benim için doğal bir şey oldu. Gülümsemek için çok mutlu olmaya ihtiyaç duymuyorum. Hem gülümsemek için mutlu olmaya ihtiyaç duysaydık ohhoooooo. Ölme eşşeğim ölme... Gülümsediğimde fotoğraflarda gerçekten de bugün bile daha güzel çıktığımı düşünüyorum. Ama böyle diş dekoltelisinden olacak. Bu söylemi Ezo Sunal'da görmüştüm ilk kez. Kendisi de hep diş dekolteli gülümser. Sen de yapabilirsin. 

Hem sana bir tüyo vereyim mi, ben yapıyorum bazen bunu. Hani fotoğraf çekilmeden evvel falan. Kirazzz diyorum ve o gülümseme otomatik olarak yüzüme yerleşiyor. Evet, yüzüme. Diş dekolteli gülümsediğimde gülümsemem sadece dudaklarımda kalmıyor, tüm yüzüme yerleşiyor. Sanırım bu nedenle daha güzel görünüyorum veya öyle göründüğümü düşünüyorum. Tabi bence bu ikisi arasında pek bir fark yok. Çünkü düşündüğün şey gerçektir zaten. Ötesinden berisinden bana ne. 

Hem öbür türlü sadece dudaklarımla gülümsediğimde sanki silah zoruyla fotoğraf çekilmişim gibi hoşnutsuz çıkıyorum. Aslında fotojenik olduğumu da düşünmüyorum. Bu da bir etken olabilir, şimdi bilemedim. Kendimi çekmek yerine, dünyayı çekmeyi de çoğu zaman tercih ederim; ki bunun fotojeniklikle alakası yok bunu da eklemeliyim. Çünkü çekilecek olası fotoğraflar için genelde kirazlarımı zaten hep hazır tutarım. Sebep başka. Kendimi her zaman zaten görebilirim diye düşünüyorum sanırım. Anca bir şey anı kalsın istersem kendimi de fotoğraflara dahil etmek isterim. 

Şimdilerde bunu yazdığım şeyler için de yapıyorum. Eskiden çok sık günlük yazardım. Mutsuz anlarımı yazarsam, o anların içimden gideceğini düşünürdüm. Oysa tam tersi olurdu. Sanki gidecekleri varsa da vazgeçer ve yatılı olarak kalırlardı. Halbuki misafirliğin kısası makbuldür. Bunu demezdim mutsuz hissettiğim anlara. Aksine onları, itiraf ediyorum kimi zaman seve seve, defterlerimde ağırlardım. Bu konuda Elizabeth Bennet çok doğru bir şey söylemişti. Vaktiyle bu öğüde kulak kabartmamışım. Yıllar sonra gözüme çarptı Jane Austen'ın Gurur ve Önyargısındaki şu alıntı: ''Mektup belki isyan ederek başlamıştır ama öyle bitmiyordu. Vedanız bile yüce gönüllüğün ta kendisiydi. Ama artık mektubu düşünmeyelim. Yazanın duyguları da, alanın duyguları da şimdi o zamankinden öyle farklılar ki onunla bağlantılı tüm sevimsiz olayların unutulması lazım. Biraz benim felsefemi öğrenmelisiniz. Geçmişin sadece hatırlamaktan zevk aldığınız kadarını düşünün'' (Sayfa: 373).

Bu hafta, dudaklarıma kiraz kelimesinin yerleştiği bir hafta olsun. Öyle bir hafta olsun ki, bu kelimeyi söylemesem de, kelimenin hayaleti tüm yüzümde dolaşsın ve gülümsediğim bir hafta olsun.

Benim, senin, hepimizin. (işte bir sihir vuuuhuuuu.)

Herkese güzel bir hafta dilerim.

Hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Gülümse - Raina Telgemeier, Desen Yayınları (çizgi roman).


9 Aralık 2023 Cumartesi

Hediye.

Tam bir ay sonra benim doğum günüm ve ben doğum günümde kendime bir hediye vermek istiyorum. Aslında bu plan bir süredir aklımdaydı ve bunu gerçekleştirmek için yavaş yavaş çalışıyordum. Bu hazırlık günün hızında gözle görülebilecek bir hızda değildi. Yoksa öyle miydi? Belki de o kadar hızlı çalışıyordum ki, bu hız, tıpkı bir ışık hızı gibi gözle takip edilemezdi!

Yakın zamanda Ekşi Sözlük'te bir başlık görmüştüm. Başlığı tam olarak hatırlamıyorum ama hayatımızın kaç yılını ''boş'' geçirdiğimizi düşündüğümüze dair bir başlıktı. Oradaki pek çok entry bir hayli acıklıydı. Sanırım genel olarak dramı seviyoruz. Yoksa pek çoğumuz bir şekilde bu yolla mı hayatlarımızı romantize etmeyi tercih ediyoruz ki? Elbette ki, hayatta elimizde olmayan ve çok zor olan şeyler yaşamış olabiliriz; ama böyle olduğunda bile, hatta en çok da böyle olduğunda, o yılları ''boş'' olarak nitelendirmek fazla acımasızca olmaz mı? Tabii, yıllar benim yıllarım kime ne kardeşim, diye düşünebilir insan ve insan isterse istediği kadar hayatını kendine yaptığı acımasızlıklarla romantize etmeye de devam edebilir. Doğru, bu durum kimseyi ilgilendirmiyor o kadar da. Belki de işin gerçekten de ''acıklı'' olan yanı burada gizlidir.

Bir de tabii şu var: Gerçekten ''boş'' geçen yıllar! Ah! En fenası budur değil mi? İnsanın boğazını düğümler, avuçlarını terletir, dişlerini sıktırır... Şakaklarına kar yağdırır mı bilinmez ama migren atakları tepindirebilir bakın. Oysa bu durumda da komik bulduğum yanlar var. Hem yıllar yılı insanlar, hayatın trajikomik görünümüne atıfta bulunmazlar mı? İşte, dünyanın baktığımız yanına göre değişiyormuş gerçekten de. Ama yoksa... Yoksa, bizim durduğumuz yanına göre mi değişiyor demeliydim? Neyse! Bu, bu yazının konusu değil.

Ben, kendime hediye vermeye en son sekiz ay önce karar vermiştim biliyor musun? Sonra aradan dört ay geçti ve ben, bir kez daha aynı kararı verdim. Şimdi de bu son kararımın üzerinden bir üç ay daha geçti. Aynı kararı üçüncü kez veriyorum evet. Üçte keramet vardır derler; bakalım görelim. Ama bunun da ötesinde... Bu sekiz ayda kendime vereceğim hediye için hiç mi bir şey yapmadım ki böyle tekrar tekrar aynı kararı, biraz da umutsuzca görünen bir şekilde, aldım? 

Vermek yazdım, sonra da almak. Karar vermek ve karar almak... Almak, vermek. Alacaklar verecekler açığa çıkıyor kararlarımızla. Bu durumda ortada boşluğa yer kalmıyor. Dünya'da boşluk yok. Boşluk, uzayda. Dünya'da kararlar orada burada asılı duruyor ve biz, kararı oradan alıyoruz! Bazen de kararı oradan alıp kendimize veya çevremize veriyoruz. Her yanda kararlar var! Vuuuu bu çılgınca bir keşifti.

Hep bir şeyler yaparız. Her an bir şeyler yapar ve dolayısıyla kararlar alırız. Çoğu kararımız bilinçsizce işler de yaşamda kalırız. Sözgelimi, beynimiz ''aaa dur bakalım ben nefes alsam mı almasam mı,'' diye bocalasa onun bu kararsız anı bizi soluksuz bırakır. Neyse ki bizim bilinçli zihnimiz daha yavaş karar alabilme lüksüne sahiptir. Büyük kararlar ve küçük kararlar vardır. Küçük kararlar deyip de geçmemek gerekir tabii. Bazen ne yiyeceğimize, ne giyeceğimize veya ne okuyacağımıza karar vermek bile zor gelir. Bu yüzden de bazen -veya çoğu zaman?- küçük kararlarımız üzerinde enine boyuna düşünebiliriz. (kararsızlar el kaldırsın...) Oysa ne ilginçtir ki buna karşın bazen büyük kararlarımız üzerinde bilinçli zihnimizle pek de düşünmeyiz. Okuyacağımız bölüme, çalışacağımız işe, sözümona seçerek birlikte zaman geçirdiğimiz insanlara ve hatta yaşamımızı birlikte geçireceğimiz kişiye karar verirken çok da oyalanmayız. Bu işler nasıl yürüyor emin değilim ama görünen o ki işin tam da ilginçleştiği noktada bu işlerin emeklediği anlar var. 

Bilinçsiz zihnimiz, yani yaşamımız boyunca bilinçaltımıza kodlananlar, bu seçimlerimizde büyük etken orası ayrı. Ama öte yandan çoğu zaman ''boş'' olarak nitelendirdiğimiz zamanların ilk adımını bu ''büyük kararlar'' oluşturuyor sanki. Sonra da sanki, aldığımız her küçük karar aynı istikamette gitmeli gibi hissediyoruz. Ben A yoluna bir şekilde sapmışım artık hep o yolda karşıma çıkan kararlara asılmalı ve onları oradan çekip almalıyım da bir şekilde ilerlemeliyim, diye düşünüyor olabiliriz. Düşünebiliriz de. Ancak düşünmeme seçeneğine de sahibiz.

Ben de kendime bir hediye hazırlıyorum. Saptığım A yolunun üzerinde de bir sürü keşfedilecek şeyin var olduğunu görüyorum. Bir de bu vardır mesela; bazen sanki direkt olarak ''radikal'' değişimler yapmalıyız gibi gelir ve far görmüş tavşan gibi kalakalırız. Böylece ''boşluklar'' artar da artar. Oysa her kararın kendi içinde de zilyon tane başka karar vardır ve ne çıkacağı belli olmaz. Direkt hepsini değiştirmek yerine elimizdekini de dönüştürebiliriz. Hem böylece A yolu günün sonunda B yoluna dönüşmese de, alfabede olmayan ve bizim kendi seçimlerimizle oluşmuş yeni bir harfe dönüşebilir. Bizim kendi harfimize! Bizim kendi yolumuza. Tabii bazen direkt olarak radikal değişim de yapabilir insan. Bu da başka bir seçenektir. Herkesin seçeceği hediyeye, aman yola, kimse karışamaz.

Bu yıla bir masal kitabıyla başlamıştım. Ama bu kitaptaki masallar, pek de bildiğimiz masallara benzemiyorlardı. Hatta eski bloğumda yorumlamıştım da bu kitabı: Italo Calvino'dan Büyülü Kuş. Kitaptaki masallar hakkında ne düşüneceğim konusunda bocalasam da, çizimlere bayılmıştım. O sıralar pek çok masal kitabı okumuştum, beni takip ettiysen hatırlarsın. Masallar, içimdeki bazı noktaları kıpraştırmış gibiydi. Çünkü masallar basittir ama aynı zamanda içinde zilyon tane büyülü olasılık vardır. Masal kitaplarının çizimleri de basittir aslına bakarsak; ama içinde zilyon tane renk var olabilir. Benim hediyem de böyle olsun istiyorum sevgili okur. Basit, özgün ve renkli. 

Son okuduğum kitap David Eagleman'dan Beyin Senin Hikayen isimli kitaptı. Orada sinesteziden bahsediliyordu ve şöyle tanımlanmıştı: ''Sinestezi, duyuların (bazen de kavramların) birbiriyle harmanlanmış olduğu bir durumdur ve birçok farklı çeşidi vardır. Kimileri sözcüklerin tadını alırken kimileri sesleri renk olarak görür, kimileri de görsel hareketi işitir. Nüfusun yaklaşık %3 kadarında sinestezinin bir türü vardır'' (sayfa 73). Biliyor musun, Vladimir Nabokov'un da sinestezisi varmış. Bu bilgiyi daha evvel başka bir yerden öğrenmiştim. Kendisi harfleri renkli görüyormuş. Hatta karısının da sinestezisi varmış ve o da harfleri belli renklerde görüyormuş. Ama ikisi de aynı harfi farklı renkte görüyorlarmış. Çok ilginç, değil mi?

Aslında değil. :) Çünkü sinestezi aslında beynin duyu bölgelerinin bir nevi karşılıklı konuşmasıymış. Hepimiz de farklı beyinlere sahip olduğumuza göre, duyularımızın algıladıklarının beyinlerimizde farklı tercümelere sahip olması da olası gibi görünüyor. Ben de kendi tercümemi kendime hediye etmeye karar verdim. Bu yüzden, çalışmalıyım. Çooook çalışmalı.

Peki sen yeni yıl için kendine bir hediye verecek olsan, bu hediyen hangi renge veya renklere benzesin isterdin? 

Hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Büyülü Kuş - Italo Calvino, YKY.


7 Aralık 2023 Perşembe

Tüm Duraklar.

Sanat Kitabı/ DK Büyük Fikirler Serisi, Alfa Yayınları.

Takvimde kırmızı kalemle işaretlediğim noktalar var. Minik hatırlatmalar, belki minik duraklar. Şimdi yılın son zamanlarına geldiğimiz şu günlerde hepsinin ardımda kaldığını fark ediyorum. Ne garip yıldı! Ne hissedeceğimi bile bilmiyorum.

Önceden olsa biten yılla sitem ederek vedalaşırdım sanırım. Bunun da insani bir durum olduğunu biliyorum. Oh be kurtuldum gibi. Böyle yıllardan arkamıza bile bakmadan kaçmak isteriz. Veya tam tersini yaparız; o yılı çok sevmişsek eğer, tüm doyamayışımızla kalbimiz arkamıza dönük yürümeyi deneriz. İlk durumu yaşarken ardımızda bıraktığımız yılın boynu bükülür mü, sanmıyorum. Peki bizim başımız yukarı kalkar mı, belki... İşte! Tam da bu nedenle, hadi bağrımıza basmasak da, biten o yıldaki tüm durakları görmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü aksi halde, her ne kadar ilk anlarda bunu fark edemesek de, vedalaşmak zor olabilir. O halde bu durumda ikinci tip vedalar da tehlikelidir. Çünkü sevdiklerimizden de hiç kopmak istemeyiz. Vedalaşmak en sevdiğimiz parçamızı geride bırakmak gibi gelebilir.

Dışarıda yağmur yağıyor. İçeriye gelen ses bir çeşit uğultu gibi. Yağmur taneleri birbirine karışmış sanki, hep bir ağızdan bağırıyorlar. Düşerken çıkardıkları bu ses, çarpış anından sonra başka bir şeye dönüşüyor. Evet evet bildin bildin, bildin değil mi... Toprak kokusuna. Bu kokuyu çok severim. Bir şeyin başka bir şeyi meydana getirmesine en güzel örneklerden bence. Bunun bilimsel bir açıklaması var, bunu ben de biliyorum. Toprak nemliyken açığa çıkan bir bakteri türü bu kokuya sebep oluyormuş. Hadi biz yine işi edebiyata dökersek, yağmur damlalarının toprakla buluştuğu o romantik anda bu bakteriler bir nevi kemancı edasıyla gün yüzüne çıkıp ambiyansı değiştiriyorlarmış.

Kendimi öncelediğim şeyler yaptığım zamanlarda ben de içimdeki durakların ambiyansının değiştiğini düşünüyorum. Bunlar çok minik minik değişiklikler oluyor. Hatta ilk zamanlar fark etmiyorum bile. Bu değişimlerin toplamı olan yeni ruh halim ortama yeni bir şey dahil olmuş gibi hissettiriyor. Bunun ne olduğunu başta isimlendirmek zor. Tıpkı tek tek yağmur damlalarının sesini ayırt edememek gibi. Sonra bir his duyumsuyorum. Toprak kokusu gibi ferahlatan bir his. Huzur gibi değil; çünkü belki ön planda hala gergin olmama neden olan olaylar yaşıyorum. Ama bu his öyle derinden yüzeye ulaşıyor ki sevgili okur, bana yüzeyin de derinliklerin de ne olduğunu anlatıyor sanki. Yüzeydeki her şeyin birer durak olduğunu anlatıyor. İşaretlenmiş birer nokta olduklarını. Elbet önemli olduklarını, elbet koca bir yağışın tek tek parçaları olduklarını... Ama yağışın hepsini oluşturmadıklarını. 

Yağmur sesini seviyorum. Hatta her yağmurun kendine has bir sesi olduğunu düşünüyorum. Bazısı düzenli bir ritim tutturuyor pencere camlarına, bazısı acelesi varmış gibi hızla buluşuyor yeryüzüyle. Bazısı da şimdiki gibi; birbirine sarılmış yağmur taneleriyle uğulduyor yeryüzüne. Ardından toprak kokusunun çıkacağını biliyorum.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.

yukarıdaki resmin kısa bir açıklamasını okumak için tıklayabilirsiniz.


Alice Harikalar Diyarında\ Lewis Carroll, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.


6 Aralık 2023 Çarşamba

Kör Baykuş (Sâdık Hidâyet) | Kitap Yorumu

Yazar: Sâdık Hidâyet, Çevirmen: Behçet Necatigil, Yayınevi: YKY

Kitapta zaman, mekan ve hatta karakterler iç içe geçmiş durumda. Hangi karakterin hikayesi nerede başlıyor, nerede sonlanıyor; hatta hangi karakter hangi hayatın ne kadarını yaşıyor, belirsiz. Kitabın genel havası eski mistik Doğu masallarını anımsatıyor. Tek bir karakter mi var; yoksa tüm karakterler tek bir karakterin başka suretleri olarak mı karşımıza çıkıyor ayırt edilemiyor. Tek gerçek olan şey ise acı. Ana karakterlerin hepsi ruhlarını saran acılarla boğuşuyorlar ve bu acıları dindirmek için bedenlerine ve hatta çevrelerindeki insanlara da acı veriyorlar. 

Bizi kitabın başında bir afyon bağımlısı karşılıyor. Hayatındaki tek ışığın bir kadın olduğunu söylüyor. Bu kadının ne ismini biliyoruz, ne de karakterle olan ilişkisini. Bildiğimiz tek şey, parlak iri gözlü bu kadın karakterin ana karakter üzerinde bıraktığı tesir. Bu tesir öyle güçlü ki, zamanla ana karakteri delirtiyor. Ana karakterin ''aşk'' olarak tanımladığı bu duygu, afyonun tıpkı bedenini esir alması gibi zamanla ruhunu esir alıyor. Sonra zaman ve mekan değişiyor. Acı çeken başka bir adamın çok benzer başka bir hikayesine daha tanık oluyoruz okurlar olarak. 

Yaşamına bir dizi  talihsizlik ve belirsizlikle başlamış bu adam da parlak iri gözlü bir karaktere bağlıyor hem tüm iyileşme umutlarını, hem de yok oluş isteğini. Bu kadın, adamın karısı ve aynı zamanda süt kardeşi. Aynı dadı tarafından büyütülmüş bu iki kişi bir şekilde evleniyorlar. Ancak çocukken birlikte oyunlar oynamış bu iki kişi, birbirlerinden olabildiğince uzak iki yetişkin. Ana karakter burada da bağımlılıklarına tutunuyor. Bağımlı düşünceler şeklinde başlayan bu hal, zamanla ilaçlara olan bağımlılığı şeklinde bedenine de yansıyor. Sonra yine zaman ve mekan değişiyor. Ana karakter yaşlı bir hurdacı şimdi. Çektiği acıdan dolayı saçları bir anda beyazlamış bir adam olarak karşımıza çıkıyor.

Bağımlı düşünceler, kabullenişler ve tükenişler... Hikaye üç farklı adam ve üç farklı kadının görünümüne bürünerek biz okurlara bunları anlatıyor. Hangi karakteri ilk nerede görüyoruz, onlarla nerede vedalaşıyoruz ayırt edemiyoruz. Ancak hikaye tüm parçalarıyla bir bütün olarak karşımızda. 


Kitabın konusunu anlatırken çok fazla acı kelimesini kullansam da, kitabın depresif bir kitap olduğunu düşünmüyorum. İç açıcı bir kitap olmadığı kesin; ancak gerek dilinin zenginliği olsun, gerekse karakterler arasındaki bu geçiş olsun hikayeyi canlı tutmuştu. Bu nedenle kitabı okurken üzüntü, kızgınlık, sıkkınlık vb. gibi daha somut duygular hissetmekten ziyade, ben de tıpkı kitabın geneline yayılmış sisli hava gibi merakla çeşnilendirilmiş olarak tanımlayabileceğim karmaşık duygular hissettim. 

Kitapta ana karakter insanlardan soyutlanmış bir yaşam sürüyordu. İnsanları ''pek çok maskelerinin olmasıyla'' suçluyordu. Bu suçlama halinin içinde biraz da özeleştiri bulunduğunu düşünüyorum. Neticede ana karakterin kendisi de bir insandı. İster kendini odalara kapatsın, ister sabahtan akşama kadar ''ötekileri'' yargılasın. Ana karakterin de maskeleri vardı ve taktığı bu maskeleri kitap boyunca değişen yaşantılarla karşımıza çıkan diğer karakterler aracılığıyla görüyorduk. Ana karakter hissettiği sıkıntılı ruh halinin belki geçmiş bir zamanda başka bir insan tarafından daha deneyimlenmiş olmasını rahatlatıcı buluyordu. Çünkü böylece karakter, acı maskesinin ardında daha da büzülme ve kendini daha rahat saklayabilme imkanı buluyordu. Böylece ötekiler ''suçlu'', kendisi ''acı çeken'' oluyordu. 

Kitabı okuyanlar varsa üzgünüm, ana karaktere hiç mi hiç üzülmedim. Yaşadıkları zor olabilir ama gerek düşünceleri, gerekse eylemleri nereden bakarsak bakalım caniceydi. Karakterlerin hepsi bağımlıydı: Sadece bedenleriyle değil, en başta ve en fenası olarak düşüncelerinde bağımlılardı.


Kitabın gerçekten zengin bir dili var. Okumanın zor veya yorucu olduğunu düşünmüyorum, hayır. Ama kitap okuma alışkanlığına sahip olmayan okurları sıkabilir. Çünkü fazla düzgün, zengin ve ayrıntılı bir dile sahip. Kitabı okurken her şey bir okur olarak zihnimde birer tablo gibi canlandı benim. Öte yandan, kitabın yer yer soyut hale gelen işleyişini düşündüğümüzde dildeki bu netlik ve ayrıntılı hal bence gerekliydi de. Bu noktada kitabın çevirmeni olan Behçet Necatigil'i de anmadan geçmek olmaz. Özellikle de kurgu kitapları çevirmenin yazma becerisi gerektirdiğini düşünüyorum. Aksi halde, örneğin bu kitaptaki, zengin betimlemelerin kaybolması işten bile olmaz.

Benim okuduğum bu baskıda kitabın çevirmeni olan Behçet Necatigil'in kaleme aldığı bir önsöz ile kitabı Almancaya çeviren ve Sadık Hidayet'in de arkadaşı olan Bozorg Alevi'nin bir sonsözü yer alıyor. Bu iki yazıda da gerek yazara, gerek yazarın kitabı yazarken içinde bulunduğu fiziksel ve ruhsal koşullara dair bilgiler yer alıyor. Yazar kitabını ilk kez Hindistan'da bastırmış ve ilk baskısına kitabın İran'da basılmasını yasakladığına dair bir not eklemiş. Sadık Hidayet varlıklı bir ailede doğmuş ve iyi bir eğitim almış birisiymiş. Ancak İkinci Dünya Savaşı'nın etkileri, İran'daki iç karışıklıklar, memleketi olan İran'da yazdıklarının değer görmemesi ve hatta ardından konuşulması nedeniyle bunalıma girmiş. Başbakan olan eniştesinin yobazlar tarafından öldürülmesi ise onu en çok sarsan olaylardan biri olarak ifade ediliyor. Tüm ümidini yitiren yazar, intihar ederek bu dünyadan ayrılmış. Aynı zamanda bu yazılarda yazarın büyük oranda Ömer Hayyam'dan etkilendiği ifade ediliyor. Bu kitabında bile bu etkiyi görmek mümkün. 


Özetle, kitabı beğenmesine beğendim. Farklı bir kitap olduğunu düşünüyorum en başta, ki bu bile kitaba ''beğendim'' demem için başlı başına bir kriterimdir benim. Amma ve lakin... Beni derinden sarstığını söyleyemiyorum. Yine de ilgisini çekenlere kitabı öneriyorum. Belki siz benden daha fazla etkilenebilirsiniz. Ben de kitaptan kitabı bundan çok değil, bir yıl önce bile okusaydım daha çok etkilenebileceğimi düşünüyorum. Ayrıca kitaba dair okuduğum yorumların geneli pozitif veya aşırı pozitifti. Bu ölçekten baktığımızda kendi yorumumu ortalama pozitif olarak nitelendirebilirim sanırım. :)

Hoşça ve kitaplarla kalın.

Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.