Artık hava rüzgarlı. Öğlenleriyse hala olabildiğince güneşli ve bu güneş her yanıma işliyor... Bu can sıkıcı bir durum! Aslında rüzgarı da severim. Onu hissetmek güzeldir. Bana kendimi özgür hissettirir. Deli deli eserken bile bazen onu severim. Belki de en çok da o deli hallerini, bilmiyorum. Saçlarım gözüme, ağzıma, burnuma çarpıp dursa da; rüzgarı severim. Ona sarılmaya çalışmama gerek yoktur. O da bana sarılmaz. Ama bir şekilde onunla birbirimize iyi geliriz. Biraz fırtınalı bir temas... Eh ama ne yapalım? Tabii kış rüzgarından bahsetmiyorum! Ben mızıkçı birisiyim. Sanırım şartlı şurtlu seviyorum. Gönül bu; kahyası bir orada, bir burada. Beni suçlayamazsın...
Sonbaharın rüzgarı güzel. Dudaklarımı kurutması dışında. Onu özlemiştim, itiraf ediyorum. Bunu dün akşam, o, deli deli yanımda koştururken fark ettim. Artık uzun uzun gökyüzünü izlemem zorlaşacak; yine de rüzgarı hissetmek güzel. Küçükken rüzgar olmak isterdim. Böyle bir şey hatırlıyorum. Belki istediği kadar yükseğe ve uzaklara bir anda koşabildiği içindir; bilmiyorum.
Hep olduğumuzdan başka bir şeyler olmanın düşlerini kurarız değil mi? Ben hep kurardım. Neyse ki yaratıcı birisiyim. Bir ninja, peri ve rüzgar olma umudu taşıdığım yaşlarımın ardından; bir yerde olma, biriyle olma, bir şeye sahip olma hayallerini beraberinde sürüklediğim uzun yıllar geldi. Tüm bunların içinde ben neredeymişim bilmiyorum. Galiba hayallerimi ilahi bakış açısıyla kuruyordum ve ben o hayallerin içinde sadece anlatıcı konumundaydım. Bundan olacak ki, oynamaktan ziyade yazma taraftarıydım hep. Senaryoyu ben yazayım; ama oyunculuk bana göre değil... Tabi hayat bu mırın kırınları dinlemiyor.
Çoğu zaman zamanın hızını anlayamazdım. Sonra bir an geldi; benim için zaman durdu sanki. Her gün birdi benim için. Her an bir. Bir şey olsa da, olmasa da bir. Bu nasıl bir çıkmaz bilemezsin. Buradan kurtuluş da zordur bak. Ancak yaşayan bilir zihin çıkmazının ne menem bir şey olduğunu. Bazen ağlaya ağlaya için çıkar. Öylesi iyidir tabi; arınırsın, rahatlarsın. İçindeki kir pas dışarı dökülür. Sonrası hafiften bir toprak kokusu. Nemli yanaklarından dudaklarına süzülür bu hoş his. Haline gülersin bile belki. Tabi gülebilecek durumdaysan. Neyse ki ben hep gülebilecek durumdayımdır. İçim çıka çıka ağlasam bile sonra oturmuşum kendime moduna geçip gülüyorum ve zaman akmaya devam ediyor. Zamanın aktığını fark ediyorum işte sonra ve bir kısır döngü.
Sanırım ''bir şey'' olmaktan hep korktum. İnsanların kafalarında oturttukları asılsız tanımlamaları kastetmiyorum bu arada; ve yine bu arada, herkesi olmasa da, çoğu kişiyi bunun için yargılamak da yersiz. Neticede zihnimizde şemalar vardır ve birileriyle bir araya geldiğimizde elimizde olsun olmasın o şemalar kendi kendilerine devreye girer ve çoğu zaman o kişiyi tanımadan yargıya varırız. Bence şu kişi şöyle biri... Bazen bu durum sadece bilinçaltımızda işler, bazen dilimizde. Yani herkes herkesi yargılar. Bazen bilerek, bazen bilmeden.
Tanımlamak da güzeldir aslında. Çünkü biz insanız, rüzgar değil. Her yana koşamayız. Her şey olamayız. Belki Neptün'deki cadı halkında durum böyledir; ama Dünya'daki yaşam böyle değil. Bu yüzden hep benden bekleneni yaptım ve bunu yaparken isteklerimi de tabi ki hesaba kattım! Hadi ama... Ne diyeceğimi sandın yani? Ben özgür bir ruhum. Rüzgar olacağım ben diyordum, diyorum, aksini yapmam mümkün olabilir mi sence? :)
Ama... Yine de tanımlamalardan korktum. İnsan ilişkilerinden bile korkmuşum biliyor musun? Bunu ben de biliyordum aslında ama çok da dürtüklemiyordum. İnsan, bilerek veya bilmeyerek korktuğu ve\ veya dürtmediği yanına hitap edecek insanlara çekiliyor. Sanırım kendini daha kötü hissetmek için. Ya da bu bize bilinçaltımızın bir çeşit vuduuuu büyüsü. Nasıl mı? Bak şimdi bilinçaltımız ayaklarımıza, dilimize, bazen de daha fenası kalbimize falan; ''şu falanca kişiyle ilişkilen'' diyor. İşte arkadaş, sevgili, eş, dost ne olursan. Neden? Arın diye. Kirinden pasından, zihnindeki demirlerden. Çık oradan diye. Korkularını silkele, iyice gerin uza uza uza ve rüzgarı kıskandır diye. Özgür ol diye. Böyle yapıyor işte. Tabi bunu biz anlayana kadar ders devam ediyor ve zaman geçiyor. Bazen de baştan dersi öğrenip bu numaralara gelmiyoruz. Kafamızdaki yargıları bir bir dışarı salıyoruz ve işte özgürüz.
Bu bakış açısına erişmek benim için kolay olmadı. Kimse için olmaz. Olur diyen beri gelsin. Kendi büyüsünü öğretsin. Neden zordur veya daha doğrusu zor gelir ki değil mi? Gelir, çünkü gelsin isteriz. Zor gelsin isteriz. Kendi yargılarımıza saplanmışsak yani. Bazen kendi tanımlarımıza, bazen tanımsızlıklarımıza saplanırız ve bunlar bizi afallatır. Doğrumuzu bulmak için çabalıyoruzdur belki de. Bilmiyorum, hayatı falan çözmedim. Çözenler, beri...
Ben zamanın düşman olduğunu düşünenlerden değilim. Aksine, zamanın biz insanları koruduğunu düşünüyorum. Eh ama pişmanlıklarımız oluyor, doyumsuzluklarımız, sonra kaz ayaklarımız... Eh ama o zaman pişman olmayacağımız bir hayatı pişman olmadan yaşayalım, gerçekten abur cuburla mı doyarız seveceğimiz bir yemekle mi bunun hesabını vaktinde yapalım, kaz ayakları gülünce karizma katar unutmayalım... (tamam daha kaz ayaklarım çıkmadığından mütevellit havaya sallıyorum ama kaz ayakları olan insanları özellikle gülerlerken karizmatik bulurum, uuuu. bu yüzden kaz ayaklarım çıktığında mutsuz olmayacağımı düşünüyorum. 777. :)
Baharın sonu, yazın başıydı... Günlüklerimi yeniden okuma kararı almıştım. İlk başta eğlenceliydi. Sonra tadı kaçtı. Çok çok yavaşladım zamanla. Yaz rüzgarı gibi oldum, bir gram esemedi sayfalar; durdum. Bu akşam yine elime aldım günlüğümü. Dedim falanca dakika okuyacağım. Sence buna neden bu kadar önem veriyorum? Esemediğim için! Bingo...
Günlüklerimde sık sık ''sevgili gelecekteki halime'' notlar bırakırım. Bir nevi işaretler. Hansel ve Gretel'deki gibi. Ne ilginçtir ki, geçmişten geleceği görebiliyorum, oysa şimdiden geleceğe baktığımda çoğu zaman gördüğüm tek şey puslu manzaralar oluyor ve takdir edersin ki puslu manzaralar sadece sanat filmlerinde ufaktan bir ''adamlar\ kadınlar yapmış be'' diye düşündürtür, gerçek hayatta değil.
Bu akşam okuduğum bölümü bir ay önce de okumuştum ama o gün çok anlamamışım. Yine beni durdurmuştu, yine koşa koşa sana gelip bir yazı yazmıştım. Asla akıllanmıyorum. Niye buradayım mesela bilmiyorum. Bir önceki bloğuma birilerinin dokunduğu düşüncesinden bu yüzden iğrenmiştim ve bloğumu kapatmıştım zaten. Bu bloğumda asla kendimi göstermeyecektim sözüm ona. Ne saçmalıksa! Sanki bunlar sadece bana özel şeyler. Herkes böyle hisseder. Hepsinin kendine has tarifi vardır yaşantı menüsünde; bu biraz da menemen soğanlı mı soğansız mı mevzusu gibi. Yani bazıları yaşamını soğanlı, bazıları soğansız; bazıları bilmem ne çeşnili, bilmem ne baharatlı yer. Ama nihayetinde menemen menemendir, bu değişmez. Bu yüzden ben çok çok çok özel şeyler yazıyor muyum bilmiyorum. Bence yazmıyorum. Çünkü herkes böyle hisseder. Ve ben kendime göre abra kadabralar geliştirdiğimde işte bloğumda seninle paylaşıyorum. Cadı olmak bunu gerektirir! Dünya'da bile olsan... (şaka yaptığımı söylememe gerek yoktur umarım, Orta Çağ'da olmasak da bir uyarayım dedim... :)
Hem, günlüğümde okuduğum bu bölümde sana ilk kez dürüst olduğum, mecazların arkasına saklanmadığım yazılarımdan bahsetmişim. Böyle yazmak beni mutlu etmiş gibi görünüyor. ''Sana yazmak da güzel ama Marilyn biliyorsun,'' demişim, ''birine anlatmak başkadır.'' Gerçi artık daha çok iç sesimde kalabiliyorum. Bak mesela önceden kalamazdım. Birileri olsun isterdim, birileri. Şimdi iç sesim bana yetiyor. Hem zaten iç sesim bile değişmiş gibi geliyor bana. Daha az çocuk şimdi. Daha az cırcır böceği. Sence cırcır böceğimi özleyecek miyim? Ah ben de düşük bütçeli Zeze oldum baksana. Kitapta bir yerde Zeze içindeki kuşunu serbest bırakıyordu. O da ağlıyordu çünkü içindeki kafesin bomboş kaldığını söylüyordu.
''Xururuca.''
''N'oldu?''
''Ağlarsam ayıp olur mu?''
''Ağlamak asla ayıp değildir, sersem. Niye ki?''
''Bilmem, henüz alışamadım. İçimdeki kafes bomboş kaldı sanki...''
(Şeker Portakalı, José Mauro de Vasconcelos - sayfa 68)
Sanırım bu yüzden çok fazla ağladım ben de. Yine de artık rüzgar daha güzel. Gezebileceği daha çok alan var diye sanırım. Sen de böyle hisseder misin bazen? İçindeki kafesin çok fazla yer kapladığını? Hatta o kafes o kadar çok yer kaplar ki, rüzgara bile geçecek yer kalmaz... Rüzgara bile. Hem... Bence cırcır böcekleri ve küçük kuşlar da özgür olmak isterler. Bir kafeste kapalı kalmak değil.
Bazen hayallerimiz, isteklerimiz kafesimiz olabiliyor. Bazen kendimizi korumalarımız da öyle. Her zaman, bahanelerimiz de öyle. Çoğu zaman, gerçekleşen isteklerimiz bile öyle. Gerçekleşmeyenler zaten, zamana atılmış bir iftira oluyor çoğu zaman. ''Kahpe zaman'' oluyor. Oysa zamanın suçu yok. Nietzsche'nin bir sözüne denk geldim geçenlerde göz gezdirdiğim bir kitapta. Bir derlemeydi bu kitap. İsmi 'Her Güne Bir Nietzsche,' yazarı da 'Allan Percy.' O söz şöyleydi: ''İçine doldurulacak çok şey olduğu zaman günün yüzlerce cebi vardır.''
Bazı kitaplar, filmler ve sözler ufkumu açıyor. Bana daha büyük bir dünyanın varlığını gösteriyorlar. Tıpkı yeni yürüyen bir çocuğun ilk adımlarını karşılayan anne-babanın şefkatiyle ''gel yavrum, gel çocuğum'' diyerek beni kendi dünyamdan çıkarıp daha büyük bir dünyanın parçası yapıyorlar. Bazı yaşamlar da böyle. Bazen bazı insanlar bana ilham veriyor. Bu insanların ünlü biri olmalarına, dünyayı kurtarmalarına bile gerek yok bu arada. Sıradan ve özgür insanlara hep hayran olmuşumdur. Çünkü onların gözleri parlar. Işıl ışıl parlar hem de. Rüzgarlar eser sanki o pırıltılarda, böyle hissederim. Peki nedir buradaki özgür olma hali? Kuşlarını serbest bırakmıştır o insanlar. Cırcır böceklerini de. O yüzden rüzgarları rahatça dolanır içlerinde, ferah ferah. Kendilerine hediyeler verirler. Böylece dünyaya da hediyeler verirler.
Bir fotoğrafçıdan bahsetmişim 2019 yılında yazdığım bir günlüğümün bir gününde. :) Dönüş bileti almadan yola çıkmış kendisi. Gittiği yerler de Afrika ülkeleri başta olmak üzere -ki aslında bir ayağı hep oradaydı kendisinin-; Bolivya, Peru, Küba, Ekvator, Brezilya falan. Şimdilerde ne yapar ne eder kendisini takip etmiyorum. Ama vaktiyle bir hayranıydım. O sıralar ben de onun gibi bir maceraperest olmak istediğimi sanıyordum, bu yüzden. Gerçi hala onun 2019'daki o ışıl ışıl hallerine hayranım ama dedim ya, şu anda nasıl bir rotada ilerliyor emin değilim. Yine de ismini analım. Gökhan Emre Akıl ismi. (İşte hesabını da buldum, buradaymış :)
Günlüğümün o sayfalarında kendime, ''sevgili gelecekteki halime,'' bir not bırakmışım. Şöyle yazıyor: ''Bugün senin için sırf sen cesaret bul diye ellerimi çürütürcesine yazdığım bu yazıyı baştan sona oku. Sonra tekrar oku. Olmadı tekrar. Tekrar, tekrar oku. Benim ihtiyacım olan tek kişi sensin. Çünkü herkes gider. Ama sen, bir tek sen bana geleceksin. Lütfen yalvarırım kimse inanmasa bile sen kendine inan.''
Oysa bana inanmayan tek kişi hep ben oldum, itiraf ediyorum.
Son olarak seninle vaktiyle blogda bir etkinlik için yazdığım ve hızımı alamayıp günlüğüme bile not almış olduğum bir yazımı paylaşmak istiyorum. Bu konudaki senin fikirlerini de merak ediyorum. Bu yazacağım yazı bir soruya verdiğim yanıt aslında. Ne ilginçtir ki, dört buçuk yılın ardından bile aynı şeyleri düşünüyorum. Acaba dört buçuk yıl sonra ne düşüneceğim, çok merak ediyorum. Tam da bunun için yazıyorum. Çünkü Neptün'de cadı olmak nasıldır bilmem ama Dünya'da sihir yapabilmenin tek yolu bu benim için: Yazmak.
Peki senin sihirli gücün ne? Benimle paylaşırsan çok mutlu olurum.
Ah ne diyordum? Şu yazım...
İşte:
''Aşk üzerine birçok şiir yazılmış, tanım yapılmış... Peki soruyorum, sizce aşk nedir?''
Bence aşk, yaşamdır. Belki küçükken dünyanın dönüşünü kendinize kanıtlamanız için parmağınızla sabitlediğinizi sandığınız buluttur, belki bu yanılgıyı öğrendiğiniz an; belki de öğreten kişinin kendisidir aşk. Belki şemsiyenizi evde unuttuğunuz bir günde yağmurun altında yürürken ıslanmanın da güzel olabileceğini fark etmektir aşk. Belki mutfaktan gelen kızarmış ekmek kokusudur, belki sofradaki tabak çanağın şıngırtısıdır. Belki bir çocuğun kahkahasıdır aşk. Belki o kahkahanın nedeni olmaktır. Belki gözyaşlarınızı silecek birinin varlığını bilmektir aşk. Belki bir kucaklaşmanın sıcaklığını bilmek. Belki de yalnızca, bulutlu bir gökyüzünde tek bir yıldızı görebilmek için çabalamaktır aşk. Belki bir iyi, iki kötü gitse bile yaşamaktır aşk.
Aşka dair yapılmış en benimsediğim tanımsa Flaubert'e ait: ''Merak. Birine karşı, ansızın, bir merak duymaya başlarsınız, korkunç bir merak. Onu tanımak, onunla doğmak, dünyaya onunla yeniden gelmek tek amacınız haline gelir. Aşka en uzak cümle, 'senden nefret ediyorum' değil; 'bilmek istemiyorum'dur.''
Eğer biriyle konuşamıyorsan, biriyle anlaşamıyorsan; o biriyle mutlu hissedemiyorsan, o biri seni görmüyor ve duymuyorsa bunun adı aşk olabilir mi? Bence aşk; aynı zamanda karşındaki kişiyi görebilmek ve duyabilmektir. Bence birine karşı duyulan aşk, o biriyle aşkın diğer çeşitlerini paylaşabilmektir.
(14.02.19 Perşembe)
Güzel bir hafta dilerim.
Hoşça kal.
:)
bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.