28 Eylül 2023 Perşembe

Daha Gerçek.

Bulutlar arkalarına gizledikleri şeyi her seferinde daha güzel yapıyorlar sanki. Daha büyülü, daha ışıklı ve daha yakın. Evet, daha yakın. Çünkü böylece, o saklanmış şeye bakarken, kendi içimizi görebiliyoruz.

Bu akşamüstünde gökyüzü buğulu fırça darbeleriyle oluşmuş gibi görünen dağınık bulutlarla kaplıydı. Bulutlar böyle olduklarında çok narin görünüyorlar. Oysa parça parça ve her yandalar. Artlarındaki pembelikle omuz omuza vermiş, onları izleyenlere sanki ''hadi bir fotoğrafımızı çek de hep seninle kalalım'' diyorlar. Ben de çıkıt diyorum beynimden. Gözlerim her şeyi kaydetti. Yine de içim rahat etmiyor, telefonumla bir baskı daha çekiyorum. Telefondaki resim, gözlerimin kaydettiği hissi geçiremiyor izleyene. Ben de duruma müdahale ediyorum.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


25 Eylül 2023 Pazartesi

Eylül 2023 Challenge (varan 3)

Kitap: İyilik ve Kötülük Okulu - Soman Chainani
(Doğan Çocuk)

Herkese merhaba. Bu yazımda eylül ayı etkinliğinin son on sorusunu yanıtlayacağım. Yüreğimin İklimi bloğunda yer alan tüm soruların toplu halde bulunduğu yazıya şuraya tıklayarak ulaşabilirsiniz. O halde başlayalım.


21-Şu an okuduğun kitaptan, dinlediğin şarkıdan, izlediğin filmden bir replik paylaşır mısın? 

Tamam, siz isteyin yeter ki.

Kitap: 

''Beklenti tuhaf bir şeydir.'' (İnsanlar, Matt Haig - Sayfa 51)


Film: 

+ Geleceğimi büyük bir tren istasyonunun bekleme salonunda görüyorum. Dışarıdaki kalabalık insan topluluğu, beni görmeksizin geçip gidiyor. Hepsinin acelesi var, trenlere ve taksilere biniyorlar. Onların gidecek bir yerleri, buluşacakları birileri var. Ben öylece orada oturuyorum. 

- Neyi bekliyorsun Adele? 

+ Bana bir şeyler olmasını bekliyorum. 

La Fille Sur Le Pont\ Köprüdeki Kız (Patrice Leconte, 1999)

İşte, filmi şurada da yorumlamıştım.


Şarkı:

Tame Impala - Lost in Yesterday çevirisi için tıklayabilirsin.

Klibini izlemek için tıklayabilirsin.


22-Fobin var mı? 

Böcek. :(

Küçükken anneannemlerde kalıyordum ve onların bir dönem böyle bir sorunu vardı. Gece kalktığımda böcekle karşılaşmak hoş değildi ve o zaman birini de uyandıramazdım. O yüzden sessizce yatağıma koşmak dışında yapacağım bir şey kalmıyordu geriye. Ama bu bende gerçekten travma yarattı, çünkü evde büyük veya küçük hiç fark etmez böcek görmeye bugünümde hiç tahammülüm yok. Ama altını çiziyorum, evde. Böceklere sempatim tabi ki yok ama doğa onun evi, benim evim de benim evim. Herkes yerini bilecek! Tamam...


23- Yarın kendini daha iyi hissetmek için bugün ne yapabilirsin? 

Plan. :) Bugün plan yapıp yarın ona sadık kalırsam, yarın günün sonunda daha iyi hissedebilirim. O halde yapayım.


24- Nelere şükrediyorsun? 

Her şeye. Barındığım, beslendiğim ve daha başka temel ihtiyacımı rahatça karşılayabildiğim her şeye. Sonra, güzel bulduğum her şeye. Gökyüzüne, yeryüzüne. Varoluşa ve varlıklara. Bunları görebilmeme, duyabilmeme, hissedebilmeme. Kulağa fazla minnettar mı geldi? Hayır değil. Susuz veya elektriksiz, evsiz veya besinsiz, maddi dünyaya veya manevi boyutun güzelliklerini algılamaya kör sağır kalalım bakalım, nasıl yoksunluk çekeriz. İşin ilginç yanı, ben küçüklüğümden beri böyle şükrederdim, teşekkür ederdim. 

Hem size spritüel bir bilgi vereyim, neye inanırsanız veya inanmazsanız inanın, işte, teşekkür etmek iyidir. Bolluk getirir. Aynı zamanda psikolojik bir deneyim de ekleyeyim. Teşekkür ettikçe, teşekkür edecek daha çok şey bulursunuz. 

Bunun dışında büyüdükçe şükrettiklerimin yanına bir şey daha eklendi. Sahip olduğum en temel şey: Varlığım için de teşekkür ederim ben.

Hadi dene, sen de teşekkür et.

Hepimiz varoluşun bir parçasıyız. Varoluşta biçim bulmuş varlıklarız. O yüzden varoluşa şükretmeli ve teşekkür etmeliyiz diye düşünüyorum. Ki bir beklentimiz olmadan da şükretmeliyiz. Bu benim için çok doğal bir şey. Neden illa şuna sahip olursam minnettar olurum diye düşünürüz ki zaten? Bunu oldum olası anlayamamışımdır. Evet, o zaman da yine minnettar oluruz, olalım. Ama her şekilde minnettar bir kalbe sahip olabiliriz zaten. Çünkü zaten, sahibiz. Bir kalbe ve o kalbi çarptırabilecek bir sürü şeye. Neden bunun için, diğer istediği her şeyi deneyimlemesine olanak veren en en en temel şey için, teşekkür etmekle işe başlamaz ki insan en başta. Neyse, yani, bunu anlayamam. O yüzden lafı uzatmış bulundum. Bence şükür ve teşekkür (ki ikisi aynı kökten geliyordu sanırım emin değilim) çok önemli şeyler.

Eski bloğumda yazdığım Mutluluk Yazıları başlıklı yazı dizimde bir keresinde şöyle yazmıştım: ''Mutluluk teşekkür etmek gibi bir şeymiş.'' 

Şükrettiğimde daha iyi hissediyorum. Bu yüzden bana kendimi güzel hissettiren her şey için şükredebilirim. Peki güzel... güzel tanımımın kapsamı nedir? 

Bazen kötü bir olay yaşadığımda, sonunda acı çeksem bile, benliğim daha genişlemiş hissederim. Daha sakin, daha duru hissederim. Bu da bana kendimi güzel hissettirir mesela. Bu nedenle bazen bir zamanlar çok istediğim bir şey olmadığında da teşekkür ederim. Bir zamanlar içim çıkarak ağlamış ve anlamış olduğum için bile teşekkür edebilirim. Elbette içim çıkarak ağlamak istemezdim ama bir kere ağladım ve elimde bir şeyler var artık. Algım genişledi; bu nedenle kös köslemeyi bırakıp öğrendiklerim için teşekkür edebilirim değil mi? Korunduğum için teşekkür edebilirim. Tek başına olsam da, yalnız hissetmediğim için teşekkür edebilirim. Gökyüzü bu kadar mavi veya bu kadar yıldızlıyken, teşekkür edebilirim. Tüm bu şeylerin bana hissettirdikleri için teşekkür edebilirim. İşte, benim güzel tanımım bu. Duru hissetmek. Hatta bana bazen şöyle gelir; sonsuzluk, diye düşünürüm, belki de sadece varoluşa minnettar kaldığımız o anlarda gizlidir.


25- Seni yüksek sesle ne güldürür? 

Hiç bilmiyorum. Sağım solum belli olmaz benim. :)


26- Canın yansa bile doğruyu söyler misin? 

Yani bu soruyu tam anlayamadım. Kime doğru söyler miyim? Başkasına mı, kendime mi? Başkasına doğruyu söyleyeceksem niye benim canım yanıyor? Her neysem efenim. Anladığım kadarıyla bir yorum getirerek cevaplamaya çalışayım dilimin döndüğünce. Ah pardon, klavyemin döndüğünce.

Kendime karşı zaten istesem de yalan söyleyemiyorum. O eşiği malesef ki geçeli oldu bir süre. Kaldı ki gerçek bugün ağlatır, yalan yarın veya yarından da yakında mantığına sahibim. Canım yanacaksa şimdi yansın, geçsin. Sonra uğraşamam. :) O yüzden kendime karşı dürüstüm, ne olursa olsun. 

Başkasına karşı tamamen dürüstüm diyemem. Yalancıyım da diyemem. Ama bazen yalan söylemesem de, hiçbir şey söylememe yoluna gidiyorum. Sanırım, doğruyu söylemediğim için bu sessizliğim de biraz yalandan hallice oluyor. Bilemedim.


27- Uyuyamadığın zaman ne düşünürsün? 

Tarot videosu izliyorum. :) Ama hayır gülme veya yuhalama lütfen. Tarot becerimi geliştirdi bu alışkanlığım. Yoksa ne yapayım yani? Boş boş düşünmekten iyidir.


28- Utanç verici bir anda arkadaşına nasıl yardım edersin? 

Aklıma spesifik bir örnek gelse net yanıt verebilirim sanırım ama şu an için ben de yuvarlak hesap ortaya bir şeyler söyleyeceğim. Bu utanç verici olay muhtemelen minicik bir şeydir. Başkaları için dev gibi gelen ama aslında minicik olan utanç verici olayları ''başkaları yaşadığı takdirde'' hiç öyle bir şey yaşanmamış gibi yapıyorum. Arkadaşımın başına gelse yine aynı taktiği kullanır ve etrafa bu olay çok doğal bir şeymiş gibi pazarlarım. Kimse de bir şey diyemez. Dedi mi? En olmadı ölümcül bakışımı atarım. Yine kimse bir şey diyemez.


29- Hayattan en son neyi öğrendin? 

Bilmiyorum, her gün bir şey keşfediyorum. Ben olmak çok zor... En sonuncu neydi acaba? Hımmm, çok da şey etmemek lazım ve canım kendim durumlarını içselleştirmeye yaklaştım galiba. Bunu herkes lafta güzelce söyler de, gerçekten algılar mı şüpheli. Ben öyleyimdir mesela. Başkasına bilge, kendime kör sağır dilsiz. Amma yeter. O yüzden de, hayatta benden daha önemli bir şey yok. Bir şey olacağı da yok. Ben varım ve en büyük şey bu. Başkalarının davranışları ve düşünce yapısı başkalarını ilgilendirir. Bunu sadece özel hayatım özelinde de söylemiyorum. Bazen toplumdaki bazı anlayışlar beni yıpratacak ölçüde etkiliyor. Bu nedenle sadece kendi çabamla düzelmeyecek olayları kafama takmamaya niyet ettim. Bencilce mi geldi? Hayır. Ben sadece ben'cil yaklaşacağım. Yoksa höt zötle, ayrışmayla, karşıdaki kişilerin anlayamayacağı anlayışlı ve sabırlı bir dille veya anlayacağı öfkeli tutumlarla bir yere varmak zor değil, malesef imkansız. Her şeyi de dert edemeyiz kendimize. Üzgünüm ama gerçek bu. İşte acı ama gerçek bir şeyi söyledim (bakınız 26. soru).

Özel hayatım için zaten bu algılayışım dibine kadar geçerli. Dönelim 21. soruda yazdığım alıntıya. Ne diyordu Matt Haig'in İnsanlar'ında: ''Beklenti tuhaf bir şeydir.'' O nedenle ne yapmalıyız? Sadece kendimizden bir şeyler beklemeli veya sadece kendimize yönelik beklentilere yüzde yüz güvenmeliyiz. Yüzde yüz detayı da önemli bence. Araya küsuratlı rakam karışınca aklımız bulanabiliyor ve başkalarının çok da ihtiyacımız olmayan düşüncelerini kendi düşüncelerimiz sanabiliyoruz. Bu nedenle kendimize yüzde yüz güveneceğimiz şekilde kendimizi eğitmemizin kendi yararımıza olacağına inanıyorum.

Öğrendiğim en en en son şey ise drama yapmaya veya bir şeyleri romantize etmeye gerek olmadığı. Gerek olmayan şeyler üzerinde durmak yerine, başrolünde bizim olduğumuz şeylerin üzerinde durmak da muhtemelen yararımıza olacaktır diye düşünüyorum. Bu konuyu uygulama aşamasında başarıya götürürsem yine üç beş kelam ederim diyerek burada... -kestik-


30- En son dinlediğin podcast nedir?

Podcast dinleme alışkanlığım yok. Öneri alabilirim.


Eveeett. Böylece etkinliği tamamlamış bulunuyorum. Yapımda ve yayında emeği geçen herkese teşekkürler.

Hoşça kalın.

:)


Eylül 2023 Challenge (varan 1) okumak için tıklayabilirsin.

Eylül 2023 Challenge (varan 2) okumak için tıklayabilirsin.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Renksiz Güneş'in Tercümesi.

Uzun zamandan sonra ilk kez inanıyorum. Güzel şeyleri hak ettiğime ve onlarla birbirimizi bulacağımıza. İçimdeki tatminsizlik bulutlarının üstüne bir çeşit güneş gibi doğmuş sanki bu his. Bu güneşin rengini henüz seçemiyorum; ama var, sıcaklığını hissetmeye başladım. Artık bilgece bir şeyler istemiyorum sanırım. Neyin ne olduğu veya ne olması gerektiği konusunda bitmeyen ve bitmesi de imkansız bir kontrol gücünü de arzulamıyorum. 

Yazı yazarken her zaman bilinçaltı süngerime çektiklerimi kullanırım. Herkes böyle yapar, biliyorum. Ama süngerimden öyle ilginç kılık değiştirmeler çıkar ki bazen benim, neyin nereden geldiğini anlamakta başta zorlanırım. Kurgu veya mecazlarla örülmüş bir yazı yazıyorsam bu hoşuma gider evet. Nereden gelmiştir bu şekilli şukullu karma fikirler, bunu düşünürüm; çünkü o ana kadar o yazdığım şeyleri bildiğimi bilmediğimi fark ederim. Biraz daha sonra ise anlarım ve bilinçaltı süngerime saygı duyarım. Tabii bilinçaltı süngerimin huzura ermesi için onları daha çok özgür bırakmalıyım. Yine de eylemde bulunma 101 dersinden çakmışım gibi hissediyorum. İleri derecelerde başarılı olurum belki, bir işi başladıktan sonra disiplinle yürütebilirim; ama başlamak, ah başlamak... Beni neden bu kadar zorluyor bilmiyorum. 

Oysa gözüm kapalı attığım adımlar genelde bana iyi gelmişti. Tabi ki dürtüselliği kastetmiyorum. Sadece, işte, bir şeyi düşünür düşünür nadasa bırakırsın ve o bekleme süresinden mütevellit yapmak istediğin veya olsun istediğin şeyi unutursun, sonra işte anlık bir şekilde uygun zamanda adım atarsın, sonuç da seni memnun eder. Başarı veya başarısızlık, tatmin veya tatminsizliğin ötesidir bu. Nihayet adım atmanın hazzı. Sonuç da genelde olumlu olur ilginç bir şekilde. Belki de içindeki enerji birikimi bir anda önündeki setin çekilmesiyle vuuuvvv diye özgürlüğüne aktığı içindir.

Haftalık yazılar yazmayı seviyorum. Böylece hem o ana kadar ne hissettiklerimin düşünce boyutundaki tercümesini yapabiliyorum, hem de o andan sonra düşünmeye başladıklarımın o hafta ve sonrasındaki hissel boyutunu algılıyorum. İlginç bir şekilde haftanın ilk günü yazdıklarımı o andan sonra içimde hissediyorum. Sanki bilincimin -veya ruhumun- vitrininde sergilenmeye başlıyor, en azından bir süreliğine. Sonra tabi dükkanın daha iç kısmına kaldırıyorum onları, çünkü keşfedeceğim daha bir sürü şeyle karşılaşıyorum. Şükürler olsun.

Bir şeyler keşfetmeyi seviyorum. Hatta hayatta en sevdiğim şey bu sanırım. Oysa biraz kontrol manyaklığı yanım da var, inkar edemem. Etsem de inanmam muhtemelen. Yine de, ilginç bir şekilde, hayatta en sevdiğim şey keşfetmektir.

Geçen gün bir bitki çayı keşfettim bak mesela. :) Yok aktardan vs almadım. Evet, markette satılan sallama çaylardan. Hayır, reklam yapmıyorum. Trendyol linki de yok. Blogda zaten yukarı kaydır özelliği de yok. Cık cık cık, bence yetkililer bunu geliştirmeli. Belki o zaman blog yazmaya ve okumaya da rağbet artardı. Ah hayır... Üç satırlık yazılardan geçilmezdi o zaman. 

Herkese merhaba. Müthiş bir ürünle geldim.

Beş kelimelik bla bla lallalalla.

Hoşça kalın.

(ve tabii sayfayı kaydırıverin).

Hayır, hiçbir şeyi eleştirmiyorum. Kaydırmalı linkler vardır! Ayrıca zaten böyle yazılarımda sadece kendimi düşünürüm. Bunu yazarken de eğ-len-dim. Eğlendiğim için de yaz-dım, dıma duma dum, kırmızı mum. :)


Blog yazarken sanki okyanusta sörf yapıyor gibi hissediyorum. 

Veya kaykayla kavisten kavise uçuyor gibi. 

Veya aşağı paraşütle atlıyor gibi.

Veya bir balerinin kendi etrafında dönmesi gibi.

Tabii, ''gibi'' olarak örneklediğim tüm bu eylemlerin hiçbirini yapmadım. Yine de böyle hissettiriyor olmalılar. Nefes kesilmesinin verdiği gülümseme gibi. Özgür hissettiriyor olmalılar.

Sanırım yeni düşünceler tercüme etmeyi bu yüzden seviyorum. Hislerin hepsi birer keşif ve onları kelimelere dönüştürdüğümüzde işte hislerden düşüncelere tercüme yapmış oluyoruz. Sanırım bu da hayatta en sevdiğim ikinci şey. Çünkü... Evet evet, bu da özgür hissettiriyor.

Yukarıda bir çaydan bahsetmiştim. Hayır, bildiğim kadarıyla dikkat eksikliğim yok ya da belki de vardır ama ben bilmiyorumdur bilemeyeceğim, evet konumuza dönelim?? Doğadan'ın melisa ve Hint fesleğeni aromalı çayı, bir türlü bahsedemediğim keşfettiğim çay. Aslında pek bir şey beklemeden alıverdim ama beğendim, ilgisini çekenlereee öneririm. :)

Sen neler yapıyorsun? 

Bana kendi tercümelerinden bahsedebilirsin.

Ya da sadece ne okuyorsun, izliyorsun, dinliyorsun, yapıyorsun anlatabilirsin.

Ya da bilmiyorum, maksat sohbet muhabbet.

Haftan güzel geçsin.

Hoşça ve güzel kal.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


23 Eylül 2023 Cumartesi

Hamlet (William Shakespeare) | Kitap Yorumu

Yazar: William Shakespeare, Çevirmen: Sabahattin Eyüboğlu,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Şatonun civarında gezinen eski Danimarka kralının hayaletinin bir derdi var gibi görünmektedir. Her gece aynı yerde dolanan bu hayaleti görmesi için kralın oğlu Hamlet'e haber verilir. Kralın hayaletinin söyledikleri kan dondurucudur. Kral, bizzat kendi kardeşi ve kraliçe tarafından öldürüldüğünü oğlu Hamlet'e söyler. Hamlet intikam almalıdır.

Beş perdeden oluşan oyunda Hamlet'in öğrendiği bu sırla beraber babasının intikamını alma hikayesini okuruz.


Dergi: Kafkaokur\ Ocak 2021. Çizim: Gülşah Minsin.

Sanıyorum ki Hamlet ismini duymayanınız, görmeyeniniz yoktur. Varsa da, aaaa duymayalım lütfen, çok ayıp olacaktır. Hamlet, ünü ve varlığı içinde bulunduğu kurguyu ve hatta yazarını dahi aşmış bir karakterdir. Pek çok kez sahnelenmiş, pek çok kez uyarlanmış bu oyuna ismini vermiştir. Peki nedir Hamlet'i böylesine ölümsüz kılan? Hamlet için, bir karakterin de ötesinde, insan ruhunun derinliklerindeki kara noktalara büyüteç tutan bir düşünce biçimini simgeliyor da diyebiliriz. 

Babasına yönelik korkunç ihanetin intikamını almak için kendini entrikaların içine atıp, bu entrikalardan yeni entrikalar doğuran bir karakter Hamlet. Buraya kadar ilginç bir şey yok, değil mi? Sonuçta tüm intikam hikayeleri birbirine benzer. Entrika doludur. Ancak bu oyunda durum farklı. Çünkü genç prens, kılıcına ve hatta zihnine dahi sarılmadan evvel, vicdanına sarılıyor. Karşıdaki insanların vicdanlarını, ağzından dökülen iğneleyici, mecazlı ve bir o kadar da manalı sözlerle yansıtıyor Hamlet. Onu ölümsüz kılan özelliğinin de bu olduğunu düşünüyorum. İnsan doğasının güce yönelik hırsı, yalnızlığın içindeki bocalayışı, aşka dair coşkusu ve ardından hissettiği kırık hayallerinin acısı... Hamlet, bir intikam hikayesinin ötesini barındırıyor içinde. Bu nedenle olacak ki, insan doğası değişmedikçe, Hamlet de ününü korumaya devam edecektir.


Kitabın dilinin akıcı olması bir yana, zaten bir tiyatro metni olduğu için de ayrıca okuma kolaylığına sahip. Buna ek olarak içinde altını çizdiğim, dolayısıyla üstünde düşündüğüm pek çok cümle bulunuyor. Aşağıda kitaptan bazı alıntılara yer vereceğim ancak çok daha fazlasının altını çizdiğimi de belirtmeliyim. Bu bakımdan sizinle paylaşmak için seçim yapmak biraz zor oldu.

Kitabı herkese öneriyorum. Bu güzel kurguyu sahnede izlemeyi de çok isterim. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


ALINTILAR

''Ama hiçbiri anlatmaz bunların 

Benim içimdekini.'' (Sayfa 11 - Hamlet)


''Çığırından çıkmış bir zaman bu.'' (Sayfa 37 - Hamlet)


''Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!'' (Sayfa 71 - Hamlet)


''Kim dayanabilir zamanın kırbacına? 

Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine, 

Sevginin kepaze edilmesine, 

Kanunların bu kadar yavaş 

Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine.'' (Sayfa 72 - Hamlet)


''En zengin hediyeleri değersiz bulur böyle yürekler. 

Onları veren sevmez olunca artık.'' (Sayfa 73 - Ophelia)


''Çünkü doğruluğun gücü güzelliği kendine benzetinceye kadar, güzelliğin gücü doğruluğu bir kahpeye çevirebilir. Olmayacak bir şeydi bu eskiden, ama şimdiki zamanda oluyor, görüyoruz.'' (Sayfa 73 - Hamlet)


''Yaptığın söylediğini tutsun, söylediğin yaptığını. En başta gözeteceğimiz şey, yaradılışa tabiata aykırı olmamak. Çünkü bunda sapıttık mı tiyatronun amacından ayrılmış oluruz. Doğduğu gün de, bugün de tiyatronun asıl amacı nedir? Dünyaya bir ayna tutmak, iyilerin iyiliklerini, kötülerin kötülüklerini göstermek, çağımızın ne olup olmadığını ortaya koymak. Gerçeği büyütmek ya da küçültmekle bilgisizleri güldürebilirsiniz, ama bu, bilenleri üzer; oysa bir tek bilgili dost, bilgisiz bütün bir kalabalıktan daha önemli olmalı sizin için.'' (Sayfa 77 - Hamlet)


''Yüreğim, katılaşma, taş olma sakın, yüreğim! 

Neron'un canavarlığı girmesin içine. 

Bırak sert olmasına sert, ama insan kalayım. 

Hançer gibi konuşayım, hançer olmadan.'' (Sayfa 93 - Hamlet)


''Sözlerim uçuyor havaya, ama düşüncem yerde; 

Öz olmayınca söz yükselmiyor göklere!'' (Sayfa 97 - Kral)


''En acı söz ninni gibi gelir sersemin kulağına.'' (Sayfa 110 - Hamlet)


''Bir insana insan mı denir bütün işi 

Yemek ve uyumak olursa dünyada yalnız?'' (Sayfa 115 - Hamlet)


''Nasıl ayırt ederim bir bakışta 

Seveni sevmeyenden?'' (Sayfa 118 - Ophelia)


''Zamanımız böylelerine hayran işte, böyle günün türküsünü çağıranlara! Gösterişler, kırıtmalar altında köpüğe benzer boş bir beyin. Bununla en parlak, en ince görüşlü insanların ağzından girip burnundan çıkmayı becerirler. Oysa içlerini yoklarsanız, bir üfürmede su kabarcıkları gibi patlayıverir neleri varsa.'' (Sayfa 157 - Hamlet)


''Şimdi olacak bir şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa, bugün olmaz. Bütün mesele hazır olmakta.'' (Sayfa 159 - Hamlet)


MÜŞFİK KENTER HAMLET izlemek için tıklayabilirsin.

Olmak Ya Da Olmamak - To Be Or Not To Be (Hamlet 1990) izlemek için tıklayabilirsin.

Hamlet - Celal Kadri Kınoğlu izlemek için tıklayabilirsin.


(Daha başka performanslar ve üzerine yapılmış konuşmalar elbette çokça var. Sen de yorumlarda belirtebilirsin.)


22 Eylül 2023 Cuma

La Fille Sur Le Pont (Köprüdeki Kız) | Film Yorumu


Yönetmen: Patrice Leconte

Senarist: Serge Frydman

Yapımı: 1999 - Fransa


+ Geleceğimi büyük bir tren istasyonunun bekleme salonunda görüyorum. Dışarıdaki kalabalık insan topluluğu, beni görmeksizin geçip gidiyor. Hepsinin acelesi var, trenlere ve taksilere biniyorlar. Onların gidecek bir yerleri, buluşacakları birileri var. Ben öylece orada oturuyorum. 
- Neyi bekliyorsun Adele? 
+ Bana bir şeyler olmasını bekliyorum.


Kaynak: Pinterest

Filmin giriş sekansında genç bir kadın görürüz. Bu kadın bir topluluğun önündedir ve biraz da akışın yönlendirdiği kendisiyle ilgili sorulara yanıtlar verir. Bu genç kadının her şeye karşı kayıtsız olduğu, duruşundan bakışına kadar izleyicilere sezdirilir. Soruyu soran kişiyse genç kadının tam tersi bir yaklaşımla cevapları önemser ve hatta belli bir noktadan sonra sesinin tınısında şefkate yakın bir duygu bile hissederiz. Buna karşın genç kadın alaycıdır. Yaşadığı olayları sanki bir filmde görmüş gibi anlatır. Önemsememek bile değildir bu; bu sadece izlemektir. Genç kadın sahiden de izleyici olduğu bir şeyi anlatmaktadır: Hayatını.

Sorular genç kadını dolambaçlı yollardan döndürür. Buna karşın onun cevapları nettir. Tartışmaya, üstünde düşünmeye mahal vermeyecek kadar kesin görünür. Her şeyi kabullenmiş gibi, görünür. Belki biraz kırgın ama net bir onaylamayla kabul etmiştir Adele, talihin onun yanında olmadığını. Bu noktada hislerini dinlediğini söyleyen düşünceli bir kız görürüz. Belki de herkes gibi mutluluğu arayan bir kız. Nerededir o mutluluk? Başka kişilerde mi? Başka yerlerde?.. Adele bir amacı beklediğini söyler. Bir şeyleri, herhangi bir şeyi. İtirafıyla birlikte gözyaşları boşalır.


+ Hata yapmak üzere olan bir kız görünümündesin. 
- Ben iyiyim teşekkürler.
+ Ciddiyim. Umutsuz görünüyorsun. 
- Öyle mi?
+ Ne oynuyorsun? Yazı tura mı? Kimi etkilemeye çalışıyorsun?
- Hiç kimseyi. Asla kimseyi etkilemedim. Buna başlamayacağım.
+ Üzüntülü olmak için çok gençsin. Ölümcül bir hastalığın mı var? Bir böbreğin mi eksik? Karaciğer mi? Bacak mı?
- Hayır, sadece biraz...cesaretten yoksunum... Soğuk olmasından korkuyorum.


Sahne değişir. Adele'i (Vanessa Paradis) bir köprünün en ucunda, demirlere tutunmuş halde görürüz. İntihar etmek üzeredir. Hayatında bocalayarak vereceği belki de ilk karar, o köprüden kendini bırakmak olacaktır. Duraksadığı o kısa anda yanında bir adam (Daniel Auteuil) belirir ve konuşmaya başlar. Bu adamın Adele'in atlamasını önlemek niyetinde olduğunu görürüz. Adamın söyledikleri başlangıçta Adele'in ilgisini çekmez. Çünkü o, yaşamla ya da ölümle ilgilenmemektedir. İlgilendiği tek şey, yaşamla ölüm arasındaki kısa anda hissedeceği histir. Ölmeye karar vermiş bu genç kadın, üşümekten korkmaktadır.

Adele, dürtüleriyle kararlar alan biridir. Anlık dürtüleriyle sadece o an hissedeceği tatmini düşündüğü durumların içine sonunu düşünmeden atlar. Bu nedenle hiçbir şeyin onu tatmin etmediğini görürüz. Çünkü neyin onu doyuracağını düşünmeden gördüğü ilk pırıltının peşinden koşar ve koşar. Tek seferlik birliktelikler, anlık kararla çıkılan seyahatler, terk ediş ve edilişler... Adele'i hissizleştirir. Belki de bir noktadan sonra beklediği ''bir şeylerin'', aradığı şeylerle ilgisinin olmadığını fark ettiği için böyle hisseder. Ancak ölmeye karar vermek farklıdır. Bu tuhaf adam da bu kozu kullanır. Adam, Adele'e bir teklifte bulunur. Onunla birlikte gösterilere çıkmasını söyler. Bu gösterilerde Adele'e bıçak fırlatacaktır. Bu konuda sezgilerine çok güvenmektedir. Hem sonra... Hani olur da işler ters giderse ne olacaktır; Adele zaten ''hayatının sonunda olduğunu'' söylememiş midir? 

İkili, yaşadıkları bir dizi olay ve şans testinden sonra anlaşır. Film boyunca ikisinin yaşadıklarını izleriz.


Kaynak: Pinterest

Çocukken, büyüyünce ''bir şeyler'' olacağını zannederiz. Belki de bu nedenle, artık büyüdüğümüzde, içimizde adını koyamadığımız bir özlemin getirdiği burukluğu taşırız. Onu bir şeylerde ararız. Bir şeylerin bu burukluğu geçirmesini bekleriz. Sorun, bu bir şeyleri bulamamanın verdiği hayal kırıklığı mıdır, yoksa bu burukluğun nedenini tanımlayamamak mı? İkisi de aynı noktada kesişmektedir, bu doğru; ancak bana kalırsa asıl sorun, tıpkı Adele'in de gözyaşlarıyla parlayan gözlerinin derinliklerinde gördüğümüz gibi, o pırıltıyı bulamamanın verdiği yenilmişlik hissidir. Hayatın bizi yendiği duygusuna kapılırız. Artık eğlenceli gelmeyen bir oyunun içindeymişiz gibi gelir.

Kullanılan müzikleriyle, siyah beyaz sahneleriyle ve tabi ki oyuncuların doğal ve etkileyici performanslarıyla çok sevdiğim bir film oldu. Umut veya umudun ötesinde; Adele'de, Gabor'da ve hatta film boyunca karşımıza birkaç sahne dışında çıkmayan diğer karakterlerde de, kendi hislerimizi bulabilmemizin muhtemel olduğunu düşündüğüm bir film La Fille Sur Le Pont. İtiraf etmek gerekirse, filmin bu orijinal ismini sesli bir şekilde dile getirmeyi de çok sevdim. Sizlere bu güzel filmi öneriyorum.

Son olarak buraya filmin müziklerinden oluşan bir listenin ve filmin açılış sahnesinden bir kesitin linkini bırakacağım.

Hoşça kalın.


La Fille Sur Le Pont Soundtrack için tıklayabilirsiniz.

Filmin bahsettiğim sahnesini izlemek için tıklayabilirsin.


19 Eylül 2023 Salı

Sırça Fanus (Sylvia Plath) | Kitap Yorumu

Yazar: Sylvia Plath, Çevirmen: Handan Saraç,
Yayınevi: Kırmızı Kedi Yayınevi

Kitap, gittikçe daralan fanusunun içinde dertop olmuş bekleyen genç bir kadının hikayesini anlatıyor. Bu kadın Esther Greenwood. Ödüller ve burslarla dolu başarılı bir öğrencilik yaşamının ardından, yine zihninin akıyla kazandığı New York biletiyle bir eğitime kabul ediliyor. Burada kendisi gibi ödül kazanmış kızlarla hem eğitim ve staj görüyor, hem de çeşitli davetlere ücretsiz katılma imkanı ediniyor. Bu bir aylık eğitim Esther için eşi bulunmaz bir fırsat şüphesiz; ancak öte yandan, her şeyin başlangıcı oluyor.

New York'tayken Esther kendisiyle yüzleşmek zorunda kalıyor. Gerçekten ne istiyor? Hayatının otomatik gidişatından memnun mu? Peki bu gidişata hayatı boyunca hiç müdahale etti mi, katkıda bulundu mu? İstediğini söylediği bu kariyer için ne yaptı, neler var elinde diğer herkese gösterebileceği? Bursları ve ödülleri var şüphesiz. Ancak bunlar ''yetersiz'' diyor, danışmanı. O noktada Esther tepesindeki cam kubbeyi fark etmiş olsa gerek. Yıllarca her yerde söylediği hayat planında aslında o kadar da yeterli olmadığını fark ediyor. Yarışlar, yarışlar, yarışlar. Daha iyi olmalı! Yoksa en iyilerin yanında çalışamaz. Dahası, bakalım Esther gerçekten ne istiyor... Muhtemelen kendi de bunu tam olarak bilmiyor. Cam kubbe kapanıyor, kapanıyor, kapanıyor ve işte Esther artık bir fanusun içinde. Belki de hep oradaydı, kim bilir...

Eğitim\ kariyer hayatı böyle giderken, aşk yaşamı da pek yolunda sayılmaz Esther'ın. Altı yıllık platonik aşkına nihayet karşılık bulsa da, bir şeylerin büyüsü kaçmış gibi. Yıllardır hayalini kurduğu şeyler birer birer ufalanıyor sanki. Sonra New York... O ışıltılı şehir. Esther için kapkaranlık oluyor. Aşk, kariyer, arkadaşlık, aile... Hepsi bu cam fanusu daha da sıkı kapatıyor. Esther bu sırça fanusun içinde daha da büzülüyor. Oysa o sadece on dokuz yaşında çok genç birisi. Çok çok genç.


Sylvia Plath'ın kaleme aldığı Sırça Fanus içerisinde otobiyografik özellikler de taşıyor. Zaten kitabı okumak istememin de, başlamadan evvel çok merak etmemin de sebebi tam olarak bu. Kitabın yazarı ile ana karakteri arasında bariz benzerlikler olduğu açık. Sylvia Plath hakkında daha evvel araştırmalar yapmıştım. Kendisi ışıl ışıl gülümseyen bir genç kadın gibi görünüyor tüm fotoğraflarında. Ancak içinde onu tüketen bir karanlığın olduğunu da açık açık söylüyor. Kendisi bipolar bozukluk tanısı almış birisi. Öte yandan o da tıpkı Esther gibi çok başarılı bir öğrencilik yaşamı geçirmiş ve edebiyata tutkulu bir genç şair. Evet yazar değil, şair. Tek romanı Sırça Fanus. Ölümünden yalnızca bir ay önce basılmış tek romanı bu kitap. Sanki neler hissettiğini birilerine anlatmak istemiş gibi geliyor insana. Kendisi başarısız intihar denemelerinden sonra yürek sızlatan bir şekilde artık son kez intihar ederek yaşamına son veriyor. Burada intiharının içeriğini de açıklamalı mıyım bilmiyorum ama merak edenler olacaktır diye düşünüyorum. Onlar da yazarın adını googlelayarak detaylı bilgiye ulaşabilirler diyerek bu konuyu kapatalım.

Yazar ile Esther karakterinin benzer özellikler taşıdığı bilgisini kitabı okumadan evvel de biliyordum. Aslında beni en çok heyecanlandıran ve kitabı okumaya karşı çekince oluşturan da buydu. Kitabın çok depresif bir kitap olduğunu düşündüğüm için okumayı birkaç yıldır erteliyordum. Ancak bu ay gözümü karartıp da kitaba başladım. Bu okuma deneyimi başlangıçta beni fazlasıyla şaşırtmıştı. Çünkü kitabı okurken karalar bağlamak şöyle dursun, ben kitabın ilk yarısında Esther'ın şaşkınlıklarına baya baya gülüyordum. Kitabı okuyan sıradan bir okurun benim gibi güleceğini düşünmüyorum, hayır. Sanırım benim bu tepkilerimin nedeni kitabı doğru zamanda okumamdan kaynaklanıyordu. 

Kendi sırça fanusumun içinde kıvrıldığım günlerde kitabı okusaydım aynı tepkiyi veremezdim şüphesiz. Dahası, bu gülümsemelerin sebebi kendi duygularımı dışa vuruşumdu muhtemelen. Ana karakterle en azından kitabın ilk yarısında bağ kurdum. Sonrasında ise onun yanında olmak istedim. Yine, kitabın başlangıçta düşündüğüm kadar depresif olmadığını düşünmekle birlikte; insanın içini darlayabileceği de bir gerçek. Özellikle de karamsar bir döneminizdeyseniz, hatta ve hatta depresyon gibi psikolojik hastalıklara sahipseniz, kitabı okumanızı asla ama asla önermiyorum. Size kendinizi çok daha kötü hissettirecektir. Kitabın ikinci yarısından itibaren Esther'ın yalnızlığı, nasıl hissettiğini kimsenin umursamayışı çok üzücüydü. Bahsettiğim ilk yarıda beni güldüren durum ise Esther'ın doğallıydı. Tıpkı yazarın fotoğraflarına bakarken hissettiğim hissi hissettirdi bana. Cıvıl cıvıl bir genç kadın. Ciddi, belki hüzünlü, çokça da hırslı duruyor; ama yine de, ona bakınca umudu görüyorsun. Esther'ı tanıdığım ilk anlardan itibaren tam olarak böyle hissettim.


Kitabı okurken bunalıma girmedim evet ama istisnasız kitaptaki tüm erkek karakterlerden nefret ettim. Kelimenin tam anlamıyla nefret ettim hem de. Hepsi ucuz tiplerdi ve sadece erkek oldukları için kadınlara tepeden bakabileceklerini, onlardan üstün olduklarını sanıyorlardı. (Çevirmen çocuk biraz nazikti kabul ediyorum, neyse.) Kendilerini bir şey sanıyorlardı; üstelik karşılarındaki çok şey olan hanımları küçümseyerek! Ne saçmalıktı. Esther de neyse ki benim gibi düşünüyordu. Aklı başında bir kızdı ancak yaşadığı yıllar, 1960'lar, ona sınırlı bir alan tanıyor gibi görünüyordu. Elbet bir gün evlenmesi beklenecek, diye düşünüyordu. Peki ya çocuk doğurursa! Ya kariyeri ne olurdu... Çünkü bir kadın hem eş, hem anne, hem de evin her işini yapan kişi olmak; üstüne bunu sessizce sindirmek zorundaydı. Doğal olan buydu (!). 

Doğal olarak, Sırça Fanus gittikçe daraldı...

Kitabın ilk yarısında Esther'ı endişeli ama umut taşıyan bir halde görürken; ikinci yarısında depresyona girmiş, üstüne bu depresyonu ciddi boyutlara varana değin önemsenmemiş bir halde görüyorduk. Esther tıpkı yazarının kaderini yaşamış gibi görünüyordu. Yine de içinde umut taşıdığını, ışığın fanustan içeri sızabildiğini görmek mümkündü. Keşke, diye düşündüm kitabın arka kapağını kapattığımda, Sylvia için de bir aralık olsaydı ve oradan ışık huzmeleri içeri süzülebilseydi. Keşke...

Kitapta Esther ile aynı hastanede tedavi gören diğer karakter (ismini söylemeyeceğim) de yazarın psikolojisini anlayabilmek için üstünde durmaya değer diye düşünüyorum. Esther ile bu diğer karakterin yaptığı seçimler belki de yazarın içinde bulunduğu ikili durumu gösteriyordu. Karanlık veya loş da olsa biraz ışık... Aynı zamanda yukarıda bahsettiğim gibi Esther'ın her ne kadar başarıyla dolu bir öğrencilik yaşamı olsa da, danışmanının ona direkt olarak çalışmalarının ''yetersiz'' olduğunu söylemesinin, Sylvia Plath'ın annesiyle olan ilişkisinin bir yansıması olabileceğini düşünüyorum. Sylvia da kendi yaşantısında o kadar başarısına rağmen kendisini annesinin gözünde asla yeterli görmüyordu. Çocukken babasını kaybetmiş yazarın babasının ölümüne karşı olan hislerini, aynı şekilde çocukken babasını kaybetmiş Esther'in, babasının mezarını aradığı kısımlarda görebiliyoruz. İçinde bulunduğu sırça fanusa sığamayacak kadar çok şeyi deneyimlemek isteyen, ancak kendisinin kim olduğunu kendisi bile daha keşfedemeden bu yaşamı terk eden genç bir şair Sylvia. Onu hatırladığımda en çok da kocasına sinirleniyorum. Yanında olmak yerine onu her seferinde bu fanusunun içinde tek başına bıraktığı için.


Kitap sadece kadınlara yönelik tanımları değil; psikolojik rahatsızlıklara sahip hastalara yöneltilen bakış açısını, sıfatları ve uygulanan tedavi yöntemini de eleştiriyor. Esther'ın ilk psikiyatrıyla olan görüşmesinden itibaren başlayan tedavi sürecinde aslında hem yazarın kendi hastalığına yönelik hissettiklerini görüyor, hem de bu tedavi yönteminin hastaları nasıl olumsuz yönde etkileyebileceğini fark ediyorduk. Esther'ın birbirinden tamamen farklı yaklaşımlara sahip iki doktorla tedavi süreci yaşaması ise, doktorların farklı yaklaşımlarının Esther'ın hastalığına olan etkisini gösteriyordu. İlk doktoru Esther'ı bir birey olarak görmezken, ikinci doktorunun yaklaşımı daha güven verici bir şekilde çizilmişti. Bunu en bariz olarak Esther'ın tedavi yöntemlerine verdiği tepkilerden anlamamız mümkün. Bu bakımdan da kitabın önemli bir konunun altını çizdiğini ve eleştirdiği durumla birlikte, yanlış veya eksik olan durumları belirtmek bakımından öncü özellik taşıdığını düşünüyorum. Ana karaktere karşı geliştirdiğim duygusal bağ bir yana, kitabı benim gözümde önemli kılan durumlardan biri de bu aslında.

Basit bir dili, akıcı bir anlatımı olan bir kitap. Ana karakteri fazlasıyla akılda kalıcı ve kitabın basıldığı dönemi hesaba kattığımızda çok da cesur ve çarpıcı. Bazen bazı kitapları basıldığı yıllarda okusaydım acaba ne düşünürdüm diye merak ediyorum. Düşünsenize, 1960'lı yıllardasınız ve okuduğunuz kitapta Esther gibi toplumda kalıplaşmış olan düşünceleri sorgulayan, üstüne bunları eleştirip baş kaldıran bir ''kadın karakter'' var. Vaov!..  Buna ek olarak Esther karakteri bir o kadar da doğal ve gerçek. Bu da olayları canlı kılıyor. İlgisini çekenlere kitabı tabi ki öneriyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


16 Eylül 2023 Cumartesi

Eylül 2023 Challenge (varan 2)

Kitap: Küçük Prens - Antoine De Saint Exupery
(Can Çocuk Yayınları)

Herkese merhaba. Yüreğimin İklimi bloğunun paylaştığı eylül ayı etkinlik sorularının ikinci kısmını yanıtlamak için buradayım, sen de okumak için burada olmalısın! :) O halde başlayalım. Ama dur... Etkinlik sorularının tamamını görmek istersen şuraya tıklayarak Yüreğimin İklimi bloğunun yazısına gidebilirsin. 

Evet, şimdi başlayabiliriz.


11- Hayattaki en zor şey nedir? 

Buraya pek çok şey yazabilirim muhtemelen. Çünkü insana hayatının farklı evrelerinde farklı şeyler ''en'' gelir. Kaldı ki bu ''en''li soruları yanıtlamakta hiçbir zaman iyi olmadım... Ama insanın kendi hatasını kabul etmesi zor bir şey. Hep bir karşıdaki Spider Man'i gösterme eğilimindeyiz. Ama belki de yaptığımız tek şey birbirimizi aynalamaktır. O halde Küçük Prens'ten bir alıntıyla yanıtımı bağlayalım: 

''O zaman sen de kendini yargılarsın. En gücü de budur zaten. Kendini yargılamak başkalarını yargılamaktan çok daha güçtür. Kendini yargılamayı başarabilirsen gerçek bir bilgesin demektir.''
(Küçük Prens, Antoine de Saint-Exupéry - Sayfa 48, Can Çocuk Yayınları)


12-Karar verme sürecinde düşünceler mi, sezgiler mi? 

Şimdi vereceğim yanıtı geçenlerde bir blog yazısına yorum olarak bırakmıştım. (Tabii tek cümleyle, buraya paragraflar döşeyeceğim nihahahah... *-*) Bence zaten sezgiler de düşüncelerimizden oluşuyor, düşüncelerden ayrı bir evrenden gelen, spritüel şeyler değiller. Deneyimlerimiz ile birlikte bilinçaltımıza çeşitli veriler depolarız. Ki bu bahsini ettiğim ''deneyim'' çok çok çok basit bir şey de olabilir - misal salona girersin televizyon açıktır ve bir reklamdaki bir nesne bilinçaltına giriverir gibi. Öte yandan tabii ''büyük'' deneyimlerimiz de vardır. Örneğin çocuklukta ailemizden, çevremizden görüp kodladığımız bazı durumlar gibi. Bu durumları bizzat desteklememiz de gerekmez ama biz çocukken birisi kırk kere aynı şeyi söylemişse; örneğin ''kadınlar şöyledir, erkekler böyle'' gibi, o bize kodlanır. Bunu desteklemesek bile bilinçaltımıza işler. 

Bu yüzden gördüklerimiz, duyduklarımız vs ile buz dağımızın görünmeyen kısmında yani bilinçaltımızda biriken bu deneyimler, işte, bizim bilinç üstümüzde olmayan düşüncelerimiz olduğundan, ''sezgilerimiz'' olurlar. Adını koyamayız ama biliriz. Bunlar bizim henüz isimlendirmediğimiz, yani tanımlamadığımız, bilincine varamadığımız düşüncelerimizdir. E haliyle biraz da sarı çizmeli Mehmet Ağa tadında olabilirler kimi zaman. 

Bazı insanların sezgileri kuvvetlidir. Örneğin x kişisinde bir ''yamukluk'' olduğunu sezer. Bazısı ayan beyan belli olsa da sezmeyi geçtim, düşünmez bile kabak gibi ortada olan şeyleri. Neyse efenim, özetle hepsi aslında ''düşüncedir.'' Bu konuya dair fikrimi detaylıca açıkladım çünkü çoğu kişi ''sezgi'' deyince sanki gökten inen, ruhani bir şeymiş gibi algılıyor. Bense buna katılmıyorum. 

Peki yanıtım nedir? Düşüncelerim diyorum. Sezgiler buğuludur. Dedim ya, adını koymamışım bir kere. Bir de benim bilinçaltımın çok da sağlıklı düşüncelerle dolu olduğunu düşünmüyorum ben. :) Velhasıl kelam, sezgilerime güvenmediğimden mütevellit elle tutabildiğim, beynimde kırk kere evirip çevirebildiğim düşüncelerime güvenirim diyerek bu sorunun yanıtını nihayete erdiriyorum. (Herkes derin bir nefes alır...)


13- Bugün kendi çektiğin beğendiğin bir fotoğrafı paylaşır mısın? 

Fotoğraf çekmedim. :(

Yani işte estetik bir şeyler çekmedim.

Bugün çektiğim olmasa da yakında fotoğrafını çekip paylaştığım (ki fotoğrafını çekmesem nasıl paylaşayım, ben ve müthiş akıl emeklemem) alıntılardan birini buraya eklim.


Kitap: Çocuk, Köstebek, Tilki ve At - Charlie Mackesy
(Mundi Yayınevi)

14- Hiç kimsenin duymadığı kitaplar arasında en sevdiğiniz hangisidir? 

Bilemedim bilemedim. Böyle deyince cidden ne okuduğumu bile unutuyorum ağliciğim... 

Ama...

Aklıma direkt gelen kitap Jostein Gaarder'ın İskambil Kâğıtlarının Esrarı oldu.

Pek bir yerde görmedim. Okumadıysanız öneririm.


15- Dünyanın en zor hissi nedir? 

Bir keresinde birkaç yıl evvel kendime sarılmıştım. Bu zor bir histi. (Baya baya kollarımı kendime dolayıp sarılmıştım.)


16- Dostoyevski "Aşağılık insanoğlu her şeye alışır!" der. Sizin alışamadığınız bir şey var mı? 

Bilmiyorum yok galiba... Dostoyevski haklı.


17- Komşular roman karakteridirler, var mı böyle bir komşun? 

Karşı komşum. Abicim susmuyor susmuyor. Yaz aylarımı bana zehir zemberek ediyor. Ama öyle böyle konuşmak, gürültü çıkarmak da değil. Bir Allah'ın kulu da artık susunuz lütfen demiyor. Gece birde ikide sesini duyduğumu bilirim. Pıhtım. (Herhangi bir roman karakterine değil de, dizi karakterine benzetiyorum. Geniş Aile Cevahir tiplemesi görüyorum kendisinde.)


18- Söylemekten kaçındığın kelimeler var mı? 

Bilemiyorum. Yine bir anda sorunca kalakaldım. O zaman niye buradayım, değil mi?.. Bu gruptaki sorular zorladı vallası beni. Ama... 

Ben cici bir kızcağız olduğumdan küfreden biri hiç olmadım. Küfür, hakaret bilmiyorum değil; kullanmıyorum canım sağ ol. Kullanmayınca da bilmiyorsun, sanılırdı. Oysa benim gibi gözlemci birinin, hah bir de bak üstüne kitap\ film\ dizi kolik (eski dizikoliklerden kim kaldı, artık onları da bıraktım) bilmemesi biraz tuhaf kaçar. Yine de bir şeyi biliyoruz diye o şeyi yapmak, söylemek, kullanmak zorunda mıyız? Hayır değiliz. Koca koca insanlar bile kaba olunca veya küfür\ hakaret vs yollu ''mizah'' yapınca kendilerini kuul sanabiliyorlar. Oysa bir yaştan sonra büyümeliyiz sanki sanki.

Bir de araya Yabancıca kelimeler tıkıştırarak karma dil konuşanlardan haz etmem ve beni asla bu şekilde göremezsiniz. Bakın büyük konuşuyorum, asla! Görürseniz çimdikleyin. Ama gerçekten, bütün kelimeleri Türkçe kullanıp da araya bir tane Yabancıca kelime katınca kimse ''kuul'' olmuyor. Yabancıcan varsa (İng, Alm, Fra. ve artık her neyse) komple o dilde konuş da komple anlamayalım bu nedir arkadaş. 


19- Enerjinin sıfırlandığını anlarsan ne yaparsın? 

Yatağıma yatıp boş boş tavanı izliyorum. Bazen müzik eşliğinde. :)

Yaz mevsimindeysek yıldız da izlerim tabi. Böyle yapınca durum daha az tuhaf görünüyor...

Öte yandan blog yazıyorum. Şu an pilim bitmedi, yüzde ellilerde falan, ama buradayım ve deşarj oldum bu yazıyı yazarken. Sanırım bu, yazı dilimden de fazlasıyla anlaşılıyor.


20- İyi ki itiraz ettim dediğin bir konu var mı?

Yani haksızlık gördüğümde genelde duramıyorum veya bir konuda konuşmam gerektiğini hissediyorsam, ki bu konu hak adalet vs ile ilgili olmak zorunda da değil, atıyorum bir konu etrafında sözüm ona tartışma vardır, ben konuşmaya başlarsam asla susmam. Çünkü susamam. Çenem bir kere açılınca o an hiperaktifleşen kanım çeneme vuruyor. Susarsam tam susuyorum, konuşursam susmuyorum. Böyle susamadığım anlarda da bir şeylere itiraz etme potansiyelim çok yüksek. İtiraz ettiysem de etmişimdir, iyi ki'dir. :) Şu an aklıma özel olarak bir örnek gelmiyor.


Eveet. Yine bir yazımın daha sonundayız. (alkışlar alkışlar)

Bu etkinliğin ilk on sorusunu şu yazımda (tıkla çekinme) yanıtlamıştım.

Kaldı son on soru. Onları da ayın son kısmına geldiğimizde yanıtlarım inşallah.

Eh ne diyelim. Hoşça kalın.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


15 Eylül 2023 Cuma

Melancholia (Melankoli) | Film Yorumu


Yönetmen: Lars von Trier

Senarist: Lars von Trier

Yapımı: 2011 - Danimarka, Fransa, Almanya, İsveç


Dünya'nın sonu gelse ne yapardınız?

Milim milim size yaklaştığını bilseniz bu sonun...

Beklemeyi mi yeğlerdiniz, yoksa kaçmayı mı?

Peki sizce sığınılacak en güvenli yer neresi olurdu?


Kaynak: Pinterest

Film iki kısımdan oluşuyor. Bu iki farklı kısımda, akan günleri doğrusal bir zaman akışıyla iki farklı kardeşin bakış açısından izliyoruz. İlk yarıda bir düğün töreninin içinde buluyoruz kendimizi. Justine (Kirsten Dunst), mükemmel bir işi, ailesi ve artık eşi olan güzel bir kadın. İlk başlarda her şey mükemmel görünüyor, herkes mutlu. Ancak çok geçmeden tam olarak herkesin mutlu olmadığını fark ediyoruz. Gelin mutlu değil; zamanla yüzündeki maske çatırdıyor.

Filmin ikinci yarısı Justine'nin ablası Claire'nin (Charlotte Gainsbourg) cephesinde yaşananları anlatarak başlıyor. Artık düğün bitmiş. Justine'nin ağır bir depresyon geçirdiğini görüyoruz. Ablası Claire onun her şeyiyle ilgileniyor. Claire gösterişli bir yaşama sahip. Bilim insanı bir eşi, tatlı bir oğlu ve kocaman bir malikanede konforlu bir yaşamı var. 

Bir gün Claire'nin eşi John (Kiefer Sutherland) devasa bir gezegenin Dünya'nın çok yakınından geçeceğini gözlemliyor. Claire fazlasıyla gergin çünkü her yanda felaket tellalı var ve bu insanlar ''Dünya'nın sonunun geldiğini'' söylüyorlar. Yıllar evvel Merkür'ün ve Venüs'ün yörüngesinden sorunsuzca geçip giden Melancholia isimli bu gezegenin, Dünya'nın yörüngesinden de sorunsuzca gitmesi yüksek ihtimal olarak karşılanıyor. Ancak tehlike payı da yok değil. Claire ve ailesi bu gezegenin anbean Dünya'ya yaklaşmalarını izliyorlar.


Filmin ana teması uzaklaşma. Filmin giriş sekansında bir sunu şeklinde bazı görüntüler görüyoruz. Bunlar doğayla bağlantılı sahneler. Akabinde Justine'nin gelinliğini çeke çeke onu yere bağlayan köklerine karşı olarak ilerlemeye çalıştığını görüyoruz. Bu kökler tıpkı bir ağaç kökü gibi ve Justine bu köklerden kaçmaya çalışıyor. Justine bu uzaklaşmanın farkına vardığı an hastalanıyor. Düğününde kendini ilk başta fiziksel, sonra ruhsal olarak kötü hissettiğini görüyoruz. Aile üyeleri arasında da bir birlik yok. Anne- kız arasındaki uzaklaşma ilk belirti. Justine en mutlu gününde annesiyle bağ kuramıyor. Tıpkı bir bebeğin annesinden ayrılması gibi. Anne kız arasındaki kordon kesiliyor. Bu aslında Justine için tetikleyici oluyor; o noktada kendini iyi hissetmemeye başladığını görüyoruz. Ne zaman ki içinde bulunduğu ait hissetmediği bu yaşamla bağlarını kesiyor, işin ilginç yanı ona bu çıkış yolunu bizzat annesi gösteriyor, o noktada fiziksel sıkıntıları geçip yerini sükunete bırakıyor.

Filmin ikinci yarısında Claire'nin malikanesindeyiz. Düğün de bu malikanede yapılmıştı. Burası doğanın içinde bir yer ancak yine de doğadan uzakta. Bahçesinde özenle şekil verilmiş ağaçlar, John'un gururla söylediği on sekiz golf deliği ve bir at ahırı var. Bu evin sınırları içindeki her şey evcilleşmiş ve doğanın içinde ama doğaya uzak. Atlar, ağaçlar, ev halkı... Hepsi evcil. Justine dışında; çünkü o, kendi doğasıyla bütünleşmeye çalışıyor. Bu nedenle de, Claire ve Justine atlarla gezintiye çıktıklarında ormana giden sınırı Justine ve atının geçemediğini fark ediyoruz. Çünkü Justine bu evcilleşmenin farkında. Onu hasta eden de bu. Justine filmin ikinci yarısında psikolojik olarak çöküntüde görünüyor. Taksiye binemiyor, lüks yemekleri yemeyi reddediyor, lüks küvette yıkanamazken sabaha karşı Melancholia'nin ışığında bir nehirde yıkanıyor. Justine gerçeği kabul ettikçe düzelmeye başlıyor. 

Evcil bir at yeniden yabani olabilir mi? Muhtemelen hayır. Peki... Evcil insanlar? Yeniden doğayla ve en önemlisi doğalarıyla bütünleşebilirler mi? Kendilerinden kaçıp Dünya'da mükemmel yaşantılarla zamanlarını geçiren bu insanların ruh hali gerçekte nasıldır? Bu yaklaşan gezegenin adı da pek bir manidar görünüyor: Melancholia... Melankolik hayatlarımıza yaklaşan bir nefes. İnsanoğlunun dikkatini nihayet yaşama döndüren tehlike!


Claire ve Justine birbirlerinden çok farklı görünen iki kardeş. Hayat sorunsuzca (!) akarken Justine depresif, Claire sakin görünüyor. Ne zaman ki yaşamın artık çok da normal akmadığı günler geliyor; o noktada durum tersine dönüyor. Çünkü bir insanın kaçabileceği en uzak yer içinde kurabildiği mağarasıymış gibi görünüyor. Bu mağarayı kurmak her ne kadar sancılı olsa ve kişi kendini bir birey olarak yeniden doğurmak zorunda kalsa da, sonrasında yaşamak eylemini kendi benliğiyle bütünleştirme yolunu görüp yaşamı fark edebiliyor, diye düşünüyorum. Bunu yapmak içinse belki de Justine gibi bizi tutan sağlıksız kökleri söküp atmak, belki de bu sağlıksız köklerin sağlıksızlığını görmeyi kabul etmek gerekiyor. Nitekim Justine düğün gününde herkesin memnun, kendisinin tutsak olduğu malikaneden fiziksel olarak kaçamayacağını anlayıp da bir uzaklaşma yolu için kendi etrafında dönüp durduğu anda, kütüphanedeki kitaplarda bazı sayfaları açıp herkese sergiler halde raflara diziyor. Bunu büyük bir öfkeyle yapıyor hem de. Bu resimler tabi ki rastgele açılmış sayfalardaki tesadüfi resimler değiller. Bunlar doğasından uzaklaşan insanın yaşadığı cinnet, bunalım ve melankoliyi gösteriyorlar. 

Öte yandan, malikanedeki golf deliği sayısına vurgu yapılması da dikkate değer. Bu konuda da emin olmamakla birlikte bir fikre sahibim. On sekiz golf deliği, on sekiz yaş. İnsanların hala birey olamadıkları, çocuk kabul edildikleri çağ. Ancak filmin sonuna doğru Claire ve oğlu on dokuzuncu deliğin yanından geçiyorlar. Çünkü artık kendi başlarınalar. Büyümeleri, bir yetişkin olmaları gerekiyor. Çocuksu doğalarından çıkmaları artık gereklilik. Melancholia gezegeni, karakterleri büyümeye zorluyor. Ancak büyümek sancılı bir süreçtir. Özellikle de zaten büyüdüklerini sananlar için.


Film, adının hakkını veren melankolik bir atmosfere sahip. Filmde kullanılan renk paleti bile bunu yansıtır şekilde solgun ve puslu tonlarda. Yavaş akan ama izleyiciyi sıkmayan bir film. Evet psikolojik etkiler ön planda ve bu da izleyeni düşünmeye sevk ediyor ancak bu durumlara dayalı akışın yanı sıra, bir dizi olay da meydana geliyor. Bu da izleyicinin dikkatinin canlı kalmasını sağlıyor. Özellikle de filmin ikinci yarısında olayların hız kazandığını görüyoruz. Yani filmin ilk yarısını izlemeye devam ederseniz zamanla olayları kavramaya başlıyorsunuz ve hikaye sizi sarıp sarmalıyor diyebilirim. Rahatsız edici bir yanı var mı, evet. Ancak yönetmenin amacı da tam olarak bu gibi görünüyor. İzleyicilerinin çekiştirip durdukları köklerini fark etmelerini, onları çekiştirerek sağlıyor.

Benim ilgiyle izlediğim ve beğendiğim bir film oldu. Hatta her izleyişte farklı bir detayın yakalanabileceğini düşünüyorum. Sembollerle örülü, etkileyici bir film. İlgisini çekenlere öneririm.


Lars Von Trier - Melancholia (Richard Wagner - Tristan und Isolde, Prelude) dinlemek için tıklayabilirsiniz.


14 Eylül 2023 Perşembe

Güzel Yaşam Kılavuzu - Antik Stoacı Sevinç Sanatı (William B. Irvine) | Kitap Yorumu

Yazar: William B. Irvine, Çevirmen: K. Orkun Çatık,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Kitapta antik Yunan ve Roma uygarlıklarında etkisini göstermiş felsefi bir düşünce biçimi olan stoacılık anlatılmakta. Yazar dört kısma ayırdığı kitabının ilk bölümünde stoacılığın doğuşu ve serpilmesiyle ilgili bilgilere yer vermiş. Aynı zamanda bu ilk bölümde, Yunan ve Roma stoacıları arasındaki farkı görüyoruz. Yunanlı stoacılar için ''stoacı olmanın'' asli amacı erdeme ulaşmaktır. Ancak Romalı stoacılar için bu erdeme ulaşmanın bir diğer getirisi de ''dinginliğe ulaşmak''tır. Peki neden Romalı stoacılar bu bonus paketi felsefelerinin amaçlarının içerisine eklemiştir? Bu noktada elimizde kitabın yazarı olan William B. İrvine'nin çıkarımları var. Yazar bu çıkarımların günümüz insanının da Roma stoacılığındaki bu ''dinginliğe ulaşma'' halinin cezbediciliğine daha çok kapılıp stoacı felsefeye ilgi duymasında etkili olacağını düşünüyor. 

Erdemli olmak pek çok insan için havada kalan ve bir düşünce sistemini disiplinli olarak uygulayıp benimsemek için yeterli gelmeyen bir neden ne yazık ki. Günümüzde birine ''stoacı olursan erdemli bir yaşam sürersin'' dersek, kaç kişi söyleyeceklerimize gerçek manada ilgi duyardı? Bilinmez... Romalıların da bu nedenle stoacılıkta öne çıkardıkları asıl amacın dinginliğe ulaşmak olduğu düşünülüyor. Peki nedir bu ''dinginliğe ulaşmak?'' Aslında erdemli bir yaşam sürmek ile dingin bir yaşam sürmek birbirleriyle döngüsel olan durumlar diye açıklanıyor kitapta. Dingin olmak aynı zamanda erdemli olmak için de yardımcı bir hal diyebiliriz. İnsan dingin değilse; kaygılıdır, öfkelidir, mutsuzdur, kısacası aklı bulanıktır ve eylemlerine aklı değil, anlık ruh durumu yön verir. Örneğin saldırgan olur gibi. Ancak kişi dinginliğe ulaşmayı kendine amaç edinir ve eylemlerini anlık ruh durumlarıyla değil de ''aklıyla'' yönlendirirse, erdemli bir yaşam sürmek için de adımlar atmış olur ve böylece erdemli bir insan olma amacına da ulaşır. Çünkü eylemde bulunmadan evvel o eylemin nedenlerini, sonuçlarını, kendisine ve çevresine verebileceklerini, geçici mi yoksa kalıcı mı olduğunu, gerçekten isteyip istemediğini, istiyorsa onu neden istediğini vs gibi durumları düşünür. Yani aslında burada dinginlik ve erdemlilik derken ruhani soyut bir durumu değil, aklı kullanmayı ve gerçekçi olmayı kastediyoruz. Zaten stoacılığın ana prensibi de bu: Aklını doğru kararlar almak için kullanmak ve böylece dinginliğe ulaşmış erdemli bir birey olmak.


İlk bölümde stoacılık nedir, nerede nasıl doğmuştur bunları öğrendikten sonra kitabın ikinci bölümünden itibaren artık stoacılığı nasıl uygulayabiliriz yavaş yavaş bunları öğreniyoruz. Malesef ki antik stoacı filozofların pek azının stoacılığı ele aldıkları eserler günümüze ulaşabilmiş. Yazarın söylediğine göre bunlar da derli toplu değilmiş. Tabii bunu teyit etmek için kapsamlı bir araştırma yapmak da gerek, ki yazar da kitabın sonunda stoacılıkla ilgili kaynak önerisinde bulunuyor. Neyse efenim, kaynakların dağınık ve az olması nedeniyle yazar bu kitabında kendi öğrendiklerini derleme ve tabii bunu yaparken kendi görüşlerini de aktarma yoluna gitmiş.

Kitabın ikinci bölümünde stoacı psikoloji tekniklerini okuyoruz. Bunlar arasında olumsuzu canlandırma, kontrol ikilemi, kadercilik, nefsinden feragat etme, meditasyon yer alıyor. Şimdi bunlar nedir, ne değildir, nasıl yapılır uzun uzun anlatmayacağım. Merak edenler kitaba bakabilir. Burada söyleyeceğim bir diğer şey, aslında anlayacağımız üzere antik dönemdeki bu stoacı filozofların bir nevi psikolog da oldukları. Kullandıkları teknikler tabi ki kendi düşünceleriyle geliştirdikleri teknikler ve bunun ne kadar bilimsel olduğu tartışılır. Ancak bu kısımları okuduğumuzda günümüzdeki psikolojik tekniklerle de bazı durumların uyuştuğunu ve hatta stoacılık ne bunu bilmeden bile sıradan bir insanın bunları kendi başına uygulayıp yarar alabildiğini fark ediyoruz. İşte, bu kitapta bunu belli bir sisteme oturtarak bilinçli olarak yapmamız öneriliyor.

Kitabın üçüncü bölümünde stoacı öğütlere yer verilmiş. Bunlar Ödevler, Toplumsal İlişkiler, Hakaretler, Keder, Öfke, Kişisel Değerler, Sürgün, Yaşlılık, Ölmek, Stoacı Olmak başlıkları altında incelenmiş.

Kitabın dördüncü ve son bölümünde ise günümüz dünyasındaki stoacılık ele alınmış ve bunu nasıl revize edip diriltebiliriz buna değinilmiş. Bu bölümün en sonunda da, dediğim gibi, stoacılıkla ilgili kaynak önerilerine yer verilmiş.


Bu kitabı bana baya evvel bir arkadaşım ödünç vermişti. Bu arada kitapları ödünç alıp yok edenlerden değilim yanlış olmasın. Ancak kitaba bir türlü kafamı veremiyordum. Kitabın dili oldukça akıcı ve anlaşılır aslında. Bilimsel veya teknik bir metin gibi kaleme alınmamış. Kitabı okurken sanki yazar benimle sohbet ediyormuş gibi hissettim. Ancak yine de kitabı bir türlü okuyamıyordum işte. Ağustos ayının ortalarında kitaba bir kez daha başladım çünkü artık ödünç aldığım arkadaşıma teslim etmem lazımdı bir zahmet. Bu sefer kitap aktı gitti. 

Kitaba başlarken zaten kitabı beğeneceğimi hissetmiştim. Bu kitabı bana veren arkadaşım kitabı okuduğu sıralarda benim tam bir stoacı olduğumu bana söylemişti. :) Stoacılar belki başta karamsar gibi görünebilirler; ancak sadece gerçeği dile getiriyorlar. Kendimi kandırmayı sevmem. Bu nedenle de çoğu durumda kendimi kandıracağım eylemleri hemen anlıyorum. Bir şeyi yaparken o şeyin akla uygunluğuna, bireysel ve toplumsal yararına da önem veririm. Her ne kadar bağ koparma konusunda kendi içimde savaşlar versem de, yapmam gereken şeyleri yaparım. Hiçbir şeyin kalıcı olmadığının hep bilincindeyimdir. Yani özetle, evet, stoacılığın ne olduğunu bilmeden bile ben bir stoacıydım. Bu nedenle de kitaba karşı ek bir merakım vardı. 

Bu arada yazımın taaa en başında da söylediğim gibi bu ne bir din, ne de bir inanç sistemi. Yalnızca felsefi bir düşünce. Her ne kadar kitabın yazarı, stoacı düşünce biçimine insan toplamaya çok hevesli gibi görünüyor olsa da, ben özellikle de hızla değişen ve bolca çeşitlilik barındıran günümüzde kendimizi ''doğrusu budur'' diyerek tek bir düşünce sistemine bağlamamızın çok da doğru olduğunu düşünmüyorum. Kendimize illa ''ben buyum'' diye bir ad vermek zorunda da değiliz. Kaldı ki bence her insan öyle ya da böyle biraz stoacı, biraz hedonist, biraz da kiniktir. (Tamam kinik (çilecilik) bulmak çok da kolay olmayabilir...) Yani bir felsefi görüşün veya direkt herhangi bir görüşün, olduğu gibi tümüyle benimsenmesi gerektiğini düşünmüyorum. Kaldı ki bunun doğru bir yaklaşım olduğunu da düşünmüyorum. O görüşün bize uygun tarafları varsa, o kısımları hayatımızda uygulayabiliriz. Diğer yandan, insan değişen dönüşen bir varlık. Şu anki benliğimize uygun gelen bir şey, beş yıl sonra gelmeyebilir. Bu yüzden ''ben Stoacıyım!'' demenin veya dememenin marifet olmadığını; asli olanın, olabildiğince iyi hissettiğimiz bir yaşam sürmemiz için bize neyin uygun olduğunu bulmamız olduğunu düşünüyorum. Kitabın sonunda yazar da benim bu görüşümü destekleyici ifadeler yazmış. Yani bize en uygun olan başka bir felsefeyi de hayat felsefemiz yapabileceğimize değinmiş. Ancak ben genel olarak, direkt bir felsefeyi komple odak noktamız yapmamız gerektiğini düşünmüyorum. 


Özetle, benim ilgiyle okuduğum bir kitap oldu. Stoacı pratiklerin yaşamımızı gerçekten de kolaylaştırabileceğini düşünüyorum. Bunları dediğim gibi ''bu budur'' diye direkt benimsemek zorunda da değiliz ama ihtiyaç duyduklarımızı derleyip kendi felsefemizi oluşturabiliriz. Zaten antik çağlarda felsefe okulları da böyle kuruluyormuş çoğu zaman. Filozoflar başka felsefe okullarındaki kafalarına yatan kısımları derleyip yeni bir felsefi görüş oluşturuyorlarmış. Hatta stoacılık bile böyle oluşan bir düşünce biçimi. Melez bir felsefi sistem yani. Bizler de sadece hayat felsefemizi oluşturmak için de değil, yaşamda herhangi bir konudaki duruşumuzu belirlemek için ortaya koyduğumuz koşullarda da böyle melez sistemler geliştirebiliriz. Bizi engelleyen yok. Zaten düşünceler de böyle büyüyüp gelişirler diye düşünüyorum. Kitapta stoacılığa dair bilgi edinmemin yanı sıra, stoacı filozoflara dair de ilginç bilgiler öğrendim. Sadece bunları okumak bile güzeldi benim için. Sanki ben yazarla sohbet ederken o filozofların hayaleti de bir selam verip gittiler gibi hissettim.

İlgisini çekenlere kitabı öneriyorum. Ben beğendim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

11 Eylül 2023 Pazartesi

Her Yana Koşan Rüzgar.

Artık hava rüzgarlı. Öğlenleriyse hala olabildiğince güneşli ve bu güneş her yanıma işliyor... Bu can sıkıcı bir durum! Aslında rüzgarı da severim. Onu hissetmek güzeldir. Bana kendimi özgür hissettirir. Deli deli eserken bile bazen onu severim. Belki de en çok da o deli hallerini, bilmiyorum. Saçlarım gözüme, ağzıma, burnuma çarpıp dursa da; rüzgarı severim. Ona sarılmaya çalışmama gerek yoktur. O da bana sarılmaz. Ama bir şekilde onunla birbirimize iyi geliriz. Biraz fırtınalı bir temas... Eh ama ne yapalım? Tabii kış rüzgarından bahsetmiyorum! Ben mızıkçı birisiyim. Sanırım şartlı şurtlu seviyorum. Gönül bu; kahyası bir orada, bir burada. Beni suçlayamazsın...

Sonbaharın rüzgarı güzel. Dudaklarımı kurutması dışında. Onu özlemiştim, itiraf ediyorum. Bunu dün akşam, o, deli deli yanımda koştururken fark ettim. Artık uzun uzun gökyüzünü izlemem zorlaşacak; yine de rüzgarı hissetmek güzel. Küçükken rüzgar olmak isterdim. Böyle bir şey hatırlıyorum. Belki istediği kadar yükseğe ve uzaklara bir anda koşabildiği içindir; bilmiyorum. 

Hep olduğumuzdan başka bir şeyler olmanın düşlerini kurarız değil mi? Ben hep kurardım. Neyse ki yaratıcı birisiyim. Bir ninja, peri ve rüzgar olma umudu taşıdığım yaşlarımın ardından; bir yerde olma, biriyle olma, bir şeye sahip olma hayallerini beraberinde sürüklediğim uzun yıllar geldi. Tüm bunların içinde ben neredeymişim bilmiyorum. Galiba hayallerimi ilahi bakış açısıyla kuruyordum ve ben o hayallerin içinde sadece anlatıcı konumundaydım. Bundan olacak ki, oynamaktan ziyade yazma taraftarıydım hep. Senaryoyu ben yazayım; ama oyunculuk bana göre değil... Tabi hayat bu mırın kırınları dinlemiyor. 

Çoğu zaman zamanın hızını anlayamazdım. Sonra bir an geldi; benim için zaman durdu sanki. Her gün birdi benim için. Her an bir. Bir şey olsa da, olmasa da bir. Bu nasıl bir çıkmaz bilemezsin. Buradan kurtuluş da zordur bak. Ancak yaşayan bilir zihin çıkmazının ne menem bir şey olduğunu. Bazen ağlaya ağlaya için çıkar. Öylesi iyidir tabi; arınırsın, rahatlarsın. İçindeki kir pas dışarı dökülür. Sonrası hafiften bir toprak kokusu. Nemli yanaklarından dudaklarına süzülür bu hoş his. Haline gülersin bile belki. Tabi gülebilecek durumdaysan. Neyse ki ben hep gülebilecek durumdayımdır. İçim çıka çıka ağlasam bile sonra oturmuşum kendime moduna geçip gülüyorum ve zaman akmaya devam ediyor. Zamanın aktığını fark ediyorum işte sonra ve bir kısır döngü.

Sanırım ''bir şey'' olmaktan hep korktum. İnsanların kafalarında oturttukları asılsız tanımlamaları kastetmiyorum bu arada; ve yine bu arada, herkesi olmasa da, çoğu kişiyi bunun için yargılamak da yersiz. Neticede zihnimizde şemalar vardır ve birileriyle bir araya geldiğimizde elimizde olsun olmasın o şemalar kendi kendilerine devreye girer ve çoğu zaman o kişiyi tanımadan yargıya varırız. Bence şu kişi şöyle biri... Bazen bu durum sadece bilinçaltımızda işler, bazen dilimizde. Yani herkes herkesi yargılar. Bazen bilerek, bazen bilmeden.

Tanımlamak da güzeldir aslında. Çünkü biz insanız, rüzgar değil. Her yana koşamayız. Her şey olamayız. Belki Neptün'deki cadı halkında durum böyledir; ama Dünya'daki yaşam böyle değil. Bu yüzden hep benden bekleneni yaptım ve bunu yaparken isteklerimi de tabi ki hesaba kattım! Hadi ama... Ne diyeceğimi sandın yani? Ben özgür bir ruhum. Rüzgar olacağım ben diyordum, diyorum, aksini yapmam mümkün olabilir mi sence? :)

Ama... Yine de tanımlamalardan korktum. İnsan ilişkilerinden bile korkmuşum biliyor musun? Bunu ben de biliyordum aslında ama çok da dürtüklemiyordum. İnsan, bilerek veya bilmeyerek korktuğu ve\ veya dürtmediği yanına hitap edecek insanlara çekiliyor. Sanırım kendini daha kötü hissetmek için. Ya da bu bize bilinçaltımızın bir çeşit vuduuuu büyüsü. Nasıl mı? Bak şimdi bilinçaltımız ayaklarımıza, dilimize, bazen de daha fenası kalbimize falan; ''şu falanca kişiyle ilişkilen'' diyor. İşte arkadaş, sevgili, eş, dost ne olursan. Neden? Arın diye. Kirinden pasından, zihnindeki demirlerden. Çık oradan diye. Korkularını silkele, iyice gerin uza uza uza ve rüzgarı kıskandır diye. Özgür ol diye. Böyle yapıyor işte. Tabi bunu biz anlayana kadar ders devam ediyor ve zaman geçiyor. Bazen de baştan dersi öğrenip bu numaralara gelmiyoruz. Kafamızdaki yargıları bir bir dışarı salıyoruz ve işte özgürüz.

Bu bakış açısına erişmek benim için kolay olmadı. Kimse için olmaz. Olur diyen beri gelsin. Kendi büyüsünü öğretsin. Neden zordur veya daha doğrusu zor gelir ki değil mi? Gelir, çünkü gelsin isteriz. Zor gelsin isteriz. Kendi yargılarımıza saplanmışsak yani. Bazen kendi tanımlarımıza, bazen tanımsızlıklarımıza saplanırız ve bunlar bizi afallatır. Doğrumuzu bulmak için çabalıyoruzdur belki de. Bilmiyorum, hayatı falan çözmedim. Çözenler, beri...

Ben zamanın düşman olduğunu düşünenlerden değilim. Aksine, zamanın biz insanları koruduğunu düşünüyorum. Eh ama pişmanlıklarımız oluyor, doyumsuzluklarımız, sonra kaz ayaklarımız... Eh ama o zaman pişman olmayacağımız bir hayatı pişman olmadan yaşayalım, gerçekten abur cuburla mı doyarız seveceğimiz bir yemekle mi bunun hesabını vaktinde yapalım, kaz ayakları gülünce karizma katar unutmayalım... (tamam daha kaz ayaklarım çıkmadığından mütevellit havaya sallıyorum ama kaz ayakları olan insanları özellikle gülerlerken karizmatik bulurum, uuuu. bu yüzden kaz ayaklarım çıktığında mutsuz olmayacağımı düşünüyorum. 777. :)

Baharın sonu, yazın başıydı... Günlüklerimi yeniden okuma kararı almıştım. İlk başta eğlenceliydi. Sonra tadı kaçtı. Çok çok yavaşladım zamanla. Yaz rüzgarı gibi oldum, bir gram esemedi sayfalar; durdum. Bu akşam yine elime aldım günlüğümü. Dedim falanca dakika okuyacağım. Sence buna neden bu kadar önem veriyorum? Esemediğim için! Bingo...

Günlüklerimde sık sık ''sevgili gelecekteki halime'' notlar bırakırım. Bir nevi işaretler. Hansel ve Gretel'deki gibi. Ne ilginçtir ki, geçmişten geleceği görebiliyorum, oysa şimdiden geleceğe baktığımda çoğu zaman gördüğüm tek şey puslu manzaralar oluyor ve takdir edersin ki puslu manzaralar sadece sanat filmlerinde ufaktan bir ''adamlar\ kadınlar yapmış be'' diye düşündürtür, gerçek hayatta değil.

Bu akşam okuduğum bölümü bir ay önce de okumuştum ama o gün çok anlamamışım. Yine beni durdurmuştu, yine koşa koşa sana gelip bir yazı yazmıştım. Asla akıllanmıyorum. Niye buradayım mesela bilmiyorum. Bir önceki bloğuma birilerinin dokunduğu düşüncesinden bu yüzden iğrenmiştim ve bloğumu kapatmıştım zaten. Bu bloğumda asla kendimi göstermeyecektim sözüm ona. Ne saçmalıksa! Sanki bunlar sadece bana özel şeyler. Herkes böyle hisseder. Hepsinin kendine has tarifi vardır yaşantı menüsünde; bu biraz da menemen soğanlı mı soğansız mı mevzusu gibi. Yani bazıları yaşamını soğanlı, bazıları soğansız; bazıları bilmem ne çeşnili, bilmem ne baharatlı yer. Ama nihayetinde menemen menemendir, bu değişmez. Bu yüzden ben çok çok çok özel şeyler yazıyor muyum bilmiyorum. Bence yazmıyorum. Çünkü herkes böyle hisseder. Ve ben kendime göre abra kadabralar geliştirdiğimde işte bloğumda seninle paylaşıyorum. Cadı olmak bunu gerektirir! Dünya'da bile olsan... (şaka yaptığımı söylememe gerek yoktur umarım, Orta Çağ'da olmasak da bir uyarayım dedim... :)

Hem, günlüğümde okuduğum bu bölümde sana ilk kez dürüst olduğum, mecazların arkasına saklanmadığım yazılarımdan bahsetmişim. Böyle yazmak beni mutlu etmiş gibi görünüyor. ''Sana yazmak da güzel ama Marilyn biliyorsun,'' demişim, ''birine anlatmak başkadır.'' Gerçi artık daha çok iç sesimde kalabiliyorum. Bak mesela önceden kalamazdım. Birileri olsun isterdim, birileri. Şimdi iç sesim bana yetiyor. Hem zaten iç sesim bile değişmiş gibi geliyor bana. Daha az çocuk şimdi. Daha az cırcır böceği. Sence cırcır böceğimi özleyecek miyim? Ah ben de düşük bütçeli Zeze oldum baksana. Kitapta bir yerde Zeze içindeki kuşunu serbest bırakıyordu. O da ağlıyordu çünkü içindeki kafesin bomboş kaldığını söylüyordu. 


''Xururuca.'' 
''N'oldu?'' 
''Ağlarsam ayıp olur mu?'' 
''Ağlamak asla ayıp değildir, sersem. Niye ki?'' 
''Bilmem, henüz alışamadım. İçimdeki kafes bomboş kaldı sanki...''
(Şeker Portakalı, José Mauro de Vasconcelos - sayfa 68)


Sanırım bu yüzden çok fazla ağladım ben de. Yine de artık rüzgar daha güzel. Gezebileceği daha çok alan var diye sanırım. Sen de böyle hisseder misin bazen? İçindeki kafesin çok fazla yer kapladığını? Hatta o kafes o kadar çok yer kaplar ki, rüzgara bile geçecek yer kalmaz... Rüzgara bile. Hem... Bence cırcır böcekleri ve küçük kuşlar da özgür olmak isterler. Bir kafeste kapalı kalmak değil. 

Bazen hayallerimiz, isteklerimiz kafesimiz olabiliyor. Bazen kendimizi korumalarımız da öyle. Her zaman, bahanelerimiz de öyle. Çoğu zaman, gerçekleşen isteklerimiz bile öyle. Gerçekleşmeyenler zaten, zamana atılmış bir iftira oluyor çoğu zaman. ''Kahpe zaman'' oluyor. Oysa zamanın suçu yok. Nietzsche'nin bir sözüne denk geldim geçenlerde göz gezdirdiğim bir kitapta. Bir derlemeydi bu kitap. İsmi 'Her Güne Bir Nietzsche,' yazarı da 'Allan Percy.' O söz şöyleydi: ''İçine doldurulacak çok şey olduğu zaman günün yüzlerce cebi vardır.''

Bazı kitaplar, filmler ve sözler ufkumu açıyor. Bana daha büyük bir dünyanın varlığını gösteriyorlar. Tıpkı yeni yürüyen bir çocuğun ilk adımlarını karşılayan anne-babanın şefkatiyle ''gel yavrum, gel çocuğum'' diyerek beni kendi dünyamdan çıkarıp daha büyük bir dünyanın parçası yapıyorlar. Bazı yaşamlar da böyle. Bazen bazı insanlar bana ilham veriyor. Bu insanların ünlü biri olmalarına, dünyayı kurtarmalarına bile gerek yok bu arada. Sıradan ve özgür insanlara hep hayran olmuşumdur. Çünkü onların gözleri parlar. Işıl ışıl parlar hem de. Rüzgarlar eser sanki o pırıltılarda, böyle hissederim. Peki nedir buradaki özgür olma hali? Kuşlarını serbest bırakmıştır o insanlar. Cırcır böceklerini de. O yüzden rüzgarları rahatça dolanır içlerinde, ferah ferah. Kendilerine hediyeler verirler. Böylece dünyaya da hediyeler verirler.

Bir fotoğrafçıdan bahsetmişim 2019 yılında yazdığım bir günlüğümün bir gününde. :) Dönüş bileti almadan yola çıkmış kendisi. Gittiği yerler de Afrika ülkeleri başta olmak üzere -ki aslında bir ayağı hep oradaydı kendisinin-; Bolivya, Peru, Küba, Ekvator, Brezilya falan. Şimdilerde ne yapar ne eder kendisini takip etmiyorum. Ama vaktiyle bir hayranıydım. O sıralar ben de onun gibi bir maceraperest olmak istediğimi sanıyordum, bu yüzden. Gerçi hala onun  2019'daki o ışıl ışıl hallerine hayranım ama dedim ya, şu anda nasıl bir rotada ilerliyor emin değilim. Yine de ismini analım. Gökhan Emre Akıl ismi. (İşte hesabını da buldum, buradaymış :)

Günlüğümün o sayfalarında kendime, ''sevgili gelecekteki halime,'' bir not bırakmışım. Şöyle yazıyor: ''Bugün senin için sırf sen cesaret bul diye ellerimi çürütürcesine yazdığım bu yazıyı baştan sona oku. Sonra tekrar oku. Olmadı tekrar. Tekrar, tekrar oku. Benim ihtiyacım olan tek kişi sensin. Çünkü herkes gider. Ama sen, bir tek sen bana geleceksin. Lütfen yalvarırım kimse inanmasa bile sen kendine inan.''

Oysa bana inanmayan tek kişi hep ben oldum, itiraf ediyorum. 

Son olarak seninle vaktiyle blogda bir etkinlik için yazdığım ve hızımı alamayıp günlüğüme bile not almış olduğum bir yazımı paylaşmak istiyorum. Bu konudaki senin fikirlerini de merak ediyorum. Bu yazacağım yazı bir soruya verdiğim yanıt aslında. Ne ilginçtir ki, dört buçuk yılın ardından bile aynı şeyleri düşünüyorum. Acaba dört buçuk yıl sonra ne düşüneceğim, çok merak ediyorum. Tam da bunun için yazıyorum. Çünkü Neptün'de cadı olmak nasıldır bilmem ama Dünya'da sihir yapabilmenin tek yolu bu benim için: Yazmak.

Peki senin sihirli gücün ne? Benimle paylaşırsan çok mutlu olurum.

Ah ne diyordum? Şu yazım...

İşte:


''Aşk üzerine birçok şiir yazılmış, tanım yapılmış... Peki soruyorum, sizce aşk nedir?''

Bence aşk, yaşamdır. Belki küçükken dünyanın dönüşünü kendinize kanıtlamanız için parmağınızla sabitlediğinizi sandığınız buluttur, belki bu yanılgıyı öğrendiğiniz an; belki de öğreten kişinin kendisidir aşk. Belki şemsiyenizi evde unuttuğunuz bir günde yağmurun altında yürürken ıslanmanın da güzel olabileceğini fark etmektir aşk. Belki mutfaktan gelen kızarmış ekmek kokusudur, belki sofradaki tabak çanağın şıngırtısıdır. Belki bir çocuğun kahkahasıdır aşk. Belki o kahkahanın nedeni olmaktır. Belki gözyaşlarınızı silecek birinin varlığını bilmektir aşk. Belki bir kucaklaşmanın sıcaklığını bilmek. Belki de yalnızca, bulutlu bir gökyüzünde tek bir yıldızı görebilmek için çabalamaktır aşk. Belki bir iyi, iki kötü gitse bile yaşamaktır aşk.

Aşka dair yapılmış en benimsediğim tanımsa Flaubert'e ait: ''Merak. Birine karşı, ansızın, bir merak duymaya başlarsınız, korkunç bir merak. Onu tanımak, onunla doğmak, dünyaya onunla yeniden gelmek tek amacınız haline gelir. Aşka en uzak cümle, 'senden nefret ediyorum' değil; 'bilmek istemiyorum'dur.''

Eğer biriyle konuşamıyorsan, biriyle anlaşamıyorsan; o biriyle mutlu hissedemiyorsan, o biri seni görmüyor ve duymuyorsa bunun adı aşk olabilir mi? Bence aşk; aynı zamanda karşındaki kişiyi görebilmek ve duyabilmektir. Bence birine karşı duyulan aşk, o biriyle aşkın diğer çeşitlerini paylaşabilmektir.

(14.02.19 Perşembe)


Güzel bir hafta dilerim.

Hoşça kal.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.