30 Ekim 2023 Pazartesi

Restore Edilmiş His, Düşünce, Hayal, Hedef ve Yaşam(ak) Sarmalı.

Başımı kaldırdığımda şu şekil bir manzarayla karşılaşmaya bayılıyorum. Böyle anlardaki sayılı saniyeler sanki zamanın kendisi oluyorlar. Ayrı bir boyutta ayrı bir his içinde hissediyorsun yaşamı. İnsan bazen sırf bir şeyin kendinden gelen güzelliği izlediğinde böyle hissedebiliyor. Başını kaldırıp bakmak gibi. Aslında hep yaptığım, hep karşılaştığım bir görüntü. Hep de benzer hisler veriyor ama bu heplerin hepsi aslında kendi içinde benzersiz. Yaşam, hafif rüzgarda salınan ağaçlar gibi nefes alıp veriyor. Yaşarken maraton koşucusu olduğumuzdan dolayı olacak, yaşamın nefes alıp verişini hissedemiyoruz. Ama ben ne zaman böyle benzer hisler veren benzersiz sıradanlıklar görsem, kendimi o an hep daha iyi hissederim.

Bu haftam gerçekten yoğundu. Hem eylemsel, hem de hissel yönden. Geçtiğimiz hafta hissizliğimden yakınıyordum. Bu hafta ise bana ''sen hissetmeyi mi istedin, buyur cancağızım'' diyerek her çeşit hissi deneyimletti sağ olsun. Neyse ki güzel hisler baskın çıktı. Geçtiğimiz hafta sonu Aydın'a yolculuk yaptım. Gezmek amaçlı. Zaten bir arkadaşımla daha evvel bunu planlamıştık. O, üniversite ve sonrasında da pek çok yeri gezdi, geziyor. Bense yakın bir rotayla kabuğumdan çıkmayı deneyimlemek istedim. Hem, Aydın'da arkadaşımın arkadaşı yaşıyordu. Bizim onun şehrine geleceğimizi duyunca o da bizi davet etti. Bu nedenle düşündüğümüzden daha spontane bir şekilde kısa bir gezi düzenlemiş olduk. Aydın gezdiğim gördüğüm kadarıyla güzel bir şehirdi. Yabancılık çekmedim. Zaten İzmir'e benziyordu da diyebilirim. Ama en güzeli de birileriyle güzel zaman geçirmekti. Belki ilerleyen aylarda, yıllarda yalnız yolculuklar da yaparım. Belki değil aslında, bunu yapmayı çok istiyorum. Tek başıma veya birileriyle fark etmez. Tabi bunun için öncesinde gerçekleştirmek istediğim hedefler var. Sonrasında her tatilimde gezmek istiyorum. Yolculuk yapmanın, yeni yerler görmenin ve insanlar tanımanın insanı gerçekten de kabuğundan çıkardığını fark ediyorum. Sanırım yolculuk yoluyla da aslında yaşamın nefes alıp verişini hissedebiliyoruz. Ben ben ben demenin ötesine geçip etrafımızdaki ve hatta kendi hayatımızdaki manzaraları ve belki de bizzat kendimizi daha dış bir bakışla ve rahat bir şekilde görebiliyoruz. Böylece de güzel hisler baskın çıkıyor.

Sanırım ben fazla siyah beyazcı bir insanım. Aslında hep böyleydim. Ya budur, ya da değildir diye bakarım her olaya. Ya bunu istiyorum ya da hiçbirini diye de. Ya böyle hissediyorum ya da tam zıttını ise favorimdir. Bu bazı durumlar için yararlı ve gerekli olabilir tabi. Ama ben her durumda böyleyim. Misal, bir şeyi yapacaksam ona aşırı aşırı aşırı bağlı olmalı, onu aşırı aşırı aşırı sevmeliyim. Yoksa olmuyor. Hayatımın pek çok alanına bu mantıkla yaklaştım. Sonrası ne oldu dersiniz? Hayal kırıklığı? Ah hayır! Hayal bile kurmadım ki ben, kırıklığı ne münasebet. İşte mış gibi yaptım. Ciddiyim. Evet, bir şeyleri sevmek, severek yapmak veya o şeye tüm dikkatini vermek ve bunu sevmek güzeldir. Gerek bir iş, gerek insan ilişkileri, gerek eğitim neyse ne artık. Ama ben bir şeyi sevmeye karar verdiğimde iş ciddileşecekse ve o şeyi gerçekten yapmak, o şeyle ilgilenmek zorunda kalacaksam; hemen dikkatimi dağıtıyorum. Sanırım bir şeyi sevmekten bile korkuyorum. Büyüsünün kaçacağını ve artık sevmeyeceğimi ve sevmek isterken hissettiğim o hissin de sonrasında yerinde yeller eseceğini falan düşünüyorum. Bunu sanırım artık dert de etmiyorum çünkü en azından iş\ kariyer\ eğitim bakımından duruma yaklaştığımda artık bulutlardan olayları izlemek yerine, ayaklarımın yavaş yavaş yere değmeye yaklaştığını fark ediyorum. Aslında ikili ilişkiler için de durum böyleymiş. Yakın bir arkadaşımla konuşurken fark ettik. Aslında önce o fark etti. Önce ben fark etseydim yine başka bir buluta zıplamışımdır ve bakış açım yerine kendimi kandırma yöntemim değişmiştir diye düşünebilirdim. Ama hayır, arkadaşım fark etti ve mutlu oldu. Ben de oldum.

Sanırım asıl sorun, sana az evvel bahsettiğim yaşamın nefes alıp verişini fark ettiğimiz anlara bir bağımlı gibi yaklaşmak istememden kaynaklı. Hayatta sevdiğimiz şeyler vardır, yapmak zorunda olduklarımız da. Bir de bunların kesişimi vardır. Kesişim kümesi ne kadar büyükse o kadar iyidir tabi. Benim kesişim kümem de fena sayılmaz. Hem sevdiğimiz şeylerle, yaptığımız şeylerin kesişim noktasını büyütmek de kendi elimizde falan fişman. Bunu anlatmaya çalışmıyorum, bunu herkes biliyor. Kelimelerde her şeyi biliriz. Ama eylemlerde ve eylemlerin verdiği anksiyete hallerinde bilemeyiz. Kelimeler Çince gibi gelir böyle anlarda. Mantıklı düşünceler ise Hititçe falan gibi. O yüzden şu anda mantıklı şeyler söylemeye çalışmayacağım. Her zamanki gibi hislerimi tercüme etmeye çalışıyorum. 

Aslında biliyor musun, anlatmaya çalıştığım da bu. Bendeki fark ettiğimiz değişim; bu işte. Hep sana tercüme ediyorum hislerimi. Tabii kendime de etmiş oluyorum böylece ama... Bu seferki farklı. Bu seferki günümüz Türkçesiyle yaptığım bir his tercümesi. Geçmişteki hisler yok. Şu andakiler var. Peki sonra ne var? Bu hislerin verdiği hayata bakış açısı var. Bundan sonra ne var? Bu bakış açısının verdiği yeni veya dönüşüm geçirmiş veya restore edilmiş hayaller. Peki sonra? Sonra... Bu hayallere giden hedefler. Sonra... Bu hedeflerdeki İlkay. Sonra başka hisler, başka düşünceler, hayaller ve hedefler ve işte, hep sonsuzluğa yaymak istediğim yaşamın nefes alıp verişi var ya, bir senfoni orkestrası olmuş. O hep birbirinden ayrıştırdığım yaşam ile yaşamak iç içe bir dna sarmalı olmuş da, onu tüm hücrelerimde hissediyormuşum. Çünkü yaşadığımız hayat aslında sadece buymuş. En azından yıllarca hissettiğim varoluşsal sancılarıma en tatminkar cevabım buymuş. Değişirmiş, dönüşürmüş, restore edilirmiş, neyse neymiş. Çok da önemli değilmiş. Çünkü yapılacak ve sevilecek bir şeyler hep varmış.

Sen nasılsın?

Mutlu haftalar.

Hoşça kal.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


23 Ekim 2023 Pazartesi

Spoiler Alamamanın Dayanılmaz Bulantısı.

Kitap: Kim Bağışlayacak Beni, Birhan Keskin
(Metis Yayınları)

Şehrin ışıklarını izlemeyi çok severim. Bulunduğum konumdan baktığımda renk renk pek çok ışık görüyorum. Küçükken onları beton yığını olarak görürdüm. Büyüdüğümde yeryüzündeki yıldızlar gibi görmeye başlamıştım. Sanırım bu terslikte bir iş olmuş. İşler bende tam tersi ilerlemiş. Büyüdükçe duruma daha hayalperest gözlerle bakar olmuşum. Şimdi, tekniken dün akşamsa, onları güzel ışıklar olarak gördüm. Her yer karanlıkken parlayan renk renk ışıklar güzeller. Işıltılı şeyler hep ilgimizi çeker sanırım. Parıl parıl parlayan şeyler. Küçük bir bebek için de bu böyledir, yetişkin olan ve hatta siyah giyen adamlar\ kadınlar için bile böyle. İlgi çekici yani. Belki de hepimiz bir şekilde parıl parıl parlayacak bir hayalin arzusunu içimizde taşıyıp durduğumuz için bu böyledir. Bazen ihtiyacımız olan parıltıları düşleriz, bazen ihtiyacımız var sandıklarımızı; bazense, kendimizi bir parıltıya dönüştürmek isteriz. Bu gece yıldızımla bu mevzuyu konuştum ayaküstü. O bana yanıt vermedi, ben de kendime.

Işıltılı sokak lambalarını izlerken tatlı yemeyi severmişim. Sanırım sandığım kadar romantik de değilim. Artık daha az hayatın anlamı üzerine düşünüyorum. Sütlaç yemek daha cazip geliyor. Sen de sütlaç yemeyi sever misin? Herhangi bir ışığı izlemene gerek yok, dümdüz sütlaç yemeyi işte. En çok hangi tatlıyı seversin sevgili okur? Yoksa tatlıcı değil de, tuzlucu musun? Yiyici misin, yapıcı mı, yoksa ortaya karışık yapıcı mı? Bir insanın hangi tatlıyı sevdiğini bilmek gibi minik bilgileri bilmek keyifli. Sen şu şu şu desen de, ben unutacağım belki; ama içinde tatlı geçen tatlı bir sohbetin hatırası yaşayacak.

Sohbet etmeyi sever misin? Ben çok severim. Sanki içimde gerçekten bir cırcır böceği ruhu yaşıyor gibi. Bazen yerin altında konaklıyor ama sonra sanırım toprağı kazıyor kazıyor kazıyor ve işte çeneme kuvvet. Sanırım pek çok konuda dakikalarca konuşabilirim. Tabii cırcır böceğim yerin altından çıkmak isterse. İstemezse, ben de istemiyorum. Zaten sanırım bu sıralar cırcır böceğim yeryüzüne çıksa bile ses tellerimin akortu bozulmuş halde. Ne olduğunu bile anlamadan hasta oldum! Hayır yani tamam kendime asla dikkat etmedim ama hasta olmamın sebebi bence bu değil. Salgın var sanırım. Birinden bulaşmış olmalı. Böyle hasta olmak da kulaktan kulağa oynamak gibi. Herkeste farklı şekilde kendini gösteriyor. Bazısı hasta olunca yatak döşek olur, bazısı ayaktadır ama ağzı yüzü yamulur (bu ben *-*), bazı şanslı zatlar da bulutların hareketi gibi hafifçe atlatıverir. Blogda da hasta olan yazarlarımızdan görmüştüm de tam hastalık havası dikkat edelim demiştim. Abartmıyorum bir gün geçmedi ben hasta oldum...

Dün gece üç dört bölüm The Vampire Diaries izledim. Çok ilginç bir deneyimdi. O diziyi en son ortaokulda ve sanırım lisenin başında izlemiştim. Aslında dönemine göre fena değil. Özellikle de bazı karakterler diziyi yürütüyordu. Diziyi izlerken birazcık nostalji seven damarlarım kabardı ve duygulandım kabul ediyorum ama malesef sardırarak izledim. Yine de ara sıra üç beş bölüm izleyip kafamı boşaltabilirim diye düşünüyorum. Küçükken izleyip finalini getirmediğim böyle diziler var. Üstelik ayıla bayıla izlerdim. O zamanlar çok sezonlu diziler gözümü korkutmuyordu. Şimdi mini dizi izlemeye bile yanaşmıyorum. Pek çok kişi dizileri filmlere tercih eder sanırım. Bense izleyeyim de bitsin, sonunu şipşak öğreneyim kafasındayım. Diziler gerçekten beni geriyor gibi. Heeey, sonu nerede göremiyorum. Acaba final bölümünden spoiler yiyip baştan başlamayı mı denesem? İşte ben de bu tarz bir denişiğim.

Bir kurgu hakkında spoiler yemeyi sever misin? Ben nefret ederim! Ama spoiler almayı özel olarak isteyen bir arkadaşım vardı. Baya baya sonunu anlatmamı isterdi. Sonunu bilse bile kitabı okurken hissedeceği hisler olduğu yerde kalacakmış neticede. Aslında bir bakıma haklı. Sonuçta olaylar ilerledikçe heyecanlanırız, üzülürüz, kızarız, mutlu oluruz, rahatlarız ve artık işte her neyse. Yine de bir şeyin sonunu bilmek sürprizi kaçırıyor gibi. 

Kurgular için böyle düşünüyorum. Ama hayatım hakkında üç beş spoiler alabilsem güzel olurdu diye de düşünmüyor değilim.

Peki sen nasılsın?

Haftamız güzel geçer umarım.

Hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Not: Ne çıkarsa bahtımıza diyerek Birhan Keskin'in Kim Bağışlayacak Beni isimli şiir kitabından rastgele bir sayfa açtım ve işte yazımızın fotoğrafı da o oldu. Hem şiir okuduk, güzel oldu hoş oldu.


21 Ekim 2023 Cumartesi

Yeryüzü Güncesi #5 | Kelime Oyunu 120


''Akşam havasını seviyorum'' dedi genç kadın kavuşturduğu kollarını açarak ''özellikle de kıştan tam öncesi veya tam sonrasında!''

''Neden özel olarak o zamanlar?''

''Çünkü daha yumuşak oluyor. Böyle... Böyle,'' genç kadın gözlerini kocaman açıp genç adama döndü, ''böyle!''

''Aslı!.. Akşam akşam korkuttun...'' Genç adam karanlıkta parlayan bir çift kocaman açılmış göz dibinde bittiğinde irkilmişti. Başını iki yana sallayarak hiç de oralı görünmeden yürümeye devam eden genç kadının adımlarına ayak uydurmaya çalıştı. ''Evet Aslı,'' dedi sonra ''böyle!'' Genç kadının hızlı yürüyüşüne yetişmeye çalışmak onu yormuştu. Maraton koşucusu mübarek, diye düşündü sıkkınlıkla.

''Çünkü,'' dedi genç kadın. Nefes molası vermişti. Bu mola kendisi için değildi elbette; soluk soluğa kalmış genç adam içindi. ''Oturalım mı?''

''Olur,'' dedi genç adam hemen. Ne olduğunu anlamadan yol bitti, diye düşündü sonra da. Şimdi genç kadına daha dikkatli bakıyordu. Çünkü birazdan ayrılacaklardı. Genç kadının sokak lambasının aydınlattığı yüzünü inceledi. Bu yüz ona bir rüyayı anımsatıyordu. Neredeyse gerçekten birazdan kaybolacakmış gibi saydam, diye düşündü. 

Genç adam genç kadını incelerken genç kadın şehrin ışıklarının arasından seçebileceği yıldızları topluyordu. Yüzünde hafif bir tebessüm vardı. ''Onları izlemek,'' dedi sonra genç kadın, ''en çok bu zamanlarda hoşuma gidiyor.''

''Ama tam olarak görünmüyorlar bile.''

''Evet, belki de bu yüzden daha çok hoşuma gidiyor. Yazın onları çok daha net görebiliyorum. İstersem saatlerce izlerim. Hava mis, yıldızlar her yana saçılmış. Ama şimdi izlemek... Sanki kumsaldan deniz kabuğu toplamak gibi.''

''Nasıl?'' dedi genç adam merak ve biraz da şüpheyle.

''Deniz kabuğu toplamak,'' dedi genç kadın başını hafifçe genç adama çevirip. ''Önce birini buluyorsun, sonra devamı geliyor. Hadi dene. Bir tane kabuk topla. İşte, yıldız bul!''

Genç kadın, genç adamı cesaretlendirmek istercesine başını salladı. ''Buldum!'' dedi biraz sonra genç adam. ''İlk başta bu kadar yapay ışığın altında hiçbiri görünmüyordu. Ama şimdi, dediğin gibi dikkatli bakınca, işte orada bir tanesi parlıyor.''

''Çok güzel. Hadi şimdi bir tane daha bul,'' dedi genç kadın.

Genç adam bakışlarını gökyüzünde gezdiriyordu. ''Net değil,'' dedi sonra bakışlarını aşağı çevirip. 

''Ama Ozaan! Sen de ne çabuk pes ediyorsun. Aynı taktiği uygulayacaksın, çok kolay. Bu sefer bakışını başka yöne dikeceksin ve sen ne olduğunu anlamadan bir yıldız daha parlayacak ve böylece iki yıldızın olmuş olacak!''

Genç adamın dudaklarında bir gülümseme dolanıp gözlerine ulaştı. Sonra da o gözlerle bir yıldız daha buldu. Sonra bir yıldız daha, bir yıldız daha, birini daha...

''Bu benim ritüelim,'' dedi genç kadın. ''Özellikle de uzun bir zaman boyunca yapmadığımda daha çok hoşuma gidiyor. Yıldızları gerçekten görebiliyorum. Böylesi o kadar da büyüleyici değil ama zevkli kabul et.''

''Bence yeterince büyüleyiciydi? En azından daha evvel yıldız topladığını söyleyen birini görmemiştim.''

''Herkes bunu yapar. Farklı farklı isimler vererek. Bazen de isim vermeden. Hepimiz aslında aynı şeyleri yapar dururuz farklı isimlerle veya isimsizliklerle. Ama ben yaratıcı isimler bulmayı seviyorum. Böylece yaşamı bölümlere ayırabiliyorum.''

Genç adam bir şey söylemeden dikkatle genç kadını inceliyordu. Gördüğü şey bir silüetin ötesiydi. Bakıyor ama görüntüleri görmüyordu sanki. Onun için bile açıklaması güçtü; ancak gördüğü tek şey, hisleriydi. Genç kadına bakarken etrafı saran o zamanın ötesindeki kalkan. Bir tapınak gibi, diye düşündü bu kalkan için genç adam. Onunlayken hem dünyanın içinde, hem de ötesinde hissediyordu kendini. Bunun nasıl olabileceğini düşünmeyi bile bırakmıştı. Düşünmeyi bırakmıştı; çünkü bu tapınağın içinde sadece genç kadının düşünceleri ve kendi hisleri nefes alıp veriyor gibiydi. Keşke onun hislerini de anlayabilsem, diye düşündü. Genç kadına baktığında sadece onun düşüncelerini görüyordu. Acaba genç kadın ona baktığında ne görüyordu; genç adam bunu çok fazla merak ediyordu.

''Beni dinlemiyor musun Ozan?'' dedi genç kadın sahte bir ciddiyetle. ''Yıldız da toplamıyorsun. Saçma mı buldun yoksa?''

''Hayır hayır,'' dedi genç adam çabucak. Genç adamın bu hali genç kadını güldürdü. ''Sakin ol şampiyon,'' dedi genç kadın, ''yorgunsun biliyorum. Seni de tuttum. İstersen dağılalım artık. İyi geceler.''

''Hayır!'' dedi genç adam ayaklanmaya yeltenmiş genç kadının elini tutarak. Genç kadın, bir genç adamın şaşkın yüzüne bir elini kavrayan eline bakıyordu. ''Pekiii...'' dedi sonra kaşlarını hafifçe kaldırıp ''sanırım sandığımdan daha çok ilgini çekti yıldız toplama işi.''

''Çok!'' dedi genç adam. Sonra da genç kadının elini tutan kendi elini fark etti. Yavaşça elini çekti. ''Çok ilgimi çekti,'' dedi sonra bakışlarını kaçırarak. Aslında bambaşka şeyler söylemek istiyordu ama başaramıyordu. Ne söylemek istediği içinde bir yerde güm güm atıyordu ancak doğru kelimeler zihninde bir türlü biçim kazanmıyordu. Neyim var benim böyle, diye düşündü.

O sırada genç kadın ellerini birbirine sürtüyordu. ''Üşüdün mü,'' dedi genç adam. 

''Ben değil ama ellerim üşümüş gibi.'' Sonra ellerinden birini genç adamın cebine, diğerini kendi ceketinin iç tarafına soktu. ''Ne yapayım Ozan? Yanlış kıyafet seçimi... Ceketimin cebi yokmuş ve ikisini de ceketin iç tarafında ısıtmaya kalktığımda iki büklüm kalıyorum. Birini senin cebin ısıtsa ne olur sanki?''

''Tamam canım sanki bir şey mi dedim...''

''Sen de üşüdüysen benim yaptığımı yap. Bir elini bir cebine, diğerini ceket içine sok.'' 

Genç adam genç kadının hafifçe tebessüm eden yüzüne bakarak ''tamam,'' dedi ve derin bir nefes aldı. ''Sahiden de bu akşam hava yumuşak. Açıklaması güç ama sakin...''

''Evet sakin... Bazen böyle sakin anlarda zamanın durmasını istiyorum.''

''O yüzden mi yaratıcı isimler buluyorsun?''

''Evet,'' dedi genç kadın ayakkabılarına dönük başını sallayarak ''bu yüzden yaratıcı isimler bulmayı seviyorum. Böylece zamana dokunabildiğimi hissediyorum. Ama bırakalım şimdi bunu. Zaten bunu da herkes bir şekilde yapar, yapmaz mı?''

''Bilmem... Yapar sanırım.''

''Peki sen, sen de yapar mısın? Zamana dokunmak ister misin bazen? Böyle alakasız anların içinde olmak, o an olmak, zamanı bırakmak. Sadece hissetmek...'' Genç kadın yıldız toplama işine geri dönmüştü. 

''Hep bir şeyler topluyorsun,'' dedi genç adam aniden.

''İsteyerek yapmıyorum, biliyorsun. Kendiliğinden oluyor. Hem bunu da...''

''Evet biliyorum, herkes bir şekilde yapar.''

''Farklı isimlerle...''

''Farklı isimlerle.''

Araya sessizlik girmişti. Ancak bu sessizliği zaman sakladı. Genç adam ve genç kadın için değil, hayır. Zamanın insanlara bir borcu yoktu neticede. Ancak o an öyle büyülü gelmişti ki akan zamana, o da tüm boşlukları yuttu. Sadece hisleri ve bu hislere giden düşünceleri geride bıraktı. 

Aralarında beş yaşlarında küçük bir kızın hopladığı bir çift bir ellerinde poşetler, diğer ellerinde küçük kızın eli sohbet ede ede yürüyorlardı. Genç adam genç kadına döndüğünde yüzünde belli belirsiz bir tebessüm gördü. ''Çok tatlı bıcırık,'' dedi genç adam. 

''Evet,'' dedi genç kadın, ''tatlı...'' Sonra sustu.

''Evet? Sanki devamı gelecek gibi bitirdin konuşmayı.''

''Dünya zalim bir yer ama sanki o üç kişi her şeyin ötesinde gibiydi. Kendilerine ait dünyalarında.''

''Sanki etraflarında bir kalkan var gibiydi değil mi?''

''Evet, öyle gibiydi. Sanki onları her şeyden koruyan bir kalkanları var gibiydi.''

''Evlilik ve aile olmak, bu sevgi bağı... Güzel, güzel değil mi?''

''Sanırım öyle,'' dedi genç kadın, ''buradan baktığımda güzel görünüyor.'' Sonra da yavaşça esnedi.

''O zaman iyi geceler,'' dedi genç adam genç kadının elini biraz daha sıkı tutarak.

''O zaman iyi geceler,'' dedi genç kadın ceketinin içinden çıkardığı koluyla genç adama sarılarak.



Bu ikiliyi özlediğimi onlarla ilgili bir şeyler yazarken fark ediyorum. Bu bölümü yazmaya başladığım ilk andan itibaren bana verdiği pozitif hissi kalbimde hissettim. Umarım senin için de güzel bir okuma süreci olmuştur. Fikirlerini benimle paylaşman beni mutlu eder.

Bu haftanın etkinlik kelimeleri: Ritüel, kıyafet, evlilik, şüphe ve tapınaktı. Kelime Oyunu etkinliğinde beş kelime veriyor ve içerisinde bu kelimelerin geçtiği hikaye, şiir, deneme vb. istediğimiz türde yazılar yazıyoruz. Siz de kelime verebilir, siz de yazılarınızla etkinliğe katılabilirsiniz. Sevgili Deeptone'un yazısını okumak ve etkinliğe kelime önerisinde bulunmak isterseniz şuraya tıklayabilirsiniz.

O halde hoşça kalın.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.

-bence dinle ve videonun açıklamasını da oku :)-


17 Ekim 2023 Salı

Ev.

Sana bahsettiğim öten şey cırcır böceği değilmiş. Zaten ne bekliyordum ki? Ekim ayında?!?! Yine de onu bir cırcır böceğini dinliyormuş gibi dinlemek keyifliydi. Hem, her ne olursa olsun, bana serenat yapıyordu. Ne olduğunu hala bilmiyorum. Belki bir böcek, belki de gece kuşlarından biri. Öten gece kuşları nelerdir? Google amcaya da sorayım ama sen biliyor musun? Baykuş? TVD'dan Damon? Yoksaaa Hedwig! Ah biliyordum, nihayet mektubum geldi. Bu gece artık bir hayli gecikmiş mektubumu alayım da Hogwarts'a uçayım. Ravenclawlar asa kaldırsın!

Kafamın bir tık netleştiği bir süreçteyim. Hala tam değil ama... Ah biliyorsun işte. Bazen bir şeyler ortadadır ama sen dur biraz karıştırayım dersin. Sonra dışarıdaki başka başka şeyleri getirirsin ve bunu şuraya mı yoksa buraya mı koysam dersin. Veya üstüne bir giysi giyersin. Güzel de olur ama daha iyisi olabilir mi dersin. Sonra denersin denersin ve kafan karışır. En sonunda ilk denediğini giyersin ama artık o da gözüne o kadar da güzel gelmiyordur. Bazı şeyler için böyle hissediyorum. Bazı şeyler içinse heyecanlı hissediyorum. Sanırım hayatta en çok da tutku duyduğum şeyleri hissetmeyi seviyorum. Çünkü böylece, yaşayan bir varlık olduğumu hissediyorum.

Yaşayan bir varlıkmışım gibi hissetmeyeli uzun zaman olmuştu. Kendimi ''ne gibi'' veya nasıl hissediyordum bilmiyorum ama uzun bir süre karanlıktaydım. Oysa hiç banyo yapmamazlık yapmadım. Yemek falan da yedim. Ödev makalelerimi bile yazdım. Ama o kadar zorlandım ki anlatamam. Tat neredeydi? Yaşam... Hey yaşam, neredeydin? Yaşamakla yaşam ikilisi dünyamda kesişmiyordu. Kendime bir şeyleri kanıtlamaya çalışır gibi uzun uzun yazdım. Sabırla, bak, dedim kendime. Sen buradasın. Bak, burayı burayı geçtin. Bak, artık böyle hissetmiyor veya düşünmüyorsun. Artık bu eylemler seni bu noktaya getirdi. Bir fırsat var önünde. Yanlış yola girmedin. Sadece ilerle. Sürdürdüğün şeyi sürdür çünkü bunda iyisin. Hadi artık bu tuzağına düşme. Bunlar sadece bahane. Evet, bu mutsuzluk bile. Bu hissizlik bile. Sen sadece soru soruyorsun, yanıtları kaçırıyorsun. Lafı dolandırmayı sevdiğini biliyorum amma yetti artık sana mı kanalize olacağız şaşkın tosbik kendim?

Bir noktada yazmayı bıraktım. Ah hayır sana değil, kendime. Bakma, buradaki kişisel olan çoğu eski yazımı da aslında kaldırdım. Burasını eve dönüştürme planımdı bu. Kaçış planım. Kendimi anlatarak kendimden kaçmak. Hadi ama güzel planmış kabul et. Oysa bu sefer bloğumun ismini bile bir yer değil, kişilik olarak seçmiştim. Evim, kendimdim. İnsanın evi kendisidir, bunu keşfettim. Aomameyle konuşmak hala rahatlatıcı. Ama ona artık sadece somut şeyleri yazdığımı fark ettim. Bazen unutmaya izin vermek gerekir. Unutmamak için yazdığım zamanlardan pişman değilim. Onlar sayesinde yazmayı öğrendim, dermişim ve dedim. Ama bunun yanı sıra, onlar bana artık bunları yazmamayı öğretti. Artık başkalarının hikayelerini yazmak istiyorum. Hayır, istemiyorum çünkü hazırım. 

Üretmek istediğim düşünceler de var bunun yanı sıra. Yüksek lisansıma geçen bahar döneminde, yani ara dönemde başlamıştım. Bu da haliyle bana kendimi tepetaklak hissettirmişti. Şimdi ilk yılın ilk dönemini okuyorum. Aslında geçtiğimiz dönem daha yoğun ve zor gelmeliydi ama bu dönem daha heyecanlı, daha yoğun ve ilginnnçç hissediyorum. Yüz yüze eğitimle okula döndüğüm için olsa gerek. Sanki daha zor gibi. Ama aynı zamanda daha güzel de gibi. Zaman ne hızlı. Önceden olsa, keşke geriye aksa ve en baştan lisansa başlasam diye düşünürdüm. İçimde kalan öyle çok şey oldu ki. Ama aynı zamanda artık ilerlemek istiyorum. İçimde kalan o şeyler dönüşmüş gibi de hissediyorum. 

Her şey sadece hazır olma meselesidir. Etkiyi verdiğimiz an, tepki kaçınılmaz olur. Ve ben, hayatımı artık bilinçli etkilerle kurmaya hazırım. Çünkü tutku dediğimiz şeyin de bu ev ve yaşam ve yaşamak hisleriyle aynı yerde, benliğimizde olduğunu biliyorum. Hala bazen melankoliye kapılsam da, artık bunu biliyorum. İfade edecek sözcükleri yazmaya gerek duymayacak kadar hem de. Çünkü yeterince bekledim.

Peki sen nasılsın sevgili okur? 

Mutlu haftalar.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


16 Ekim 2023 Pazartesi

Teşekkür Ederim :)

Bu akşam eve geldiğimde kargomun geldiğini öğrendim. Yazılarını ve öykülerini çok sevdiğim sevgili Duygu Emanet'in bana hediye olarak gönderdiği yeni çıkan kitabı gelmişti. Gerçekten çok heyecanlandım ve mutlu oldum. Kitabın, yanına koyduğun hediyeler ve kitabın içine yazdığın not için çok teşekkür ederim. Ayrıca tekrardan çok tebrik ederim. Dilerim bundan sonra da her şey gönlünce olur sevgili yazarımız. <3 Kendisinin bloğuna gitmek için şuraya tıklayabilirsiniz.



13 Ekim 2023 Cuma

Uygarlığın Ayak İzleri (Celil Sadık) | Kitap Yorumu

Yazar: Celil Sadık, Yayınevi: Epsilon Yayınları

Bir sanat eseri incelenirken, o eserin yapıldığı zamanı, mekanı, toplum yapısını, sanatçının hayatını ve kişiliğini eserle bir bütün olarak değerlendirmek önem taşımaktadır. Eserin yapıldığı dönemin şartları şüphesiz ki sanatçının hayata bakış açısını, diğer bir ifadeyle ilhamını, etkileyecektir. Bu nedenle eseri ve sanatçıyı çevreleyen atmosfer hakkında bilgi sahibi olmak, eserin hikayesini ve sanatçının bakış açısını anlamamızda biz sanatseverlere yardımcı olacaktır. Bu kitapta ise Leonardo da Vinci, Michelangelo Buonarroti, Michelangelo Merisi Da Caravaggio ve Lorenzo Bernini'nin biyografileri ve eserleri işlenmiş. Sanatçıların yaşamları ve eserleri anlatılırken kitabın yazarı olan Celil Sadık, bahsettiğim etkenleri bir bütün olarak sohbet havasında okurlarına sunmuş. Bu sayede kitapta bizi salt öğretici bir dilden de öte, hikaye okuyormuş hissini veren bir anlatım karşılamakta. Bir eserin hikayesi anlatılırken o eserin fotoğraflarına da aynı sayfada yer verilmiş. Yani acaba bu eser nasıl görünüyor diye de ek bir araştırma yapmamıza gerek kalmıyor. Bu tip kitaplarda fotoğraf kullanımının çok önemli olduğunu düşünüyorum bir okur olarak. Çünkü sadece düz anlatımdan oluşan resimsiz sanat kitaplarında anlatılan eseri incelemek için googlelama araları vermemiz gerekiyor. Bu da doğal olarak okuma esnasında konsantrasyonumuzun bozulmasına sebep olan bir durum. 


Mona Lisa (Leonardo da Vinci, 1503)

Rönesans ve Barok Dönem'e damga vurmuş ve günümüzde de hala ünlerini koruyan bu dört sanatçı bir hayli şahsına münhasır karakterlere sahipler diyebilirim. Da Vinci'yi zaten bilmeyeniniz yoktur diye düşünüyorum. Kendisi resimden müziğe, matematikten mühendisliğe varana kadar pek çok alanda eser tasarlamış birisi. Hatta kendisinin en temel özelliği olarak bu çok yönlülüğünü ifade edebiliriz. Bu çok yönlülük beraberinde işlerin yarım kalmasını da getirse de, kendisi yüzyıllar boyunca eserleriyle adını tarihe kazımış bir sanatçı olmayı başarmıştır. Kitapta onun bölümünü okurken en çok şaşırdığım kısım ise Mona Lisa tablosunun çalınma hikayesiydi. Burada hikayeyi anlatmayacağım ancak bu olay hakkında şunu söyleyebilirim, bu tatsız ve trajikomik olayın da Mona Lisa'nın ününde pay sahibi olduğu ifade ediliyor.


Pieta (Michelangelo Buonarroti, 1499)

Michelangelo Buonarroti de isminden ve eserlerinden haberdar olduğunuzu düşündüğüm ünlü bir Rönesans sanatçısı. Resimle başladığı çalışmalarına heykelle devam etmiş ünlü ve başarılı bir heykeltraş. Başarısı ve yeteneğinin yanı sıra, mizacı da bir hayli ilgi çekiciymiş diyebilirim. Yeteneğinin fazlasıyla farkında, hırslı, belki aksi ama nerede ve kiminle nasıl konuşması gerektiğini de bilen, kendisini sanatına adamış birisiymiş Michelangelo. Onun bu başarısının anahtarının da sanatına yönelik tutkusu olduğunu düşünüyorum. Nitekim, tutku duymadığı işleri bitiremeyen birisi olduğunu da sanatçının aldığı siparişleri incelediğimizde görüyoruz. Sözleşme imzaladığı işlerini yarım bırakıp büyük eserlerinden olan David'e başlamasını buna örnek olarak gösterebiliriz.


Davut ve Golyat (Caravaggio, 1610)

Michelangelo Merisi Da Caravaggio ise eserlerine aşina olduğum ama yaşamı hakkında en ufak bir bilgimin bile olmadığı bir sanatçıydı. Caravaggio'nun kitapta işlenen diğer iki sanatçıdan tarz olarak bariz bir şekilde ayrıldığını görüyoruz. Işık gölge oyunlarını eserlerinde sıkça kullanan sanatçının resimlerine her daim karanlık bir atmosfer hakim. Yaşamı sokak aralarında, kavga dövüşle ve toplumda ötekileştirilmiş insanlarla kurduğu dostluklarla geçmiş sanatçı, eserlerinde de sokakta şahit olduğu karanlık atmosferi işlemiş. Dini hikayeleri ve figürleri işlediği resimlerinde kullandığı modeller bile bu serseri, dolandırıcı, fahişe olarak isimlendirilen ve sokağın kuytularına itilmiş insanlardan yani dostlarından oluşmakta. Yani eserlerinde her zaman faniliği işlediğini söyleyebiliriz. En büyülü konularda bile ölümlü bedenleri yansıtmış bir ressam kendisi. Eserlerinin etkileyiciliğinin de tam olarak burada yattığını düşünüyorum. Sanatçının isyankar ama net bir bakış açısı olduğu kesin. Öte yandan resmin teknik kısmından anlamayan ve bunlarla ilgilenmeyen birisinin bile onun eserlerine baktığında tekniğinin ne kadar başarılı olduğunu sezmemesi imkansız diye düşünüyorum. 

Burada bu bahsettiğim güçlü teknik kullanımların olduğu başka eserlerinin fotoğraflarına da yer verebilirdim ancak ben özellikle de anlamından çok etkilendiğim bir eseri sizlerle paylaşmak istiyorum. Yukarıda fotoğrafına yer verdiğim eseri, sanatçının son resmi. Kendisi saldırgan kişiliği nedeniyle pek çok düşman kazanmış birisiymiş. Bu bakımdan hem yasal olarak hem de yasal olmayan şahsi meselelerle kellesi istenen birisiymiş. Bu eseri konusunu aslında Tevrat'ta geçen Davut ve Golyat hikayesinden almakta. Bu hikayeyi daha evvel Michelangelo Buonarroti de David heykelinde işlemiştir. Bu hikayenin Caravaggio'nun eserinde özel bir kimlik kazanmasının ise ayrıca bir nedeni var. Resimde suçlu olmayan genç Caravaggio'nun, orta yaşlarında olan suçlu Caravaggio'nun başını elinde tuttuğunu görüyoruz. Sanatçının amacı bu eseri papaya sunarak af dilemekmiş ancak yolda başına gelen talihsizlikler sonucu eserini kaybetmiş ve sebebi belli olmayan bir şekilde de yolda ölmüş. Bu kadar başarılı bir ressamın bu kadar suçla iç içe olması da ayrıca ilgi çekici.


San Pietro Meydanı (Lorenzo Bernini)

Lorenzo Bernini ise Caravaggio'nun resimdeki karanlık ve fani dünyayı yansıtan tarzını heykele taşımış bir isim. Hatta Bernini'nin sanatı için resim çizer gibi heykel yontmuş olduğunu söyleyebilirim. Diğer yandan sanatçı ardında mimari eserler de bırakmıştır. Sanatçının kendi kişiliğinin takıntılı ve acımasız olduğunu düşünmekle birlikte -sözümona ''aşık olduğu'' kadına kinlendiği için o kadının yüzünün parçalanmasını emreden birisiymiş kendisi...- eserleri etkileyici olan bir sanatçı olduğunu da belirtmek gerekiyor...


Kitabı bir ay gibi bir sürece yayarak azar azar okudum; ancak çok daha kısa sürede okunabilecek akıcılıkta bir kitaptı. Sanat tarihine giriş yapmak isteyenler için başlangıç kitaplarından olabilir diye düşünüyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


11 Ekim 2023 Çarşamba

Macbeth (William Shakespeare) | Kitap Yorumu

Yazar: William Shakespeare, Çevirmen: Bülent Bozkurt,
Yayınevi: Remzi Kitabevi

Savaştan dönen komutanlar Macbeth ile Banquo'yu üç cadı karşılar. Bu cadıların kurdukları cümleler bir nevi kehanettir. ''Selam sana Macbeth! Selam, Glamis Beyi!'' der ilk cadı. Macbeth sahiden de Glamis Beyi'dir. Ardından ''Selam sana Macbeth! Selam, Cawdor Beyi!'' der ikinci cadı. Ancak Macbeth, Cawdor'a hükmetmemektedir. En son olarak ise üçüncü cadı ''Selam sana Macbeth! Selam, geleceğin Kralı!'' der. Bu noktada ikili şaşırır. Çünkü kral sağ ve sağlıklıdır. Macbeth ile akrabalık ilişkisi de bulunan İskoçya kralının halk ile de, Macbeth ile de arası iyidir. Cadıların kehanetleri bu kadarla bitmez. İskoç beylerinden olan Banquo da kendisi için bir kehanet ister. O zaman cadılar ona kısaca ''Çocukların kral olacak ama sen değil'' derler. Bu olayın hemen ardından başarıları için Macbeth'e krallık tarafından Cawdor Beyliği verilir. Macbeth artık gerçekten de resmen Cawdor Beyi'dir. Bu gelişme ile üçüncü kehanetin de gerçekleşmesine yönelik derin bir açlık duymaya başlar.

Kitapta insan doğası karanlık ama en saf haliyle anlatılıyor. Soylu ve başarılı bir komutan olarak bilinen Macbeth'in cadılar tarafından üç cümleyle içine ekilen tohum, kitap boyunca büyüyor, büyüyor, büyüyor ve Macbeth'in içindeki insanın işlenmemiş, katıksız ihtiraslarını ortaya çıkarıyor. Kitap zıtlıklarla örülü. Siyah ile beyazın ayrımının bu denli keskin olması kitabı okuyan okurun da gerilmesine ve belki kendini rahatsız hissetmesine yol açıyor. Özellikle de Lady Macbeth'in sarsılmaz ve acımasız duruşu beni ilk etapta fazlasıyla sarsmıştı. Nitekim bu kararlı ama acımasız duruşun Lady Macbeth'i de içeriden kemirdiğini, karanlığın ellerine bulaşmış çıkmayan bir leke gibi tüm düşüncelerine yayıldığını oyunun ilerleyen sahnelerinde görüyoruz. 

Aynı durum Macbeth'in kendisi için de geçerli. İçinde yanan ve her şeyi yakıp kavurmak isteyen ateş zamanla Macbeth'in benliğine de tesir ediyor. Macbeth'i zamanla haksız yere elde ettiği tüm ünvanları korumak için benliğinden bile vazgeçmiş bir şekilde görüyoruz. Kitabın başındaki soylu halinden eser kalmıyor.


Konusunu tarihten alan bu oyun beş perdeden oluşmakta. Ayrıca oyunun içeriğine ve kısa bir incelemesine kitabın giriş kısmında yer verilmiş. Kitabı okuyup bitirdikten sonra bu kısmı okumak benim için açıklayıcı oldu. Bu bakımdan kitabın Remzi Kitabevi'nden çıkan bu baskısını sevdiğimi söyleyebilirim. Oyuna konu olan olaylar, Raphael Holinshed isimli bir vakanüvisin Vakayiname'sinde yer almaktaymış. Buna göre olaylar 1040 yılında gerçekleşmiştir ve Kral Duncan'ı öldürerek tahtı ele geçiren Macbeth, kralın oğlu Malcolm tarafından on yedi yıl sonra yenilgiye uğratılmıştır. Buna ek olarak oyunda yer alan İngiltere kralının sahip olduğu söylenen olağanüstü yetenekler, 1603 yılında İngiltere'de tahta çıkan eski İskoçya kralı 1. James'e vurgu yapmaktaymış.

Shakespeare'in insan doğasını tüm doğru ve çarpık yanlarıyla bir arada açıkça ifade ettiği bu oyunu ilgi ve merakla okudum. İlgisini çekenlere kitabı öneriyorum.

Birazdan kitaptan alıntılara da yer vereceğim. Ancak daha fazlasını not aldığımı, bunların sadece bu yazım için seçtiklerim olduğunu ifade etmeliyim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

9 Ekim 2023 Pazartesi

Uçucu Limon Çekirdekleri.

Bu sıralar tez konumu netleştirmeye çalışıyorum. Aklımda bazı fikirler vardı var olmasına ama onu netleştirmek gözümde büyüyor, büyüyor ve büyüyordu. Hala daha net değil ve bu konuyu danışmanımla konuşmalıyım ama her şey gözümde büyüyor, büyüyor ve büyüyor. Sanırım bir şeyleri sevme ve benlik gibi hissettirmesi olayına karşı hep fazla peşin hükümlüyüm. Bana mükemmel şekilde uyacak bir konuyu çalışmak istiyorum sanki işler böyle yürüyormuş gibi. İşlerin böyle yürümediğini fark ettiğimde de cenin pozisyonuna geçmek kolayıma geliyor. Oysa yaşam güzel. Doğmak güzel. Her yeni günde yeniden doğuyoruz. Böyle hissediyorum. 

Bazen, gözlerimi ilk açtığımda dışarı bakarım. Geçen gün de böyle yaptım. Tam tepemden olmasa da -tabii çünkü pencere yan tarafımda kalmış oluyor *-*- biraz sağımdan bulutlar geçiyordu. Sen de fark ediyor musun; bir kalın, belirgin şekilli bulutlar var, bir de incecik, tüy gibi uçucu bulutlar. İşte bu bulutlar ikinci kategoridendi. Tüy gibilerdi, çok hafif. Çok güzel.

Yine böyle bir anımda olacak, bir ses kaydı alıp kendime atmışım. Taaa mart ayından bir kayıt. O zaman tabi başka bir isimle buradaydım. Sanırım o an gördüklerimi sana da anlatmak için sıcağı sıcağına duygularımı ifade etmişim. Tabi o hisleri ve manzarayı seninle paylaşmak nasip olmadı. Ama şimdi kendi sesimi dinlemek garipti. O an'ı bile hatırlamıyorum. Ne kadar tarif edersem edeyim ''evet evet bildim bildim, evet evet öyleydi o zaman gördüklerim'' vs diyemedim. Yine de sesim öyle canlıydı ki, kendimi dinlemek bana iyi geldi. Ses kayıtlarında sesimin böyle hoş çıkabileceğini düşünmezdim. Kayıtlarda ve kameralarda her şey daha kötüdür... En azından ben sanırım pek fotojenik ve ses kaydı jenik değilim ve tabii videojenik de. Daha çok aynajenik ve retinajeniğimdir. Ancak aradan zaman geçtiğinde yanıldığımı ve aslında fotojenik, videojenik ve aynı zamanda işte ses kaydı jenik de olduğumu fark ediyorum. 

Geçtiğimiz aylarda sevdiğim bir arkadaşımla aramız limonileşmişti. Bu limonileşmenin nedenini konuştuğumuzda ortaya limonların çekirdekleri de çıktı ve hiçbir şey tat vermez oldu. Bunu o kadar da umursamadığımı düşünüyordum ama öyle değildi. Çoğu zaman o kadar da umursamasam da, onu o kadar da umursuyordum çünkü. Ama konuşmak her zaman için iyidir. En azından limon çekirdeklerinin nereye düştüğünü bilirsin. O yemeğin yenilecek durumda olup olmadığını da. 

Önceden sorunları hep halı altına süpürürdüm. Biriyle sorun mu yaşadım; ama ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey... Tabii benim biriyle sorun yaşamam da zor. Çünkü sorunlar nerede, halı altında. :) Böyle böyle bitti çoğu ikili ilişkim. Çok sevdiğimi düşündüğüm bazı arkadaşlıklarım falan. Bittiğini bile anlamadan. Bir noktada illa kırılma yaşıyorsun. Sonra inceldiği yerden kopuyor. Ben genelde inceldiğini kabul edemezdim. Çünkü zaten biriyle aynı ipi tutmayı kabul etmek bile benim için özel bir şeydi. Bir de o ip incelmiş mi... Nasıl olur? Nasıl kopar? Kopamaz!

Sanırım bir şeyleri sevmeye yanlış açıdan önem vermişim. Bunu en çok kendimi sevmeye başladığımda fark ettim. Sevgi sadece aynı ipi tutma olayı değilmiş, bu da var tabi. Bu arada bahsettiğim arkadaşımla aramız iyi. Çünkü onunla aynı ipi tutmuyoruz. İki farklı ipten bir örgü yaptık yıllar içinde. Birini sevmek budur. Ya nedir? Kendinden bir şeyler vermek. Onun da kendinden bir şeyler vermesi. Ve sonra da bunların zamanın salınımıyla iç içe geçip bir bağ oluşturması. Böyle olduğunda bir şeyleri konuşmak daha kolaymış. Bir şeyleri konuşmak hep kolaydır. Nettir çünkü. Net olmayan hiçbir şeyi sevmem ve artık hayatımda net olmayan hiçbir şeyi istemiyorum. Bu nedenle de korktuğum şeyleri, sevebileceğim şeylere dönüştürmeye karar verdim. Sevemeyeceğim şeyleri, korktuğum şeylere dönüştürmeye de son verdim. İşte bu sırrı da sana ver-dim dim. Şşşşşş, aramızda.

Akşam ve geceler ve sabahlar artık serin. Hatta soğuk. Öğlenlerin sıcak olması kafamı karıştırıyor. Senin yaşadığın yerde havalar nasıl? Sonbaharı hissediyor musun?

Hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


6 Ekim 2023 Cuma

İnsanlar (Matt Haig) | Kitap Yorumu

Yazar: Matt Haig, Çevirmen: Elif Ersavcı,
Yayınevi: Domingo Yayınları

Kendinizi geldiğiniz yerden bambaşka kurallarla dolu yabancı bir gezegende, yabancı bir türün arasında, dahası yabancı bir bedenin içinde düşünün. Ne hissederdiniz? Bilmediğiniz bir dünyaya gözlerini açmış 43 yaşında bir bebeksiniz. Dünya dillerinin tek bir tanesini bile bilmiyorsunuz. Buradaki kurallar zaten size yıldızlardan bile daha uzak. Profesör Andrew Martin çıplak bir şekilde yol kenarında uyandığında tam olarak bu sorunlarla karşı karşıyaydı. Çünkü artık o, aynı kişi değildi.

Asal sayılarla ilgili devrim niteliğinde bir keşif yapan profesör, Dünya'yı çağ atlamanın kıyısına getirmiştir. Ancak aksilik bu ki, bu keşfini dünyayla paylaşamadan gelişmiş bir uzaylı ırk tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bu ırk, profesörün ardında bıraktığı tüm delil ve keşfin tanıklarını ortadan kaldırmaya kararlıdır. Bu nedenle de Dünya'ya profesörün görünümüne sahip bir uzaylı gönderirler. Profesörün görünümündeki bu uzaylının görevi, tüm kanıtları yok ederek insanlığın gelişiminin önünü kesmektir. Çünkü çok uzak bir galakside yaşayan gelişmiş zeki bir yaşam formu olan Vonnadoryalıların incelemelerine göre insanlar barbar, acımasız, bencil ve düşüncesiz yaratıklardır. Bulgularına göre, bu ''daha az zeki'' yaşam formunun gelişmesi tüm evren için sorun oluşturacaktır. Bu nedenle de, evrensel iyilik için, insanlığın evrene açılmasını engellemeleri gerekmektedir.

Kitap boyunca da profesörün görünümüne sahip bu görevli uzaylının insan olmayı keşfediş sürecini okuyoruz.


Açıkçası kitaba ilk başladığımda dilini çok yavan, konuyu çok sıradan bulmuştum. Hatta bu kitabı kesin yarım bırakacağım, diye bile düşünmüştüm. Oysa bir noktada bu her şeye yabancı olan uzaylı dostumuz gerçekten ilgimi çekti ve bir gözlemci olarak dünyayı algılayışındaki bu basit ama nokta atışı detaylar benim kitaba karşı olan ilgimi canlandırdı. Kitabın hala daha sıradan bir konusu olduğunu düşünüyorum. Ancak bu sefer bu sıradanlığı olumsuz bir durum olarak nitelendirmiyorum. Hatta aksine, kitabın sıradan bir konuyu böyle açık bir şekilde işlemesi çok hoşuma gitti ve bu söyleyeceğim şeyle birlikte bahsi biraz daha arttıracağım, kitap büyük ihtimalle yıl sonu favorilerimde de yerini almış olacak.

Profesör Andrew Martin işkolik bir matematikçi. O kadar işkolik ki, artık işin bilim boyutunu bile ikinci plana atabilecek kadar ün bağımlısı olmuş birisi. Ne karısıyla, ne oğluyla hayatı boyunca asla ilgilenmemiş; yalnızca adını daha çok yerde görmek ve alkışlanmak için aşırı düzeyde çalışan, doyumsuz bir adam. Onun bedeninde dünyaya gönderilen Vonnadoryalı dostumuzun geldiği yerde ise bu tip hırslar yok. Hırs diye bir şey yok. O, matematik dünyasından geliyor. Sadece matematiğin gerçek olduğu çok uzak bir varoluştan. İnsanlık ile ilgili bildiği tek şey gezegeninin önde gelenlerinden olan Gözcüler'in ona bildirdiklerinden ibaret. İnsanlar vahşidir; insanlar adına bildiği tek gerçek bu. İnsanlar gerçekten vahşi, doyumsuz ve tuhaflar. Onları tanıdıkça bunu daha net bir şekilde görüyor uzaylı dostumuz. Ama acının, ölümün, öfkenin, hırsın ve yedi ölümcül günahın yanı sıra; aşkı, sevgiyi, şiiri, müziği, kısacası sanatı, günbatımını, dostluğu ve kalbinin atışını keşfediyor. Zıtlıklarla dolu insan doğasını keşfediyor ve böylece doğumun ve ölümün matematiğini kavrıyor. İnsan olmayı hissediyor.

İnsanlar tek tekler onun gözünde. Oysa onun yaşadığı varoluşta birlik mühim olan. Bunu kavramakta zorlanıyor dostumuz. Ta ki aşkı keşfedene kadar. Profesör Andrew'in gözden kaçırdığı o müthiş varoluş biçiminin olasılığını fark ediyor. Tekliklerle dolu bu dünyadaki birlik hissini.


Özetle, kitabı severek okudum. Özellikle de kitabın son kısımlarındaki doksan yedi maddelik ''Bir İnsana Tavsiyeler'' başlıklı kısmı çok anlamlı ve güzel buldum. Yazar, kitabın ''Bir not, biraz da teşekkürler'' başlıklı son kısmında kitabının kurgusunu tasarlarken nelerden ilham aldığından bahsetmiş. Bu kurgu aklına düştüğü sıralarda kendisi bir yazar bile değilmiş. Anksiyetesiyle başı beladaymış ve diğer insanların arasında kendini bir çeşit uzaylı gibi hissediyormuş. 

Bazen böyle olur. Üstelik bunun için, şanslıysanız, anksiyetenizin olmasına gerek de yok. Bazen diğerlerinin arasında gözlemci konumuna geçeriz ve her şeyi üçüncü tekil kişi bakış açısıyla görebiliriz. Bir uzaylı gibi. Benim burada ne işim var, düşünceleri. Sanırım kitabı en çok da bu yüzden sevdim. Çünkü her zaman olmasa da kimi zaman, üçüncü tekil kişi olarak olayları, durumları ve diğer her şeyi gözlemlemek bize farklı bir bakış açısı katabilir. Üstelik bunun için boyut değiştirmemize de gerek yok. Bu sayede bizler de olumsuz durumların yanındaki, bu durumlardan bağımsız olan güzel diğer şeyleri görebiliriz. Tıpkı Vonnadoryalı dostumuz gibi.

İlgisini çekenlere kitabı öneriyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

Yüzde Yüz İhtimale Kaçış.


Ben geçmişe ve anılarıma gerçekten bağlı birisiyim. Sevdiğim şeylere sarılmak, onları bırakmamak ve böylece güvenli bölgemde kaykılarak oturmak istediğimi sanıyorum. Bu bana tarottaki tılsım dörtlüsü kartını anımsatıyor. Bu kartta elindekilere sıkı sıkı tutunmaktan dolayı iki büklüm kalmış bir figür vardır. Bu figür elindeki dört küçük tılsıma o denli sarılmıştır ki, bir türlü yerinden kalkamaz. Oysa olması gereken şey, yaşamak dediğimiz oluşum, bu değil. 

Sevdiğimiz şeyler elbette var. Ben insanın özünün değişeceğini sanmıyorum. Bugün sevdiğin bir şeyi yarın sevmeyebilirsin evet ve zaten tam da bu nedenle elimizdeki minik tılsımlara sıkı sıkı tutunmak akıl kârı değil. Ancak yine de, hayatın bize zevk veren bazı şeyleri 7 yaşımızda da, 17 yaşımızda da, 27 ve 57'imizde de, aynı kalabilir. Mesela ağaçların altında yürümekten hep keyif alabiliriz veya sütlü çikolatadan veya kitap okumaktan veya bilmiyorum işte. Sevdiğimiz şeyler hep vardır, bizi biz yapan o aromatik özelliklerimiz. Ancak, bu aromayı çeşitlendiren şeyler değişebilir. İsteklerimiz, beklentilerimiz, mutluluk ve mutsuzluklarımız, korkularımız, hırslarımız... Değişir.

7 yaşındayken hayal kurmayı çok severdim. Her şey hakkında bir hikaye uydurabilirdim. Çizim yapmayı da çok severdim. Hayalim moda tasarımcısı olmaktı, hatırlıyorum. Evet hatırlıyorum çünkü durmadan giysi çizerdim oraya buraya. Oysa okula başladığımda fark etmiştim ki, kimse moda tasarımcısı olmak istemiyordu ve ben yalnız kalmıştım. Bu nedenle bana büyüyünce ne olmak istediğimi sorduklarında hiçbir zaman ''moda tasarımcısı'' demedim. Neden sınıftaki tek moda tasarımcısı adayı olmak istemediğimi bilmiyorum. Gözüm kolay korkuyormuş demek ki ve demek ki, 7 yaşında beni saran bu korkum, uzun yıllar boyunca aynı kalmış: Yalnız kalmak.

Yalnız kalmaktan hayatım boyunca çok korktum. Bu nedenle de bir şekilde kendimi tılsım dörtlüsü kartını yaşarken buldum sanırım. Elimdeki şeylere hep sıkı sıkı sarılırdım çünkü bir şeyi bozarsam veya kaybedersem üzüleceğimi düşünürdüm. Dünyanın sonunun falan geleceğini. Kendimi bu korkum için yargılamıyorum hayır. Sonuçta korkularımız da gökten zembille inmiyor veya bir bilgisayar yazılımı gibi sistemimize kodlanmıyor. Belki bu ikincisi biraz doğrudur ve genetik menetik derken dna'mızda minik korku ihtimalleri başıboş gezebiliyordur ama bu konuda uzman değilim. Bilgisi olan buyursun bilgilendirsin. Ama ne diyordum? Korkularımız. Sence korkularımız baştan beri var mıdır yoksa sonradan mı öğreniriz? Bence büyük bir çoğunu sonradan öğreniriz. 

Son yıllarda gerçekten olgunlaştığımı hissediyorum. Daha evvel hiç böyle hissetmemiştim ve değişimimi kabullenmek de benim için biraz zorlayıcıydı. Çünkü değişimi kabullenmek demek elindeki tılsımları yere bırakıp nihayet dik oturmak demekti ve bunu yaparsam tılsımlarımın uzaklara yuvarlanacağını düşünüyor falandım. Oysa yuvarlanması gerekenlerin yuvarlanması zaten kaçınılmazdır. Hem, tuttuğumuz minik tılsımlarla cebelleşirken belki de daha büyük tılsımların gelip gidişini kaçırıyoruzdur. Hayatta fırsatlar karşımıza çıkar ancak her fırsat tıpkı bir trafikte ilerlermişçesine dümdüz gidiyor. Çünkü sanırım yukarıda bahsettiğim yaşamak eyleminin de olayı bu. Daima ileriye. Yoksa zaman sandığımızın aksine döngüsel olabilir mi? Zaman yolcuları haydi yoruma.

Peki geride kalanlar öylece yaşandı bitti mi olacak? Hayır tabi ki. Bunu söylemediğimi biliyorsun. Geçmiş dediğimiz şey aslında bizim bir parçamız. Benliğimizin aromasını tatlandıran şeyler. Ama ana madde değil. Hiçbir şey ana madde olmaz. Ana madde diye bir şey en başından beri var mıdır, yoksa en sonunda mı nihayete erecek bilmiyorum ama anılar sadece bizim küçük bir parçamız. Neticede bugün, dünden büyüktür. Peki o zaman gelecek? Gelecek için endişelenmeli miyiz? O halde gelecek de bugünden mi büyük olacak veya olmalı? Hayır. Çünkü gelecek diye bir şey yok.

Şimdi çok ilginç bir şey söyleyeceğim. Ben hiçbir zaman ama hiçbir zaman gelecek için endişelenmemişimdir. Ben hep geçmiş için endişelendim. Yani daha doğru bir ifadeyle söylersem, geçmişin endişelerini bugünüme ve geleceğime yansıttım. ''Dün böyle oldu ve hep böyle olacak...'' meselesi. Zaten bence gelecek için endişelenme durumunun olayı da bundan ibaret. Çünkü yaşanmamış bir şeye karşı somut bir his geliştiremezsin diye düşünüyorum. Sadece varsayımda bulunursun. Peki bu varsayım verisi nereden gelir o halde? Geçmişten. Tabii sadece ben böyle düşünüyorum. Belki de gerçekten de zaman yolcusu hisler gelecekten gelip anksiyetemizi oluşturan nedenlerin içine yerleşiveriyorlardır, artık bilemeyeceğim. Kuantum fizikçiler, genetikçiler, Romalılar ve Neptünlü hemşehriler, sizler de yorumlara doluşuverin...

Bunları anlayalı aslında baya zaman oldu. Ancak son günlerde bundan daha farklı bir şeyi hissettim. Bazı anıların sahiden de geçmişte kaldığını ve onları yaşayan İlkay'ın aslında şu anki İlkay olmadığını. Bu anılar güzel anılar da olabilir, kötü anılar da, hiçbir şey ifade etmeyen rastgele hatırlamalar da. Ama bitti. Anılara baktığımda sanki onları ilahi veya gözlemci bakış açısıyla görüyormuşum gibi hissettim. Sanki uzaktan izliyormuşum gibi ve bu sayede de zamanın sahiden de geçmiş olduğunu anladım. 

Zamanın geçmesi beni hep korkutur. Belki sen de fark etmişsindir, yazılarımda hep tez canlıyımdır. Çünkü sanki söyleyeceklerimi şimdi söylemezsem asla ve hatta sonsuza kadar söylemeyecekmişim gibi gelir. Söyleyemezsem ne olur sanki değil mi? Ama işte öyle değil... Şu an istediğim her şeyi şu ana sıkıştırıp bitirmek isterim. Bir an önce bitmesini. Bir an evvel benden çıkmasını. Bu nedenle de bazen güzel tohumları olgunlaşmadan yerinden söküp öldürürüm... Bunlar fikirler olabilir, istekler, hisler, düşünceler ve hatta eylemler. Evet var olurlar ama sonsuza kadar bebek kalırlar. Korktuğum için. Büyümelerinden korktuğum için. Sanırım kendimden korktuğum için.

Hep bir şeyleri arıyordum ve hep bir şeylerden korkuyordum. Bunun ne olabileceğine dair çok zaman fikir yürüttüm ama bir şeylerin doğru olmadığını da hep biliyordum. Amaç suçu başka şeylere atmaktı ve bebek fikirlerle yetinmekti sanırım. Oysa artık bunu yapmak için fazla büyümüş gibiyim. 

7 yaşındaki halime de, 17 yaşındaki halime de, 20 yaşındaki halime de, hatta 23 yaşındaki halime de şefkatle yaklaşıyorum. Kendimi anlıyorum. Korkularımı ve diğer her şeyi de. Ancak artık o korkular bana ait değil. Ocak ayında korktuğum şeye bile, ekim ayında korkmuyorum mesela. Bu da çok ilginç. Sanırım her şey sorumluluğu eline almayı kabul etmekle başlıyor.

Sorumluluk lafı da ne büyük değil mi? Koskocaman kelime. SORUMLULUK. Bööööö! :)

Ben hep sorumluluk sahibiydim. Hatta çocukken bile aşırı sorumluluk sahibiydim. Bu kadar sorumluluk sahibi olmuş olmam içimi sızlatıyor. Bazen keşke daha vurdumduymaz olsaydım dediğim bile olmuştur. Çünkü bir yerden sonra bu sorumlulukların kaçını üstlenmek istediğime karar veremez olmuştum. Yani büyük şeyleri söylemiyorum tabi ki. Konu kötü veya iyi yaşam koşulları veya kendini kıyaslamak veya vah vah etmek veya oh şükür demek falan değil. Konu da yok zaten. Konu benim istediğim hayat ve bu hayatın ne tip sorumlulukları olabileceği. İşte bunu kararlaştırmak da bir sorumluluk ve benim kaçtığım tek sorumluluk aslında hep buydu. Bu nedenle de bu sorumluluk, yani belki de ''BÜYÜME SORUMLULUĞU'' bana ağır geldi, bilmiyorum. 

Dört küçük tılsıma tutunmak güvenliydi. Gri bölge işte bilirsin. Ama sonra hayattaki en büyük isteğim hep yanımda dolanıp durdu. Bir şeyi tutkuyla yapmak. Aslında bana kalırsa her şeyi tutkuyla yapmalıyız ama bu mümkün mü bilmiyorum. Bu yüzden, en azından, hayatımın ana noktasını kendimi vererek şekillendirmek istedim. Bu konuda sanırım şanslıydım da. Kör topal doğru yolda gitmişim. Çoğu zaman bundan bile şüphe ettim. Acaba doğru yolda mıyım? Mutlu olacak mıyım? Yoksa yalnız mı kalacağım?.. diye. Bu sonuncu soru en büyük bahanemdir zaten. Bu soruyu soran birinin yalnız hissetmeme ihtimalini açıklıyorum a okurlar: Sıfır. Çünkü kendini buna şartlandırıyorsun. Tılsımların bu hisler oluyor işte. Sonra bir bakıyorsun ki, hayattaki en büyük isteğin uzanabileceğin ama asla dokunamayacağın bir noktada. Buna ne diyordu popüler tanımlamalar: Potansiyelini gerçekleştirememek. Çünkü çabalamıyorsun bile. Çünkü korkuyorsun. Gerçekleştirmekten.

Hala kendimi keşfetmeye çalışıyorum. Ama artık bunu mış gibi yapmıyorum sanırım. Çünkü elimdeki şeyleri tutmaya çalışırken omzum sırtım falan komple tutuldu. Hayat bir sudoku değil. Aynı rakamı iki kez yazarsak elenmeyiz muhtemelen. Kardeşim bulmaca çözmeyi sever. Bir keresinde onu bulmaca çözerken görmüştüm ve sayfalara göz atarken sudokunun zor olduğunu söylemiştim. O da herkesin çözebileceğini söylemişti. Ben de ben çözemiyorum ama diye dalgaya vurmuştum. Hayatımda hiç sudoku falan çözmeye kalkışmadığımı da eklemeliyim bu arada.

Velhasıl kelam, bu bir iç dökme yazısıdır. Muhtemelen yakın gelecekte kaldırılacaktır. Çünkü hislerimin ancak yüzde beşine tekabül edebilecek kelimelerle bu yazımda bir ''his tercümesi'' yapmaya çalıştım. Belki de yüzde doksan beşini anlatmamam, yüzde beşinden bir şeyi eksiltmez; değil mi? Bak yine aynı noktaya geldik. Neden her şey yüzde yüz olmak zorunda?.. -değil- Çünkü böyle olduğunda, bir şeylerin yüzde yüz mükemmel olacağı, yüzde yüz hazır olacağımız ve o şeyin yüzde yüz oranında devamlılığını koruyacağı varsayımına karşı sanrılar geliştirdiğimizde, sadece kaçıyoruz. Yüzde yüz olma ihtimaline; yani, hiçliğe.

Hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


1 Ekim 2023 Pazar

Ekim.


Tarihi gördüğümde kısa bir anlığına afalladım. Sahi, eylül de bitti ya... diye düşündüm. Bugünün tarihi bir yansıma gibi: 01.10. Tabii bir de sonuna 23'.

2023'ün son demlerindeyiz. Bir yılın daha nihayete erme mevsimi. Sonbahar belki de biraz böyledir ha, ne dersin sevgili okur? Belki de düşen tüm o yaprakları metaforik olarak algıladığımızda, elimizde deneyimler kalır. Bu deneyimlerin illa herkese bakın bakın diye göstereceğimiz şeyler olmasına bile gerek yok; sonuçta kimse, her ne kadar ilkbaharda sıklıkla ''bakın bakın çiçekler ne güzel'' denmesine karşın, sonbaharın uçuşan yaprakları için hüzün yakıştırması yapmak dışında ''bakın bakın yapraklar ne güzel uçuşuyor'' demez. En azından kolay kolay ve sıklıkla, demez. Oysa o yapraklar kendilerini bırakabilmek için uzun bir yol yürümüşlerdir. Elbette yorgunlardır; pek çok şey görmüş ve dinlemişlerdir. Onların serüvenine en çok da günışığı ve rüzgar şahittir. Bazen bu yapraklar, çiçek bebeklerini yağmur suyuyla beslemişlerdir. Bazen, günışığı eşliğinde uzun uzun gerinmişlerdir. Bazense onlara nefretle yaklaşan insanların nankörlüğüne şaşkın bir son bakış atmışlar belki...

Ağaçların yazın yatılı ağırladıkları cırcır böcekleri hala sezonu kapatmamış gibi duyuluyorlar. Yazın olduğu gibi çok sesli bir koro değil kulağıma çalınan ses; ama alttan alta gelen, kaçından çıktığından bile bihaber olduğum, bir gece şarkısı doluyor kulaklarıma. Bazı geceler cırcır böceklerinin sesi ninni gibi geliyor. Başka bir ses yok; sadece onun sesi ve tanıdık hissettiriyor. Dostça bir şarkı söylüyor. Onu en çok da geceleri dinlemeyi seviyorum. Eylül ayında bir ara hepsi susmuştu da ne çok üzülmüştüm. Artık sonbahar geldi, diye düşünmüştüm, olacak o kadar... Ama keşke olmasa... Keşke biraz daha onları dinleyebilseydim... Kalbimden geçen aslında sadece buydu. Sanırım içlerinden biri veya birkaçı, kalbimin bu küçük dileğini kırmadı ve yeniden ötüyorlar. Acaba bu ses başka bir şeye mi ait diye düşünüyorum. Ama hayır, ona ait. Sen de duyuyor musun? İlk kez bu ayda cırcır böceği dinliyorum, ilginç ve güzel. Sanki bana serenat yapıyor. :)

Bazı akşamlar uyuyakalıyorum. Böyle olduğunda gece uyanmam kaçınılmaz son. Böyle uyanışları seviyorum. Uyandığım ilk anda hala rüyamla sarmaş dolaşım, rüyamı hissediyorum. Aklımda bulanık bazı görüntüler oluyor ama onları belli bir anlam dizgesine sokabileceğim kadar anlamlı görünmüyorlar. Hani olur ya, bazı eski anılarımız aklımıza fotoğraf karesi gibi gelirler; başı veya sonu yok, sadece tek bir an'a dair görüntüler. Onları gerçekten yaşayıp yaşamadığımız durumu bir yana, zamanın solucan deliklerinden geçip zihnimizde beliren bu tek kare anlar bir şekilde etrafımızı kuşatır. Bir anlam versek de vermesek de, işte her yandadır. İşte, olmadık zamanda yaptığım uyuklamalarımdan uyandığımda ben de tam olarak böyle hissediyorum. Rüyamdan bazı kareler her yanda, ama ösym paragraf sorusu gibiler. 

Bazen bazı rüyalarımı çok net hatırlıyorum. Böyle olduğunda gözümü açtığım anda yaptığım ilk iş ses kaydı almak oluyor. Çünkü o rüya öyle filmvari oluyor ki, bundan ileride bana ilham çıkar diyorum. Uzun bir süredir ise hatırladığım tek bir rüyam yok. İlk uyandığım anda bile hepsini bir sis bulutu kaplamış oluyor. Dediğim gibi, kare kare bazı anlar... Ama öncesi veya sonrası yok. O hissi de seviyorum tabi. Uyur uyanık o hali. Gözümü açtıktan sonra da hala rüyadaymışım gibi hissettiğim o kısa an'ın verdiği hissi de seviyorum. 

Sonbahar yaprakları bence de hüzünlü. Tek bir anda dökülmeleri bize böyle hissettiriyor olmalı. Evet evet kabul ediyorum, kesinlikle hüzünlü. Yine de güzel. Sanırım, böyle tek an'a sığan şeyleri seviyorum. Çünkü o şey, aslında asla sadece tek başına o andan ibaret değildir. Oysa yaşadığı tüm o zamanları tek bir an'a sığdırabilecek kadar da özüne inebilmiştir. Hani bazen kısacık bir yazı okuruz da, tuğla gibi kitaplar okumuş kadar fazla hissederiz. Yazı mı fazladır acaba, bizim hislerimiz mi? Kelimeler bize dokunur, fazla olan hislerimize. Böylece, minicik bir dokunmayla bile etkileniriz. Tıpkı bir insanı gıdıklamak için kilit noktayı bulmak gibi. İşte sonbahar da bana böyle hissettiriyor. Tamam belki biraz karmaşık ama ben yediğim yemekleri bile karmakarışık yapıp tek bir tabakta toplamayı severim. Hem, hayatta ne tek tektir ki. Bir yaprağın dökülüşü bile, içinde pek çok doğuşu, büyüyüşü ve ölüşü barındırır.

Bu ay bana serenat yapan cırcır böceğim de gidecek biliyorum. Yine de son ana kadar benimle olduğu için mutluydum. Yapraklar yavaş yavaş kızarmaya başlasalar da, son ana kadar bizi bırakmayacak olan yeşil hallerini görebildiğim için de mutluyum. Hatırlayamadığım rüyalarımın verdiği hissin kısa bir anlığına bile olsa benimle kalmasından da memnunum. Hissettiğim tüm hisler için mutluyum. Asıl, hissetmediklerim bana hüzün verir çünkü...

Bu ay umarım kalbimizi güzellikle dolduracak hisleri deneyimleriz.

Güzel bir ay dilerim.

Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.