28 Nisan 2024 Pazar

Portobello Cadısı (Paulo Coelho) | Kitap Yorumu

Yazar: Paulo Coelho, Çevirmen: Celal Üster,
Yayınevi: Can Yayınları

Şirin Halil, Romanya'daki bir yetimhaneden evlat edinildiğinde henüz bir bebekti. Sonrasında kendine, Athena ismini verecekti. Athena, bir bakıma, Şirin'in bir yansımasıydı ve küçük Şirin bunu daha hayatının erken evrelerinde bile fark etmişti. Zaten aslolan isimler değildi; ardındaki manaydı. Sonrasında Şirin'in başka isimleri ve bu isimleri karşılayan suretleri de oldu. Kitap boyunca, bazılarının bir azize bazılarının yoldan çıkmış olarak anacağı, Portobello Cadısı ilan edilen Athena'nın (Şirin'in) hikayesini okuyoruz.

Kitap, klasik bir Paulo Coelho kitabı gibi görünüyor. Ana teması: Arayış. Bu kitabı benim için farklı kılan en büyük etken, Athena'nın yaşadıklarının Athena'nın hayatında az veya çok yer almış diğer insanlar tarafından anlatılmasıydı. Bu da kitaba bir nevi belgesel havası katmış. Bu hissi en son bundan baya önce izlediğim, Agnès Varda'nın 1985 yapımı Yersiz Yurtsuz (Sans Toit Ni Loi) isimli filmini izlerken kapılmıştım. Bu filmde de ana karakter başkalarının gözündeki görünümleriyle anlatılıyordu.

Herkesin bir benliği ve bu benliğin çeşitli yansımaları var. Bu yansımalar uzaklık-yakınlık, görmek-görmemek ve hatta görmeyi istemek-istememek ile yakından bağlantılı diye düşünüyorum. Herkes bir şekilde bir öz görür; ancak en yaklaşık tahmini yapanın bile gördüğü yalnızca birer yansımadır. Aynı durum; çeşitli olay, öğreti ve buna benzer kişinin algılarına hitap eden diğer her şey için de geçerlidir. İnsanlar ancak hazır oldukları kadarını görebilirler; bu noktada asıl önemli olan belki de, bunun bir yansıma olduğunu unutmamak ve bazen aramak, bazen durmaktır. 

Kitabı okumayı gerçekten uzun süredir istiyordum. Çünkü kapağı güzeldi. Ancak kitabı okumak için gerekli olan o ittirici gücü de tam bulamamıştım. Boyumdan büyük bir kitap olduğunu mu düşünmüştüm - ki, ipucu, bunu düşünecek son kişiydim. Okumak mı istemiyordum, yeterince ilgimi mi çekmemişti? Hayır hayır hayır. Aksine, çok çekmişti. Ancak bazen beklemek gerekir. O zaman da sezgisel olarak bunu kavramışım neyse ki ve neyse ki, kitabı bugün okuduğumda, daha evvel kavrayamayacağım kendimle ilgili pek çok şeyi gerek sezgisel, gerek düşünsel olarak zihnime çektim. Kitapların da kendilerine has bir havası vardır ve o havayı soluduğumuz zaman dilimi, bence, önemli olabilir.

Velhasıl kelam, kitabı çok sevdim. Pek çok yerini not aldım. Kitabı okurken üzerine uzun uzun yazılar yazabileceğimi düşündüm -ki başka yazılarımda neden olmasın *-* - amma ve lakin, şimdilik bu kitap yorumu yazısı bu kadar olsun. Çünkü kitabın özü de bu kadar. Kitap, bir okuru olarak bana, kendi derinliklerimdeki, belki yerini bile bilmediğim, bazı pencereleri açmamda ilham oldu. İlgisini çekenlere kitabı öneriyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


27 Nisan 2024 Cumartesi

Su korkutucu değildir, gökyüzü de uzak.


Hepiniz öldünüz ve geriye sözleriniz kaldı. Bana bakan, cansız resimlerin ötesinde, kelimelerinizdir. Dizelerinizin ötesine geçen hisleriniz, satırlarınızı aşan düşüncelerinizdir. Bu bana kendimi iyi hissettiriyor. Komik bir şekilde, doğru kelime iyi. Bu dünyadan gelip geçen, tanımadığım ve asla tanıyamayacağım tüm o ruhlardan yükselen sesler bana kendimi iyi hissettiriyor. Hepsinin bakışları... Bedenime ulaşmayan, kalbimdeki bakışları. Sadece bu kadar; iyi hissettiriyor.

Bu yılın başında bir dergi almıştım ve ondan çıkan takvimi karşıma astım. Her ayın başında bir şair\ yazar ve sözü vardı. Bir zamanlar onlara ait ama şimdi, herkese ait olan o sözler. Hisler herkesindir, sözler birilerinin. Ancak o sözler başkalarının hislerine ulaştığında artık sadece ona söyleyene ait olmaz. Artık sözler de hisler de bir anlamda herkesin olur. Bu ne kadar büyüleyici bir şey. Çünkü gerçek. Yalnızca gerçek olan şeyler derinlerde yaşayabilir. Diğer her şey, er ya da geç boğulur. Ne gariptir ki, tam da bu boğulma anlarında başkalarından kopup gelen gerçekler bize bakar. Sadece bakar. Biz de onları okuruz. Böylece o gerçeklerin üzerinde yüzeriz. Artık su korkutucu değildir, gökyüzü de uzak.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



25 Nisan 2024 Perşembe

Yeryüzüne Yükselen Kuşlar.


''Japon kültürüne göre nilüfer havuzu, insan ruhunun yansımasını simgeler. Bazı eleştirmenlerin Monet'nin nilüferlerini sadece yüzeysel bir dekorasyon olarak görmelerine rağmen, nilüferler gene de ressamın, "dışarı" ile birleşen "iç doğasını" gösterir.'' (Claude Monet Hayatı ve Eserleri - Birgit Zeidler)


Bugün mutluyum. Gökyüzü yine katman katman ve hava, olabildiğince basık. Ancak bu sefer gözlerim onları Monet'in gökleri gibi görüyor. Tüm o basıklık yavaş yavaş dağılıyor. Gökyüzüne yükselen kuşlar, yeryüzüne yükselen kuşlar... Bazen bulutlar hareket ederken, bana sanki gökyüzü değil de yeryüzü hareket ediyormuş gibi gelir. Şekil zemin algısıyla ilgili bir durum sanırım. Ya da kafamı kaldırdığım için başım dönüyor... Neyse! Ne zaman, şekil zemin algım hokus pokus yapsa bana, o anlarda mutluyumdur. Çünkü o anlarda sadece varımdır. Tüm varlığımla, tüm heyecanımla; tüm amalarım dağılmıştır. Gördüklerim, iç dünyamda anlam bulur ve böylece gerçeklik, o noktaya gelene kadarki izlediklerimi silip kendini yeniden ve olduğu gibi ifade eder.

Bugün mutluyum. Kendimi... Bir tabak dolusu sarma gibi hissediyorum. Hayır! Tencere dolusu. İçim içime sığıyor; çünkü güzel sarılmışım. İçim; yumuşak değil. Limonlu ve ince de. İçim... İçim, içim işte. Güzelce sarılmış dışıma. Hayır! Bu, mutluluk değil. Daha başka. Bambaşka. Sanırım bir şeylere sarmamız gerekiyor. Düşüncelerimizi eylemlere sarmamız gerekiyor. Çünkü ancak böyle olduğunda, dışımız içimizi kucaklayabilir. 

Bugün, belki mutlu belki değilim. Bugün bir sarmay... Hayır hayır hayır. Bugün, uzun zamandan sonra Monet'ten bir gökyüzü gördüm. Adına ''istek'' denilebilecek fırça darbelerini çağrıştıran bir gökyüzünü. 

Claude Monet empresyonist (izlenimci) bir ressamdır ve ressamlar hakkında deriiiinn bilgilerim olmasa da kendisi, çalışmalarını sevdiklerim arasındadır. İzlenimci ressamlar, adı üzerinde, izlenimlerinden yola çıkarak çizerler. Gördüklerini, anlık hisleriyle, çizerler. Bu sanat akımının felsefesini severim. Çünkü hem gerçeği gösterir, hem de gerçeğin ressamın iç dünyasıyla sarılmış halini. Hem yumuşaktır, hem belirgin. Bu ressamlar ile birlikte aklıma doğa gelir. Belki de doğa gerçekten, iç dünyamızdaki belli noktaları titreştirir. Bu noktalar bize belli his ve düşünceleri verir. İşte sanat da burada başlar ve buraya er ya da geç döner. Bu, bitmeyen bir döngüdür. Tabii sanatçı bir noktada bırakmadığı müddetçe. 

Monet, yirmi yılı aşkın bir süre boyunca sadece nilüferler çizmiş. Aynı bahçedeki, aynı nilüferleri farklı bakış açılarıyla resmetmiştir. Aynı nesne, aynı mekan ve farklı zaman. O halde, bu koşullarda, zaman değişince nesne ve mekan da otomatik olarak değişmez mi? İşte Monet bunu çizmiştir. Görme yetisini büyük ölçüde kaybetmesine sebep olan kataraktı sonrasında bazı renkleri seçemez olduğunda bile, dünyayı algılayışını resimleriyle göstermiştir. Çünkü artık onun iç dünyasında gerçeklik kazanan dünya, biraz da zorunlu olarak, değişmiştir.

İşte! İzlenim budur. Çevremizi saran dış dünyanın içimizde uyandırdıklarını yine dışarı yansıtmak. Gözlemlemek ve gözlediklerini hissetmek. İşte... Ben de bugün böyleydim. Bir izlenimci!

Claude Monet ve onun sanatı hakkında güzel bir yazı okudum. Siz de ressam ile ilgili daha fazla bilgi edinmek ve bahsettiğim yazıyı okumak isterseniz şuraya tıklayabilirsiniz.

Hoşça kalın.

bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Bu da İlkay'ın gökyüzüsü.


Yol Arkadaşım Sevgili Audrey.


''Her şey ters gider gibi görünürken güçlü olmaya inanıyorum. Mutlu kadınların en güzel kadınlar olduklarına inanıyorum. Yarının başka bir gün olduğuna ve mucizelere inanıyorum.'' - Audrey Hepburn


Audrey ile tanıştığımda liseye gidiyordum. Lisenin ilk yıllarında saçımı bazen topuz yapardım. Bu ilginç, çünkü ondan sonrasında dışarıdayken saçımı hiç topuz yapmadım. Evet, yaz mevsiminde bile. Ama o sıralar yapardım işte. Tanıdığım biri vardı. Beni ona benzetmişti. Audrey Hepburn'e.

Bu aslında benim için bir iltifat olmalı. O sıralar Audrey Hepburn hakkında hiçbir şey bilmiyordum ancak büyük bir yıldız olduğundan pek tabii ben bile haberdardım. Sonrasında kendisini araştırmadım ama bundan daha da sonrasında, yeni günlüğüm için kendime aldığım defterde onun, Audrey'in, fotoğrafı vardı. Hayranı olmadığım birinin fotoğrafının olduğu bir defteri almak ne kadar mantıklıydı bilmiyorum ancak o an o fotoğraf öyle hoşuma gitmişti ki, sevgili Audrey'in benim için harika bir yol arkadaşı olabileceğine karar vermiştim. Nitekim, öyle de olmuştu. Audrey benim için bir devrimdi! Çünkü ilk kez, onunla birlikte, sevgili günlük hitabını kullanmak yerine karşımda biri varmış gibi yazmaya başlamıştım. Üniversite sonucumu bile ilk ona yazmıştım. ''Sevgili Audrey, ösym sonuçları açıklandı...'' :)

O an, hiçbir şey hissedememiştim. Gerçekten. Bak, düşünmek bile demiyorum; hissedememiştim. Zaten sonuçların gecenin bir yarısı açıklandığını hatırlıyorum. Sonucumu ilk kez teyzeme söylemiştim. Sabah uyandığımda insanlar bana tebrik mesajı atmışlardı da ne oluyor anlayamamıştım. :) Bir anda ''öğretmen hanım'' olmuştum. Bir anda insanlar benden bir şey beklemeye başlamışlardı ve ben bir kimlik sahibi olmuştum. Öğretmen hanım, olarak. Bundan biraz sonrasında tedirgindim. Hayır, öğretmen hanım olacağım için değil. Lise arkadaşlarımdan ayrılacağım için. 

Bu günlüğümü karıştırırken gerçekten içim şişti. Aslında karıştırmak gibi bir düşüncem de yoktu. Bir yazıya denk geldim, Bayan Hepburn'ü anlatan. O an aklıma benim sevgili Audrey'im geldi ve işte üstten üstten yazdıklarımı biraz okudum. Hep bir geriye kaçış var, her ne kadar kendime hep doğru şeyleri söylemiş olsam da. İlginç bir şekilde, neyin ne olduğunu net bir şekilde görebiliyor ve kendime en doğru aklı veriyorum. Ama yine de... Yine de dediğim anlarda kitapların yanı sıra filmlere başvururdum. Bu noktada sevgili Audrey'in oynadığı filmleri de izlemiştim. Filmlerinde hep asil ve tatlı bir hanımefendiydi. Kendisi de böyle biri olmalı diye düşünmüştüm. 

Bu arada, tam bu noktada bir parantez açmalıyım, bu olaydan yıllar öncesinde kalmış o benzetilme an'ımda beni sevgili Audrey'e benzeten kişinin dış görünüşümdeki bazı detaylardan yola çıktığını düşünüyorum. O sıralar çok zayıftım ve bakışlarım sanırım bazı açılardan benziyordu. Bunu hatırlamak tuhaf hissettiriyor. Kaç yıl öncesi ve aslında yakın gibi de. Ama öte yandan o zaman da sadece çocuktum. Hatırlamak, bu eylem, ne tuhaf!

Audrey'e benzemiyorum. Oysa bunu çok isterdim. Yine de onu kendime örnek alıyorum. O, gerçekten de bu dünyaya gelmiş bir yıldız.

Son olarak onun hayatına dair denk geldiğim yazıyı (okumak için tıklayabilirsiniz.) sizlerle de paylaşmak istiyorum. 

Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




24 Nisan 2024 Çarşamba

Anılarla Ulaşılamayan Galaksiler.


Küçüklüğümdeki o sevimli kızın büyümüş hali olmayı diliyorum. Saat gece yarısını vururken aklımdan geçirdiğim ilk düşünce bu oldu. Ben çok çok küçükken, nasıldım çok da hatırlamıyorum tabi. Ancak büyüdükçe, hala çocuk bile olsam, beni de herkes gibi dış dünya şekillendirmeye başlamış. Daha içime doğru genişleyen bir dünyam olmuş. Mesela bazı çocukların dünyası dışına doğru büyümeye devam eder. Bunun kıyas kabul eden bir yanı yok aslında. Bazısı büyüme serüvenini öyle, bazısı şöyle, bazısı bambaşka yaşar. Lafı buraya çekmek istemiyorum bu nedenle. Sadece bunu fark ediyorum işte; benim dünyam daha içime doğru büyümüş. Belki de bu nedenle, o büyüyen dünyamın ana maddesini merak ediyorum.

Okula başladığım dönem tabii nispeten daha canlı. İlk 23 Nisan'ımı hatırlıyorum. Giyeceğim giysiler, oynayacağım oyun ve içimdeki heyecan hazır olmasına rağmen o gün etkinliklere katılamamıştım. Çünkü geniz eti ameliyatı olmuştum. Aslında bu beni çok da hayal kırıklığına düşürmemişti diye hatırlıyorum. Evet, düşününce, bu ilginç bir şekilde gelişen bir duygu hali. Yine de sebebi basit. Çünkü o sıralar kulaklarım ağrıyordu ve tek isteğim bundan kurtulmaktı. Hem, ameliyattan sonra doktor bana dondurma yiyebileceğimi söylemişti. Normalde nisan ayında dondurma yemem yasaktı. Sonraki yılın 23 Nisan'ında oyun oynamadık. İşte bu seferki, benim için bir hayal kırıklığı olmuş olmalı. Çünkü bir sonraki trene binebileceğimi düşünmüştüm. Olmamıştı. Ondan sonraki yıl oldu ama. Ponponlarım bile vardı. Yine de içimde büyük bir coşku var mıydı? Hatırlamıyorum. Neden böyle? Bilmiyorum. O güne dair net olarak hatırladığım tek şey, havanın kapalı olması ve bizim oyun zamanımız gelirken hafiften atıştırmasıydı. Ah! Gökyüzü de acıkacak zamanı bulmuş.

Gökyüzünün de ihtiyaçları olduğunu düşünüyordum; ve biraz da meraklı olduğunu. Daha evvel sana söylemişimdir, şimşek çaktığında fotoğrafım çekiliyor sanırdım. Bu nedenle, çok çocukken, şimşeklerden hiç korkmazdım. Ta ki birinin bana çok konuşan çocukları kaçıran şimşek canavarından bahsetmesine kadar. Sonraları şimşek çaktığında  poz vermek yerine, konuşuyorsam susar oldum. Bundan daha da sonrasında, yağmur yağarken gökyüzünün ağladığını düşünürdüm. Bunu çok küçükken değil ama, daha büyüdüğümde düşünmeye başlamıştım. Tabi ki buna inanmıyordum. Metaforlarla düşünmeyi hep seviyordum sanırım. Yine de ağlayan gökyüzü içimde şefkate benzer hisler uyandırıyordu. Kendi dünyamın ana maddesinde titreşen bazı hislerdi bunlar. Adını bugün bile tam koyamam. Yağmuru izleyip düşüncelere daldığım çok olmuştur. Hayır. Ben düşüncelere dalmam, hislere dalarım. Bundan çok sonrasında ikisinin farklı şeyler olduğunu keşfettim.

23 Nisanlarda başka ülkelerden çocukların geliyor olması beni heyecanlandırırdı. Bizim okula hiç gelmedi; ama yine de heyecanlanırdım. Bir keresinde stadyuma gitmiştik. Okulla değil, ailemden birileri beni tek götürmüştü. Ama içeri girememiştik, çünkü okulla gidince alınıyormuş. Olsundu, ben de eve gelip tv'den izlemiştim ahaha :) Demokrasilerde çareler tükenmiyor. O günü de hatırlıyorum ilginç bir şekilde. Odamda tekli koltuk vardı ve ona oturup küçük tüplü tv'de bir programı izlemiştim. O gün de hiç hayal kırıklığına uğramamıştım. Çünkü dışarıda hava sıcaktı ve dışarıda hava sıcaksa ev hep daha serindir. :) Yine de tabii gözümle görmeyi istemiştim. Tabii evdeyken de gözümle görmüştüm ama arada hiçbir aracı olmadan gözümüzle gördüğümüz şeyler de hep daha keyiflidir. Hayır, konuyu günümüzdeki medya araçlarına ve onlara olan bağımlılıklarımıza çekmeyeceğim. Devam edelim...

Aslında sadece bu kadardı. Ben 24 Nisan'ı da severdim; çünkü ben küçükken 23 Nisan, sonrasında da hissediliyordu. Bu nedenle, hazır 24 Nisandayken, aklıma 23 Nisan'da yaşadığım bazı şeyler geldi. Oysa 23 Nisan'da yazdığım yazımı yazarken daha coşkuluydum. Üstelik onun konusu çok alakasızdı. Neden böyleydi?.. Neden böyle?.. Çünkü... Ben yazıma başlarken, aslında anılarımı anlatmayı değil, çok küçüklüğümdeki o sevimli kıza ulaşmayı istemiştim. Anılarını bile doğru dürüst hatırlayamadığım o kıza. Bana sadece fotoğraflardan bakan birine. Sanırım, zaten, çok küçüklüğümüzdeki sevimli halimize anılarımızla ulaşamayız. Kendi dünyamızın ilk maddesini keşfederek de. O halde nasıl? Belki bir evreka değil ama, belki de sadece, şimdimizdeki sevimli halimizi kabul ederek. İçimizde büyüyen, dışımızda büyüyen; o sevimli kızı kabul ederek. Seni bilmem ama, ben, onu hep anılara hapsetmeye çalıştım. Düşüncelerimde, hatta hislerimde bile olsa. Ancak görüyorum ki, ne düşüncelerimiz ne de hislerimiz aslında biz değilizdir.

-sanırım dünyam genişlemesini durdurdu. içimde genişleyen galaksiler var.-


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Küçük Cadı Kiki (Kiki's Delivery Service)


23 Nisan 2024 Salı

Küçük güzel bir balık bir buluta dönüşmüş sadece duruyor.


Ortaokula giderken yakın bir arkadaşım vardı. Onunlayken eğlenirdim ve zaten aksi de mümkün değildi. Ayıptır söylemesi benim notlarım yüksekti ve belki de bu yüzden yakın arkadaş olayım bir yerde elimde patlıyor gibi hissediyordum. Arkadaşlarım vardı ama bilmiyorum, işte sonuçta bugün aklıma gelen üç beş kişiden biri de sana anlattığım bu kişi. Çünkü onunlayken gerçekten de ergen gibi hissederdim. Tüm o şeylerin ne kadar saçma olduğunu düşünmeden. Evet, içten içe ukala bir ergenmişim.

Bir arkadaş bilekliğimiz vardı. Zaten yakın arkadaşlar bir noktada böyle ortak bir şeyler almışlardır bence. Sonrasında da yakın olduğum kişilerle ortak bilekliklerim oldu. Sanırım ben damardan bağlanmayı seviyormuşum, -tamam...- Neyse bu soğuk espri girişimimden sonra yeniden o bilekliği düşünüyorum. Çok güzeldi. Bir melek şekli. Bu bizim hitap şeklimizdi de. Melaikem. :) -tamam- Ama bunu çok severdim, severmişim. Bunu geçen gün hatırladım. Sana neden şimdi yazıyorum bilmiyorum; ama, uyudum uyandım ve artık daha iyi hissediyordum. Sonra bookstagram hesabımda karşıma bir alıntı çıktı. Bu alıntının ait olduğu kitabı o bahsettiğim arkadaşım biz lise yıllarındayken bana önermişti. ''İlkay,'' demişti, ''bence bu kitap sana iyi gelirdi.'' 

Tamam böyle mi yazmıştı bilmiyorum. Liseye geldiğimizde sadece onlinedı arkadaşlığımız ve sonra da fark etmeden kopuverdi. Ama baksana, liseye kadar sürmüş vay be... Böyle yazmış mıydı bilmem ama o kitabı önermişti bunu hatırlıyorum. Kitabı okumamıştım. :) Yani bilerek okumadım demiyorum ama o sıralar okumamışım işte. Ama şimdi, bu alıntıyı okuduğumda duygulandım. Çünkü aslında arkadaşım bana iyi gelecek bir kitabı önermiş. 

O arkadaşıma yeniden ulaşmayı düşündüm. Ama sırra kadem basmış gibi görünüyor. Aslında ortak tanıdıklarımıza sorabilirim ama bilmiyorum, ortak tanıdıklarımızı da artık çok da tanıyorum diyemem. Yine de iyi olmasını diliyorum. Çünkü, bu kadar sene sonra bile onu bu denli canlı hatırlayabiliyorsam, demek ki o arkadaşım benim hafıza bahçemde bir çiçekmiş.*

İşte, sana bahsettiğim denk gelmiş olduğum o alıntı:

''Büyümek istemiyorum, büyümek doğum anındaki şokun uzatılmış versiyonu gibi bir şey. Bu şaşkınlığı yıllarca yaşamak istemiyorum. İşte bu yüzden dondum kaldım ve hangi yöne gideceğimi bilmiyorum.''

''Yalnız değilsin, ben de senin gibi hissediyorum. Aynı duyguları paylaşıyoruz. Yükünü de paylaşabilirim. Bu, benim yükümü de hafifletecektir.''

(Her Şeyden Çok Uzakta - Ursula K. Le Guin\ buyulu_ayrac hesabının bir önerisi ki kendisinin bookstagramını da, artık pek yazmıyor olsa bile bloğunu da yıllardır çok severek takip ederim.)


İşin komik yanı, ben hayatımın belli dönemlerinde hep böyle hissettim. Bu beni olduğum yerde sayıyor mu yapar? Hayır, biliyorum. Sen evet desen bile öyle değil. Çünkü içim pek çok kez değişmiş gibi hissediyorum. Hatta çok hızlı bir şekilde değişmiş ve değişiyor gibi. Sadece, bu doğal bence; değil mi, bocalamak doğal. Bocalanacak bir şey yok aslında ama o zaman içim neden dalgalı bir deniz gibi?

Bu deniz ne zaman durulacak diye düşünüyorum bazen. Sonra da kendimi bir balık gibi hissediyorum. Ne yani, deniz de balık da ben miyim? Hayır. Ben benim ve içimde engin denizler ile küçük bir balık var. Küçük turuncu bir balık. Taaa Japonyalardan gelmemiş bu balık; nereden gelmiş bilmiyorum, nereye gittiğini ise daha da çok bilmiyorum.

Dün gece yıldızlara mektup bırakırken balığımı gördüm. Bir bulut olmuş yıldız postamı sırtlamaya gelmişti. Hayır böyle değildi, şu an uydurdum. Ama o an, hiçbir şey uydurmuyorken bile, onun bir balığa benzediğini düşündüm. Küçük güzel bir balık, bir buluta dönüşmüş gibi görünüyordu. Sanırım Neptünlü Cadılar böyle sihirler yapabiliyor. Küçükken, nesquiği ile tekli koltuğa kurulmuş küçük ben Sihirli Annem'i izlerken, hep sihirli güçlerim olsun isterdim. Bunu yıllar sonra çok sevdiğim başka birine söylemiştim. O da, ben de isterdim sanırım, demişti. Ben ona, herhalde Çilek'in musluktan çikolata akıttığı anlara özenmiştim, demiştim. O da bana, ben de okula kopyamı göndermek için isterdim, demişti. :)

Acaba... Hafıza bahçemle kalp denizim ne zaman bir araya gelecek? Gelmese de yaşanır. Ama gelirse, daha güzel yaşanır.

-sevgili okur sen de bir çiçeksin-


Not: Yıldız kondurduğum kısım Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ından bir alıntı. - ''Hatırladım! Siz de benim hafıza bahçemde bir çiçeksiniz...''

Not 2: 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu ve mutlu olsun!

Not 3: Yine gereksiz duygusallaştığım bir yazı olmuş ama yine de her zamanki gibi blog albümüme ekleyeceğim.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




22 Nisan 2024 Pazartesi

Tahta.


Bu sabah uyanmayı hiç istememiştim. Hava, griydi. Ben, gözlerimi açtığımda seyahat eden bulutları izlemeyi seviyorum. Yarım dakika. O yarım dakika, zamanın göreliliğine müthiş bir örnek. O anlarda, ben de seyahat eden bir bulut gibi hissetmiyorum; hayır. Romantik bir bakış açısıyla da bakmıyorum; hayır. Sadece bakıyorum, bu kadar. Zaten başka bir şey yapmama gerek yok ki. Bulutlar bana ''sen yaşıyorsun'' diyorlar. Fısıldamadan, bağırmadan; sadece böyle söylüyorlar işte. İçimde duyuyorum. Belki de... İlk 'günaydın' da buradan çıkmıştır. Evet, atıyorum. Ama hadi, belki de demek eğlencelidir; sen de kabul et! Belki de... Birbirimize günaydın derken, bizler de bulutlar gibi, aslında 'sen yaşıyorsun' diyoruzdur. 

Doğan bir güneşi izlemek güzeldir. Her şey yavaş yavaş gelişir. Gece ve gündüz. Gece... En sevdiğimdir çünkü zaman boldur. (Öhöm öhöm, tabii... Uyumuyorsak!) Gündüz de zaman bol olabilir tabii. Hatta bazen bu bizi sıkar. Gündüzleri, dar zamanları yaşamak güzeldir; çünkü yaşarsın. Hareket edersin, bir şeyler yaparsın. Oysa bol zaman öyle değildir. Çoktur ama yoktur da. Bu çokluğu varlığa dönüştürebilenler takdiri hak ederler. Var edenler; bazen dış dünyada, bazen kendilerinde. En basitinden ev işi yapmak bile bir şeyleri var etmektir. Temiz bir ev, temiz giysiler, yıkanmış bulaşıklar... İlla maddenin 5. elementini bulmamız gerekmez. Bir dakika... Sanırım o zaten bulunmuştu. Yoksa dört müydü? Unutt-

Bu nedenle uyandım. Hayır, beşinci veya dördüncü veya yüz on dokuzuncu elementin keşfi için değil. İşlerim vardı. Bir de, işleyen demir ışıldar, vardı değil mi? Işıl ışıl ışıl ışıl. Yıldızların ışıltısı da ilk ışıklarla birlikte hemen yok olmaz. Yavaş yavaş. Önce biri, sonra öbürü. Ama sen göğe yerleşen kızıllıktan gözlerini genelde alamazsın. Sessizlik, rüzgar, yalnızlık... Hepsi seni kızıllığa iter. Yoksa o saatte neden dışarıya bakasın ki zaten? Ben bakardım ama. Tabii öncesinde voaaa diyordum. Ama sonra, gökyüzündeki değişimi incelerdim. İncelerdim diyorum, çünkü bunu geçtiğimiz Ramazan'da bile yapmadım. Belki de yazın yapmalıyım. Bilm-

Gökyüzü gün boyu griydi ama ağaçlar, gün boyu yeşildi! Hem de ne yeşil... Ah sevgili okur, gökyüzünün değişip durması da güzel değil mi? Böylece yeryüzünün değişikliklerini ve değişmezliklerini görebiliyoruz.

Bugün senin göğün nasıldı?


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.




21 Nisan 2024 Pazar

Yeryüzü Güncesi #15


''İşte... Nasıl buldun?'' dedi genç kadın çok sakin bir sesle.

Genç adam çiçeğin etrafında bir tur dolandı. Böyle bir soru karşısında nasıl bir cevap verebilirdi ki... Bu, ona bir kuyuda kaybolmak gibi hissettiriyordu. Sert taşlarla çevrili derin bir kuyuda. Bu kuyudaki kayboluş bazen kocaman bir okyanusta, bazen rahatsız bir yatakta gittikçe kaybolan bilincini derin nefeslerle hissetmek gibiydi. Heyecanlı mıydı, belki; şaşkın mıydı, belki; sevinçli, korkulu... Hepsiydi. Genç kadın, karşısında böyle sakince durmuş ve tüm dikkatini ona vermişken, o, her şeydi ve her şeyleydi.

''Onu hayata döndürmüşsün,'' dedi genç adam en sonunda. Lafa, üstüne basabileceği bir zeminle başlamak ona en güvenlisi gibi gelmişti.

''Bazı çiçeklerin önce solup, sonra yeniden açtıklarını öğrenmiştim. Başta buna inanmadım tabii.'' Genç kadın hafifçe gülümsedi. Ellerini arkasında bağlamış, dün geceki yağmurun izlerini hala yüzünde taşıyan taşlı yolda belli bir ritmi tutturmaya çalışır gibi yavaşça yürüyordu. ''Ne yani!'' dedi sonra genç adamın artık çok iyi bildiği sahte bir heyecan nidasıyla, ''bunlar zombi çiçekler miydi?''

''Ama yine de pes etmemişsin,'' dedi genç adam. Arkasındaki sandalyeye oturmuş genç kadını izliyordu. Genç kadını ve onun adımlarını. ''Küçükken,'' dedi sonra dalgınca, ''ben de bu şekilde yürürdüm. Aynı renklere basarak.''

''Ben bazen,'' dedi genç kadın, ''yani işte küçükken, bu renklerden şekiller çizerek bile yürürdüm.''

''Şekiller bile mi çizerek?'' Genç adamın yüzü sakallarıyla gölgelenmişti. Ancak güneş buna izin vermedi. 

''Yaaa, şekiller bile çizerek.'' Genç kadın bir taştan öbürüne, sonra da diğerine zıplar adım yürüyerek ne demek istediğini uygulamalı olarak gösterdi. Şimdi ikisi de gülüyordu. ''Sen de gelsene,'' dedi daha sonra genç kadın. Şimdi güneş onun saçlarını da aydınlatıyordu.

''Ben mi?''

''Bezelyecik,'' dedi genç kadın ''bu Ozan abin bazen beni çok yoruyor...'' Bezelyecik yine en sevdiği yerdeydi. Genç kadının çantası ve genç adamın ceketinden oluşan yığının üstünde. Rahatı pek yerinde gibi gözüküyordu. Olabildiğince sakin, olabildiğince huzurlu. Yine de kısa bir ''miyav'' ile genç kadını yanıtsız bırakmadı.

Bunun üzerine genç adam, yorgun omuzlarını geriye oynatıp yerinden kalktı ve genç kadının yanına geldi. Göz altlarında koyu halkalar vardı. Ancak yine de, genç kadın ona parlayan bakışlarla bakarken, hiç yorgun hissetmedi.

''Ozan! Burada odun olan ben olmalıyım, ritim duygusu olan sen!''

Neyse ki bu sefer genç adam daha fazla açıklamaya gerek kalmadan anlamıştı. ''Pekala hanımefendi,'' dedi bir kolunu genç kadının beline sararken.  Bezelyecik bile yattığı yerde hareketlenmişti. Şimdi ikisi birden, hoplar değil ama, uçar adım bir pembe taştan öbür pembe taşa ilerliyor; rüzgar, birkaç kuşun cıvıltısı ve tabii üç beş karganın pes sesli katılımlarından oluşmuş bir müzikle dans ediyorlardı.

Genç kadın, başını genç adamın omzuna yasladı. Sonra da hafifçe geri çekildi ve... ''Aslı,'' dedi genç adam. Bu sefer bozulmuş gibi değil de, keyifli çıkmıştı sesi. Artık iyice dağılmış saçlarını ellemedi. 

''Ozan!'' dedi genç kadın genç adamın gözlerine bakarak. Bu rengin tonunu anlamasının ne kadar fazla zaman aldığını düşündü. ''Göz bebekleri,'' dedi sonra da, aslında asıl söylemek istediği şeyi unutarak, ''hep aynı renk, herkeste ve her şeyde. Bir ayna gibi...'' Sonra genç adamın gözlerinin kenarında beliren ince kırışıklıklara dokundu, ''bunu fark etmek ne tuhaf!''

Genç adam da genç kadının gözlerinin en içine bakıyordu; ancak genç kadın bu sefer gözlerini kaçırmadı. Bezelyecik'e bile aynı yerde mi yatıyor diye bir bakış atmadı. Etraf o kadar sakindi ki, genç kadın kendini bir aynanın içinde kaybolmuş gibi hissetti.

''Seni seviyorum,'' dedi sonra. Bu iki kelime dudaklarından dünyanın en doğal iki sözcüğü gibi çıkıverdi. Çünkü öyle, dercesine miyavladı Bezelyecik.

''Ben de seni seviyorum,'' dedi genç adam. Sonra da genç kadının dağılmış saçlarını düzeltti. ''Çiçeğini de seviyorum, Bezelyecik'i de, göz bebeklerini de... Hatta bu dansı bile.''

Şimdi ikisi birbirine sarılıyordu ve güneş, ufukta yavaşça kayboldu.

son.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


20 Nisan 2024 Cumartesi

Şekiller.


Küçükken hayat benim için iki şekilde akardı: Pazar akşamından cuma öğleden sonrasına ve cuma öğleden sonrasından pazar akşamına kadar olan kısımlar. Biri diğerinden daha güzel değildi; ancak daha hızlıydı bu kesin. Aslında, bu iki zamanı birbirinden ayıran iki gün dışında aklımda çok da bir şey kalmamış. Cumaları benim için keyifliydi. Çok da hatırlamıyorum ama kalbimin genişlediğini tahmin edebiliyorum. Tüm ruhuma yayılacak kadar genişlediğini, hatta benim evim olduğunu... çarptığını, çarptığını ve beni kucakladığını... Tabii pazarları da farklı değildi. O günler de kalbim çarpar çarpardı -ki çok şükür bu nedenle bugün buradayım :)- ama bu sefer tüm ruhumu, evet ruhumun hepsini, kaplamazdı. Tıpkı bir battaniyenin ayaklarımızı örtse, omuz kısmımızı kapatamayacağı gibi. O günlerde kalbim, benim için bir evden ziyade çadıra benzerdi. Belki de böylesi de güzeldi. Çünkü böylece, yıldızların parıltısı ilgimi çekti.

Bazı akşamlar yüzüstü uyuyakalıyorum. Bu akşamlarda her yanım ağrıyor. Sırtım, belim -bazen yüzüm??- ve beynim! Yorgun uyanıyorum, artık rüyamda nerelere gidiyorsam. Bu rüyalarda bir yerlere gidip maceradan maceraya, ah tamam!, tuhaflıklardan tuhaflıklara koştuğumu -bazen koşmadığımı- biliyorum; ama yine de uyandıktan sonra hepsi uçup gidiyor. Bir rüya gibi... Hatırlamak zor. Rüyalar, buğulu bir cama çizilmiş şekillere benziyorlar. Hayır. Çünkü öyle olsa, o şeklin üstüne yağmur damlaları yapışsa bile, şeklin çizgilerini hala görebilirdik. Oysa, bazı şeyleri geçtikten sonra artık göremeyiz. Bazı rüyaları, bazı an'ları, bazı anıları... Bazen de bazı, anmamaları. Bunlar, uyanıkken gördüğümüz rüyalardır. Anı olamazlar, an bile olamazlar; çünkü belirmek için zihnimizde enerji toplamaya başladıkları anlarda güçsüz kalırlar ve biz bu düşünceleri, hatta hisleri bile, anmayız ve onlar da yok olurlar. Belki de böylesi de daha iyidir. Çünkü böylece, yeteri kadar büyüdüklerinde, nihayet eyleme dönüşebilirler.

Bazen, yaşadığım bazı 'önemli' zamanları hatırlayamıyorum. Oysa, yine bazen, o kadar da 'önemli' olmayan bazı an'ları hatırlıyorum. Ya da... Hatırladığımı sanıyorum. Bu anları zihnim bir fotoğraf karesi gibi resmediyor, kalbimse bu soluk resmi buğulu camlara çiziyor. Hangisi hayal, hangisi gerçek... Akıp giden yağmur damlaları mı, silinmemek için direnen çizgiler mi? Güneş doğduğunda ikisinden de eser kalmıyor. Yağmurdan sonra beliren güneşi çok severim. Bu güneş, tıpkı bir rüyadan uyanmak veya, tam tersi, bir rüyaya dalmak gibidir. Tabii yağan yağmura dair de sevdiğim pek çok şey vardır. Bu şeyler zaman zaman değişir. Bu gece mesela, sesi seviyorum. Beni uykumdan uyandıran bu sesi. Ben bu yazıyı yazarken artık kesilmiş bu sesi. Henüz uyku sersemiyken bir rüyadaymış gibi dinlediğim. Çoğu insan muhtemelen, cumartesi gününe uyanıyor olsa bile, geri yatar ve uyurdu. Ancak benim uykum yoktu. Bu nedenle kahve içmeye karar verdim! Belki de böylesi de olması gerekendir. Çünkü baksana, böylece bloğuma bir şekil çizebildim.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




17 Nisan 2024 Çarşamba

Feslikan.


Bu bitkiyi oldum olası çok severim. Çünkü bana anneannemi hatırlatır. Öte yandan, tuhaf bir bitkidir bu. Belki dürtülmek, belki sıvazlanmak; ama hep hatırlanmak ister. Küçük saksısının küçük yeşillikleridir onlar. Benim gözümde sevimli bitkiler kategorisinde ön sıradadırlar. Belki de, onları ben de küçükken tanıdığım için böyle hissediyorumdur. Anneannemin her zaman mutlaka feslikanı olurdu. Diğer çiçekler değişse bile, bir köşede ses etmeden oturan bu bıcırıklar, benim hep en dikkatimi çekenler olurdu. 

Bir gün anneannem bana bir sır vermişti. Bu çiçeklerin özel güçleri olduğu sırrını. Ah tamam tamam... Tabi ki anneannem bana ne böyle bir cümle kurmuştu, ne de gizemli bir havaya bürünüp bir sır fısıldamıştı. Sadece, bu bitkinin onu hafifçe salladığımızda koktuğunu göstermişti. Ayrıca yanlış hatırlamıyorsam bu yapraklar sinekleri de kovardı. En azından kulağıma çalınan böyle bir rivayet de vardı. İşte! Bundan daha özel güç mü olurdu...

Yaprakların sallanmasını izlemeyi severim. Feslikanların, güllerin, çamların, kiraz ağaçlarının, meyve vermeyen diğer ağaçların; evet, evet, evet bildin... bütün ağaçların yapraklarının! Evet, salınışı değil; sallanması. Baya baya ben burdayım diyecek kadar sallandıkları anları. Böyle anlarda, onların rüzgarla dedikodu yaptıklarını düşünüyorum. Şaka. Tabi ki... Yani işte böyle, düşünmüyorum... Ama öte yandan, merak ediyorum. Çünkü böyle bir anı retinamın yakaladığı anlarda, bu yaprakların da beni yakaladıklarını hissediyorum. Sallanan yapraklar, boş anları eğlenceli kılıyorlar. Keza... Dolu anları da. Bazen durup havalara bakarım. Sadece gökyüzü için değil, bakalım beni yakalayacak bir yaprak grubu var mı diye. Hep de olur. Mutlaka olur.

Bazen beni bir şeyler yakalar. Neden bu kadar çabuk yakalanıyorum bilmiyorum. Oysa beni yakalayanları değil de, yakaladıklarımı hep daha çok sevdim ben. Bazen bunu eksiklik olarak gördüm biliyor musun? Sık sık, acaba bende eksik olan şey ne, diye gözlem yapmışımdır. Sonra anladım, yaprakların birbirinden farklı olduğunu. Demek ben de böyle bir yapraktım ve kendime has bir dilim vardı. Diğer tüüümm yapraklar gibi! Belki de ben bir feslikanımdır. Yani, belki de, ruh bitkim budur. Feslikanların gücü adınaaaa!

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



15 Nisan 2024 Pazartesi

Bitki Çayı.


Kahve içmediğim gün yok. Çünkü aksini yapamıyorum. Bari gün içinde miktarını azaltayım diye kendime bitki çayları almıştım. O da işe yaramadı. Sadece daha çok sıcak içecek tüketir oldum. Yine de bitki çayı içmek rahatlatıcı. Sanki her içeceğin etrafı kuşatan bir atmosferi var gibi. Bilmiyorum, bu belki de benden kaynaklıdır. Kahve içerken genelde telaşlıyımdır. Yani zihnim. Kafamda hep şimdinin sonrası vardır. Yapacaklarım, yapmayacaklarım, muhtemelen erteleyeceklerim... Tabii bazen bir sonraki kahveyi ne zaman içsemlerim. Bir sonraki kahve. Ah!

Bir sonraki, bir sonraki, bir sonraki. Yeter!

Ne zaman dakikası dakikasına plan yapsam, planım elimde patlar. Bu da beni plan yapmaktan soğutur. Böyle böyle plansız biri oldum. Böyle böyle kendi içime büzüldüm ve dışımda rüzgarlar esiyor gibi hissediyorum. Öte yandan, kavuran güneş tepede ve ben yorgunum.

Eski halimi özlediğimi düşünüyordum. Ne anlamda kendime bile söyleyemiyordum. Neyi özlüyordum ki? Hadi ama büyüdün yani ne? O kız daha mı planlıydı acaba diye düşünüyordum. Daha çok mu hayal kuruyordu? Daha mı cesurdu? Daha mı iyi dinliyordu, daha mı iyi duyuyordu?.. Artık iyi bir dinleyici değilim, itiraf ediyorum. Öte yandan, daha iyi gördüğümü de düşünüyordum. Belki öyledir, belki de değil; ama gerçekten de dinleme becerim zayıflamış gibi. Birini dinlemeyi kastetmiyorum. Tabii o da var; artık daha sabırsız, daha tahammülsüz, daha daha daha biri oldum. Aslına bakarsan bununla ilgili de bir şikayetim yok. Demek ki şartlar bunu gerektirmiş.

Bendeki farkın dinlemeyle ilgili olduğunu sezgisel olarak kavramıştım. Ancak bu da değilmiş. O zaman neymiş?

Açlık. Önceden açtım sevgili okur. Çok açtım ve bu açlık beni besliyordu.

Peki şimdi? Şimdi... İştahsız olduğumu fark ediyorum. Tahammülsüzlük olarak tanımladığım şey de muhtemelen biraz bununla ilgili. Dinleme sorunum da. Kendimi, dünyayı...

Önceden daha güzel planlarım vardı ve daha başarılı. Çünkü açtım. İçimde öğrenmeye, keşfetmeye... yaşamaya dair yoğun bir dürtü vardı. Tamam, daha melankoliktim ama o da bendim. Neden geçmişteki bazı hallerimizi yabancı biri gibi görürüz ki? O da bendim işte. O, benim kadar heyecanlı değildi sanırım. Bu da çok ilginç. Heyecanlı biri aç da olmaz mı? Olur. O zaman şu soruyu sorayım bakalım: Ben gerçekten heyecanlı mıyım? Hayır.

Tarot kartlarını karmayı severim. Üç beş kart yorumlamayı da. Bu bana bulmaca çözmek gibi hissettirir. Zaten sanırım doğuştan bir hikaye anlatıcısıyım. Her şeyin bir hikayesini uydurabilirim. Belki de evrensel düzlemde her birimize bir hediye verilmiştir. Bazen bunu düşünürüm. Önceden, bu hediyenin işlenmiş bir şey olduğunu düşünürdüm. Yani işte bilirsin, hazır bir ürün gibi. Bir biblo gibi mesela, bir kap kacak gibi. Gibi gibi gibi. Belki bu da vardır; sonuçta biz bu dünyada yaşadığımız için kıtlık bilincindeyiz. Oysa her şeyden bolca var. Sadece, biz ya yoksa diye düşünüyoruzdur belki de. Ve belki de, bu nedenle zamanla iştahımız kapanıyordur. 

Ancak ben bu hediyenin, en azından en büyük paketin, içinde daha işlenmemiş, daha ham, daha kendi oluşturacağımız bir şey olduğunu fark ediyorum. Belki de bana verilen hediye gerçekten de anlatmakla ilgilidir. Ben bunu hikayelere dönüştürmüşümdür. Başka biri matematikle yapar bunu, başka biri müzikle, resimle, sanat ve bilimle veya iyi bir dinleyici olarak, veya iyi yemek yaparak veya... Veya veya veya işte. 

Belki de bizler de içecekler gibiyizdir. Böyle böyle yaydığımız bir atmosfer vardır. Dönüş hızımız, iklimimiz ve buna benzer her şeyimiz zamanla değişse bile, atmosferimiz bize has olan şeydir.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



14 Nisan 2024 Pazar

Postman Blues | Film Yorumu


Yönetmen: Hiroyuki Tanaka (Sabu)

Senarist: Hiroyuki Tanaka (Sabu)

Yapımı: 1997 - Japonya


''Hastalığımı ilk duyduğumda çok kötü hissetmiştim. Sürekli her şeyi bitirmeyi düşündüm. Bu yüzden intihar etmek için buraya geldim. Ama sonra... Canım bir anda noodle çekti. Noodle düşünmenin zamanı değildi, intihar etmeliydim. Ama bir türlü aklımdan çıkaramadım. Bu yüzden önce noodle yemem gerektiğini düşündüm. Noodle almak için hastaneden çıkıp koştum. Çok terlemiştim ve burnum akıyordu. İki kase yedim. Yaşadığımız sürece sürekli bir yerlere saplanacağız ve hatalar yapacağız. Ama bu ilerleyemeyeceğimiz anlamına gelmez. Hiçbir şey yapmadan durmaktan iyidir.''


Kaynak: Pinterest

Filmi ilk kez bir müzik videosunda keşfettim. Müziğin arka planında dönen bir aşk hikayesi. Genç bir adam ve genç bir kadın vardı. Genç kadın üzgün görünüyordu, genç adamsa şaşkın. Müzik filme ait değildi ancak bu iki kişiye aitmiş gibi görünüyordu. O an filmi izlemek istedim ama bulamadım. Sonra, o müzikle bir kez daha karşılaştım. Belki de en çok da videodaki aşk hikayesi için şarkıyı birden fazla kez dinledim. Bu sefer filmi de buldum. 

Kanseri son evrede olan genç bir kadın (Kyōko Tōyama) ile bir postacının (Shinichi Tsutsumi) yolu bir gün kesişir. Bu kesişme bir anda yaşanmış gibi görünür ancak öyle değildir. Arka planda absürt diyebileceğimiz bir sürü olay yaşanır. Yakuzalar, polisler, tetikçiler... Hepsi genç adamla bağlantılı hale gelir. Olayların arka planında yaşananlardan ne genç adamın, ne de genç kadının haberi vardır. Onlar sadece bir arada zaman geçirirler. Tıpkı genç kadının söylediği gibi; şu anı yaşarlar. Çünkü genç kadının zamanı çok az kalmıştır. 

Bu postacı, olabilecek en kendi halinde postacıdır. Evden işe, işten eve gider. İşini de pek sevdiği söylenemez. Yakuza olmaya heveslenmiş çocukluk arkadaşıyla bir akşam karşılaşır. Bu arkadaşın peşinde polisler ve gerçek yakuzalar vardır. Bu eski arkadaş, postacının dikkat çekmeyeceğini düşünerek postaların arasına uyuşturucu saklar. Tabii bir de, kaderin cilvesi bu ya, az evvel kestiği serçe parmağı posta çantasının derinliklerine yuvarlanıp kaybolur. Bu serçe parmak, genç adam ile genç kadının bir araya gelmelerinde önemli bir role sahip olacaktır.


''Son günlerde hiç coşkulu hissettin mi? Kalbin çocukluğundaki gibi attı mı?''


İçerisinde aksiyon, komedi, ironi, diğer filmlere göndermeler ve aşkın en masum halini taşıyan çok beğendiğim bir film oldu.

İnternette çevirisini bulması imkansız mıdır bilmem ama zor olduğu kesin. Ben youtubeda çevirisini bulup izledim. Başka bir platformda veya sitede bulamazsanız siz de şu youtube videosundan filmi izleyebilirsiniz.

Hoşça kalın.


filmin müziğini dinlemek için tıklayabilirsiniz.

filmi keşfetmemi sağlayan müziği dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Yeryüzü Güncesi #14


''Bu yoldan gitmeyi daha çok seviyorum.''

''Ne yani mezarlığın içinden mi?''

''Evet, en azından... gündüzleri, diyelim.''

''En azından...'' dedi genç adam ''yolu kısaltmış olduk.''

''Evet o da var tabii. Bu sıcakta bir o yola sap, bir bu yola sap, üstüne, arabasıdır, insanıdır uğraşamazdım.''

''Senin bu insan sevgin beni bitiriyor...''

''Öyledir,'' dedi genç kadın. Dikkati tepelerinden gaklayarak geçen kargadaydı. ''İnsanları severim... Çünkü... Canlıları severim. Hayır! Canlılığı severim. Hem, yaşam başka nedir ki?''

''Ah... Yine başlıyoruz.''

''Evet Ozan, evet hadi yine başlayalım lütfen. Seni görmediğim tüm o günlerde çok özledim.''

''Bence sen seni dinleyecek birini özlemişsin.''

''Olabilir, n'olmuş yani? İnsanlar bir insanı özlerken komple özleyebildiği gibi, ondaki bazı yanları daha fazla da özleyebilemezler mi?''

''Özlebilirler tabi canım. Ama böyle deyince de...''

Genç kadının ince eli genç adamın elinin arasında kaybolmuştu. ''Korkma diye'' dedi sonra genç kadın cesaret veren bir gülümsemeyle.

''Teşekkürler, artık daha güvende hissediyorum.''

''Ne demek canım... Eeee nerede kalmıştık?''

''Canlılık ve yaşam nedir ki?''

''Evet! Canlılıktır yaşam, daha nedir ki?''

''Bir de korkmamak.''

''Korkmamak?''

''Şu ağaçlar... Büyürken korksalardı ne olurdu halleri?''

''Güneşin altında yürümek zorunda kalırdık!'' dedi genç kadın dehşetle. Genç adam genç kadına daha da dehşetle baktı. ''Şaka canııımm...''

''Aslında mantıklıydı ama senden duyunca şaşırdım.''

''Arada faydacı da bakmak lazım durumlara, değil mi?''

''Değil mi... Yeni bir şeyler öğrenmişsin.''

''Kargalar,'' dedi bir an sonra genç kadın, ''acaba dillerini anlasak ne duyardık? Bunu düşünüyordum. Sonra...''

''Ve tabii kırlangıçların dillerini de...''

''Ah bir de güvercinlerin ve...''

''Leyleklerin...''

''Evet! Leyleklerin. Bir leylekle konuşabilseydim ona neden onu hiçbir yerde bunca zaman göremediğimi sorardım. Hey leylek leylek havadaki, evet sen, nerede kaldın?''

''Yine aç mısın yoksa?''

''Yok. Yumurta yedim geldim. Tavada...''

''İyi bari, ben de şimdi yemek istiyorsun sanmıştım. Yumurta! Tavada.''

''Evet, bir gün yiyelim.''

''Yumurta mı?'' dedi genç adam şaşkınlıkla.

''Bilmem ne istersen işte Ozannn.''

''İyi bari...'' Genç adamın abartılı iç çekişi genç kadını güldürdü. Ne olduğunu anlamadan kargaları da, mezarlığı da geride bırakmışlardı. 

''Ama sohbet...'' dedi genç kadın çok önemli bir şeyi hatırlamış biri gibi şaşkınlık ve tedirginlikle.

''Sohbet ettik ya Aslı...''

''Hayır, mezarlıktan geçerken önemli şeyler konuşacaktık. Kafamı karıştırdın!''

''Konuştuk,'' dedi genç adam sakince. Genç kadının eli hala kendisindeydi; ancak bakışları için aynı şey söylenemezdi. 

''Ama...'' dedi genç kadın isyan ederek. Bir anda neye karşı çıktığını bile unutmuştu. Cümlesinin devamını getiremedi. Bu kuru bir ama, ona ne olduğunu anlayamadığı bir gaklama gibi tekdüze ve bir yere uydurulamaz geldi.

''Ama,'' dedi sonra genç adam genç kadının ve onu görebilen tüm okurların kalbini eriten gülümsemesiyle, ''yaşam hakkında konuştuk ya Aslımcığım. Yaşam, kuşların dili ve yumurtalar üzerine konuştuk ya... Daha ne!''

Genç kadın pes etti. Genç adam yine çok eğlendi.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


13 Nisan 2024 Cumartesi

Sputnik Sevgilim (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap

Sumire genç bir kadın. Hayatına ve kendine dair emin olduğu tek şey, yazmayı sevdiği. O da bu gerçeğe tutunuyor. Bilmediği diğer her şeyin var olduğu karanlık tünelden, bu gerçeğin ucunu tutarak geçmeye çalışıyor. Okuduğu bölümün ona uygun olmadığını keşfedip okulu bırakıyor ve kendini sadece yazmaya veriyor. Ancak, yazarak yazar olmak da pek mümkün gibi görünmüyor. En azından Sumire, başlangıçta, yazan kişi olmaya ve yaza yaza bir yazara dönüşmeye izin veriyor. 

Sumire'nin yakın arkadaşı olan genç adam kitabın anlatıcısı. Belki de, en azından kitabın var olduğu kurgusal gerçeklikte, Sumire'yi gerçekten tanıyan tek kişi o. Bizlere Sumire'nin yaşadıklarını en başından başlayarak anlatıyor. Kitap boyunca Sumire'nin Myu isimli bir kadınla tanışmasından sonra değişen yaşamında yaşadıklarını okuyoruz.

Bazı kitaplara karşı beklentiniz yoktur. Sputnik Sevgilim benim için böyle bir kitaptı. Pek tabii kitabın yazarı olan Haruki Murakami'nin ismi, kitabı okumam için bana referans olmuştu ancak kitaba sadece bir şeyler okumak için başladım. Beğenmeseydim de gıkım çıkmayacaktı. Öte yandan, kitabı beğendim. Murakami'nin genel tarzını yansıtan; hayalle gerçeğin iç içe geçtiği, şahsına münhasır karakterleri barındıran, basit bir dili olan ve tabii belki de kitabı sevmemdeki en büyük etken olarak olayları felsefik bir bakış açısıyla ele alan bir kitaptı. 

Kitapta pek çok kısım -yine *-*- muallakta kalıyor ancak Murakami kitaplarında genel olarak görülen bu durumu ben seviyorum. Çünkü bu durum bana bir okur olarak sanki karakterlerle iletişime geçiyormuşum da onlar bana sadece bilmem gerektiği kadarını anlatıyorlarmış gibi bir his veriyor. Tüm o soğuk mizaçlı ve kafası bulutlu karakterlere kendimi en yakın hissettiğim anlar da tam olarak bu anlar oluyor. Bu kitapta da ne olduğunu anlayamadığımız alternatif bir gerçeklik vardı ancak yazar bu farklı boyutta yer alıyormuş gibi sezdirdiği zaman veya mekanı okurlarına anlatmamış. Aynı zamanda, her ne kadar konuları ve karakterleri farklı olsa da, kitap bana biraz 1Q84'ü anımsattı. Sanırım kendimizi bulunduğumuz gerçekliğe sabitlemek ve kaybolmamak için ruhumuzla sevdiğimiz bir şeylerin var olmasının önemini anlatıyor temelde yazar ya da ben böyle düşünmeyi seviyorum. 

Kitabı ben beğendim ancak diğer tüm Murakami kitapları gibi herkese öneremiyorum. Kitaba başlamadan evvel kitabın içinde cinselliğin, eşcinselliğin ve rahatsız edici olabilecek bazı bölümlerin bulunduğunu bilmeniz iyi olacaktır. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.

9 Nisan 2024 Salı

Atan Bir Kalp.


Hep bir kitaplığım olsun istemiştim. Sadece kendime ait olacak bir kitaplığım. Başlangıçta çok küçüktü ve sadece çalışma masamın raflarıyla sınırlıydı. Hem sonra, çocukluğumdan uzanan kitaplar ergenliğime erişmiyordu. Bense açtım, hatta, oburdum. Bütün kitapları yemek istiyordum. Hayır, tamam, bütün hepsini değil; ama hatırı sayılır bir kısmını... Kitaplarla ilgili her şey beni heyecanlandırırdı. Kitapçı veya kütüphaneleri gezmek, kitaplar hakkında bir şeyler izlemek veya okumak, onlar hakkında uzun uzun ve uzun bir şeyler anlatmak! Anlatmak... Bunu öyle çok severdim ki. Önceleri, anlatacak pek kimse yoktu. Sonraları, oldu. Tüm bunlar beni hep çok heyecanlandırdı. Öte yandan, tüm bu heyecanlarıma rağmen, bir kitabı elime aldığımda hissettiğim en baskın şey sakinlikti. 

Tamam, itiraf ediyorum... Eğer o kitabı görmeyi uzun süredir istemişsem kalbim ellerimde, kollarımda ve dudaklarımda atıyordu. O beklediğim kitabı gördüğümde elim kolum benden bağımsız hareket eder, yüzüme bir gülümseme yayılırdı. Sonra da kitabı alır, bağrıma basardım. Bazen önce ona sıkıca sarılırdım, bazense bir süre bakışırdım. Bu seremoni de beni hep mutlu etmiştir. Evet, düşününce, aslında kitaba kavuşmak bile ikinci plandadır. O heyecan... O ilk heyecan her şeyden baskındır. Sonra yerini sakinliğe bırakır.

Bir kitaplık oluşturmaya başladığımda da aynı şey olmuştu. İçim içime de, dışıma da sığmazdı. Kitaplar biriktikçe, onları okudukça... Hatta sonra sonra onları anlattıkça! Kollarımı iki yana açmış da dönüyor gibi hissederdim; ama başım dönmezdi. Sanki benim doğal halim buymuş gibi gelirdi. Sanırım, evet, bu kadar. Ama tabi kolay değildi. Hani... Bir kitaplık oluşturmak. Hem yer yoktu, hem biraz dil dökmem gerekmişti. Sonra uygun şartlar sağlanmıştı, yer açılmıştı ve artık nihayet (ki bunun için ben ve kitaplarım bir süre beklemiştik) bir kitaplığım vardı. Daha sonra o kitaplık da doldu. Şimdi odama kitaplar hükmediyor desem yeridir. 

Uzanmıştım. Hiçbir şey düşünmüyordum. Kitaplığımı izlemeye başladım ve uzaktan ne kadar parlak göründüğünü düşündüm. Sonra gözüm ergenlik döneminde etrafımda döne döne arayıp bulduğum, okuduğum ve anlattığım kitaplara kaydı. Bunu anımsamak beni gülümsetti. O kitapları bir süredir elden çıkarmak istiyorum ama bir türlü harekete geçemiyorum. Sence ne yapmalıyım sevgili okur? Yeri gelmişken sana da sorayım. Ama ne diyordum? Uzanmıştım, başlangıçta hiçbir şey düşünmüyordum ve sonra gözüm kitaplarıma kaydı. Bir zamanlar onları ne kadar çok istediğimi, bu isteğin beni ne kadar çok heyecanlandırdığını düşündüm; ve bu düşünce, beni hem hüzünlendirdi, hem de gülümsetti.

Hala kitaplığımı seviyorum. Ama kitaplara olan heyecanım, onları bir yere bağlamakla eş değer değil diye düşünüyorum. Oysa hep, bir gün çok daha büyük bir kitaplığa sahip olacağımı düşünmüştüm. Şimdiyse, öylece uzanmış ve kitaplığımı görmüşken, buna gerek olmadığını fark ettim. Hadi yalan olmasın; belki bir gün, yine gerekli şartlar sağlanırsa, kendi okuma odamı veya köşemi yapmak isterim. Geçen gün instagramda karşıma bir video çıkmıştı. Bir kadın duvara kocaman bir ağaç çizmiş, hatta ona yapraklar eklemiş ve etrafını da dekore ederek o odaya bir kalp vermişti. Bir okuma köşesi; ne güzeldi. O videoyu izlediğimde ben de bunu istediğimi düşünmüştüm. Bir kalp vermek istediğimi. Varlığımı sürdürdüğüm yerlere. 

Sanırım... Sanırım bir kitaplığın veya daha büyük bir kitaplığın olması ya da olmaması değilmiş mesele; mesele, kalpmiş. Bizi heyecanlandıran... Atan bir kalpmiş. Değil mi sevgili okur? Bizi heyecanlandıran, atan bir kalptir.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.



8 Nisan 2024 Pazartesi

Turuncunun Tatlı Tonları.


Dün gökyüzü griydi. Sonra bulutlar dağıldı. Bembeyaz yağmur bulutları. Hayır! Yağmurdan sonra açan beyaz bulutlar. İlkbahar böyledir değil mi? Her yanda bir şeyler açar. Önce yağmur, sonra bulutların beyazlığı ve en sonda da güneş. Ah... Bu da hayır sanki. Önce yağmur... sonra bulutların beyazlığı ve arada bir de güneş. Güneş hiç gitmez ki akıllım, diye bana fısıldayan nöronlarıma teşekkürler. İlkbahar böyledir; kendi arasında fısıldaşan bir sürü sinapsla bağlantılar açtırır. Bu bağlantıları bazen zihnimizde, bazen şakaklarımızda, bazen kalbimizde, bazen hormonlarımızda, bazen midemizde, bazen... Bazenlerin sonu gelmeyecek kadar çok hissederiz. 

Bedenimizde bir sürü çiçek açar. Bazısı rengarenktir, bazısı dikenli. Hepsi nefes alır verir. Hepsi canlıdır. Hissettiğimiz her şey bizim için vardır ve bu yüzden canlıdır. Bazen gerilerde kalır, toprak altında. Ama yine de orada olduğunu bilirsin. Bazen sana kendisi ''ben buradayım'' der. Bazen demez; belki tepinir, belki duvarlara vurur ve seni uyarır. ''Hey sen, biraz sus artık da rahat ver kardeşim,'' diye? Nöronların seni mutlaka uyarır; bazen gri, bazen dağınık, arada bir de güneşli bir biçimde.

Küçükken, dünya haritası bana çok küçük gelirdi. Ne düşünürdüm hatırlamıyorum; ama dünya gerçekten bu kadar mıydı yani? İki sayfa kadar... Hayır hayır hayır, küçük ben bile buna inanmazdı rahat ol. Yine de bir atlasta gördüğü küçük dünya ile gözüyle gördüğü kocaman bulutlar arasında bir uyumsuzluk hissettiğine eminim. Hayalimde her ev bir uzun yol taşıtıydı. Bazısı engin denizlerde bir gemi, bazısı fırtınalı okyanuslarda bir Titanik. Bazısı türbülansa girmiş (şşşş, itiraf etmek gerekirse o zamanlar türbülans kavramını bilmiyor ancak anlamını düşlüyordum) bir uçak, bazısı uzaya tam gaz yükselen bir roketti. İçlerinde çuf çuf giden trenler ve hatta... Ah sanırım, şey... Evet! Taşıt bilgim bu kadardı. Hadi ama ilkokula gidiyor falan olmalıyım o zamanlar, bu kadar taşıt bilgisi yeter... (otobüs ve arabaları sıkıcı buluyor olma ihtimalim yüksek :).

Ne eğlenceliydi. Temizlik yaparken annem yemek masasının sandalyelerini koridora dizerdi. Ben hem yolcu, hem pilot, hem hostes olurdum; kendi küçük dünyamda. Anneannemlerin evinde ay bulutların ardında kalırdı. Ah! Bu zorlu bir yolculuk olacak, galiba deniz tuttu... dur demire tutunayım. Sonra... Sonra, unuttum. Sadece his kaldı. Sinapslarım pek bir gizemli davranmaya başladılar. Tüm o düşünceler neredeydi? Toprak altında mı? 

Bugün, koşturmak istedim. Bana bu isteği okuduğum kitaptaki bir paragrafçık verdi. Koşturmayı istedim. Lunaparktaki oyuncaklara! O günlere dair pek bir şey hatırlamıyorum, ne talihsizlik. Sadece gülümseyen fotoğraflar. Demek ki talihsizlik değilmiş. Dramatik ben. O gülümseyen fotoğraflarda mutluyum. Bembeyaz bulutlar gibi. Gökyüzünde tasasızca seyahat eden tüm o bulutlar gibi. Güneş de benim. :) Çünkü fotoğraf çekilirken genelde sırıtırdım. Zamanla bunun da sadece hissi kaldı. Gerçi hala fotoğraf çekilirken sırıttığımda daha rahat hissediyorum. Sanki daha güzel çıkıyormuşum gibi geliyor. Öbür türlü zorla orada tutuluyorsan tek ayak üstünde dur gibi bir simaya sahip oluyormuşum gibi geliyor bana. Her neyse, çocukken birileri gülümsememi övmüş olmalı. Veya en olmadı, fotoğraf çekilirken gül e'mi, falan demiş olmalı. Minnettarım. Böylece gülümsememin güzel olduğu bilgisi bir güneş gibi içimde canlı kaldı.

Hep dış dünyayı fotoğraf çekiyorum. Sanki gördüğüm bu sınırlı alan sadece kendi gözlerime sığamıyormuş gibi geliyor bana. Neden böyle acaba? Güzel şeyleri herkes görsün istiyorum. Biliyor musun, bazen ben bile göremezken, başkaları görsün istiyorum. Çok tuhaf. Ama güzel de. Çünkü böylece, bulutlarımın rengi griden beyaza, sonra da turuncunun tatlı tonlarına dönüyor. Bence herkesin içinde renkleri değişen seyahat eden bulutlar ve daima parlayan bir güneş var. En azından bu düşünce de içimde tıpkı çocukken hayalimde canlandırdığım yol maceralarım gibi his boyutunda yaşıyor ve ben bunu seviyorum.

Senin bulutların ne renk?


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.





5 Nisan 2024 Cuma

Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur (Faruk Duman) | Kitap Yorumu

Yazar: Faruk Duman, Yayınevi: Can Yayınları

Kitabın ana karakteri askerliğini yaptıktan sonra ana ocağına dönmüş genç bir adam. Ancak onun için bıraktığı ev ile döndüğü ev aynı değil. Babasının vefatından sonra tek başına kalmış annesinin derinlere, hatta evlerine bile, sinmiş yalnızlık hissi onu bunaltıyor. Üniversite eğitimi aldığı için yaşadığı köyde kendine uygun iş bulamıyor. Yanında çalışmak istediğine kendi kendini inandırdığı usta bile onu fazla eğitimli bularak geri çeviriyor. Bu genç adamın huzur bulduğu tek yer orası: Orman.

Ormanın gözü vardır, cümlesiyle büyümüş olsa da, her daim ensesinde hissettiği bu uğursuz göz, aslında ona iyi geliyor. Bu göze bir cisim vermek için başlangıçta çocukken dinlediği korku hikayelerine başvuruyor. Ancak çok geçmiyor ki, en azından o anda onu izleyen gözlerin, bir parsa ait olduğunu fark ediyor. Bu pars ile arasında bir bağ kuruluyor. Ormanda tek yaşayan pars ile tek başına kalmış genç bir adam. Pars, yalnızca tek başına değil; aynı zamanda yalnız da görünüyor. Oysa genç adam tam da o günlerde tek başına olan başka birini daha buluyor: Ceren'i.

Kitap boyunca bu genç adamın yaşadıklarını okuyoruz.



Faruk Duman, kitaplarını bir süredir okumak istediğim yazarlardandı. Bu kitabı ile İncir Tarihi isimli kitabı listemdeydi. Kitabı kütüphanede bulunca da hevesle aldım ve okumaya başladım. Aslında kitabın ilk yarısını gerçekten beğendim. Yazarın anlatımı, olaylardaki sadelik, sonra mekan... Kitapta en çok mekanı sevdim biliyor musun; çünkü, insana sahiden de bir ormandaymış da genç bir adam ve bir parsın filizlenen arkadaşlığını uzaktan izliyormuş gibi hissettiriyordu. O sahneleri bir film sahnesi gibi zihnimde canlandırdım; hatta kitabın filmi olsa izlerdim, diye bile düşündüm. Ancak... Kitabın ilk yarısına hakim olan bu biraz tehlikeli, bolca gizemli hava; kitabın ikinci yarısında malesef, bir okur olarak en azından beni, terk etti. Özellikle de Ceren ile ilgili eklenen detayların anlatılmasına gerek var mıydı, emin değilim. Yazarın diğer karakterleri ve onların içinde bulundukları yalnızlığı somutlaştırmak istemesini anlayabiliyorum ancak keşke sadece mecazi olarak değil de, somut anlamda da pars odak noktasında kalmaya devam etseydi. Ceren'in abisi ve babasının sahneleri yerine, parsla ilgili sahneler okumak isterdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

4 Nisan 2024 Perşembe

Büyülü Olmayan Çiçeklere Koşan Siyah Atlı Şövalyeler Üzerine.


Siyah atlı şövalye belki de haklıdır. Bu düşünce, bir anda aklıma geldi. Evet! Bir anda. Hani, bilirsin, içeceğimin suyu kaynarken. Böyle anlarda bir anda gelen düşünceler insanın hep kanını kaynatır. En azından benim, kaynatır. Fokur fokur değil ama... Yine de, 'evreka!' gibi bir şey. Siyah atlı şövalye tüm karizmasıyla, o anda, dörtnala koşan atıyla aklımdan geçti gitti. Ne zaman kaybı, diye düşündüm. Belki de bu, sadece, iki ay öncesinde sana anlattığım bu masalın (tık tık) bir yankısıydı. Tıpkı şövalyenin sesiyle yankılandı bu evreka! Ancak ben, hışımla etrafımda dönmek yerine yaz akşamlarını anımsatan havayı izledim. Belki de, diye düşündüm, cesaretin boyutları vardır ve bu boyutlar iç içe geçmiştir. Hangisinin hangi ortama uyum sağlayabileceğini ise bizlere... zaman, gösteriyordur. Bu mantıkla bakarsak, zaman kaybı diye de bir şey olmaz tabii ancak... Yine de...  İşte! Atımızı daha erken dörtnala sürebilirdik, diye düşünebiliriz. Eğer ki daha evvel, ne zaman kaybı, deme cesaretini sergileyebilirsek. 

Ancak, zaman ve mekan iç içedir. Zamandan bağımsız bir mekan, mekandan bağımsız bir zaman düşünebilir misin? Bu, insan algısının üstünde bir varoluş düzlemi olmalı. Masallarda bile! Bu nedenle, belki de, her karakterin bir çiçeği vardır. Bazı karakterler, incik cincikle uğraşmayı severler. Büyülü çiçekler aramak, bulmak, üstüne onları yetiştirmek gibi. Bazı karakterler ise yine büyülü çiçekler arar... -hadi ama bu bir masal- belki bulur, belki bulamaz ama sonunda sabırları taşar. Belki de sabrının sınırını bilmek de bir cesarettir, kim bilir? Siyah atlı şövalye biliyor olmalı. Öte yandan, bir çiçeği büyülü yapan nedir, diye düşünüyorum. Büyülü ormanda yetişmesi mi, yoksa senin onu büyülü bir ormanda yetiştirmen mi? Hem, büyülü olmayan çiçekler daha mı az güzeldir, daha mı az değerli... Hiç de bile! Bunu büyülü olmayan bir çiçeğe söylesek eminim çok üzülürdü.

Siyah atlı şövalye büyülü ormandan ayrıldıktan sonra nereye gitti acaba? Ah, evet, onu uzaktan düşündüm gibi oldum ama yine de... Belki de bu şövalye de bir yerde bir şeyler içiyordur ve okuması gereken bir sürü sekme yan yana dizilmiş onu bekliyordur.

Keşke siyah atlı şövalyeden dörtnala koşma dersleri alabilsem...


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




2 Nisan 2024 Salı

Hit the Road (Yola Devam) | Film Yorumu


Yönetmen: Panah Panahi

Senarist: Panah Panahi

Yapımı: 2021 - İran


Pek çok yol hikayesi gibi, bizi orta yerde, başı sonu görünmeyen yollarda karşılayan bir öykü bu. Yolun nerede başladığını veya nereye uzanabileceğini başlangıçta bilmiyoruz. Bizi bir aile karşılıyor; sonsuzmuş gibi görünen asfaltta kayıp giden ödünç alınmış bir arabada. Çok geçmeden, bu ailenin geride önemli bir şeyler bırakıp da yola çıktıklarını anlıyoruz. Gizemli bir abi, yer yer duygusallaşan bir anne, iç dünyasını belli etmeyen bir baba, haylaz bir çocuk ve onun hasta yavru köpeği. Bu ailenin geride bıraktıkları ve sır gibi sakladıkları şey: Hayatları. Çıktıkları bu yolda ana amaçları, büyük oğullarını sınır dışına çıkararak daha özgür bir yaşam kurmasını sağlamak.


Kaynak: Imdb

Özellikle de sadece yolculuk aşamasını içeren yol hikayelerini izlemeyi çok seviyorum. Çünkü böyle hikayelerde, ana karakter yol oluyor. Başlangıç veya sonrası değil; o anda yaşanan iyi ve kötü olaylar üzerinden filmin sahneleri birbiri üzerine ekleniyor. Bu filmde, yolun aslında nerede başlayıp nereye uzandığını karakterinin ağzından öğreniyoruz. Ailenin abisi ile annesinin arasında geçen bir diyalog bulunuyor. Bu diyalogta 2001: Uzay Macerası (2001: A Space Odyssey) isimli film hakkında konuşuyorlar. Abi, bu filmdeki ana karakterin kara deliğe doğru sonsuzmuş gibi gelen bir süre boyunca yürüdüğünü söylüyor. Öyle ki, yarım saat boyunca bu sahneyi izliyormuşuz. Sonra, karakter görünmüyormuş; ama yürümeye devam ediyormuş. Kara deliğe: Hiçliğe.

Filmin ilerleyen sahnelerinde ailenin babası ile küçük kardeşinin bilmedikleri bir köyün çayırlığında yıldızları izlerken Batman ve Superman ve hayatta pahalı olan diğer şeyler hakkındaki konuşmalarını izliyoruz. Tam bu esnada baba oğul birer astronotmuş gibi uzay boşluğunda süzülüyor; izleyenlerden uzaklaşıyor, uzaklaşıyor ve uzaklaşıyor. Bu sırada, tüm bunlar olurken, annenin ateşin ışığında parlayan gözyaşlarını görüyoruz. Belli ki o da bir kara delikte.

Filmin sonraki sahnelerinde aileyi aynı arabada, eksilmiş sayıda ve bir çölün ortasında görüyoruz. Artık sadece anne, baba ve küçük çocuk var.

Film, zor bir coğrafyanın insanlarının hikayesini anlatıyor. Ancak bunu yaparken izleyenleri abartılı duygu ve düşüncelere boğmuyor. Aksine, film derin bir alt metne sahip olmasına karşın, hikayesini öyle hafif ve yer yer esprili bir dille anlatmış ki, ben filmi izlemekten gerçekten keyif aldım. Özellikle de çocuk oyuncunun performansını ayrıca anmalıyım. Filmi bile onun dans sahnesini merak edip izlemeye başladım. Öte yandan, bu çocuk karakterin gittiği yerlerdeki toprakları öptüğü ve derin bir bağlılıkla şükrettiği sahneler, aslında umudun her yerde olduğunu, olabileceğini, gösteriyordu.

Velhasıl kelam, konusu ilginizi çektiyse önerebileceğim bir film.


Hit the Road soundtrack için tıklayabilirsiniz.



1 Nisan 2024 Pazartesi

Nisan.


Her yeni ay başlangıcında, derin bir nefes aldığımı fark ederim. Şimdi yazıma başlarken olduğu gibi. Kahve içmeden evvel de bazen bunu yapıyorum. Sevdiğim bir kitabı elime aldığımda da. Bir filmin sevdiğim bir sahnesi geldiğinde de. Fırında... Kek olduğunu fark ettiğimde de! Gökyüzüne kafamı kaldırdığımda da. Aniden bir şeyi hatırladığımda da. Ah tabii bir de otobüste yer bulduğumda da... Deriiinnn bir nefes alır, karnımda tutar ve bir anda bırakırım. Puuffffff.

Nisan ayı bana iki ağacın arasında dalgalandığım günleri hatırlatıyor. Bir ileri, bir geri - ayağınla hızını al ve tekrar! - bir geri, bir ileri... Bir ip, iki ağaç ve evdeki battaniye ile çarşaflar: İşte bir yelkenli! Belki gemim dünyanın en dayanıklı gemisi olmazdı ama gökyüzü tepemde uzanırdı. Mesela bak şimdi, gözlerimi kapatsam, deriiiinnn bir nefes alsam, ben de hemen o gemiye uzanırım. Sallanan ağaçlara ve gökyüzüne.

Bazen gökyüzünü izlerken elimi ileriye doğru uzatırım. Sanki oradaki bir şeye uzanır gibi. Elimi uzatınca dokunacakmışım gibi. Oysa tabi ki böyle bir şey olmaz. Sadece elim havada kalır; tıpkı gökyüzü gibi. Havada, öylece durur. Ama bak, rüzgar durmaz. Rüzgarı çok severim. Sinirli olmadığında. O sinirlendiğinde, ben daha çok sinirlenirim. Baksana gördün mü yaptığını, saçlarımı dağıttın! diye. Bunun dışında onu severim. Bana ışığı hatırlatır. Işık gibi, hızlıca yayılır. Sanırım sabırsız biri olduğumdan, bazen onlara özeniyorum. Oysa, Güneş'in ışıkları bile sekiz dakikada Dünya'ya ulaşıyormuş. Bir anda değil. 

Derin bir nefes aldığımızda... ve içimize çektiğimizde, algılamak isteğimiz o şeyi... İşte! Işıktan bile hızlı bir şekilde bize ulaşır. 

Nisan deyince aklıma kelebekler geliyor. Onların çiçekler arasında geçen nefesleri. Tüm ışığın ve rüzgarın arasında dalgalanan kanatları. 

Zaman hızlı, bu nedenle aylar kısa. Ama ben, nisanın güzel geçmesini dilerim. 

Işık gibi. 

Rüzgar gibi.

Hoşça kalın.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.