30 Haziran 2023 Cuma

Mülksüzler (Ursula K. Le Guin) | Kitap Yorumu

Yazar: Ursula K. Le Guin, Çevirmen: Levent Mollamustafaoğlu,
Yayınevi: Metis Yayınları

Mülk edinmek benliği mi besler, yoksa bencilliği mi? Peki insan doğası, onun özünde ne vardır? Sahip olmadan var olabilmek mümkün müdür? Mülksüz bir toplum düşünülebilir mi? Benim değil, bizim demek. Bağlanmamak, bağı hissetmek... İşlevsel olmak mıdır önemli olan, ilerlemek mi? Kişisel çıkarlar mı ön planda tutulmalıdır, toplumsal mı? Toplumsal çıkarlar toplumun her bireyi için eşitlik arz edebilir mi? Yoksa eşitlik, üst katmanlarda toplanmış bir tortudan mı ibarettir?

Urras ve Anarres birbirlerine bakan iki gezegen. Anarres, Urras’ın uydusu. Onları birbirinden ayıran bir duvar var. Nereden baktığına göre bu duvarın ayrıştırdığı yüzey değişiyor. Duvarın bir yüzeyi, Anarres’i evrenin geri kalanından ayırırken; diğer yüzeyi, evreni hapsediyor. Anarres’in kurak topraklarının üzerinde henüz genç olan bir toplum yaşıyor. Bu toplum Odoculuk adı verilen düşünce sistemini merkeze alarak varlığını sürdürüyor. Özgür bir toplum var etmeyi amaçlayan Odoculuk, Anarresli bir kadın olan Laia Odo tarafından oluşturulmuş bir düşünce biçimi. Bu düşünce biçiminde mülk kavramına yer yok. Odo’nun var etmeyi amaçladığı toplumda esas olan unsur, birlik bilinci. Üst veya alt tabaka yok. Zengin-fakir, imtiyazlı-dışlanmış yok. Bireyin özgür seçimleri merkeze alınmak kaydıyla belli kurallar bütünü dahilinde herkes toplumun ihtiyaç duyduğu her işte sırasıyla çalışıyor.

Kitabın ana karakteri olan Shevek başarılı bir bilim insanı. Fizik alanında yürüttüğü çalışmalar ile Urras’taki bilim insanlarının dahi ilgisini çekiyor. Bu başarı ile birlikte Shevek, on yıllar sonrasında Anarres’ten Urras’a yolculuk yapan ilk insan oluyor. Bu uzay yolcusu, Urras’ta büyük bir coşku ve misafirperverlikle karşılanıyor. En iyi yerlerde ağırlanıyor, en gösterişli toplantılara davet ediliyor, en zengin sofralarda bulunuyor. Peki ama diğerleri, aşağı tabaka nerede?

Shevek, anarşist bir toplumun yazılı olmayan kurallarını sarsmış bir anarşist. Çalıştığı zaman kuramına Urras’ın ileri gelenlerinin ihtiyacı var. Işık hızına ulaşmak mümkün mü? Yoksa bu düşünce yalnızca bin yıllar önce yaşamış bir bilim insanının kuramından mı ibaretti? Shevek bunu kanıtlayabilir. Ancak gücün anahtarını zihninde taşıyan bu adam, bir o kadar da tehlikeli. Çünkü Urras, Anarres’ten çok farklı. İnsanları da. Urras’ta yükselen isyanlar, bu uzak diyardan gelmiş misafir ile daha da şiddetleniyor. Urras’ın görünmeyen yüzünü merak eden Shevek’in yolu bu isyancılar ile kesişiyor ve Shevek, Odo’nun fikirlerini Urras’ın insanlarıyla buluşturuyor.

Kitabı uzun zamandır okumak istiyordum. Kitaba başlarken nötr kalmakta zorlanmıştım; çünkü kitaptan beklentim yüksekti. Kitaba adapte olmam ise açıkçası ilk bölümlerde biraz zor oldu. Yaratılan dünya çok gerçekti bu doğru; ancak sanki biz okurlar da o dünyanın bir parçasıymışız gibi düşünerek bir anda bizi kurgunun içine çekivermişti yazar. Bu durum da doğal olarak beni afallattı; burası da neresi, derken buldum kendimi. Bu his güzeldi ancak dediğim gibi kitabın kurgusuna tam olarak girebilmem için zaman gerekliydi. Nitekim zamanla, Mülksüzler’in iki gezegeni etrafımı çevrelediler. Hatta bir yerden sonra ben de Anarres ve Urras topraklarında soluk alıp veriyormuşum gibi hissetmeye başladım. Ciddiyim. Hatta kitaba her ara verişimde, sanki başka bir evrenden dönmüşüm gibi hissediyordum. Kurgu beni o denli çevreliyordu.

Kitabı çok beğendim. Gerek olay örgüsü ve karakterleri, gerekse kitabın felsefi boyutu bence gayet doyurucuydu. İlgisini çekenlere de okumalarını önereceğim bir kitap Mülksüzler.

Siz kitabı okudunuz mu veya okumayı düşünüyor musunuz? Okuduysanız nasıl bulmuştunuz? Benimle paylaşabilirsiniz.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

29 Haziran 2023 Perşembe

Yeryüzü Güncesi #1 | Kelime Oyunu 115

''Yağmur yağdığında her şey daha canlı görünür.'' dedi genç kadın. ''Yeşiller daha yeşil, maviler daha mavi ve... Ve?.. Morlar daha mor!''

''Mor mu?'' dedi genç adam gülerek. 

''Yaaa, mor!'' Genç kadın uzandığı yerden doğrularak elini havaya kaldırdı. ''Yağmur, her şeyi daha canlı kılar. Sevinçliysen daha sevinçli olursun, üzgünsen daha üzgün. Morsan daha mor! Çimenler mor olsaydı acaba nasıl olurdu? Yine severdik onları değil mi? O zaman da belki, 'ah keşke şu çimenler yeşil olsaydı acaba nasıl olurdu' derdik. Morun kendi içinde ayrılan tonlarını bile keşfetmezdik. Başka bir rengi düşlerdik...''

''Öyle mi yapardık?''

''Bilmem, belki paralel bir evrende tam şu anda ben öyle yapıyorumdur.''

Havada belli belirsiz bulutlar vardı. Belli belirsiz bir rüzgarla oraya buraya konan ahmak ıslatan, genç kadının havada dans eden eline dokunup dokunup kaçıyordu. Sessiz bir akşamüstüydü. Sarman kedi ikiliyi terk edeli biraz olmuştu. Uğur böceği, genç kadının siyah kazağının kedi tüylerinde yollar aça aça kayıplara karışmıştı. Kim bilir, belki de genç kadın haklıydı; haklıydı da, şimdi uğur böceği mor çimenlerde yürüyüşüne devam ediyordu.  

Genç kadın bir ters bir düz hareket ettirdiği elini bir merdivenin en üst basamağına çıkmışçasına aniden durdurdu. ''Ay'ın metalden gövdesi'' dedi bir gözünü kapatarak ''mor...''

''Mor çiçeklerle mi dolu olsaydı mesela?'' dedi genç adam. O da genç kadın gibi bir gözünü kapatmış, Ay'ı iki parmağının arasında tutuyordu şimdi.

''Fena fikir değil...'' dedi genç kadın genç adama dönerek. Bakışları abartılı bir onaylamayla doluydu. Büzdüğü dudaklarını serbest bıraktı ''yine de...'' dedi düşünceli bir halde ''daha iyi bir fikrim var. Mor kelebekler! Pembe kelebekler, sarı kelebekler, beyaz...''

''Bir de tabi çizgili ve puantiyeliler...''

''Ah tabii onlar olmadan olmazdı teşekkürler; çizgili ve puantiyeliler! Olsa. Bir sürü kelebek olsa ve Ay'ın soğuk bakışlarından çıkıp uça uça dünyaya konsa. Oraya buraya şuraya.''

''Ya da biz kelebekleri bol bir yerlere de gidebiliriz tabii.''

''Ne güzel olurdu! En son küçükken görmüştüm, çok fazla kelebek! Çok fazla çiçeğin arasında oradan oraya seyahat edip duruyorlardı.'' Genç kadın, bakışlarıyla uzaktaki bir noktaya dokunuyordu şimdi. Sanki ona paralel bir evreni anımsatan bir anısını bir ters bir düz yukarı çıkarıyordu zihninden. ''Anılar...'' dedi biraz sonra ''ne garipler Ozan. Sanki onlar da paralel bir evrene karışmış gibiler. Biz mi zamanda seyahat ediyoruz anılar mı acaba? Bazen çok canlılar, bazen buğulu. Bazen o buğuyu kaldırmak için anıların küflenmiş yerlerine kendi kendine eklemeler yapabiliyor zihnimiz. Daha net oluyor böylece anılar; belki daha güzel, daha çekici, daha yalancı.''

''Veya daha gerçek?''

''Ah öyle de olur değil mi?'' Genç kadın dizlerinin üstüne oturarak olduğu yerde yükselmişti. Heyecanı gözlerinden yansıyıp genç adamın kıvrılan dudaklarına konuverdi. ''Bazen anlamayız, gerçek anları. Mor kelebekler ararız mor çimenlerin bittiği soluk Ay gövdelerinde. Ama işte oradadır çimenler tüm yeşilliğiyle. Sadece biz o an mor çimen bulma derdine düşmüşüzdür. O an geçip giderken, gerçek değildir bizim için. Biz başka gerçeklerin peşindeyizdir. Sonra başka bir an geldiğinde, eski anlar dertop olup anı ismini alırlar ve soluk metalden gövdeleriyle zihnimize çarpıverirler; ve anlarız...''

''Gerçek anları mı? Yoksa yeni an'ların eski anılara kapılıp başka anılara dönüşmesini mi?''

''İkisini de. İkisi de gerçektir. Sadece çoğumuz sahte şeylerle boğuşuruz veya boğuştuğumuzu sanırız; böylece sahte sandıklarımız sahte, gerçek sandıklarımız gerçek olur. Biz öyle olsun istediğimiz için. Öyle çok isteriz ki bunu, kendimizi kandırsak da kandırmasak da; hepsi bir olur paralel evrenlerin milyarlarca olasılığındaki bu an'ımız için.''

''Bunun üstüne düşüneyim bir dakika...''

''Ah önemli değil. Sadece dolambaçlı yollar açıp içine bakıyordum. Zihnimdeki çamuru temizlemek için.'' Sonra genç kadın yeniden genç adamın dizine uzandı. Yağmur tamamen dinmişti şimdi. Güneş denizin en ucuna çekilmiş, vardiyasını tamamen aya bırakmaya hazırlanıyordu.

''Bu güzel bir an, iyi ki bir an,'' dedi genç kadın ellerini havaya kaldırıp. ''Hava ne sıcak, ne soğuk. Etraf sessiz ve sessizlikteki sesler de güzel. Sen de öyle, iyi kisin. İyi ki biri, iyi ki an, iyi ki bu hava!''

''Sen de iyi kisin. İyi ki biri ve iyi biri'msin.''

''İyi ki biri'm...'' diye fısıldadı genç kadın. Dudakları bile hiç kıpırdamamış gibiydi. ''Bunu sevdim,'' dedi biraz sonra. ''İyi ki biri'm!'' 

''Bir kitap okumuştum,'' dedi dalgınca genç kadın. ''Orada da karakterler birbirlerine ay birimi diyorlardı. 'Biz birbirimizin ay birimiyiz.' Onun gibi; birinin birimi olmak. Biz de Neptün birimi olalım, birbirimizin!''

Genç kadın kocaman gülümsemişti, genç adam da. İkisinin de gülümsemesi gözlerine ulaşmıştı. Bu yüzden de kocamanlardı. Sonra genç kadın aniden yine ayaklandı. ''Yine de yazı özledim Ozan. Yazın da baharı özlerim artık; ama karpuz yerken değil! Acaba diyorum acaba...''

''Mor karpuz olsa nasıl mı olurdu?''

''Ah evet, Milka'nın mor kapuzları gibi, derdik. Ne güzel olurdu!''


-bölüm sonu-


Yazarın Basın Açıklaması Faslısı:

Eski bloğumda Küçük Bir Kesit isimli bir hikaye serisi yazıyordum. En son 30. bölümde final yapmıştım. Ama şimdi, bir şey yazamazken, tek bir kelime bile yazamadığımı fark etmişken; Aslı ve Ozan'ı yardımıma çağırdım. Aslı'nın bitmek bilmez merakı ve Ozan'ın anlayışlılığı ile fazlasıyla tuhaf bir bölümün sonuna geldim. Mutluyum! Çok da eğlendim doğrusu. Ah, sanki sevgili okur, sanki tutulmuş omuzlarım açılmış gibi hissediyorum! Ne zaman bir şeyler yazabilsem böyle hissediyorum.

Ozan ve Aslı benim özel karakterlerim. İkisini de çoook severim. Bu yüzden de yeni bir seride onlara yer vermeye çekiniyorum. Onları çok sevdiğim için. Eski bloğumun başına gelenlerden sonra yani. Yine de madem yeniden blog yazıyorum, o zaman yazmalıyım değil mi? Sevdiğim şeyleri çekinmeden yazmayacaksam, ne diye yeniden blog açtım ki?

Final bölümünü okuyanlar bu bölümdeki göndermelerimi de anlamışlardır. Belki de finali unutmuşlardır, zaten ne olduğu çok da önemli değil. Sadece, başlattığım veya en azından şu anlık bir bölüm bile olsa yayınladığım bu serinin isminin hikayesine bir ufak değineceğim. Serinin finalinde ikilimiz yeryüzünü keşfetmeye karar vermişlerdi. O yüzden Yeryüzü Güncesi koydum başlığı da. Tabi ki buradaki ''yeryüzü'' ifadesi bir mecaz. Bilimkurgu veya fantastik türde bir hikaye yazmıyorum. İkili bulutlardan inip taşa basmaya karar vermişlerdi. Gerçi Aslı için bu mümkün mü emin değilim, her neyse.

Başka bölüm gelirse onlar da muhtemelen, daha önce olduğu gibi, birbirinden alakasız bölümler olarak devam ederler. Yani bölümler arasında bağlantı aramanıza gerek yok. Zaten bloglarda uzun hikaye serileri de pek takip edilemiyor gördüğüm kadarıyla. Sizler de tv'de rastgele bir dizi bölümüne rast gelmiş gibi izleyebilirsiniz, ah pardon, okuyabilirsiniz. Hani bazen en tatlısı da böylesi gibi gelir ya insana, daha evvel hiç izlemediğin bir diziye orta yerinden dalarsın bir gece vakti tekli koltukta yayılmışken. Öyle bir şey. Gerçi bunu yapmayalı da baya oldu. Bir ara yapayım. :)

Öyküde bahsettiğim kitap Perihan Mağden'in Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? isimli kitabı. Açıkçası bu detayı yazımı baştan sona bir kez daha okuyunca fark ettim. Öykümde kullandığım Ay imgesi bana bu kitaptaki bu hitabı çağrıştırmış olmalı. Bilinçli olarak yazmış olmasam da, görüldüğü üzere okuduklarımız bizleri etkiliyor. Kitabı blogda yorumladım bu arada. İsteyenler yorumumu da okuyabilirler.

Şimdi de geldik fasulyenin faydalarına. Kelime Oyunu etkinliğinin bu haftaki kelimeleri; karpuz, böcek, kelebek, küf, çamur idi. Bu etkinlikte her hafta beş kelime veriliyor ve içerisinde bu kelimelerin geçtiği metin türü fark etmeksizin bir yazı yazıyoruz. Siz de kelime verebilir ve yazılar yazabilirsiniz. Kelime vermek ve\ veya sevgili Deeptone'un öyküsünü okumak için şuraya tıklayınız.

Herkese iyi bayramlar diliyorum.

İyi okumalar olmuştur umarım?

:)

26 Haziran 2023 Pazartesi

İlham.


Bugün uzun zamandan sonra ilk kez uzun uzun yıldızları seyrettim. Sanki hepsi bana kollarını açmış gibiydi. Hem de beni görür görmez! Bu durum yüzüme bir gülümseme kondurdu; ve ben de kollarımı açarak olduğum yerde kaykıldım. ''Sevgili yıldızlar, sevgili yıldızlar; ben de sizi özledim!'' Ama öyle lafla peynir gemisi yürümezdi. Peki ne ile yürürdü? Kollarını ve kalbini kocamann açarak. Ben de öyle yaptım.

İçeriğini asla hatırlamadığım ama o içeriğindeki bir alıntısını zihnimden atamadığım, hatta yıldızlara her bakışımda aklıma zincirleme kaza yapa yapa kelimelerini tıkıştıran bir kitabın bir alıntısı var. İşte: 

''Yıldızlı bir gecede, gökyüzünün altında kendini acemi ve çaresiz hissedersen, bu, yıldızlara bakarak başka şeyler düşündüğün içindir. Yıldızlara bakarak yalnızca yıldızları düşünmek gerekir.''  

(Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Barış Bıçakçı, Sayfa 143 - İletişim Yayınları)


Sanırım yıldızlara aşık biri olduğum için bu alıntı zihnimde yer etti. Çoğu gece yıldızları izledim. Çoğu sabah da. En sevdiğim de, hani o, günün ilk ışımaya başladığı anda yavaş yavaş ışıkların arasında kaybolan yıldızları izlemekti biliyor musun? Sessizlik yerini sokaktan geçen tek tük arabaların ve insanların yerine bırakırdı. Gün başlardı, hava ısınırdı; yıldızlar uçmuş gitmiş... Bir tek ay var solgun bakışıyla. Bir de ben.

Özellikle de üniversite tercih döneminde bunu çok yapardım. Sabahı hep yıldızlarla birlikte karşılardım. Gecenin kızıllaşmasını izlerdim. Siyahlığın uçup gitmesini. Ben ne olduğunu bile anlamadan. Yavaş yavaş ve hızlı hızlı. Öyle büyülüydü ki, bu hissi anımsamak bile onun bana hafifçe dokunmasını sağlıyor. Yine bunu yapabilirim tabi. Yine kendimi böyle hissedebilirim. Ama bilmiyorum; belki de o zamanlar buna gereksinim duyduğum için özel olarak etkileniyordum. O an hiçbir şey düşünmezdim. Sonra içeri girince aslında çok şey düşündüğümü anlardım. Düşünmeden düşünüyormuşum meğersem. :)

Bundan daha öncesinde, bu sefer hava serin eminim, babamla bir akşam gökyüzünü inceliyoruz. En sevdiğim şey. Sonra bir anda üzerimize doğru bir ışık kütlesi geliyor gibi oldu. O an öyle büyüleyiciydi ki, aklıma dilek tutmak bile gelmedi biliyor musun? Meteor kayması. Bir daha da hiç böyle etkileyici bir kayma görmedim. :) Gerçekten büyülüydü.

Bu gece de her yıldız bana göz kırptı sanki. Tam yerimden kalkacağım, uzaklardan birisi ''hey ben de burdayım dostum, bi' selam yok mu?'' diyor. Olmaz mı... :) İçimin sevindiğini hissettim. Yıldızların üzerine konmuş ilham perilerinin bana göz kırptığını. Bu hissi neden buraya yazıyorum acaba? Bilmiyorum. Sanırım seninle de paylaşmak istedim. Artık burası bir dünya değil benim için. Öznelerden ibaret. Ben; ve... Beni kim okursa işte.

Selam sana, sevgili okur?

Bak bir yıldız kayıyor gökyüzünde.

Valla kayıyor, yalan söylemiyorum. 

Sen görmesen de bir şey olmaz.

Hadi bir dilek tut.

Ve o dilek o yıldızın kuyruğuna atlasın, dolana dolana dileğini bulup sana getirsin.

Ya da... Seni dileğine götürsün!

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.

25 Haziran 2023 Pazar

Dünya'nın oksijenini kendi nefesime dönüştürüyorum.


Son dönemde eski günlüklerimi okuyorum. Önceden bir dönem sadece yazar, yazdıktan sonra dahi ne yazmışım diye okumazdım. Sanki o an yazmak sadece tuttuğum nefesi salmaktı benim için. Patlarcasına tuttuğum Dünya'nın oksijenini, yazarak kendi nefesime dönüştürürdüm. Hala yazıyorum tabi; ancak bu sefer yazdıklarımı çoğu zaman okuyorum. 

O zamanlar yazdıklarımı okumadığım için, yazdığım her şey tam anlamıyla sürpriz oluyor bana. Çoğu zaman hislerimi ve düşüncelerimi yazmışım. Aralarda da tabi yaşadığım olayları. O olaylardaki bazı kişilerle şu an görüşmüyorum; ya da, eskisi kadar sık ve eskisi gibi açıklıkla görüşemiyorum. 

Bazı şeyleri özlüyorum mu desem... Böyle sanmıştım biliyor musun? Buraya da yazamadığım ve dikkatimi dağıtamadığım dönemde böyle sanmıştım. Özlem bu! demiştim. Belki de öyleydi, bilmiyorum. Bir şeyden kaçamadığında, o ''şey'' öyle ya da böyle etrafını sarıyor, köşeye sıkıştırıyor seni. Hayır, bu da saçmalık. Hiçbir şeyin seni köşeye sıkıştırdığı falan yok. Sensin kendini köşeye de sıkıştıran, dağlarda bayırlarda da koşturan, uzay boşluğunda nefessiz de bırakan... Yine de bazı hisler vardır ve o bazı hislerden kaçmak için dikkatimizi dağıtamadığımızda onlarla yüzleşiriz. Aslında tam da bu noktada kontrol bizim elimizdedir. Acaba kendimi köşeye mi sıkıştıracağım, özgür mü bırakacağım?..

Bazı duygular bazı başka duyguların kişi tarafından dününden bugününe yansıtılması oluyor sanırım. Yani aslında başka şeyler hissediyorsun ama başka şekillerde tepki verebilmene imkan doğsun diye yalancı duygular yaratıyorsun zihninde. Öfke mesela; korktuğun için, belki üzüldüğün için öfke duyabiliyorsun. Özlem mesela; o aslında ya hüzün ya da sevinçtir ama sen kaçmak için o hisleri bugününe ''özlem'' adıyla yansıtıyorsun. Geçmişe duyulan türünde özlem, en azından benim bugünümdeki düşüncelerimde, bu anlama geliyor.

Peki ya aslında dünde de kaçtıysan? O zaman dünün kaçkınlığı, bugünün hangi hissi olur? Bilmiyorum, çok da önemli değil zaten. Bildiğim tek şey, her ne olursa olsun, belki de bugünümde dokunabilmek istediğim şeyler dünde kaldığı için hissettiğim o buruk his.

Hiçbir şey aynı kalmıyor. En çok da sen aynı kalmıyorsun sanırım. Belki de bu yüzden buruk hissediyorsun. Beklentilerin değişiyor en başta. ''Önce ben'' demeyi öğrenmek zorunda kalıyorsun. Ama önce ben dediğinde de bazı şeyleri bırakman gerekiyor. Belki bu sana uzun vadede iyi gelecek, sınırların belirlenecek falan fişman. Ama yine de bırakmak hep zor gelir. Özlemin hissedilen bir türü de böyledir işte: Bırakamamak.

Oysa güzel bir anıyı hatırlamakta ne sakınca var, yok. Yok; sorun onu bugününe taşıyamadığında başlıyor. Anlatamadığında, anlayamadığında; bazı bağların artık gevşemiş olduğunu fark ettiğinde, belki bağ kurmak bile istemediğini anladığın zamanlarda başlıyor. Gözünü dolduran, belki seni olmadık zamanlarda ağlatan anlarda. Abuk sabuk şeyleri çok taktığını fark ettiğinde. Ama aslında o ''şeyler'' abuk sabuk falan değil. Sadece değişmiş, dönüşmüş; veya sancı çekiyor değişmek, dönüşmek için. Tutma artık işte. İsteklerini de dönüştür, beklentilerini de; sen de dönüşüyorsun zaten istesen de istemesen de. Önce ''ben'' demekten de korkma. Belki zor olacak başlarda ama su akacak ve belki şelaleye götürecek seni; özgürleştirecek...

Sorun bunu bilememen de olmuyor ki. Gayet de farkındasın her şeyin. Bu bazen her şeyi komikleştiriyor, bazense hüzünlü bir hava katıyor. Bazen özlem hissinin sana sarılmasına engel olamıyorsun hem. Bazen geçmişten gelen, bazen gelecekten gelen haliyle; sana usulca sarılıyor özlem, ''git'' demek zorlaşıyor. Aslında yazdığımda bu da komik geliyor. Sadece sen olduğunda, isteklerin beklentilerin ötesine geçebildiğinde; böyle yansıtmalarla uğraşmaz, sen istediğin şeylere sarılabilirsin çünkü. Sarılmaktan korkmadan. 

Tüm bunlar iyi güzel de, beni aslında asıl hüzünlendiren şey, yukarıda yazdığım tüm o ''ben'' olma olayını aslında bilinçsizce de olsa yapmam. Kendimi kendim gülümsettiğimde, kendime kendim yol gösterdiğimde, bazen kendime kendim sarıldığım ve kendimi kendim avuttuğumda; güçlü olmak yerine üzgün oluyorum çünkü. Keşke hep kendime yönelik olmasa bunlar diye düşünüyorum. Keşke bir kere de kendim kendimi gülümsetmesem.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Kibrit Çöpleri (Murathan Mungan) | Kitap Yorumu

Yazar: Murathan Mungan, Yayınevi: Metis Yayınları

Kitap pek çok kısa öyküden oluşuyor. Bu öykülerin tamamına yakını yalnızca tek sayfadan ibaret. Tek sayfa; ama o tek sayfa, bize bazen karakterin bizzat kendisini, bazense biz okurlarına gösterdiği hissi detaylıca anlatmaya yetiyor. Gerçekten de öyle. Hani bazen olur ya, karakter kendini anlatır; ama işte sen aslında o an karakteri değil de kendini görürsün. İşte bazı öyküler de böyleydi. Kendimden bir şeyler bulabildiğim satırlarla doluydu kitap. Öyküleri tek başına bir yerlerde okusam ‘’güzelmiş’’ der geçerdim sanırım. Ancak böyle hepsini art arda okuyunca, belki de bu sıralar en çok ihtiyaç duyduğum şeyi almış oldum öykülerden: Anlaşılmak. Bir okura bir kitap en iyi nasıl yaklaşabilir ki daha başka? Bu nedenle benim severek okuduğum bir kitap oldu Kibrit Çöpleri. Aynı zamanda kalemini çok merak ettiğim Murathan Munganla da tanışma kitabımdı. Devamı da gelecek.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

24 Haziran 2023 Cumartesi

Merhaba!

Kitap: Koralin - Neil Gaiman (İthaki Yayınları)

Bloğuma hoş geldin. Ben İlkay. Bu blogda sadece içimden gelenleri keşfediyorum. Sen de yorumlarınla bana katılabilirsin.



23 Haziran 2023 Cuma

Şakacı Yaz Gökleri.

Bazen içini bir hüzün kaplar. Evin tavanıyla, gökyüzündeki bulutların beyazlığı bir olur. Her yer bembeyazdır; gökyüzü bembeyazdır. Seni olduğun yere çiviler. Çivilendiğini bile anlamazsın. Kıpırdayamazsın; kıpırdamıyorum da ondan diye düşünürsün. Hem, dersin, işte bulutlar da şu tavan gibi. İşte şu iki beyazlığı birbirinden ayıran tek şey şu komik çizgi. Bulutlar kıpırdamaz. Perde bile kıpırdamaz. Neyse ki sen de kıpırdamıyorsundur. Sonra tüm yakıcılığına rağmen o beyazlığı incelersin. Normal insan yapmaz bunu tabi. Çünkü orada beyazlık dışında ne vardır ki? Belki beyninin oyunuyla, belki beklenmedik anlarda neşesini bulan hareketli rüzgarın yardımıyla, çok çok açık tonda mavilikler sana gülümser. O an kıpırdayamadığını unutursun; çünkü kanın akar, hissedersin. Artık kanın da oyuncu rüzgar gibidir; beklenmedik anda esmiştir, içinde.

Ertesi gün başka bir gündür. Hava yine uzaklardaki yağmurların hüznünü taşır. Yine de gökyüzü bugün mavidir. Birbirinden kopan ve birbiriyle birleşen bulutları görürsün. O an hızla geçer. Sonra tüm bulutlar geçer gider ve işte artık tek bir bulut bile yoktur. Gökyüzü artık daha neşeli gibidir. Belki de bulutlar evlerini bulmuşlardır, bu yüzdendir. Herkes uzaklardaki evlerine dağılmıştır; veya belki de ailecek başka diyarlara, şöyle bir dolanmaya, tatile çıkmışlardır. 

Ertesi gün gökyüzünde hiç bulut yoktur. Ama o da ne, bir aslan kükremesi! Ah hayır, gök gürültüsüymüş... Bu başta hüzünlü gelir. Çünkü sana bir şeyi anımsatır. Hani kıpırdayamayan içini. Ama sonra yine delice rüzgarlar eser içinde ve bu komik gelir. Sonra kükremeler uzaklaşır. Hava solgun ama sessizdir yine.

Sonraki gün güneş pırıl pırıldır. Bugün en güzel gün, dersin. Neden artık güneşi daha çok seviyorum, ah bilmiyorum! Gökyüzü daha geniş gelir sana. Sanki bir şeyler kucaklıyordur, içini.

Yarın hava nasıl olacaktır? Hüzünlü, sonra komik? Güzel, sonra sıkıcı? Sıkıcı, sonra hüzünlü? Hüzünlü, sonra sinirli? Sonra mutlu, sonra yalancı, sonra şaşkın, sonra... Ah şu şakacı yaz gökleri.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


22 Haziran 2023 Perşembe

Yıldız Lejyonları (Kameron Hurley) | Kitap Yorumu

Yazar: Kameron Hurley, Çevirmen: Ayhan Semih Koç,
Yayınevi: Eksik Parça Yayınları

Kitap iki karakterin bakış açısıyla anlatılıyor. Zan ve Jayd. Bu iki karakteri çevreleyen dünya, pek çok uzay gemisinden oluşan ve bu gemilerin canlı birer varlık gibi nefes alıp verdikleri, kanadıkları, hatta hastalanıp öldükleri bir yer. Bu dünyada yalnızca kadınlar yaşıyor. Bu kadınlar, dünyanın ihtiyacı olan şeyleri doğuruyorlar. Bazen bir çocuk, bazen alet edevat, bazense bizzat yeni bir dünya.

Zan ve Jayd ortaklar. Amaçları kitabın sonuna kadar okurlarının gözünde netleşmiyor. En azından benim gözümde kitabın sonundayken bile ne yapmaya çalıştıkları gizemini korudu... Lejyona isyan, gizli kapaklı planlar, hasta dünyadan kaçıp yeni dünyada özgür bir yaşam... Bunlar güzel fikirler, karakterler de fena değil; ancak eksik. Sanki yazar yazdığı taslağın üzerinde hiç düzenleme yapmadan aklına gelen her şeyi yazmış ve kitap olarak bastırmış gibiydi. Potansiyel barındıran yaratıcı bir kurgu, keza aynı şekilde potansiyel barındıran gözü kara ve dişli karakterler; ancak yarım. Havada hep bir belirsizlik var. Neyin ne olduğunu yazar biliyordur şüphesiz ancak bir okur olarak ben yazarın zihnini okuyamayacağım için doğal olarak kitapta yazılanlardan okuduklarım kadarını anlayabiliyorum. Bu kitabı ise tam olarak anlamamış gibi hissediyorum. Çünkü kafamda oturmamış parçalar var.

Benim için düzenlense sağlam bir kitap çıkabilir kategorisinde (öyle bir kategori mi vardı???) bir kitap oldu. Film olarak uyarlansa onu da ilgiyle izlerim gibi hissediyorum. İlgisini çekenler kitaba bakabilirler tabi ki.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

Biz Kimden Kaçıyorduk Anne? (Perihan Mağden) | Kitap Yorumu

Yazar: Perihan Mağden, Yayınevi: Can Yayınları

Hayatları kaçmakla geçmiş bir anne ve kız. Ev dedikleri yer, birbirlerinin yanı. Otel odalarında konaklıyor, o oteli ‘’eskittikten’’ sonra başka bir otelin yolunu tutuyorlar. Onlara dair pek bir şey bilmiyoruz ama aslında pek çok şey biliyoruz. Bir aradalar ve bu en önemli şey onlar için; bu kesin. Peki ama nedir onları birer yolcu kılan? Daimi birer yolcu olmaya mahkum eden? Anılar.

Bambim, diyor annesi kızına. Bambi isimli çocuk kitabının karakterinden alıyor ismini küçük kız. O da annesinin savunmasına gereksinim duyan bir yavru ceylan çünkü. Korunmasız, habersiz dünyadan ve onları arayanlardan. Annesi pek bir şey açıklamıyor Bambi’ye. Bilme sen, diyor, tanıma kötülüğü. Gözlerini ve kulaklarını kapatıyor Bambi, annesi onu savunurken. Annesi, yavrusunu her şeyden koruyor. Tüm dünyadan. En çok da kendi geçmişinden koruyor kızını. Tıpkı Bambi’nin de annesini koruması gibi. Varlığıyla.

Kitap pek çok bölümden oluşuyor. Bu bölümlerin çoğu Bambi’nin ağzından anlatılan anılardan meydana geliyor. Bambi ve annesi birlikte pek çok yer görüyor, dünyanın pek çok yerindeki pek çok farklı otelde kalıyor ve bir sürü anı biriktiriyorlar. Bu anıları okurken Bambi ve annesinin arasında geçen diyaloglardan annenin geçmişini öğreniyoruz azar azar. Diğer yandan ara ara başka insanların gözünden anlatılan bölümleri okuyoruz. Bu bölümlerde başkalarının gözünden anne ve kızı görüyoruz. Bambi aşırı güzel bir kız çocuğu. Fazla güzel, fazla nahif, fazla dikkat çeken. Annesi fazla sert bir kadın; fazla korumacı, fazla öfkeli. Kendi dünyalarında yaşayan bir ikili Bambi ve Annesi. Dünyalarını çevreleyen geçmiş peşlerinde, oradan oraya kaçıyorlar kitap boyunca.

Kitabı geçtiğimiz ay okumuş, hemen ardından da dizisini izlemiştim. Dizinin başrolünde Melisa Sözen'in oynaması diziyi merak etmemi sağlamıştı. Ancak diziyi izlemeden önce, uyarlandığı kitabı okumak istiyordum. Bir gün kütüphanede dolanırken bu kitap karşıma çıktı. Tahmin edersiniz ki, havalara uçtum. Kitabı elimden bırakamadan okudum. Baştan sona merak unsurunu ön planda tutan, akıcı ve özgün bir kurguya sahip olduğunu düşündüğüm bir kitaptı. Kitabı okumamın üstünden fazla zaman geçmeden sıcağı sıcağına dizisini de izlediğim için detaylara hakimdim. Dizinin başarılı bir uyarlama olduğunu düşünüyorum. Replikler dahi kitaptaki cümlelerden seçilmişti, öyle söyleyeyim. Bunun dışında, başrol olan iki oyuncunun, anneyi canlandıran Melisa Sözen'in ve Bambi'yi canlandıran Eylül Tumbar'ın performansını da başarılı buldum ve role uygun olduklarını düşünüyorum. Sadece, ben kitabı okurken Bambi'yi daha küçük yaşta hayal etmiştim. Oysa karaktere hayat veren oyuncu genç birisiydi. Ama bu benim için büyük bir sorun olmadı. Kitap mı, dizi mi dersek; ''kitaaapp'' derim. :) Ancak bu, diziyi başarısız bulduğum anlamına gelmiyor. Yine de eğer konusu ilginizi çektiyse, önce kitabı okuyup ardından uyarlaması olan diziyi izlemenizi öneririm. Böylece diziden de daha çok keyif alabileceğinizi düşünüyorum.

Peki siz kitabı okudunuz mu? Okuduysanız nasıl bulmuştunuz? Diziyi izlediniz mi? Düşünceleriniz neler? Benimle paylaşabilirsiniz.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

21 Haziran 2023 Çarşamba

Doğada vakit geçirmek mi, yoksa evde mi? | Ağaç Ev Sohbetleri 200

 

"Boş zamanları dışarıda, açık havada, doğada geçirmeyi mi yoksa evde veya kapalı ortamlarda geçirmeyi mi yeğlersiniz?"

Aslında bu durum ruh halime göre değişim gösteriyor. Bazen evde kalmak, bazen dışarıda olmak; bazense sadece ''evde kalmamak'' istiyorum.

Önceden olsa, ama baya baya önceden bak pandemi efsanesinden de öncesinde, ''yav bu ev hapsi dedikleri olay ne güzel değil mi, nesi ceza?'' dediğimi bilirim. Sonra ''hay benim dilime'' oldu o ayrı tabi. Pandemideyken en güzel üniversite yıllarımı evde geçirdikten sonra pek tabi evden soğudum. Sonra okulum yüz yüze eğitimle açılmıştı; ki fakültem, doğanın tam göbeğinde hissettirir insana kendini. Buca Eğitim Fakültesi'nde okudum ben. Her yanı ağaçtı. Ağaçlarında kuşlar uçardı. Farklı türlerde kuşlar bile görürdük biliyor musun? Arkadaşlarımla ağaçların altında oturup uzun uzun konuşurduk. Öyle değerliymiş ki o vakitler, şimdi dönüp baktığımda daha net görebiliyorum. Keşke farklı olsaydı. Keşke daha çok vakit geçirebilseydik birlikte. Keşke fakültemin bahçesinde daha çok oturabilseydim, arkadaşlarımla.

Biz öyle sohbet ederken, laf arasında kafamı kaldırır gökyüzüne bakardım. Ağaçların yeşiliyle gökyüzünün mavisinin birbirine karıştığı o görüntüye bayılırım. Bana yaşadığımı hissettirir. Hele bir de hava da yolculuk eden pofuduk pofuduk bulutlar varsa... İşte yaşamak budur benim için.

Sık sık gökyüzünü izlerim. Nerede olursam olayım. Hafızam çok kuvvetlidir. Neden biliyor musun? Çünküüü... Eğer bir olay yaşanırken gökyüzüne bakmışsam o olayı asla unutmam, yani unutmazmışım; bunu fark ettim. Aklıma önce gökyüzü gelir, sonra olaylar eski bir cd'nin çalışması gibi oynar zihnimde.

Lise dönemlerinde, hatta üniversitede ders çıkışlarında da, lise arkadaşlarımla buluştuğum olurdu. Birlikte denize kıyısı olan çimenlik yerlere gider uzun uzun konuşurduk. Yanımızda yürüyen kuşlar olurdu. Hop hop giderlerdi. Bazen onlara kumrumuzdan bölüp atardık (işte bunu). Büyük olanlar hızlı hızlı giderler küçüklerin önüne geçerlerdi. Bazı kuşlarsa önlerindeki parçayı göremezlerdi de yemeyenin malı yenirdi. :)

Hem biliyor musun, evde bile olsam doğayı gözlemlemeyi severim ben. Gökyüzünde uçan bulutları, parçalanan bulutları, birbirine sarılan bulutları... Sonra kuşları ve tabii... Kargaları! :) Kuşlara dair en sevdiğim şey değişen uçuş stilleri. Bazıları pek fiyakalı. Gökyüzünde jilet gibi kayıyor. Bazısı viuuvv diye inişe geçiyor. Bazısıysa, ''kandırdımmm'' dercesine düşer gibi yapıp birden daha yükseğe havalanıyor. Kargalarsa karşı evin çatısında zıplıyor. Kargalar diyorum ama hep tek bir karga görüyorum. Tek başına tek bir karga mıdır o acaba, yoksa arkadaşlarıyla dönüşümlü olarak mı konuyorlar o çatıya? :)

Doğanın sesini dinlemeyi de çok severim. Böylece bilincimi fark ederim. Zihnimin ötesindeki o şeyi. Bu da bana yaşamak gibi hissettirir. Hem bak aklıma ne geldi! Benim küçükken lakabım ''cırcır böceği''ydi. Anneannemin bahçesinde salıncağa uzanır gökyüzünü izlerdim. O salıncaktan keşke bir kez bile olsun yine yapabilsek, yapabilsem. Kendimiz iki ağaç arasına ipten iskeleti ve anneannemin minderi ile battaniyesinden oluşan rahat mı rahat yatak kısmı olan bir salıncak yapardık. Gerçi... Hafızam kuvvetlidir dedim ama bak o kadar da değil. :) Rahat mıydı hatırlamıyorum ama rahat olmalı veya kalbimi rahat hissettiriyor olmalı ki o salıncakta uzun uzun sallanırdım. Sonra da sanırım cırcır cırcır konuşurdum. :) Bu benim en sevdiğim anım. Sana belki daha evvel de anlatmışımdır. Ama biliyor musun, bunu her anlatışımda kocaman gülümsüyorum. Beni daha iyi ve mutlu biri yapıyor sanki bu anılar. Bana sarılıyor gibiler. O yüzden fırsatını buldum mu hemen anlatıyorum işte. :)

Ah, lafı da ne uzatmışım. Çenem düşmüş. Peki bu kadar yazdım da soruya ne yanıt vereceğim değil mi? Bir düşüneyim, düşüneyim, düşüneyim... Ve! Evdeyken doğaya bakmak, doğadayken evde gibi hissetmek diyorum! :)

Hoşça kal sevgili okur.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Bloğumu neden kapatmıştım ve sonrası için danışmak istediğim şeyler.

Herkese merhaba. Umarım çok iyisindir sevgili okur. Ben bu yayınımda sana neden güzelim eski bloğumu kapattığımın hikayesini anlatacağım.

Öncelikle belki sen de görmüşsündür, bir yayınımda eski blog linkimin kullanıldığını fark etmiştik. Sonra ne hikmetse bu farkındalığın üzerinden yarım saat geçti geçmedi o blog kapandı. Muhtemelen gözlemci bir hırsızla karşı karşıyaydık...

Sonra ben sıfırdan bir e-posta aldım. Planım, bu e-postayı önce yazar, sonra yönetici yapıp benim eski mailimdeki yöneticiliğimi devre dışı bırakmaktı. Bir şeyleri hacklemek için muhtemelen e-posta adresi gerekmiyordur ama bu kişinin bilmediği bir adresle devam etmek istedim. Neyse efendim açtım yeni bir adres. Sonra oraya yazarlık daveti de gönderdim, kabul da ettim. Ancak sonra o da ne, benim sıfırdan açtığım mail adresine blogspottan bir bilgilendirme geldi. Bir köstebek benim adıma daveti kabul etmiş! Neyse yazarlar kısmından atabilirdim onu, çünkü yönetici bendim. Ama ayarlara girip baktığımda tek yazar görüyordum, o da ben! Bu nasıl olabilirdi? Hala daha nasıl olabilir asla anlamadım o ayrı.

Sonra ben tabi evimde bir hırsızla yaşıyor gibi hissetmeye başladım. Hatta belki biliyorsundur nisan boyunca yazı yazmadım. Çünkü nasıl yazayım... Aslında her şey normal gibiydi. Belki de benim kuruntumdu bilmiyorum. Bildiğim tek şey elimde bir e-postanın olduğuydu ve o e-postada yazan da benim blog panelimde tanımadığım bir kişinin yazar olduğuydu. Hayalet yazar.

Böyle olunca, paranoya yapacağıma bloğu kapatayım dedim. Zaten elimde kodlar var. Kod olmasa yazılarım var. Hadi yazı da olmasın kahretsin, baştan başlarım!

Sonra biraz bekleyeyim dedim. Mayıs başında bloğumu tak diye kapattım. Amacım az bekleyip bloğu geri diriltmekti. Ama bakın şu işe ki benden önce davrandı hırsız hayaletimiz. Mayısın ortalarında eski blog adresimin, yani blog linkimin kullanıma açık olduğunu gördüm. Şu an bile google'a eski blog adımı yazarsanız ilk sırada ben çıkıyorum... Çünkü bu kişi benim linkimle bloğumu yeniden açtı. Yazı falan yok blogda tabi ama amacı ne bilemiyorum. Belki de görüntülenme sayımdan faydalanıyordur, bilemiyorum. Ama hadi faydalandı diyelim, Allah aşkına blogdan hangi biriniz ne kadar para kazandınız? Blogdan para kazanmak diye bir olay, bir rüya, bir masal yok. Var mı? Varsa buyurun lütfen.

Bu tabi benim yeni blog açma hevesimin afedersin içine bir güzel etti. Bu nedenle her şeyden soğudum. Çok üzüldüğümü zaten ilk yazımda da anlattım. Bloğumu kapatmak bile kalbime hançerler soktu çıkaramadı, bir de üstüne bu kişi hala bloğumla ve belki de benimle artık bilemiyorum, uğraşmaya devam edip durdu. Bloğumu bile kapattım, daha ne istiyordu? Belki de boşalan evime daha rahat yerleşmiştir bu yolla. Bilemiyorum.

Velhasılkelam, bu nedenle tak diye yok oldum. Hayatımdaki tek derdim de bu değil ayrıca. Ama orayı ne kadar çok sevdiğimi bir kez daha uzun uzun anlatmayacağım. Ben orada büyüdüm ve... Ve'sini biliyorsun işte. Ben ne zaman birine sarılmak istesem, bazen hani, oraya sarıldığım olurdu; bloğuma. Anlıyor musun? Bu yüzden canım yandı, çok yandı. Belki bloğumda kimse yoktu, belki de vardı. Sorun bu mu? Evet, bu bir sorun o ayrı. Ama cidden, bu mu? Hayır! Benim olan bir şeye birinin dokunması, onu sarsması, fikri bile çok yıpratıcı. Orası benim hayatımın literatürüne ''benim'' kelimesini soktu. Benim demeyi bloğumla tanıdım ben. Yaza yaza, keşfede keşfede.

Neyse. Zaten artık bunların önemi yok. Yani ne kadar üzüldüğümün. Çünkü bir kere üzülünce artık üzülmüş oluyorsun malesef. Bunu geri alamazsın.

Aslında bir daha tövbe blog yazmam diyordum. Bu kadar üzüldükten sonra mı? ASLA! Ama olmadı işte. Blog yazmayınca normalde de yazamamaya başladım. Bir tane günlüğü neredeyse bitiriyorum o ayrı. İki ayda bir defter bitti, yuh! Ama işte anladın, yazamamaya başladım. Zaten çevremde uzun uzun sohbet edebileceğim de kimse yok şu an. Bu benim için ölüm demek. Abartmıyorum, ölüm demek. Anlatamamak.

Bu yüzden, bana da sürpriz olarak, bir öğleden sonra bulutları izlerken aklıma geliverdi. O an bilgisayara koşmasaydım muhtemelen bu bloğu açmazdım. İyi mi oldu bilmiyorum. Çünkü hadi ama bu travmatik bir olaydı. Benim en büyük korkum sevdiğim bir şeyleri yitirmek. Bu nedenle de er ya da geç sevdiğim şeylerle arama uzaklıklar girer. Bu olay da bu korkumun üstüne yağ, bal, kaymak, efendim reçel falan sürdü... Ya da acı salça!

Bundan sonrası için sıfırdan devam mı etmeliyim, yoksa eski yazılarıma da bu blogda yer mi vermeliyim bilmiyorum. Eski yazıdan kastım da asla kendimi anlattığım, hislerimi anlattığım, yazılar değil. (Ağaç Ev yazısını yazmamışçasına :) - bakınız bir önceki yazım). Çünkü ben kendimi gösterdim; sonra biri geldi o güzelim yazılara pis pis dokundu! Ama belki arşiv olması için sevdiğim kitapların yorumlarına bu blogda yer mi versem diyorum. Aslına bakarsan elimde blog kodum da var. Onu geri yükleyecektim zaten bu son şey, eski blog linkimin kullanılıyor olması, olmasa ama sonra bundan da soğudum. Tek isteğim sadece yazabilmekti. Susuz kalmış gibiydim ve bir daha bunun olmasını istemiyorum.

Benim kadar uzun süre blog yazanlar -sekiz yıl dile kolay- aslında bir yerden sonra bloğa reklam ekleyip iyi kötü para kazanıyorlar. Ama işte o da büyük büyük meblağlar değildir sanıyorum ki. (Buna rağmen işte niyeee?) Ama ben sadece seviyordum. Anlamıyorum, bir şeyi sadece sevemez misin? Sadece sevdiğin için emek vermek, kendinden bir şeyler vermek hatta; bazı insanlar bunun empatisini niye yapamıyor? Bir kere bloğuma göz atınca bile anlaşılacak bir şey bu. Belki de tam olarak bunun için bulaşıp durmuştur, bilmiyorum.

Bak yine yazarken kendi sorduğum soruya yanıt buldum. Sanırım en iyisi sıfırdan devam etmek, ne dersin? Yoksa sence, blog kodumu yükleyip (ki yüklesem nasıl bir şey ortaya çıkar bilemiyorum) eskiyi diriltmek mi? Yine de içimden bir ses buna hayır diyor. İkinci olarak ise, çok sevdiğim kitapların yorumlarını yeniden paylaşmak. Bu nasıl fikir sence? Tabi yazılarımın altındaki tüm o yorumlar falan olmayacak böyle olunca artık ama en azından arşiv olur kendim için diye düşündüm. Ya da eskiyi geride bırakıp yeni yazılarla mı devam etmeli? Belki sadece instagramda eski kitap yorumlarımı paylaşabilirim. Bilmiyorum, sen ne düşünüyorsun? Bütün bunlar hakkında?..

Aslında bu olayları anlatmayı düşünmüyordum. Çünkü bu resmen uğursuzluk ve bunları bir daha anmak bile istemiyordum. Yine de anlatmak, bloğumun okurlarını da bilgilendirmek, iyi olabilir diye düşündüm. En önemlisi de belki rahatlatabilir diye düşündüm. Gerçi bundan sonra bunun bile önemi yok ya, neyse.

Hoşça kal, kalalım. Umarım.


20 Haziran 2023 Salı

Merhaba, Yeniden.

Blog yazmak bana kendimi evimdeymişim gibi hissettiren şeylerden biri. Biriydi demiyorum, çünkü hala öyle. Yazmak başlı başına büyülü. Yazarken, sanki içimde bir yıldız varmış da onu serbest bırakıyormuşum gibi hissediyorum biliyor musun? Ne yazdığımın, ne kadar yazdığımın, hatta yazdıklarımın ne denli başarılı olduğunun dahi bir önemi yok. O bir yıldız. Tüm o gördüklerim, duyduklarım, tattıklarım, konuştuklarım ve dokunduklarımdan kopup gelen bir yıldız. Yazdığım her şeyi tüm ruhumda hissediyorum. 

Eski bloğum, belki beni oradan tanıyorsun, orasını bırakmak zorunda olduğum, hatta daha en başta, bırakmak zorunda hissettiğim için bile kendimi çok kötü hissetmiştim. Evet, orası çok güzeldi. Çok çok güzel. Ama canımı en çok yakan neydi biliyor musun; orayı ben kendi ruhumdan inşa etmiştim. Sanki içimden bir parça gitmiş gibi hissettim. Güzel bir şey gördüğümde hep oraya koşardım. Güzel bir şey dinlediğimde hep oraya koşardım. Güzel şeyler okuduğumda, izlediğimde, hissettiğimde... Orada hep çok mutluydum, ki kendi hayatında pek de mutluluğu hisseden biri değildim. Bu benim özel gücüm gibi gelirdi biliyor musun? Galiba ben mutluluğu görüp çıkarıyorum, diye düşünmeden düşünürdüm. Çocukça veya değil. Zaten çocukça olmasında da bir sakınca yok; çünkü benim tüm ergenliğim ve ilk yetişkinlik dönemime girişim orada geçti. Ne uzun zaman değil mi? Ne önemli yıllar...

O kadar çok ağladım ki, sana bunun tarifini yapamam. Evim gitmişti evet. Güzel bir evdi bu, evet. Sanki sevdiğim bir varlık gibiydi; nefes alan bir varlık gibi, evet. Ama en önemlisi, dediğim gibi, ruhumdan bir parça gibiydi. İçimden çıkardığım tüm o yıldızlardan oluşan bir ışık kümesi gibiydi. Bir siteden fazlasıydı. Sanırım bu bende travmatik bir etki bıraktı. O sıralar hayatımda bazı şeyler de yolunda gitmiyordu. Sanki uzay boşluğuna düştüm biliyor musun? Evet, sanki hiçliğe düştüm. Aklımdan kötü düşünceler geçmedi. Daha fenası, hiçlik geçti. Hiçbir şey kalmadı diye düşündüm. Koşabileceğim bir evim bile yok artık. Yıldızlarımı dizebileceğim bir gökyüzüm bile kalmadı...

Ne dramatik! Yine de gerçek. Canım çok yandı. Çünkü o blog benim için canımın yandığı her anda koştuğum, bana merhem olan bir yerdi. Bu yüzden ifade edemeyeceğim kadar çok üzüldüm. Hayatımdaki tüm üzüntüler ve boşluklar sanki bu tek olayda sabitlendi biliyor musun? Belki de bu benim baş etme yöntemim oldu bilmiyorum.

Bir şeyler anlatmak için bir bloğa ihtiyacım yok tabi. Ama sen de bir blog yazarıysan eğer, beni anlarsın, burası başka bir yer. Eski bloğumdaki gibi olur mu bilmiyorum. Yine bir şeyler anlatacağım, belki sen de bana bir şeyler anlatırsın yorumlarda sevgili okur; ama bu kadar. Çünkü bağ kurmak yorucu bir şey. 

Biliyor musun, işin komik yanı, önceden eski bloğumda yazarken bazen aklımdan hiç kimsenin bilmediği yeni bir blogda kendi köşemde öylece yazma düşünceleri geçerdi. Blog okuru falan kalmadı tabi artık o ayrı. Benim de okurum azdı ama yine de kendimi çok fazla açmıştım ve sen beni tanımıştın. Bu beni korkuttu. Bu yüzden bırakıp gitmeyi düşünürdüm. Yeniden başlamayı. Yine de keşke böyle olmasaydı. Bu bana tarottaki kule kartını hatırlatıyor. Kule kartı kişinin yararına olmayan şeyleri yıkar. Bu yıkım her durumda acı verici olur. Ancak sonrasında kişi yeni bir şeyler inşa etmeye başlama imkanı bulur.

Peki neden çilekli bulutlar? Bu da kulağa çocukça mı geliyor? :) Belki biraz. Ama kimin umurunda. Bu blogta içimden geldiği gibi yazacağım. Önceki bloğumda bile bazen bunu yapamadığım olurdu. Neşeli olmak için çaba sarf ettiğim zamanlar. Anlayışlı olmak için çaba sarf ettiğim zamanlar. Kendimi tutmadan tutmaya çalıştığım zamanlar. Kendimi olduğum gibi anlatırdım o ayrı ama yine de... Bilmiyorum. Belki de hislerimi dengelemek için daha aydınlık bir yönümü, daha neşeli, canlı bir yönümü kelimelere dökerdim. Oysa insan tek bir şeyden ibaret olamaz. Bu blog ise, işte sadece bir günce. Bu kadar. Kendi halimde yazacağım bakalım. Bloğun ismini de kendi halimde uzanıp gökyüzünü izlerken buldum. Bulutlara yansıyan güneş ışıkları aklıma çilekleri getirdi. :)

Eski blog yazılarım burada yer almayacak. Çünkü en baştan başlıyorum. Bu blogda ne bulabilirsiniz peki? Okuduklarımı, izlediklerimi, dinlediklerimi ve belki... Hislerimi.

İyi okumalar olur umarım.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Not: Bu blogda film afişleri dışında hep kendi çektiğim fotoğraflara, kitap-film yorumlarımda kullanacağım alıntılar dışında ise kendi düşünce yazılarıma yer vereceğim. Belirttiğim durumlar dışındaki her şey bana aittir.

Not 2: Kitap yorumlarım ve film önerilerim için bir instagram hesabı da açtım. Ancak orada çilekli bulutlar adı kullanıldığından ve ben hiç kullanılmayan bir isim almak istediğimden orada farklı bir isimleyim. Hesap İsmi: neptunlucadi

Not 3: Blog başlığımı da Neptünlü Cadı yapmaya bu nedenle karar verdim. Neptün hem görünüm itibariyle beğendiğim bir gezegen; hem de her ne kadar astrolojiden hiç anlamasam da, Neptün'ün anlamı gizem, hayaller falan fişman. Yani kendimi bir cadı olarak oraya yakın hissettim bir anda :)) Hem de Neptün tüm bu güzel rengine tezat olarak çok karanlık ve soğuk bir gezegen. İki uçlu kişiliğimi mükemmel derecede yansıtıyor sanki... Neyse efenim, özetle instagram hesabıma da beklerim.


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.