31 Mart 2024 Pazar

Ağaçlar, kediler ve müzik güzeldir.


Bir keresinde birisini tanımıştım. Bana dinlediği müzikten dinletmişti. Daha evvel dinlemediğim bir türdü ama sevmiştim. Şarkının ismini o an unutmuştum. Sanırım çok da dikkat etmemiştim. Sonrasında bile hiç merak etmemiştim. O an mp3'üm çalışmamakta ısrarcıydı. Yolu şarkısız geçirmediğim için mutlu olmuştum. Ben ona dinlediklerimden dinletmemiştim. Sonrasında bile bunu düşünmemiştim. Yine de o an, iyi ki dinletmek zorunda kalmadım, diye içimden geçirmiştim. Oysa müzik zevkim fena değildir, bilirsin. 

Geceleri müzik dinlemeyi ayrıca seviyorum. Özellikle de uyumadan evvel. Bazen o şarkıyla uykuya dalıyorum. Böylece uyku yolunu şarkısız geçirmiyorum. Bazen iç karartıcı şeyler hissediyorum. Bazen iç açıcı şeyler. Sonrasında bunlar üzerine düşünmüyorum. Sanırım o kadar da umursamıyorum. Oysa o bana özel anları, itiraf etmek gerekirse, hep iple çekiyorum. Günün en ama en çok sevdiğim anı budur: Herkes uyumuştur - müzikler önce kulağımda, sonra ruhumda titreşir. Eğer ki bir açıp bir kapanan düşüncelerimi bırakıp müziği dinlersem, başka yere gitmenin huzurunu özlemem. Çünkü müzik, güzeldir. Hele de ruhumda çınladığını duyumsuyorsam.

Son günlerde canım çok fazla yeşil çekiyor. Oturmak istiyorum ve başımı kaldırmak. Ağaçları görmek, titreşen yapraklarını. Yapraklardan arta kalan gökte seyahat eden bembeyaz bulutları. Ruhumda titreşen seslerle. İsmini bilmediğim insanların sesleriyle. Rüzgarın sesiyle. Belki denizin. Belki ağaçların. Belki böceklerin bile. Böceklere tahammülüm yoktur belki bunu da bilirsin. Tabii eğer onların evinde değilsem. Doğa onların evidir ve ben onlara misafir olduğumda ilginç bir şekilde onlardan çekinmem. (Ağır abi böcekler hariç...) Her neyse. İşte bunu düşünüyordum. Son dönemde okuduğum kitaplar da yardımcı olmuyordu. Hele şu anda Faruk Duman'dan okuduğum Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur isimli kitabı okurken bu isteğim iyice kabardı.

Aslında yakın zamanda fakültemin bahçesindeydim. Ancak benim için hoş bir gün değildi. Yine de bir şekilde geçti. O gün de rüzgarı dinledim. Bana bir kedi göndermesi için yardım istedim. Oysa rüzgar bu çağrımı dinlemedi veya dinledi de bana dur sen biraz burnun sürtsün dedi. İyi ki danışmanım anlayışlı biriydi. Çünkü o an kalbim kediler tarafından tırmalanmış gibiydi. Bazı geceler bazı müzikler kalbimi yavru bir kedi yapıyor. Bazen oyuncu, bazen saldırgan. 

Yakın zamanda ağaçlarla oturmak istiyorum. En iyisi bunun için kalkayım ve ağaçlarla buluşayım.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.



30 Mart 2024 Cumartesi

Salatayı severim.


''Ne demek istediğimi açıklayamam. 

Açıklayabilseydim bile, bunu yapmak içimden gelir mi, pek emin değilim.''

-Oruç Aruoba-


Resim, ne ilginç sanat dalı. Bir resme baktığında bütünü görüyorsun ancak sanatçı o bütünü var edene kadar gecesini gündüzüne, boyasını badanasına, yok hayır, fırçasını paletine katarak büyük emeklerle ve süreç içerisinde, izleyicilerin bir anda bütün olarak görebildikleri (!) resmi oluşturuyor. Bütünlük nedir ki? Bir resme baktığında o resmi görürsün, evet. Ancak her detay, her renk geçişi, her çizgi, hatta bazen her kalıp gibi kalmış boya parçası bile, sana farklı bir durumu anlatır aslında. Bazen söz konusu bu ''bütün'' çok basittir. Bir bakışta görülür de, zaman o bütünün üstüne gizem pelerinini örter ve o sanat eseri hakkında ''aslında şunu söylemek istiyor'' gibi bir sürü yorum getirilir. Bazen gerçekten de aslında başka bir şey söylemek ister o eser; ancak başka bazenli durumlarda, söylediği tek şey, olandır. Ne gizem ama değil mi? Hangisi hangi bazende gizli asla bilemezsin. En azından kimi zaman?

Ben bu durumu çok severim. Yani işte, yorum getirmeyi. Bir resme, bir müziğe, bir fotoğrafa, bir yazıya, şiire, hatta ağaca çiçeğe buluta kuşa kurda... Yorum getirmek eğlencelidir. Bu nedenledir ki, felsefe de beni eğlendirir. Felsefeciler düşüncelerini temellendirmek için basamaklandırma yaparlar. (Basamaklandırma??) Bazen en sonunda ulaştıkları sonuç ilk cümlede yazıyor bile olabilir. Bu durum bazılarına laf salatası gibi gelir o ayrı; ancak ben salatayı da severim. Tüm o farklı malzemelerin bir araya getirdiği bütünü. Yoksa, zaten ilk cümlede yazıyorduydu mantığıyla; marul da yiyecektir domates de o zaman ikisini karıştırmadan ayrı ayrı yiyelim, aynı şeydir. Salataya gerek yok der misin sen hiç? Ben demem, seve seve bayıla ayıla da yerim.

Bütün dediğimiz olay da bu bence. Bir salata! Ah hayır, bunu yemiyoruz lütfen yerine bırakalım. Bu salata bazen çizgi ve boyalardan, bazen kağıt ve mürekkepten, bazen nota ve hava akımlarından, bazen önermelerden... Ama hep, düşüncelerden oluşuyor. Peki... Bu mantıkla... Düşünceler nelerden oluşuyor? Bir şey bir şeye ekleniyor ve o şey artık başka bir şey oluyor. Olan bu yeni şey, bütün dediğimiz oluşumu meydana getiriyor ancak öte yandan, o bütünü, ''bütün olarak'' algılamamıza rağmen, yine de, parçalar ona anlam katıyor.

Bazen bazı şeylerin çok gereksiz olduğunu düşünüyorum. Yolu çok uzattığımı falan. Erk hayvanım kaplumbağa olabilir mi acaba bunu da bir araştırayım, hımmm... Kaplumbağalar da yavaş ilerler, güzelce gezinir, arada salata yer, belki döner dolaşır, bazen evinde uyuklar, belki de içeride el fenerini çıkarıp kitap falan okur, sonra da varır. Sonra mı varır? Nereye varır? Neden varır? Evleri zaten sırtlarındadır. Tüm dünya evdir onlar için. Kaplumbağalar tam olarak gezginler. Tüm parçaları özümseyerek yaşıyor gibiler. Hayranlık uyandırıyor bu bende. Onlar için gereksiz diye bir şey olmamalı. Çünkü onlar için yol yok, her şey var.

Sanat ne ilginç bir bütünlük. Hepsi birbirinin bir parçası ve aslında bütün dediğimiz şey de, küçük parçalardan oluşmuş başka bir parça gibi görünüyor. 


Not: Yukarıdaki alıntıyı sevgili Kırmızı Ruh'un şu yazısında görmüştüm. Alıntıyı okur okumaz, içimden parçalar fırladı resmen. Düşünüyorum da, bazen, ne demek istediğimizi açıklamak bile aslında ne demek istediğimizi açıklamamak için bir yol olabiliyor. Her neyse, Kırmızı Ruh'a bu ilham için bir kez daha teşekkürler. Alıntıları kalp düşüncelerim. 


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




29 Mart 2024 Cuma

Kayanlar meteordur, yıldızlar ateştir ve pırıltılar kendilerinindir.


Dün akşam bir film izledim. İsmi Hit the Road. Filmin bir sahnesinde küçük bir çocukla babası yıldızları izleyip Batman ve Superman üzerine ciddi bir tartışmaya girmişlerdi. Bu sahne bana babamla benim yıldızları izlerken yaptığımız konuşmaları hatırlattı. Babamla gökyüzünü izlemeyi çok severdim. Tüm o yıldızlar ve gezegenler hakkında konuşmayı. Bir galaksiden öbürüne yakan top oynamayı. Veya masa tenisi? Bunlar küçük ama büyük sıçrayan konular olurdu. Kalbimi sıcacık yapan bir sürü konu. Böylece içimdeki cırcır böceği neşeyle öterdi. Çünkü istediği makamdan cırcırlama fırsatı bulurdu.

Yıldızları izlerken boynum tutulurdu. Birlikte kayan yıldız avına çıkardık. Tabii... Ben çıkardım ve onu peşimden sürüklerdim. Baba bak, yıldız kaydı! Bir keresinde kocaman bir ateş topunun üstümüze geldiğini görmüştüm. Hayatımda gördüğüm en büyük yıld... Meteordu! O kadar şaşkındım ki, dilek tutmak bile sonradan aklıma geldi. Oysa her yerde onu aramıştım. Kayan bir pinpon topunu! Hayır, kayan bir yıld... İşte, meteoru.

Aslına bakarsan kayanların yıldız olmadığını öğrendiğimde küçüktüm. Hiç de bile şaşırmamıştım. Beni en çok şaşırtan asıl gerçek; yıldızların buzdan değil, ateşten oluşmasıydı. -Güneş'in de bir yıldız olduğunu öğrendiğim anı hesaba katmıyorum...- Ah bu beni gerçekten hayal kırıklığına uğratmıştı. Nasıl olabilirdi? Gözlerimi kapattığımda işte oradaydım. Yıldız pisti çok kaygandı. İstediğin gibi Maykıl Ceksın dansı yapabilirdin. Veya tango, veya çaça veya... Pek dans adı bilmem, üzgünüm... Ama istediğin dansı edebilirdin işte, yani... Bilirsin, gözlerini kapattığında. Ben de gözlerimi kapatıp dans ederdim. Tabi bunu yalnızken yapardım. Bence biriyle birlikte yıldızları izliyorsan, gözlerini olabildiğince açık tutmalısın. Böylece hepsini görürsün. Her pırıltıyı. Çünkü pırıltıları hatırlamak kolaydır. 

Yıldızları çoğunlukla yalnız izledim. İtiraf etmek gerekirse, aslında, buna rağmen... Onları birileriyle birlikte izlemek hep daha çok hoşuma gitti. Bak, yıldızlar! demek. Sanki o göremezmiş gibi, değil mi? Ama bunu seviyordum işte; bak görüyor musun, demeyi. Yalnızken onları izlediğimde daha farklı şeyler olurdu. Bir keresinde yine yıldız postasını gözlüyordum. Hayır, bu sefer ben bir mektup yazmıştım. Onu cırcır böceğim kalbime fısıldamıştı. Kalbim de beynime fısıldıyordu ki, o da ne! Yıldızlar bir anda dans etmeye başladı. Evet, Maykıl Cek... Ah tamam, itiraf ediyorum... Bu dansın adını bilmiyordum ama hepsi etrafımda dönen pırıltılardı işte. Boynum yine tutulmayı göze almışçasına yıldızlarla göz gözeydi. O an mektubumu unuttum. Sadece voaaaa diyebilmiştim. Bu beni gerçekten etkilemişti. Çünkü sonraki günlerde yıldızlarda hiç dans etmedim. Sanırım o gün bende bir şeyler değişmişti. Onların ateş topu olduklarını kabul etmiştim. Cırcır böceğim nihayet dinlemeyi öğrenmişti. Müziği duymanın da eğlenceli olabileceğini, en azından buna fırsat vermesi gerektiğini. 

Gökyüzünde bir gizli köşen var mı? Her baktığında seni karşılayan bir yıldızın? Benim var. Hep aynı yerde durur. Hiçbir şey onu yerinden kaldıramaz. Dans etmeyi pek sevmez. Yerini hep korur. En bulutlu günlerde bile, mutlaka bir anlığına bana göz kırpar. Onu benim yıldızım yapan nedir? Hep aynı yerden bana göz kırpması mı? Hadi ama, onda hiç dans bile etmedim. Tanışmamız geç bir zamana rast geldi. Onu artık büyüdüğümde bulmuştum. İşin ilginç yanı, zaten küçükken hiç kendi yıldızım yoktu ki! Çünkü, hepsi benimdi ve hepsi herkesindi. Hayır. Yıldızlar sadece kendilerinindi ve oradalardı. Pırıl pırıl. Belki de biz insanlarla ilgilendikleri yoktu.

Yine de, bu gece gökyüzü açıkken ve yıldızım yine birilerine göz kırpıyorken -tabi içeceğim için su da kaynıyorken-, onu izledim. Sevgili yıldızım, sevgili yıldızım. Merhaba nasılsın...


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




27 Mart 2024 Çarşamba

Japoncaköpüklübaloncukyacası.


Küçükken balıklarım vardı. Japon balıkları. Taa Japonyalardan kalkıp da, işte yüzüp de, küçük bir akvaryuma gelmeyi niye kabul etmişlerdi bilmiyordum. Onlara bir şeyler anlatır mıydım emin değilim; ama onların bana bir şeyler anlatmadığına eminim. Belki de kendi aralarında fısır fısır konuşuyorlardı da ben onları anlamıyordum. Çünkü balıkça bilmiyordum. Hele de Japoncabalıkçası! Belki de köpükçe konuşuyorlardı. En olmadı baloncukyaca. Japoncaköpüklübaloncukyacası! 

Onlara dair pek bir şey hatırlamıyorum açıkçası. Hatırladığım şeyler sırasıyla: Güzel renklerinin olduğu, aralarına beni almadıkları ve bir anda kayboldukları. Bir gün içlerinden birinin karnı şişmişti. Ben de tabi bebek balıklarım olacak sanmıştım. Bebek balıklar ağlar mıydı? Ne kadar küçük olurlardı? Bilmiyordum. Ama bu bana pek inandırıcı da gelmiyordu. Çünkü hiç bebek balık görmemiştim. Zaten ortada bebek balık da yoktu. Balığım iki kez yem yemiş. Bu yüzden ölüyormuş. 

Bir gün eve geldiğimde onları görememiştim. Nerede olduklarına dair de mantıklı bir açıklama alamamıştım. Yoksa Japonya'ya mı dönmüşlerdi? Hayır, keşke öyle olsaydı. Çünkü bana öldüklerini söylemişlerdi. Evet, dördünün de. Bir çocuk olduğunuzu düşünün. Evet sadece bu kadar. Bunu düşünseniz yeterli. O an ne hissettiğimi uzun uzun anlatmam gerekmez. Sonra nasıl öğrendim bilmiyorum ama aslında hepsinin değil birinin öldüğünü öğrenmiştim. O an ne hissetmiştim acaba? Hatırlamıyorum. Ama sonrasında ne hissettiğimi hatırlıyorum. Bir evcil hayvanım olmasından çok korkmuştum. Çok çok çok çok çok.

Anneannemlerin komşusu olan bir sınıf arkadaşım vardı. Onun hep farklı farklı hayvanları oldu. Kaplumbağa, tavşan, hamstr... Dış bir gözle bunu gören bir çocuk için bu gerçekten ilgi çekici olmalı. Onların evine gittiğim zamanları bu hayvanlar sayesinde hatırlıyorum. Geçen yıllarla birlikte rengini yitirmiş ve artık bir araya getirilemeyecek kadar eskimiş tüm bu anı resimlerindeki renkler sadece bu hayvanlar. Acaba arkadaşım kaplumbağaca biliyor muydu? Veya tavşanca? Veya hamsterca?

Küçükken bir kitabım vardı. Bir masal kitabı. Böyle ince bir şey. Taşralı bir külkedisinin hikayesini anlatıyordu. Sanırım çok da çocuk edebiyatı ürünlerindeki niteliklere uymuyordu. Ama yine de onu seviyordum. O da mesela artık eskimiş anı resimlerimde canlı kalan bir renk. O rengi çeke çeke çeke çeke sana bu anımı anlatabiliyorum. O kitabı babama kaç kez okuttum bilemiyorum. Pek çok kez olduğunu biliyorum. O sıralar okumayı bilmiyordum. O kitap niye bizim evdeydi onu bile bilmiyorum. Ama içimde bir sürü rengi oluşturuyordu, bunu da biliyorum. İçimde oluşan bu renkler, okumayı öğrendiğimde kitap aşkına dönüştü. Kitaplara aşık oldum.

Kitaplardan Japoncaköpüklübaloncukyacası öğrenemedim. Ama bir sürü başka şeyi öğrenmeyi öğrenmişim gibi görünüyor. Sanırım, kitaplardan... Renkleri öğrendim! Pek çok farklı hissi. Çok çok çok çok çok olan her şeyi. Ve o kadar da çok olmayan pek çok başka şeyi. Sanırım böylece bir şeyi anlamışım. Japoncaköpüklübaloncukyacasını anlamam için o dili duymam gerekmiyor. İşte bunu anlamışım.

Sen kitaplar sayesinde neyi anladın?

Hoşça kal.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.




25 Mart 2024 Pazartesi

Boşluk.


Yeniden saçlarımı uzatma kararı aldım. Aslında uzun saçın bana daha çok yakıştığını biliyordum. Ancak yine de, duramadım ve yeni yıl yeni başlangıç kararıyla yılın sonunda bir kez daha saçlarımı kestirdim. Kısa saçlı olduğumda kendimi daha çok kendim gibi hissettiğimi düşünüyordum. Oysa şimdilerde saçımın nihayet biraz daha uzamış olması bana kendimi daha mutlu hissettiriyor. Belki de kendimizi mutlu hissettiğimiz durumlarda kendimiz gibi hissediyoruzdur.

Bir süredir rüya görmüyordum. İki hafta öncesinde art arda bir sürü fantastik rüya görerek ve onları büyük oranda hatırlayarak bu açığımı kapattım. Gerçekten bilinçaltı ilginç işliyor. O parçaları sen nereden buldun da bir araya getirdin? Sonra bir anda bu rüyalar kesildi. Sanırım bilinçaltım içindeki tüm sahneleri hevesle bana bir çırpıda gösterdi ve sessizce kendi köşesine çekildi. 

Ben de hevesle pek çok parça buluyorum ancak onları bir araya getirme konusunda bilincim bilinçaltım kadar yetenekli görünmüyor. Belki de bunun için bilinçaltımdan yardım almalıyım, çünkü o aslında her şeyi biliyor. Sanırım buna sezgi de diyebiliriz. Sezgi, suyun altında yüzen bir bilinç gıdıklaması. Bu sıralar gıdıklanıyorum. Bu iyiye işaret olmalı. 

Bir şeyin bizi rahatsız etmesi aslında iyi. Çünkü rahatsız olursan, hareket edersin. Harekette bereket mi vardı? Her şey bir şekilde hareket halinde. Belki de sadece, bu hareket halinde olma durumunu kabul etmek gerekiyordur. Tamam! Kabul ediyorum. Bir süredir bir türlü motivasyon kazanamadığım bazı şeyler vardı. Bırakamadığım bazı şeyler de. Belki de bırakmam gerekeni bıraktığımda, tutmam gerekeni tutabilirim. Evet, muhtemelen öyle. Arada boşluk olmalı. Hareket böyle oluşur. 

Saçlarım yeniden uzuyorlar. Bu beni mutlu ediyor.

Güzel bir hafta dilerim.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




24 Mart 2024 Pazar

We Made a Beautiful Bouquet | Film Yorumu


Yönetmen: Nobuhiro Doi

Senarist: Yuji Sakamoto

Yapımı: 2020 - Japonya


Hachiya Kinu (Kasumi Arimura) ve Yamane Mugi (Masaki Suda) son treni kaçırdıklarında birbirlerini aynı zamanda yakaladılar. Birbirlerinin aynı zamanında. Yirmi bir yaşındaki bu iki üniversite öğrencisi genç tesadüfen tanışmışlardı; ancak tesadüflere bırakılamayacak kadar çok ortak noktaları vardı ve her buluşmalarında birbirlerine daha da çok yaklaştılar. Aynı şeylerden hoşlanıyor, aynı şeylerden hoşlanmıyor ve hatta aynı şeyleri giyiyorlardı. Genç kadın bir blog yazarıydı. Güzel kitapları ve filmleri severdi. Genç adam ise resim yapmaya tutkundu. En büyük hayali, tutkusunu işi yapmaktı. Ruh eşi diye bir şey varsa, işte o, bu iki genç olmalıydı. 

Yaşam akıyordu ve iki genç hala aynı zamandalardı. Uzun bir süre aynı şeylerden hoşlanmaya devam ettiler ama sonrasında hoşlanmadıkları şeyler farklılaştı. Genç kadın hala güzel kitapları ve filmleri seviyordu; hayata atılmak için de çok çabaladı. Genç adam da hala resim çizmeyi seviyordu; ancak o, hayata atılmayı da sevdi. İkilinin önce ayakkabıları değişti, sonra da adımlarının ritmi. Genç kadın hala gözleri parlayarak konuşuyordu. Genç adam gözlerini açık tutamıyordu. Genç kadın, hala aynı şeyleri eleştiriyordu. Genç adam, eleştirdiği her şey olmuştu.

Yaşam aktı ve beş yıl geçti. Şimdi iki genç, 2020 yılında ama farklı zamandalardı. Birbirlerinin farklı zamanında. Artık aynı şeylerden hoşlanmıyor, aynı şeylerden konuşmuyor ve tabii aynı şeyleri giymiyorlardı. Genç kadın hala tutkularına alışkındı. Genç adamsa alışkanlıklarına tutkun olmuştu. İkisinin ruhları hala eş miydi yoksa bu, değişen bir şey miydi? 

Film boyunca genç bir çiftin beş yıllık ilişkilerinde yaşadıklarını izliyoruz.


Kaynak: Imdb

Filmi izlemek güzel bir romanı okumak gibiydi benim için. Hatta film bir roman olsaydı, pek çok satırının altını çizerdim. Her şey tatlı bir romantik hikaye olarak başladı. Çok fazla tesadüf vardı ve tüm bu tesadüfler ikiliyi birbirine, beni filme bağladı. Zaman geçtikçe bunun tatlı bir romantizmden öte olduğunu anladım. Çünkü film, 'gerçeği' anlatıyordu. İki karakterin gerçekliklerini. 

Birini sevmek için belki de 'ruh eşi' olmak gerekmiyordur. Ancak aşk için, ruhların aynı titreşmesi gerekiyor gibi gözüküyor. Aynı titreşen ruhlar, aynı ritimde ilerliyor; aynı tik takta, aynı zamanda. Aynı ritimde atıyorlar adımlarını. Birbirlerini geçmiyorlar, birbirlerini geride bırakmıyorlar; ama bu sıkıcı bir tekdüzeliğin ötesinde bir şey. Sadece aynılar işte: Birlikteler. 

Bazen bu uyum bozuluyor. O zaman hala bir ritim duyulmaya devam ediyor. Bazen bu iki farklı ritim de kulağa hoş gelebiliyor. Beklentiler farklı olsa bile sonucu iki kişi de kabul edebiliyor. Alışkanlıklar, aşkı kucaklıyor. Ancak bazen bazı kişiler bunu istemeyebiliyor. Böyle olunca da onlar aşklarını kucaklayıp ilerliyorlar. Farklı yönlere.

Filmi baştan sona çok sevdim. İlgisini çekenlere öneriyorum.



WE MADE A BEAUTIFUL BOUQUET | Trailer için tık tık.


23 Mart 2024 Cumartesi

Tavşan Deliğinden Yukarı.


Dans etmek, insana kendini özgür hissettiriyormuş. Öylece hoplamak zıplamak, dönmek dolaşmak, saçlarını savurmak. Ah! Uçmak gibi. Gerçi gördüğüm kadarıyla kanatlarım yok, bu nedenle uçunca nasıl hissedilir bilemiyorum ancak, eğer ki, uçsaydım... Muhtemelen böyle hissederdim!

Yoga yaparken kendimi o hareket olmuş gibi düşünürdüm. Böylece esner, esner ve esnerdim. Gerçi ben çok basit hareketlerde takılıyorum ama olsun. En azından artık sırtım ağrımıyor. Aynı zamanda ilk gün kas ve katı olan ben, ikinci gün kaskatı, üçüncü gün katı ve sonraki günlerde -hayır kas değil- katı olmayan bir hale gelebildim. -Yeyyy!- Bu da tabi ki iyi hissettiren bir durumdu. Çünkü kaskatı olmadığında bedenini hissedebiliyorsun. Aaaa, bir sessizlik var... Zihnim susmuş ve benim bir bedenim varmış! Üstelik esneyedebiliyormuşum, bu gurur verici.

Meditasyon ise ruhunun esnemesi olabilir belki. Nefesine odaklanmanı sağlıyor. Nefesine odaklanmak ise sakin olmanı sağlıyor. Sakin olmak ise zihninin sana değil, senin zihnine hükmedebilme yolunda ilerlemeni sağlıyor. Bu yolda ilerleyince, yolu unutuyorsun. Çünkü sen artık sadece... Nefessin! Nefesin ta kendisisin. En azından on dakika kadar.

Bir de tabi yüz yogası var. Şu dönemde yapmıyorum ama birkaç dönem ara ara yapmıştım. Yüz hatlarım normalde de biraz belirgin sanırım ama zaten benim amacım da yüz hatlarımı belirginleştirmek değildi. Tamam, o da vardı ama ikinci amacımdı. En azından ilk günden sonra ikinci amacım olmuştu. Çünkü yüzüme dokunduğumda, bir yüzüm olduğunu keşfetmiştim! Yani, nasıl bir yüzüm var bunu keşfedebileceğimi görmüştüm ve bu bana kendimi tıpkı dans etmek gibi hissettirmişti. Özgür. Tabii bu sefer uçmamıştım; aksine, yere bastığımı fark etmiştim. Bu inanılmazdı. 

Gözlerim parlamıştı, o zamanı unutmuyorum. Çünkü aynada gördüğüm yüze sıfatlar vermeye başlamıştım. Normalde bunu yapmazdım. Bu, güzel bir kız der geçerdim belki -alçakgönüllükte benim gibi ol - Ama güzelse ne yapalım, değil mi? Veya tam tersi... Ama bence kimse aynaya bakıp kendine kötü şeyler söylememeli. -tabii bakmadan da- Bunu yapıyorsan lütfen yapma sevgili okur. Bak benim hatırım için, tamam mı? Tamam dediysen okumaya devam et. Demediysen, etme lütfen. Kırılırım.

İnsan, kendine bakarken, güzel şeyler söylemeli. En güzel şeyleri. Hiçbir şey söylememezlik de etmemeli. Önce bir uzaktan bakmalı belki. Sonra daha yakından, yakından ve... İşte nihayet bir bütün olarak görebilirsin kendini. Beden ve ruh. İkisi birbirinden ayrı olmak zorunda değil. Hizalanabilir, dengelenebilir. Eğer ki kendini gerçekten görürsen. Bu, kendi üstümde denediğim şeylerden biri. Çünkü en güzel keşifleri hep kendisi hissederek yapar insan. Çünkü en güzel keşifleri hep kendim hissederek yapabilirim.

Yazarken de böyle aslında benim için. Ben, kalbimde olmayan bir şeyi yazamam. Bunu bir arkadaşıma söylediğimde bana aslında yeterli araştırma yapılırsa pek çok kurgunun yazılabileceğini söylemişti. Evet, araştırma gereklidir, gözlem falan da. Ama insan bilmediği bir şeyi nasıl anlar ki? Anlamadığı şey hakkında nasıl kelimeleri bulur, üstüne onları karşıdaki kişinin zihnine, kalbine sokar ki? Bence çok zor. Yapabilenler çok yetenekli olmalılar.

İşte, kelimeler böyledir. Köşeleri vardır; bu nedenle çok ama çok güçlülerdir. O yüzden bence, hissetmediğimiz kelimeleri söylememeliyiz. Peki bunu nasıl anlarız? Neyi hissettiğimizi falan hani... Hımmm... Hizalanarak? Aaaa benim bir yüzüm varmış ve bedenim de; aaaa ruhum da buradaymış ve işte zihnimdeki düşünceler de. Kaçma kandırıkçı düşünce yakaladım seni. Ve sen, evet sen, oradaki, saklanmışsın ama seni gördüm. Çık bakalım oradan, belki birlikte dans ederiz.

İşte böylece tavşan deliğinden yukarıdayım şimdi!

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




22 Mart 2024 Cuma

Little Miss Sunshine (Küçük Gün Işığım) | Film Yorumu


Yönetmen: Jonathan Dayton, Valerie Faris

Senarist: Michael Arndt

Yapımı: 2006 - ABD


Film, küçük Olive'in (Abigail Breslin) Little Miss Sunshine isimli çocuklar için düzenlenen bir güzellik yarışmasına katılmak istemesi üzerine tüm ailenin yollara düşmesi ve bu yolculukta yaşadıklarını konu ediniyor. İflasın eşiğindeki başarı takıntılı bir baba (Greg Kinnear), ailesini bir arada tutmaya çalışan tükenmiş bir anne (Toni Collette), tek hayali bir pilot olmak olan konuşmama yemini etmiş bir abi (Paul Dano), uyuşturucu bağımlısı badboy bir dede (Alan Arkin), intiharı sonrasında sağ kalan depresif bir dayı (Steve Carell)... Ve bu aileyi bir güneş gibi aydınlatan yedi yaşındaki Olive. Bu küçük kızın hayali için ailecek ilerledikleri yollar, aileyi de birbirine yaklaştıracak pek çok sürprizi içeriyor.


Kaynak: Pinterest 

Bu filmi ilk kez henüz ben de bir çocukken televizyonda rastgele bir kanalda izlemiştim. Açıkçası filme dair bölük pörçük sahneler dışında hatırladığım pek fazla bir şey yoktu. Ama bu filmi yıllarca zihnimde taşıdım ve bu nedenle de büyüdüğümde her yerde bu filmi aradım! Ah tamam, abarttım, her yerde aramadım ama rastgelsem ne de güzel olurdu diye düşünüyordum. Sonra bir gün tamamiyle tesadüfen bu film sosyal medyada karşıma çıktı. Hem de tam da aklıma kazınmış bir sahnesiyle: Hayalini etkileyecek bir gerçekle yüzleşen abinin dokuz ay sonra ilk kez sesinin çıktığı, belki de filmin en can alıcı sahnelerinden biri olan, sahnesiyle. Filmi keşfettiğim o günden sonra, üç beş yıl oluyor, en olmadık zamanlarda bu filmi tekrar izledim ve hepsinde de hem çok eğlendim, hem de rahatladım. 

Filmin başrolü bir çocuk oyuncu olsa ve hatta ben de filmi ilk kez çocukken izlemiş olsam da, bu bir çocuk filmi değil. İçerisinde hem çocuklar için uygun olmayan sahneler bulunuyor, hem de biraz küfür içeriyor. Ancak, insanı kesinlikle rahatlatan, kafa dağıtıcı ve alt metninde güzel noktalara değinen bir film. Başarının, ailenin, birlikte eğlenmenin, istemenin, kendini açmanın, çocukluğun ve cesaretin ne demek olduğu üzerine düşündüren bir film. Filmin ismi bile çok hoş. İnsana kendisi olmasının belki de en önemli şey olduğunu söylüyor.

Filmi herkes sever mi bilmiyorum ama benim en favorilerimden birisi. İlgisini çekenlere öneriyorum.

Hoşça kalın.


Little Miss Sunshine Full Soundtrack için tık tık.

 

20 Mart 2024 Çarşamba

Hayat kısa kuşlar uçuyor.


Ne istediğini kendine söylemen gerçekten önemli. Çünkü bu şekilde kendinle sağlıklı bir iletişim kurabiliyorsun. Peki kim bu kendin? Kendim? Kendisi? Kendileri? :) Kendi, bir dönüşlülük zamiri. İşi yapanla etkilenen aynı kişi. Yani... Bu mantıkla bakarsak... Ben kendime nasıl davranırsam, bu davranıştan yine aynı ölçüde ben etkilenirim? Ne ka' ekmek, o ka' köfte? Kendime nasıl davranıyorum? Kendime davranışımdan nasıl etkileniyorum? Denklem fazla basitmiş aslında değil mi? Dille ilgilenmeyi sanırım en çok da bu yüzden seviyorum. Kavramlara yeteri kadar bakarsak, pek çok şey keşfedebiliyoruz.

Bana göre kendim dediğimiz varlık biçimimiz, dış dünya vasıtasıyla oluşturduğumuz yanımız. Ben kendimi seviyorum\ sevmiyorum, deriz misal. Bu cümlede iki kişi mi var yani? Ben ve kendim. O zaman ben kimim, kendim ne veya kim? Ben, özümüz. Saf bilincimiz, yani el değmemiş, 'bilge' yanımız; belki ruh da diyebiliriz. Sanırım? Kendim ise, sevilmeye değer\ değmez olarak ayrıştırabildiğimiz, şunu hak ediyorum\ etmiyorum diye ötekileştirdiğimiz, yanımız gibi görünüyor. Kendim dediğimiz kişi ne kadar ben'imize yakınsa, kendimizi o kadar seviyor, saygı duyuyor ve iyi hissediyoruz. Çünkü benliğimizle iletişimimiz ışık hızında gerçekleşiyor. Şip şak. Öteki türlü, bir türlü gelemeyen kargolar gibi sağlanıyor bu iletişim. ''Kendimizi anlamıyoruz,'' misal. İnsan kendini nasıl anlamaz oysa değil mi? Anlar, anlar da işte; arada mesafe varsa demek ki, biraz geç gerçekleşebilir bu iletişim. Kuş postası gibi. Mektup gibi. Telgraf gibi. Oysa artık uzay çağındayız! Telefonu bile geçeceğiz. Ancak neden kendimizle iletişimimiz kimi zaman bu kadar ilkel kalıyor? Peki bunun anlamı ne? Bana yararı veya zararı var mı? Yoksa bana ne, değil mi? :) Bu biraz da, jetonun geç düşmesi gibi sanki. Kargo gelsin diye eve kapanmak gibi. Hep bekleriz; bir şey gelsin, o zaman istediğime kavuşacağım! diye. O zaman hak ettiklerimiz bize verilecek sanırız. Oysa kim verecek? Kendin kendine ne istediğini söylemezsen, dış dünyadan istediğini alamıyorsun. Artık bunu net bir şekilde görebiliyorum.

Bunu çok bariz kendini gösteren bir yerden söylüyorum. Mesela hayatımıza aldığımız insanlar, en tipik örnektir. Hep aynı tipte insanları hayatımıza çekiyor olabiliriz. İlişki tipinin bir önemi yok aslında. En azından benim için hep böyle olmuş gibi görünüyor. Şimdi işi kaçışa vurup genelleme yapmayayım. Çok sevdiğim, değer verdiğim ve çok şey öğrendiğim insanlar oldu. Ki zaten, zaten hani, biriyle iyi zamanlar geçirdiysen onunla artık zaman geçirmediğinde bile yiğidi öldürse de hakkını vermeye devam etmeli insan diye düşünüyorum. Bana kendimi iyi hissettiren hiçbir insanı gerçekten asla ama asla unutmam. Hatta şaşırırım kimi insanların unutkanlığına. Arkadaş, biriyle yolun ayrılınca hafızana reset mi atılıyor bu nedir? Neyse, üzücü bence. Kim bilir benim hakkımda neler düşündü insanlar, bir saniye ağliciğim. Neyse ne diyordum, yine hatlar karıştı... -dünya hassas kalp... \ bi' de bayı...-

Ben, hayatıma hep seçerek insan alırım ve evet, böyle de olmalı. Ama benim gibi seçici birinin bile hep aynı çıkmazda kalması çok gülünç. Sonra da arabeske bağlaması falan. ''Benim gibi'' de ne demekse tabi. İşte sağlıksız ego budur. Bunu kırdığın an kendinle ben'inin arasındaki mesafeyi görüyormuşsun. Bu bazı durumlarda sarsıcı olabiliyor tabi. Çünkü insan genelde kendisine yardımcı olacak bir başka unsur arar, aramayan da bekler, o arasın diye dermişim. -komik değildi, neyse- Her neyse, laf oyununu bırakırsam, aslında evet, belki de gerçekten de kendimizden dışta kalan bir kaynak vardır ama bu kaynak dünyanın başka bir köşesinde değil, belki de içtedir. -mantıklı bence...-

İçimdeki her şeyi gözlemleyen ve tüm zırlamalarıma öğretmenlik, anaçlık, babacanlık, bff'lik modlarıyla yaklaşan olgun yanımı keşfettiğimde şoka uğramıştım. Çünkü ergen ve zırlayıp şikayet etmekten hoşlanan yanım sorumluluk alma fikrinden hoşlanmamıştı. Kendine değer verme sorumluluğundan. Bu, 'bence', en temel sorumluluğumuz. Bu olmadığında, eylemlerimize dışsal faktörlerle oluşturduğumuz personamız yön veriyor. Tüm kendimizi kısıtlamalarımız, tüm hak etmediklerimizi yaşamalarımız, tüm potansiyel altı kalmalarımız, tüm yetersizlik hislerimiz, tüm tüm tüm tüm artık her neyse bu noktada takılı kalıyor. İşin komik yanı, insan, 'bence', bu bariyeri de kendisi oluşturuyor. Kimse sana bana bakarak bir algı yarat kendine demez. Bunu sinsice yapabilirler ama bir suçlu aramak da çözüm değil. Bizim kendimize karşı sorumluluğumuz, kendimizi benliğimize yaklaştırmak diye düşünüyorum. Çünkü tanımadığın birine güvenmezsin. Onun kararlarını uygulamazsın. Dışa bağımlı kalırsın. Biri sana senin kendine veremediklerini versin istersin. Bu da gerçekleşmez, çünkü hayatına hep sana 'istediklerini' veremeyecek kişileri çekersin. Çünkü, ne istediğini daha kendine bile söylememişsindir!

Bu yazı nereye gidiyor gerçekten bilmiyorum. Sadece söylemek istediğim bir şeyler vardı ve ne diyorum anlamıyordum. Ben de yazmaya karar vermiştim. Aslında anlamak istediğim farklı farklı konular vardı ama kısa sandığım bu konu bile bir destan olmuş durumda. Şaşkınım.

Velhasıl kelam, ne istediğini kendine söylemen önemli. Nasıl bir hayat istiyorum, nasıl bir benliğim var ve bu benliği kendim olarak nasıl yansıtmak istiyorum, nasıl ilişkiler yaşamak (arkadaşlık, romantik, aile -ki aile suyu bulandırabilir onu tam anlayamamaktayım- etc etc :), nasıl nasıl nasıl yani? Ben hep bu soruyu dış dünyaya sormuşum. Nasıl? Nedennn! Ne cüretle! Nalan söylüyorsun nalaannn! -tamam- Yani diyorum ki, belki biraz benim alıklığım ama, ben hiç içime bunu sormamışım. Oysa tüm bu yazdıklarımın da böyle olduğunu bir süredir biliyordum. Nedeeennn -tamam *-*-

O halde, ''hayat kısa kuşlar uçuyor.''

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



Not: Ara sözlerim geri geldi, eğlendim.


19 Mart 2024 Salı

Yeryüzü Güncesi #13


''Bir keresinde yaratıcıya üzüntümü benden alması için yalvarmıştım. Sanki kalbimde bir taş var gibiydi. Kocaman, simsiyah bir taş. Bu taş, çok derine batmış gibiydi. Okyanusun en dibine. Ama buna rağmen, okyanusun tüm o karanlık derinliklerine rağmen, taş hala simsiyahtı Ozan. Bu nasıl olabilir, değil mi?'' 

Genç adam, genç kadının gözyaşlarıyla çizgi çizgi olmuş yüzüne bir süre baktı. Sanki bu resmi hafızasına kazımak ister gibiydi. Sonra parmaklarının hafif dokunuşuyla bu çizgileri tek bir harekette dağıttı. ''Olabilir,'' dedi genç adam. ''Bazı şeyler bazılarından daha koyudur, bazıları da bazılarından daha açık. Sonra...''

''Bunlar yer değiştirir,'' diye tamamladı genç kadın genç adamın cümlesini.

''Evet, ama yine de...''

''Koyu olan kötü değildir.''

''Açık olanın iyi olma zorunluluğu olmadığı gibi.''

''Bazen açıklık, şeyleri gizler değil mi Ozan? Anlayamayız. O şey ne... Böyle durumlarda biz kocaman bir koyuluk olduk sanırız. Oysa koyu olmakta da sıkıntı yoktur. Bu iyilik ve kötülüğün ötesinde, değil mi?''

''Bu konuda net bir şey söyleyemem canım. Ama bazen bir şeyler değişir işte. Sen anlayamadan, pat diye. Bugün bir şey olur ama sen aynı kalırsın. Yarın bir şey olmaz ama sen farklısındır. Bu, nasıl işlediğini anlayamadığım bir sistem.''

''Ama yine de her şey zamanında olur!'' dedi ikili bir anda. 

''Üzüntü,'' dedi bir an sonra genç adam, ''bazen farklı şekillerde kendini gösterebilir.''

''Suçlama, yargılama, korku, güvensizlik, öfke, kibir, bencillik... Değil mi?'' dedi genç kadın.

''Bazen hepsi iç içe de geçebilir. Aslında bunları hissetmekte de bir sakınca yok bence. Çünkü hissetmezsen, öğrenemezsin Aslı. Hem üzüntüyü demedin, üzüntümü dedin; çünkü o senden. Sadece bırakmalısın, ki başka bir şeye dönüşebilsin.''

İkili yeşil tepeyi yarılamıştı. Genç kadın, çayırdaki papatyalardan kopardı. ''Papatya falı. Hep çok severdim. Bazen olumsuz şeyler çıkardı. Sevmiyooorr, gibi.'' Genç kadının yanaklarında kurumuş gözyaşlarından geriye gözbebeklerindeki çiy parıltıları kalmıştı.

''Bazen papatyalar yalan söyleyebilir belki de,'' dedi genç adam genç kadının elindeki çiçek sapını alarak. ''Ne de olsa fazla genç ve haylazlar.''

''Öyleler, değil mi?'' dedi genç kadın etrafında dönüp papatyaları son bir kez izlerken. ''Burayı çok seviyorum, özellikle de bahar yaklaşırken.''

''Bence yaklaşmazken de seviyorsun.''

''Sanırım öyle, seviyorum. Çünkü hep aydınlık.''

Genç adam genç kadının elinden tuttu. Genç kadın bu tutuşun sıcaklığını ilk kez bu denli derinden hissetti. Artık papatyalarla dolu tepe artlarında kalmıştı.

''Hepsi iç içe,'' dedi genç adam genç kadına. ''Geçmiş şimdi gelecek. Biri iyiyken öbürü kötü değil. Sadece zaman tanımalısın. Belki de durmalısın, durmalıyız. Belki de fazla yürüdük. Hiç hissedemeden, çok fazla yürüdük. Sence de öyle değil mi?''

Genç kadın başını belli belirsiz salladı. Şimdi iki eli de genç adamın iki elindeydi.

''Sana anlatmak, sana göstermek istiyorum. Her şeyi. İlk sana dinletmek istiyorum, tüm o bestelerimi. Bana ilham oluyorsun ve bundan hoşlanıyorsun da; ama izin bile vermiyorsun sana ilhamım olduğunu göstermeme. Ben artık durmak istiyorum. Aynı yerde durmak değil tabi ki. Ama...''

''Farklı yerlerde de durabiliriz, değil mi?''

''İstediğin pek çok yerde. Çünkü Aslı, çünkü, 'istiyorsan' zaten orada olman gerekiyordur.''

Şehrin gürültüsü belli belirsiz duyuluyordu. ''O zaman,'' dedi genç kadın, ''bir şeyler yiyebileceğimiz bir yerde durabilir miyiz? Çoook açım!'' Genç kadın, ellerini bir anlığına çekerek genç adamın üzerine atıldı.

''Ah! Zombimi hemen doyurmalıyım, hemen!''

İkili birbirlerine sarılıp gürültüye doğru yavaşça yürüdüler. 


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


18 Mart 2024 Pazartesi

Bir çiçek.


Bir keresinde bir arkadaşım bana bir küçük sukulent hediye etmişti. Abartmıyorum; bu, hayatımda aldığım en güzel hediyeydi! Gerçekten mutlu olmuştum. Neden bilmiyorum. Belki ona daha evvel bitkilerle ilgili söylediğim bir şeyi hatırladığı içindir, belki de bana yaşayan bir şeyi verdiği içindir; ve belki de bu nedenle o an, arkadaşlığımızın nefes alıp veren ruhunu görmüşümdür ve onu sevinç olarak hissetmişimdir. 

İnsanlarla kurduğumuz ilişkiler de bence canlı. Tıpkı bitkiler gibi onları da fazla veya az sulamamak, yeterli miktarda güneş aldığından emin olmak ve bazı durumlarda toprağıyla özel olarak ilgilenmek gerekebiliyor. Bazı çiçekler çok narin oluyor ve onlarla özel olarak ilgilenmen gerekiyor. Bazı bitkiler ise o kadar da narin olmuyor ama sen çok narin oluyorsun ve bu sefer de bu nedenle bitki zarar görebiliyor. Sukulentim onunla yanlış ilgilendiğim için yavaşça ölmüştü. Öldüğünde çok üzülmüştüm.

Evde bitki olması insanın kalbine sevinç verir. Böyle olmadık bir anda, pat diye! Odada bir sümbül gördüm. Canlı, nefes alıp veren hoş bir lila rengi. İlk yaptığım şey onun yanına gitmek olmuştu. Tıpkı bir çocuk gibi onu yakından inceledim. Hayır, rengi güzel diye değil; nefes alıp veriyor diye. Sonra da kokladım. Koku: Ruhunun kanıtıydı. Bir şeyin ruhunu görmek insana sevinç verir. Böyle, kalbini çarptırır. Bir bitkinin, bir hayvanın, bir insanın. Belki bir yerin ve hatta zamanın. Bir de tabii, iki insan arasındaki bağın ruhunu görmek. Bunlar beni hep heyecanlandırır.

Anneannemin kendimi bildim bileli çiçekleri vardır. Sanırım hayatta en sevdiği şeylerden biri de çiçekler. Düşünüyorum da, sanırım onun çiçeklere olan sevgisi de beni heyecanlandırırdı. Sanırım, bu sevgideki ruhu da görebiliyordum ondan. Bir şeyi sevmek çok güçlüdür çünkü. Bu gücü ona bakan herkes görebilir. Sevgiye bakan. Tıpkı renkli bir çiçeğe bakmak gibi. Renkli bir çiçeğe bakınca herkes farklı bir şeye dikkat edebilir tabii. Renk, şekil, koku; belki biraz daha cins olanlar onun ruhuna falan da bakmaya çalışır? Ama her ne olursa olsun görünen şey aynıdır, bir çiçek.

Tek tek birçok şeyi sevebiliyoruz. Bazen sevecek spesifik bir şey arıyoruz. Bir amaç. Oysa, nedir ki amaç? Bence tüm bu sevilenlerin, tüm bu görülenlerin ve tüm bu ruhların toplamıdır. Bana bunu lila sümbülüm fısıldadı sanırım. Daha evvel sukulentimi duymamıştım; ama onu duydum.

Güzel bir hafta dilerim.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.





17 Mart 2024 Pazar

Yeryüzü Güncesi #12


''Sanırım artık yaşlandım,'' dedi genç kadın bir anda.

''Yaşlandın mı?''

''Tabi ya, öyle oldu. Anlamadan... Tüh tüh.''

Genç adam kahkahalarını durduramıyordu. ''Bak sen şu işe,'' dedi genç kadının saçındaki fiyonga dokunup ''nasıl da anlamadan geçti yıllar... Tüh tüh.''

''Gül sen bakalım gül!'' Genç kadın çattığı kaşları ve buruşturduğu yüzüyle genç adama son bir bakış atıp bacaklarına tırmanan Bezelyecik'i kucağına aldı. ''Ne var annecim, gel de rahatla... Zaten Ozan... Ozan abin benimle dalga geçiyor hep...''

''Ah Bezelyecik, bu anneciğin neden böyle dramatik dersin? Pembe dizi açığımı onunla dolduruyorum... Ama neyse ki,'' genç adam genç kadının yüzüne düşen saçları ittirip bir an duraksadı ve o bir anın ardından hem Bezelyecik'e hem de genç kadına sarılmıştı. 

''Neyse ki?'' dedi genç kadın merakla. Bezelyecik de meraklanmış gibiydi. Tabii sıkılmış olması da olasıydı...

''Neyse ki o benim Aslımcığım.''

''Neyse ki Bezelyecik...'' dedi genç kadın da hala çatık olan kaşlarının bile gizleyemediği sırıtışı ve memnuniyetle parlayan ışıl ışıl gözleriyle, ''neyse ki o da benim...''

''Ozancığın mı?''

''Neyse ki,'' dedi genç kadın genç adamı duymazdan gelerek. Bezelyecik bu sıkışıklıktan iyice bunalmış gibi görünüyordu. En sonunda, genç kadının kollarından kaçışı, sırtını kamburlaştırıp hoplama operasyonunda buldu! ''Bezelyecik...'' dedi genç kadın ellerini ileri uzatıp. ''Hep senin yüzünden Ozan. Kaçırttın Bezelyecik'i işte.''

''Neyse ki... Diyordun Aslımcığım?''

''Unuttum! Şaka şaka. Ahahah yüzünü bir görsen... Tamam tamam, neyse ki... O da işte, diyordum, neyse ki Ozan... Derdim Bezelyecik'e.''

''Bu kadar mı?'' dedi genç adam hayal kırıklığıyla. Gerçekten hayal kırıklığına uğramış gibi görünüyordu. Genç kadın genç adamın şimdi bir yavru kediyi anımsatan bakışlarına bakıp belli belirsiz gülümsedi. Sonra da...

''Aslııı!'' dedi genç adam saçlarını düzeltirken. 

''Ozaaann!'' Genç kadın oturduğu yerde iyice gerinip esnedi. ''Ah! Sana söylemiştim, bak tüm kemiklerim çıtırdıyor. İyice yaşlandım...''


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


16 Mart 2024 Cumartesi

Güneşli bir günü hissetmek.

Güneşli bir günü hissetmenin insana pek çok faydası vardır. Böyle günlerde her yer adeta güneşle yıkanmıştır. Tüm yeryüzü ve gökyüzü. Bulutlar pofuduk birer peluş oyuncaktır. Kalbine bir bebeğin ilk sırdaşını hatırlatır. Rüzgar uzun süredir görmediğin sevdiklerin gibidir. Her adımında sana uzun uzun ve usul usul sarılır. Kuru dallar yeşil çimenlerle vals yapmaktadır. Sen onları izlerken dört bir yanından döne döne ışıkla buluşurlar. Kalbin ardına kadar açılmış bir penceredir, cildin ışıl ışıl bir cam. Evet, cildin bile başka parlar. Canlılığı hissettiğin anda, sana dair her şey canlanır. Görebildiğin ve göremediğin her şey.

En güzeli de gözlerini kapatmayı akıl ettiğin andır. Tam o anda sanki bir çeşit sihir çalışır. Hem de hiçbir hokus pokusa gerek kalmadan. O anda sesler uzaklardan gelen uğultudur. Rüzgar sahiden de bir dosttur. Kalbin kocaman yumuşak bir bulutun ta kendisidir. Güneş gözlerinden içeri sızar ve kapalı gözlerinin ardındaki karanlık, yumuşak bir tona bürünür. Sana ait olmayan ne varsa, sanki hepsi temizlenir. Işığı hissetmek, dıştan içe, her şeyi aydınlatır. Sonra tüm bunları içten dışa yansıtmak istersin. Tüm o güneşi.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.



Yedi yaşındaki halim.


Hayatta bana en çok cesaret veren kişilerden biri o: Yedi yaşındaki halim. Çünkü onu düşündüğümde kalbimde kiraz çiçekleri açıyor. Onun bana gerçekten en iyi gelebilecek kişilerden biri olduğunu biliyorum; ve ona bundan sonra gerçekten iyi gelebilecek kişi olduğumu da. Kendimize karşı haksızlık ettiğimiz durumlarda daha objektif, saygı ve sevgi dolu olabilmek için çocukluğumuzdan bir yaş seçip kendimizi onun annesi (veya babası) gibi düşünmemizin duygu ve düşünce dünyamızda daha adaletli bir bakış açısı oluşturabileceği fikrini bir youtube videosunda (bu videoda) görmüştüm.

Aslında bunu direkt anne rolüne bürünerek uygulamasam da daha öncesinde ara ara uyguluyordum. Kendimi üzdüğümde veya bir şeyin beni üzmesine izin verdiğimde yedi yaşındaki halimden özür diliyordum. Bir şey için heyecanlandığımda ve sevindiğimde başlarda ona koşmuyordum, yalan söyleyemem. Oysa düşününce, bence o da isterdi, onunla heyecanlarımı paylaşmamı. Hem, o da bence heyecanlarını benimle paylaşmak isterdi. Eğer bir araya gelseydik, onu ben de en az onun kadar heyecanlı bir şekilde dinlerdim. Sanırım söz konusu çocuklar olduğunda çok daha iyi bir dinleyiciyim. Kendi heyecanlarım konusunda ise belki de zamanla ketum oldum. Özellikle de en derinlerime karşı.

Düşününce, en azından benim için, geçmişteki İlkay'a anlayışla ve sevgiyle yaklaşmak çok daha kolay. Bu hep böyle oldu. Kendime yönelik geçmişteki yargılamalarımla karşılaştığımda ya üzüldüm, ya da şaşırdım. Aslında bu durum, şu anki abartılmış yargılamalarımın da gelecekteki benliğim üzerinde pek bir anlamının olmayacağı sonucuna götürebilir beni. Yine de şimdinin rüyasından uyanmak benim için zor. Bazen uyku sersemi oluyorum, bazı şeylerin gözümde büyütülmüş durumlar olduğunu biliyorum; yine de başkalarına -geçmişteki kendim de dahil- yönelik olan şefkatim ve anlayışımın yerinde söz konusu ''kendim'' olduğunda yeller esiyor.

Bu muhtemelen insanın kendisini tanımlayış biçimiyle de ilgili. İster herhangi bir dış kaynaklı olay söz konusu olsun, ister başkalarından kaynaklı durumlar; yine de merkezde algılayan kişi kendimiz dediğimiz kişi oluyor. Geçmişe dönük objektif bakış açısına sahip olmak da zor bir durum kabul ediyorum. Zaten söz konusu videoda söylenen tekniğin bunu amaçlamadığı da belli. Bunun, kendimize daha şefkatli bir yerden bakmakta yararlı olabileceğini ve zamanla kararlarımızı kendimizi -duygu ve düşüncelerimizi- önceleyerek almamızda yararlı olacağını da düşünüyorum. Ancak belki de burada devreye zaman algısı giriyor benim için. Çünkü yedi yaşındaki İlkay, artık ben değilim (veya başka herhangi bir yıldaki).

Bu noktada, geçmişten tavsiye almak güzel bir çözüm yolu olabilir belki de. Mesela, sözümona yedi yaşındaki İlkay'ın yanına gitsem ve sorun ettiğim durumları ona anlatsam, o bana nasıl bir cevap verirdi bir düşüneyim. Hani hep biz yetişkin aklımızla çocuk halimizi avutuyoruz ya, bir kere de tersini düşünsek, bu sefer nasıl olurdu? Ben hep böyle yaparım biliyor musun? Tabii bunda da kırıcı bir yan var ama yine de şu anımda göremediğim bir şeyi geçmişte görebildiğimi ve hatta kendime yol gösterebildiğimi görüyorum. Tabii lafı dağıtmayalım, yedi yaşımdaki halim bana ne derdi? Muhtemelen, amma da abarttığımı. Hatta o, şu an benim onun sorunu olduğunu düşündüğüm durumları bile benim kadar kafaya takmadığını bile söyleyebilirdi belki ve belki kafaya takardı, evet takardı ama ben karşısına geçip ona abartılmış bir duygusallıkla salya sümük sarıldığımda o muhtemelen bana şaşkın şaşkın bakardı ve bu ikimizi de güldürürdü. 

O zaman neden, diye sormaz mıydı bana bu küçük İlkay, illa bunca yol mu gelmen gerekiyordu akıllım, neden kendini orada da güldürmedin?

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


13 Mart 2024 Çarşamba

Yüreğinin Götürdüğü Yere Git (Susanna Tamaro) | Kitap Yorumu

Yazar: Susanna Tamaro, Çevirmen: Eren Yücesan Cendey,
Yayınevi: Can Yayınları

Bazen bazı kitaplar beni şaşırtıyor. Olumlu anlamda. Bu kitabın ismini uzun zamandır duyuyor, kütüphaneye her gidişimde de mutlaka görüyordum. İsmiyle raflardan adeta bana göz kırpıyordu. Ancak tam da bu nedenle olacak fazla tozpembe buluyordum kendisini. Fazla tatlı, fazla yumuşak, fazla fazla fazla. Sadece ismiyle, evet. İşte önyargı böyle bir şey. Sonra bir gün, geçtiğimiz hafta, kitabı bir anda elime aldım ve bir baktım ki kütüphane görevlisine uzatıyorum. Kitabı okumak için elime aldığım ilk anda bu isim beni düşündürdü. Belki de fazla fazla değildir de, tam kararında fazla bir kitaptır, diye düşündüm. Nitekim... -şşş spoiler- Öyle de çıktı.

Kitap yaşlı bir kadının Amerika'ya okumak için gitmiş torununa yazdığı mektup şeklindeki günlüklerden oluşuyor. Tüm bu günlüklerde yaşlı kadın torununa hitap etmekle birlikte aslında bir nevi hem kendi geçmişine ışık tutuyor, hem de duygularını yalınlıkla ifade ederek hatalarını gösteriyordu. Bazen bir şeyleri batırdıktan sonra o batmış şeyleri yeniden yüzeye çıkaramayabiliriz. Böyle olduğunda batan şey yüreğimizmiş gibi gelebilir. Üstelik bu ağırlığı hisseden tek kişi bu batma olayında payı olanlar da olmaz. Herkes, bu yitişin etrafındaki her tanık, bu ağırlığı paylaşır. Bu ağırlık belki de bir gen gibi kuşaklar boyunca aktarılır. Yaşlı kadın da torunu için bunları düşünüyor olmalıydı ve belki de tam da bu nedenle ömrünün son günlerine yaklaşmışken ona bir çeşit rehber bırakmak istedi. Çünkü geçmiş değişemese de, gelecek değişebilir.

Kitabı okumayı çok sevdim. Evet kitabı da sevdim ama bunun da ötesinde onu okumayı çok sevdim. Uzun zamandır bir kitabı okurken bu denli dingin hissetmemiştim. Son dönemde okuduğum kitapları oburca, büyük bir açlıkla okumuş bitirmiştim. Oysa bu kitabı tadını ala ala okudum. Bu hissi özlemişim. İlgisini çekenlere kitabı öneriyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Yeryüzü Güncesi #11


''Bulutlar doğum lekesine benziyor,'' dedi genç kadın gece havasını içine çekerken. Bu hava, başındaki hafif sızlamayı yavaşça okşamış gibi hissetmişti. ''Yağmurdan sonra seyahat eden bulutlar,'' dedi başını geriye atıp ''hep oraya aitlermiş gibi ama öte yandan yıldızları gizliyorlar...''

''Bazılarını,'' diye ekledi genç adam.

''Evet bazılarını ama benim içimden tuttuğum yıldız görünmüyor şimdi. Beni ilgilendiren de bu!'' Sonra ellerini kollarından çözerek genç adama sokuldu. Her nedense genç adamın sıcaklığı, montunun sıcaklığından daha çok ısıtıyormuş gibi hissediyordu. ''Yine de siyahlığın içindeki bu hareketli beyazlık güzel.''

''Ayrıca kalıcı da değil.''

''Ne kalıcı değil?''

''Gizlenen yıldızlar. İşte bak, birisi göründü bile.''

''Evet!'' dedi heyecanla genç kadın ancak duruşunu değiştirmedi. Hatta aksine daha da büzülmüştü. ''İşte benim yıldızım... Hadi ona sorular soralım!''

''Sorular mı?'' Genç adamın şaşkın yüzü genç kadını güldürdü.

''Yaaa,'' dedi genç kadın ''sorular. İlk ben başlıyorum. Öhöm öhöm... Sevgili yıldızım sevgili yıldızım. En sevdiğin renk nedir?'' Genç adamın göz kenarları çizgi çizgiydi. Bu değişiklik her seferinde genç kadının yüreğini ısıtıyordu. Şimdi hiç üşümüyordu. 

''Neymiş?'' dedi genç adam kulağını yıldıza uzatarak. 

''Tabii,'' dedi genç kadın, ''bu bir beceri gerektiriyor. Bizden çok uzakta diye sesi ilk etapta cılız gelebilir. Dur biraz kulak verelim.'' İkisi yan yana, birbirlerine dönmüş ve bir kulaklarını gökyüzüne doğrultmuşlardı. Genç adamın göz kenarlarındaki çizgiler, şimdi dudaklarının yanında hafifçe parlıyordu. Genç kadın ışıktan mı acaba, diye düşündü gözlerini ayıramadan. Genç adamın yüzünün aldığı her şekil sanki kalbindeki bir çarpış gibiydi. Bazen güm güm, bazen GÜM GÜM, bazen...

''Bir keresinde,'' dedi genç kadın. Gözleri genç adama bakıyor olsa da, bakışları başka bir yerde gibiydi. ''Tıpkı galaksi gibi bir gökyüzü görmüştüm.''

''Galaksi gibi mi?''

''Yani işte tüm o renkler. Tam hatırlamıyorum ama öyleydi. Geceydi ve feribottaydım. Yapay ışıklar geride kalmıştı. Gerçekten gördüm mü, yoksa bir hayal miydi bugün kestiremiyorum. Ama aradan ne kadar zaman geçerse geçsin ağzımın o an beş karış açık kaldığını anımsıyorum.'' İkilinin omuzları hafifçe titredi. ''Sonra da bir daha öyle bir gökyüzü görmedim. Ama görmeyi çok isterdim, en azından bir kez daha.''

''Şanslısın, ben hiç görmemiştim. Ben de çok istedim şimdi seninle birlikte. Görmeyi.''

Rüzgar ikilinin arasındaki boşluktan usulca kayıp gitti. Tam o anda ikili saatin farkına vardı ve aniden ayaklandılar. İkisi de beceriksizdi. Tıpkı saklanan yıldızlar gibi. ''O zaman iyi geceler,'' dedi genç adam. 

''İyi geceler,'' dedi genç kadın. Araya bir kez daha rüzgar girdi. Bu sefer sesi çok daha yüksekti. Ancak genç kadının gümleyen kalbinden daha yüksek değildi. O an genç adam gecenin içinde hareket eden bir beyazlık gibi geldi genç kadına. ''Ozan,'' dedi genç kadın telaşla.

''Efendim Aslımcığım.''

''En sevdiğin renk ne?''


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


11 Mart 2024 Pazartesi

Ana Başlıklar.


Belli sınırların özgürlüğü ortadan kaldırdığına inandım hep; veya kendimi buna inandırdım. Aslında temelde ikisi de aynı şey. İnsan hep kendini inandırmaz mı zaten? Buradaki asıl noktanın bizi biz yapan tüm bu irili ufaklı inançlarımızın sınırlarını belirlemek olduğunu görüyorum. Bunu dogmatik ve katı bir yerden bakarak söylemiyorum. Aslında itiraf etmek gerekirse bazen yargılayıcı ve katı biri oluyorum. Sanırım sınırlara karşı olan tüm bu antipatim de tam olarak bu gölge özelliğimden geliyor. Bana bunu fark ettiren bir arkadaşım olmuştu. Belki de baktığım bu pencere nedeniyle klostrofobik yaklaştım bazı düşüncelere ve sıfatlara. Bu bakış açısı da doğal olarak korkulardan oluşmuş sınırları oluşturmuş bende. Korku öyle bir duygu ki, insan bir yerden sonra korkunun kendisinden bile korkuyor ve bu histen kaçmak için kendine çeşitli bahaneler uyduruyor. Sonra işte sınırın alasının içine hapsediyor kendini: Konfor alanı.

Sınırlandırmak öcü değil aslında bahsettiğim ve kendime anlatmak istediğim şey bu. İnsan kendine bir zihin haritası çizmeli. Ana başlıkların ne olacağına karar verebilmeli. Bense bir sürü alt başlık olsun istiyordum sanırım. Belki de sorumluluk almaktan korkuyordum. Özgür olma sorumluluğundan. Çünkü aslında bahanelerimiz tam olarak da korktuğumuz şeylere götürüyor bizi. ''Sınırlar öcüdür çünkü seni belli bir alana hapseder,'' şeklinde kıytırık bir önerme gibi. Bu da zamanla seni istemekten alıkoyuyor; heyecanlarından, hatta keşfetmekten. Kendi alanını oluşturmaktan. Bir çember başka bir çemberin içinde yer alabilir; sonra o da başka bir şeklin. Bu da bir sınırdır ama küme kümedir ve hiçbir şey hapsolmaz. Sadece hepsi vardır. Tüm o rol ve özellikleriyle.

Yazmak sınırlandırmak için en etkili yol. Düşüncelerini belli bir anlam dizgesi şeklinde ifade edip anlayabilmenin. Sanırım kendimi bildim bileli yazıyorum. Hem malesef ki yazmadan anlayamıyorum ben. Ders notlarını uzun uzun yazardım, tüm o bilgileri beynime sığdırmak için; sana yazılar yazardım, tüm o hislerimi tercüme edebilmek için; edebi türlere de geçiş yaptım bir yerden sonra - keşfetmek, eğlenmek ve ilginç bir şekilde geleceğimdeki kendim için. 

Çok uzun yıllardır günlük yazıyorum. Günbegün yazmak değil mesele. Sadece anlamak. Anlamak için de sınırlandırmak gerekiyor tabii. Kategorilere ayırmak. İşte şu ana başlık meselesi. Bu benim için gerçekten zor. Hatta bazen değil yazmak; bazı durum, kişi ve mekanlarda konuşurken bile bunu yapmak beni çok zorlardı. Keşke, diye düşünürdüm, keşke telepati yapabilsem de aklımdaki her şeyi bir çırpıda söyleyebilsem! Cümlenin başındayken paragrafın sonunu düşünürdüm. Her zaman böyle olmazdı tabii ama böyle hissetmek yorucu bir işti. Bahsettiğim şey kaygı bozukluğundan ileri gelmiyordu, hayır. Ben baya baya ve baya anlatmak istiyordum ve çok sabırsızdım. 

Cümlenin sonu bana çok uzak geliyordu ve bu yüzden hemen ağzımdan çıksın da karşı tarafa geçsin tüm o kelimeler diye düşünüyordum. Çoğu zaman karşıya kelimeler geçer zaten. Belki de sınır antipatimin bir diğer sebebi de bu inancımdır. Düşünce ve duygularımın benim yakamda kalma ihtimalinden duyduğum karmaşık his. Şimdi de böyle miyim bilmiyorum. Sanırım zamanla bu tip özelliklerimiz azalıyor ve süreç içinde yok olmaya çok yaklaşıyor. Ancak tamamen yok olurlar mı? Sanmıyorum. Bence herkesin içinde bir cırcır böceği var ve uygun mevsiminde ötüyor. Belki de bir daha ötemeyeceğini düşünüyor, bu yüzden söyleyeceklerini bir çırpıda anlatmak istiyor. Bir şeyi algı alanımıza çekmek, ona bir görüntü verebilmek için gerekiyor sınırlar. Oysa ben bir noktadan sonra tüm bu sınırlardan ölesiye korkmaya başladım. Bir şey olmaktan öyle çok korktum ki, pek çok şeyi görememeye başladım.

Yakın zamanda blogda yazdığım bir yazımda sana müzik ile kelimeleri birbirinden nasıl da farklı görmeye başladığımı; müzik ne kadar özgür hissettirirken, kelimelerin ne denli sınırlayıcı olduğunu keşfettiğimi söylemiştim. Aslında bu fikrin arkasındayım. Ancak daha en başta ikisi farklı kulvarlardaki anlatım biçimleri. Kelimeler ve sesler. Birbirlerinin içindeler, küme küme olmuşlar ve birbirlerini kah tamamen kapsıyor, kah birazını içeriyorlar. O yazımda da seslerin bir araya gelerek çeşitli biçimlerde art arda sıralanıp tanımlamaları meydana getirdiğini söylemiş ve tüm bu tanımlamaların duygu ve düşünce dünyamızı sınırladığından, hislerimizin hepsini tam olarak anlatmaya yetemeyeceğinden yakınmıştım. Öyle, evet, hepsini tam olarak anlatamaz kelimeler. Müzikten oluşur özünde ama artık başka bir şeydir ve bir sürü parçaya bölünmüştür. Ancak anlamak için onlara ihtiyacımız vardır. Çünkü insan ilk önce, kendine anlatandır. Kendine anlatamadığın bir şeyi dış dünyaya nasıl yansıtabilirsin ki?

Güzel bir hafta diliyorum.

Hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.



8 Mart 2024 Cuma

Bulutlar.

Yağmur yağdığında bulutlar daha beyaz görünüyor. Gözü yakacak denli beyaz ve parlak. Dağınık şekilleriyle gri köşelerinden ayrılıyorlar. Sanki tiftilmiş pamuk topakları gibi. Gözlerin onları bütün olarak algılıyor ama nerede başlayıp nerede bittiklerini tek tek öğrenmek istediğinde odaklanamıyorsun. Çünkü, beyazlar. Bembeyaz bir aydınlık hal. 

Yağmur yağdığı her yere beyazlığını götürüyor olmalı. Yağmur sonrasında her yer birkaç ton daha canlı görünür. Henüz karanlığını atamamış bulut kenarları bile bu canlılığı gölgeleyemez. Yapraklar daha yeşildir, sokak köşeleri daha keskin. Su birikintileri bile hareketlidir. Belki üzerinden gökkuşağı yükselir. Göğün ve kirli asfaltların. Yağmur, gittiği her yeri beyazlaştırır. Belki de tüm bu resme birkaç ton beyazlık katmak renkleri canlı kılandır. 

Beyazlık canlı hissettirir ama bu kadar parlak renklere bakmak da gözler için zordur. Güneş imdadımıza yetişir. Veda busesini demetler halinde üzerimize gönderir. Saatler geçtikçe etraf turunculaşır. Karanlık bulut köşeleri bile bundan payını alır. 

Son olarak sevgili Kırmızı Ruh'un paylaştığı alıntılardan birini buraya not düşmek istiyor ve kendisine bu alıntıyı keşfetmemi sağladığı için teşekkür ediyorum. <3


''Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor. Neyi özlediğini, kalbinin arzuladığı şeye kavuşmanın hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini bilmek istiyorum. Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor. Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için, bir aptal gibi görünme riskini göze alıp almayacağını bilmek istiyorum. Ay´ının etrafında hangi gezegenlerin döndüğü beni ilgilendirmiyor. Kederinin merkezine dokunup dokunmadığını, hayatın ihanetlerince açılıp açılmadığını, daha fazla acı korkusundan kapanıp kapanmadığını bilmek istiyorum. Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan benim ya da kendi acınla oturup oturamayacağını bilmek istiyorum. Benim ya da kendi neşenle olup olamayacağını, insan olmanın sınırlılığını hatırlamadan, bizi dikkatli ve gerçekçi olmamız için uyarmadan çılgınca dans edip coşkunun seni parmak uçlarına kadar doldurmasına izin verip vermeyeceğini bilmek istiyorum. Bana anlattığın hikayenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor. Kendi kendine dürüst olmak için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratamayacağını; ihanetin suçlamasına dayanıp, kendi ruhuna ihanet edip etmeyeceğini bilmek istiyorum. Güvenebilir ve güvenilebilir olup olamayacağını bilmek istiyorum. Her gün sevimli olmasa da güzelliği görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum. Benim ve kendi hatalarınla yaşayıp yaşayamayacağını; bir gölün kenarında durup gümüş ay´a ´EVET!´ diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum. Nerede yaşadığın ya da ne kadar paran olduğu beni ilgilendirmiyor. Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, yorgun, bitap da olsan, çocuklar için yapılması gerekenleri yapıp yapmayacağını bilmek istiyorum. Kim olduğun, buraya nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor. Çekinmeden benimle ateşin ortasında durup durmayacağını bilmek istiyorum. Nerede, kiminle, ne okuduğun beni ilgilendirmiyor. Diğer her şey bittiğinde seni ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum. Kendinle yalnız kalıp kalamadığını ve o boş anlarda sana arkadaşlık eden kendini gerçekten sevip sevmediğini bilmek istiyorum.'' 

-Oriah Mountain Dreamer-


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.



Yumurta, Un, Şeker.


Şu anda okuduğum kitapta ana karakter mektup görünümlü günlükler yazıyor. Bunlardan birinde mutluluğun insanın bulduğu nedenlerden meydana gelen coşkunluk hali, neşenin ise kalbimizin merkezindeki kocaman ve ışıl ışıl bir duygu olduğuna benzer bir ifade yazmıştı. Mutluluğa götüren bu nedenler, gecenin karanlığında uzaktan bakıldığında bir kibrit ışığını andıran sokak lambaları gibi cılızdı. Oysa neşe, karanlığı yarıp geçen güneşti. Bu benzetmeler beni şaşırttı çünkü ben hep tam tersinin doğru olduğunu düşünmüştüm. Nasıl bir denklem kurduğumu daha evvel hiç bilinçli olarak düşünmemiştim ancak bir noktaya kadar karaktere katılıyordum: Gerçekten de neşe bir güneş gibi merkezde ve insanın varlığından gelen bir his iken, mutluluk bulunacak bir şeydi bana göre de. O halde, diye hayrete düştüm, ben neden mutluluğu daha üstün, daha tükenmez görmüştüm ki bunca zaman?

Neşe ilkel bir duygu esasında. Dünyayı hiç tanımayan bir bebeğin kahkahalarını düşünün. Annesinin kucağında havaya doğru hoplayıp sevilirken nasıl da tasasızdır ve etrafa kıvılcımlar saçar. Neşe kıvılcımları. Onun neşesinin nedeni havada süzülmek midir, yoksa sonsuz güvendiği karşısındaki gülümseyen kadın mı? Bunlar belki o dışavurumun, kahkahaların, nedenidir; ancak neşe, çocuğun içinden dışına akar. Nedensizdir. Çünkü o öğrenmemiştir güleceği şeyi, sadece bilir.

Bazı duygular böyledir. Sadece bilirsin. En merkezde yer alır. Sonra bu duygulardan türeyen başka hissediş biçimleri oluşur. Neşeden mutluluk, sevgiden arkadaşlık, kardeşlik ve belki aşkın bir bölümü, korkudan öfke ve niceleri. Nedenler sıralayarak diğer kavramları oluştururuz. Sözgelimi bir dostluğun devamlılığı için bile sevgi yetmeyebilir; çünkü sevgi bunun sadece bir bölümüdür. Korkusuyla yüzleşebilen öfkesini yönetir. Nedenleri sıralayabildiğin oranda mutlu veya mutsuz hissedersin. Çünkü bu ikincil olarak tanımladığım duygulara zihnimizle ulaşırız. Zihnimizin sınırları, bu ikincil duyguların sınırlarını belirler. Bu nedenle işler karmaşıklaşır. Nedenleri nerelere koyacağımızı bilemeyiz ve kafamız karışır. Oysa merkez tektir, karıştırılamayacak ölçüde parlak.

Daha evvel uzun bir yolculukta sonrasında hayal meyal hatırlayacağım ve buna üzüleceğim bir kitap okumuştum. İsmi Parfümün Dansı (Tom Robbins). Bu kitaba dair pek çok şeyi unuttum, konusu dahil. Ancak kitapta geçen net olarak hatırladığım bir düşünce var. Bu kitapta da mutsuzluğun dar bir alana sıkıştırılmış, bu nedenle de bencilce bir duygu olduğu ifade ediliyordu. Bencilce ifadesi de okunma zamanına göre kişiye acımasızca ve yargılayıcı gelebiliyor. Ancak haksız olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bencelerimizin sınırları ne denli genişse, sahiden de o denli büyür mutluluk ve mutsuzluklarımız. Bencillik ise en esir olduğumuz alandır belki de. Alıntı şöyleydi: ''İnsan mutsuzken dikkati hep kendine döner. Kendini çok ciddiye alır. Mutlular, yani kendilerini gerçekten sevenlerse, pek düşünmezler kendilerini. Mutsuzu neşelendirmeye çalıştığında, istemez, karşı çıkar. Çünkü dikkatini kendinden ayırıp evrene yöneltmek zorunda kalacaktır. Mutsuzluk, kendine düşkünlüğün varacağı son noktadır'' (sayfa: 270).

Bazen dışsal nedenler, hatta bizi ilgilendirmeyen ama insan olduğumuzdan dolayı kayıtsız kalamadığımız nedenler, de bize kendimizi mutsuz hissettirebilir tabi. Ancak böyle olsa bile, kendi algına sınırlı kalmak yerine, ''işe yarar bir şey'' yapmak daha özgürleştirici değil midir diye düşünüyorum. Belki de popüler kültürde geçen ''sınırlarını aşmak'' söz öbeği de ancak bu şekilde bir anlama kavuşuyordur. Nedenlerini genişletebildiğin ölçüde. Kendi nedenlerini.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Not: İlk paragrafta bahsettiğim kitap Susanna Tamaro'nun Yüreğinin Götürdüğü Yere Git isimli kitabı.


7 Mart 2024 Perşembe

Uyku.


Uyuyup uyandığımda her şey daha berrak oluyor. Çocukken de böyleymişim ben. Uyumaz ve uyutmazmışım. Baba baba baba, dermişim de, babamla evi turlarmışım. Tabi gece gece başka nereyi turlayacaksın. Daha büyüyünce kendi kendime uyanık kalıp tv'de çizgi film, en olmadı spor karşılaşmaları falan izliyordum. Bir kanal vardı, Trt Spor gibi bilindik bir kanal da olabilir, orada masa tenisi maçı bile izlediğim aklımda ahahah. Çok eğlenirdim; neden bilmem. Oysa ben futboldan bile anlamam ama o an o koşuşturmacayı izlemek bile hoşuma giderdi. İzlerken yorulur ve uyurdum.

Yazın uyumamayı daha çok severdim. Yıldız mektubu avına çıkardım. Bakalım hangi yıldız bana ne hikaye gösterecek der, bir süre yıldızları izleyip arada bir vaoovv'layıp hayal kurardım. Bazen gözüm açık, bazen kapalı olurdu. Kapalı olduğunda uyuyakalır, sonra aniden uyanırdım. O an hayalin sınırında olurdum. Ne güzeldi. Artık yıldızları izlerken uyuyakalamıyorum. Kalsam da sanırım diğer yakada uyanırım.

Geceleri üniversite sınavına hazırlandığım yıllar kocaman bir küp'e dönüşmüştüm, sinirden. Öğlenleri her yerden ses çıkardı ve o gün nerede çalışsam diye kafayı yerdim. Tam da siz bir şeye niyetlenince Murphy Bey gıcıklığına ensenizde bitiyor olmalı. O günlerde gece çalışırdım. Gece çalışınca kendimi sanki Hogwarts sınavlarına giriyor gibi hissediyordum sanırım. Şaka şaka. O zaman böyle uçuk kaçık değildi hayallerim. Ucu bucağı elimde, dilimde, belimdeydi. Beni kaldırıp en tepeye çıkarıyordu. Sonra da aldığı yere, ayaklarımın üstüne bırakıyordu. İstediğim şeyler de gerçekleşti. Çünkü hep ayaklarımın üstüne inmek istedim. Sanırım biraz korkağım ben.

Sonraları yine ödev yetiştirmek için uyumadığım oldu. Ama daha da ötesi vardı. Kızılötesi, morötesi ve uyku ötesi bir hal. Kitap okur, bir şeyler izler ve araştırırdım. Hiçbir şey yapmasam bile geceleri kendimi daha... Daha... Ay bilmiyorum. Sanırım sadece ''daha'' hissediyordum. Ne zaman yanlışlıkla erken uyuyakalsam uyanınca hayrete düşer ve bunu daha sık denemeyi kendime önerirdim. Çünkü uyku, uyku... Hayatta sahip olduğumuz en değerli şeylerden biri!

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Not: Köpek çiftliği derken barınağı kastediyor.


4 Mart 2024 Pazartesi

Papatyalar.

Papatyaların gerim gerim gerinme mevsimleri geldi. Güneşi hisseder hissetmez yeşilliklerin arasındaki yerlerini alıveriyorlar. Tüm o nahif güzellikleri bir yana, bir o kadar da gösterişliler bence. Bahar deyince aklıma gelen üç şeyden biri papatyalar. İtiraf ediyorum, diğer ikisini hiç düşünmedim. Bu baharda umarım diğerlerini de keşfedebilirim! Bugün papatyaları yeşilliklerin arasında salınırken gördüğümde, onların baharın çocukları olduğunu hissettim. Önceleri ilkbahara özel bir dikkatle bile yaklaşmıyordum. Oysa baharın canlanışı ne güzeldir, bunu da hep görürdüm; ama görünen o ki, bilmezmişim. O değişimi bilmek. Sanırım soğuk memleketlerde daha bir derinden hissedilir bu geçiş. Benim yaşadığım şehrin kışı bile baharı aratmıyor, anlayamıyor(d)um. Kış, hop yaz gibiydi. Ne ayıp!

Baharın bir ruhu var, diğer mevsimlerin de olduğu gibi. Kışın da ılık, hatta sıcak denebilecek kadar abartan havalar olabiliyor malesef. Ancak bir bahar değil. Baharların ilki değil. Çünkü baharın ruhu henüz derin uykusunda oluyor o ılık kış günlerinde bile. Bu ruhu, en dikkat etmediğimiz anlarda bile bence muhakkak hissederiz. Güneş bile farklı parlar. Henüz açmamış kuru dallar sanki hüzünlerinden arınmıştır. Çünkü az kalmıştır. Neşeyi kucaklamalarına.

Çeşitli kültür ve mitlerde mevsimler insanların yaşam evreleriyle ilişkilendirilirmiş. İlkbahar çocukluk çağına denk geliyormuş. Doğum ve dünyayı kucaklayış. Bir bebek ellerini havaya uzatır; tanıdığı, tanımadığı, tanımaya çabaladığı her şeye. İlkbahar da böyledir. Ruhunu kurumuş her yana üfler. Rüzgarlar tatlı tatlı eser ve papatyaların güzel saçlarını salındırır. Bu nedenle olacak ki, ne zaman papatya görsem heyecanlanırım. Hele de papatyaların tek dalda kardeşleriyle birlikte olmalarını çok seviyorum. Aslında yukarıdaki fotoğrafı çekmeyecektim ama sana baharın kalbime ve zihnime üflediği ruhunu göstereceğim bir yazı yazmak istedim. Bu nedenle rastgele, biraz da bulanık bir fotoğraf çekivermişim. Ancak iyi ki çekmişim, canlanmış hissediyorum. 

Bahar deyince senin aklına ilk olarak neler geliyor?

Güzel bir hafta dilerim.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.



3 Mart 2024 Pazar

Yeryüzü Güncesi #10


''Biliyor musun Ozan, Neptün'e bazen elmas yağmurları yağıyormuş.''

''Bazen mi?''

''Bazen. Hatta komşusu Uranüs'e de yağıyormuş, bazen.'' Genç kadın bir anda gülmeye başladı. ''Ne tuhaf...'' 

Genç adam, genç kadının uzaklaşan güneşin ışığında gölgelenen profilini izliyordu. Genç kadın bu bakışları üzerinde hissederek durdu. ''Ne...'' Kaşları çatık, gözleri kocamandı.

Genç adam ellerini genç kadının kabarmış saçlarının arasından geçirerek avucunu açtı. ''Hokusss pokuss...'' 

''Ah bir çiçek!'' dedi genç kadın heyecanla. Çiçeği genç adamın avucunun içinden hızla aldı ama dağılmasından korkuyormuşçasına, narin bir varlığı tutar gibi avucunun içinde dikkatlice tuttu. ''Yaprak olmasından korkmuştum,'' dedi tüm dikkati çiçeğin üstündeyken.

''Veya bir böceeek olmasından?''

''Evet böceeek de! Ama daha çok yaprak olmasından sanırım.''

''Böcek olsaydı yerinde duramazdın ama Aslı, sen de atma şimdi...''

''Evet duramazdım ama sonra geçerdi. Yaprak olsaydı eğer... hayal kırıklığı yaşardım. Neden çiçek değil de yaprak düştü diye.''

''Neden peki? Neden yapraklar hayal kırıklığı yaşatırdı? Onların çiçeklerden ne eksiği var!''

''Eksikleri yok... Ondan değil. İşte adı üzerinde; yaprak yapraktır, çiçek de çiçek.''

''Çiçek beklerken yaprak görmek hayal kırıklığı yaşatır sanırım, haklısın.''

''Hayır, yani evet. Belki... Belki bazen bazıları için, hatta belki herkes için bazen; bu bir hayal kırklığı nedeni olabilir. Ancak benim şimdiki sevincim bundan ötürü değildi.'' Genç adam ve genç kadın ağaçları geride bırakmış, günbatımının ışığında birer gölgeye dönüşmüş insanların arasında yürüyorlardı. 

Genç kadın genç adama daha yakındı şimdi. Bir kolu genç adamın kolunda, diğer kolu rüzgarda hafifçe açılan ceketinin bir ucundaydı. Bakışları uzakta olsa da, düşünceleri gevşekçe sıktığı avucunun içindeki çiçekteydi. 

''Elmaslar...'' dedi sonra dalgınca ''hani Neptün'deki...''

''Evet o konu vardı. Gerçekten ilginç. Sanırım oranın atmosferinin özelliklerinden kaynaklı bir durum. Buraya yağmur yağması gibi.''

''Aynen!'' dedi genç kadın aniden genç adama dönüp. Kelimeyi vurgulayarak söylemişti. Gözleri artık iyice uzaklaşmış günün ışıklarının kararttığı havada bile ışıl ışıldı. Elmas gibi, diye düşündü genç adam. Bir kolu genç kadının aniden çektiği kolundan savrulmuş diğer kolu çantasında, duyacaklarını bekliyordu. 

''Gül bakalım bana, ama ben sana hak verecektim Ozan. Tam da benim takıldığım noktaya bastın çünkü. Şimdi ayağını çek.'' Genç kadın genç adamın diğer tarafına geçip koluna yeniden girmiş ve ağırlığının birazını ona yüklemişti.

''Hangi noktaymış bakalım bu?'' 

''Neptün'deki elmaslar, Dünya'daki yağmurlar kadar doğal. Ancak biz Dünya'dan Neptün'e baktığımızda elmaslar için 'voaaa' diyoruz. Belki çoğu kişinin gözlerinde para işaretleri dönüyor.''

''Bu da doğal değil mi?''

''Öyle. Alıştıklarımız ve farklılıklar. Tıpkı kışın ardından çiçek bulmak gibi. Bu yüzden, aniden gökten gelen bir çiçek saçlarına tutunduğunda 'vooaa' diyebilirsin. Şimdi şuradan çiçek alsan da sevinirim tabii...''

''Tabii...'' dedi genç adam kıvrılmış dudaklarındaki sırıtış genişleyerek.

 İkisi yavaşça yürürlerken genç kadın elindeki çiçeği denize bıraktı.

''Ama farklı olanın, beklenmeyenin, yine de güzel bir hissi var. Beklenen ama beklenmeyenin daha doğrusu. Mesela...''

''Mesela...''

''Daha varlığını bile hayal meyal görüp de anca istatiksel hesaplarla tespit ettiğimiz çok uzak bir gezegendeki elmaslar gibi.''

Genç adam gülmeye başladı. ''Neptün de'' dedi sonra, ''demek ki senin gibiymiş. Hayal meyal...''

Genç kadın bozuntuya vermeden devam etti. ''Orası da mavi bir gezegen. Dünya'ya benziyor ama uzak bir akrabası gibi.''

''O zaman o kadar da çok benzemiyordur, uzaksa...''

''Hayır, benziyor benziyor. Ama çok da değil. Hayal meyal benziyor. İlk başta çok benziyor gibi görünüyorlar ikisi de mavi diye. Sonra Dünya'nın yeşil karaları aklına geliyor ve  'o kadar da benzemiyorlar' diyorsun. En sonunda ikisi aklından tam çıkacakken zihnin sana bir anda 'aslında benziyorlar' diye fısıldıyor ve sen bu fısıltıyı hayal meyal duysan bile zihnine 'evet benziyorlar' diye kodluyorsun.''

''Evet, aslında doğru bir çıkarım. Elmaslar için de bu geçerli mi peki? Elmaslar ve yağmurlar için.''

''Bunu düşünmemiştim...''

''Hayret,'' dedi genç adam genç kadının gölgeler içindeki yüzünü incelerken. Şimdi ikisi karşı karşıyaydı. Ayın birazı gölgede kalmış, aydınlık taraflarını da bulutlar örtmüştü. Sokak lambasının turuncu ışığı ayın zayıf aydınlığını daha da gölgeledi. ''Bence,'' dedi sonra da, ''buraya elmaslar yağsaydı herkes mutlu olurdu. Ama sonra...''

''Sonra?'' dedi genç kadın merakla.

''Herkesin elması olurdu.''

''Sonra?''

''Sanırım mutlu son...''

Genç kadın dudaklarını büzmüştü. ''Ben de ilginç bir şey söyleyeceksin sanmıştım.'' Sonra da genç adama sarıldı. ''İyi geceler Ozancığım.''

''İyi geceler Aslımcığım.''

''Aslımcığım... Bunu sevdim!'' Genç kadın ellerini genç adamın saçlarında dolaştırıp onları iyice dağıttı.

''Aslı...''

''Zaten dağınıktı...''

''Değildi...''

''Evet dağınıktı ama şimdi... Dağınık dağınık!*''

''Aslı...'' Genç adam genç kadına dikkatlice baktı ve sıkıca sarıldı. 

''Ama,'' dedi genç kadın, ''daha bitmemişti...''

''Ne bitmemişti?'' Genç adam genç kadına hala sıkıca sarılıyordu. 

''Hokus pokus,'' dedi sonra genç kadın kafasını geriye atıp. Avucunda bir yaprak vardı. 

Dağılan bulutların ardından ışıldayan ayın ışığı, turuncu sokak lambalarına rağmen kocamandı.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


2 Mart 2024 Cumartesi

Marteniçka.

Aslında bu yılı da pas geçecektim. Geçen yılı pas geçmiştim ama sonra, bir dahaki mart ayı taaaa seneye diye düşündüm. :) Bütün iyi enerjimi toplayarak marteniçkamı bileğime doladım. Kazasız belasız leylek leylekçikleri, kırlangıççıkları havada görmek, marteniçkamı çiçekli dallarla buluşturmak ve dilekleri(mi)n gerçek olması dileğiyle. 

Not: Marteniçka nedir için tık tık.

Not 2: Fotoğraf geçtiğimiz yıllardan. <33 


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


1 Mart 2024 Cuma

Mart.

Kalbimmmm, kocaman bir... Bir... Pastane! En başta nasıldı hatırlamıyorum. En en en öncesinden bahsediyorum. Anılarımı anlattıkça uçup gittiklerini gördüm. Kötü olanlardan geriye his kırıntısı bile kalmadı. İyi olanlarsa şimdiki pastanenin inşasında temel oldular. Onları baya baya kardım, harç karar gibi. Bu uzun sürmüş bir iş gibiydi, gibi geliyor; ama uzun da sürmemiş gibi. Çok uzun sürseydi çimento vaktinden önce kururdu ve yine bir pastane inşa edemezdim. Yoksa eder miydim? Hımm, öyle olsaydı bir usta bulmam gerekirdi kesin. Çünkü ben bir usta değilim. Yine de, her şey bittikten sonra böyle oluyor sanırım; uçup giden şeyleri göremiyorum ama bundan çoook uzun zaman önce çoook uzak bir galakside..., aman yanlış oldu, bundan bir süre öncesinde bu galaksideki bir pastaneye sahip olduğumu ama o pastaneyi kaderine terk ettiğimi, sonra da her yerin örümcek ağlarıyla dolu olmasının beni şoka uğrattığını hayal meyal hatırlıyor gibiyim.

Böyle olunca, hani örümcek ağlarını falan görünce, o pastaneyi kaderine terk etmek daha kolay geliyor insana. Öyle bir pastaneye pastane sahibi bile hemen girmek istemiyor. Yoksa istiyor mu? Belki de bazı pastane sahipleri kollarını daha kolayca sıvayabiliyordur. Ben miskin bir pastaneciyim. Bu yüzden pastaneyi bırakıp yüzmeye gitmiştim. Bir bakardım ki, belki de, dalgalar beni başka bir kıyıya çıkarırdı ve artık pastaneci olmazdım! Dalgalara mı güvenmeliydim? Hayır hayır hayır. Bu da benim yapabileceğim bir şey değildi. Belki pastane işini bırakıp terzi olmaya karar verenler falan vardır, veya astronot veya ressam. Ama şansıma su da durgundu. Yoksa ben gittiğim yakada da bir pastane arayışına girerdim kesin. Oysa bu yakada zaten bir pastanem vardı ve beni bekliyordu. O halde ben neyi bekliyordum? Bilmiyorum. Şimdi bile bilmiyorum, biliyor musun?

Pastaneye gidip geldim tabii. Hiçbir zaman hevesim olmadı da diyemem. Aksine vardı! Başlangıçta çok vardı. Her şeyin başlangıcında. Birkaç başlangıçta... Bir sürü pasta yapmak istedim. Çilekli, çikolatalı ve başka başka pastalar öğrenmek. Belki kurabiye, belki hatta İzmir bombası bile yapardım. Niye olmasın, pastane bu. Ama yapmak istemedim. İstemememin de sebepleri vardı, tüm suçu kendime yüklemeyeceğim ama tüm sorumluluk yine de bendeydi. Bu pastane bana ait çünkü. Sahibi de, aşçısı da, garsonu da, kasiyeri de benim. Hatta tadımcısı da ben olacağım. Pastalarımı ilk ben tadacağım. Tadını beğenmezsem değiştiririm, değil mi? Bundan neden bu kadar çok korktum? Neden hep yanlış yapmaktan, hata yapmaktan bu kadar çok korktum? Usta olmadığım için mi? Usta bir aşçı, tatlıcı, pasta profesörü olmadığım için mi? Pastalarımı görenler beğenmezler diye mi? Yoksa daha pastalarım bile bitmeden, güzel olmayacaklarına kolayca ikna olabildiğim için mi? Peki güzel olmaları ne anlama geliyordu? Çilekli bir pastanın yanına başka meyveler koysam ve o artık çilekli bir pasta olmasa bile, yine de güzel bir pasta olamaz mıydı? Varsın çilekli pasta severler ve çileğin yanındaki diğer meyveleri sevmeyenler o pastayla ilgilenmesin, ne olacak? Cevap veriyorum: Hiçbir şey.

Heves. Ne güzel bir kelime. Nedendir bilmem, bu kelimeyi genelde olumsuz anlamda kullanılmış halde görmüşümdür. Oysa ne gariptir, kelimeler çift yönlüdür. Hislerimiz kelimeleri belirler. Bir dakika... Yoksa tam tersi miydi? Bu da çift yönlü. Zaten kelimeler bana çok köşeli geliyor son zamanlarda. Müzik dinlerken fark ettim bunu. Müzik, ne kadar sınırsız diye düşündüm. Herhangi bir ucu yok. Açıklama yapmasına bile gerek yok. Hislerin o müziği tanımlıyor zaten. Müzik de hislerini tanımlıyor biliyorum biliyorum. Ama tabula rasa yap beynini, boş bir pastane olsun kalbin de. İstersen postane de olur tabii. Bak bakalım o müzik ne mektuplar yazacak kalbine veya neyli pasta çıkacak en sonunda. Ne tuhaf... Değil mi? Kelimeler, tanımları getiriyor. Tanımlar sınırları. Oysa kelimeler bile müziktir özünde. Bir ses çıkar, yanına başka bir ses daha. Sonra hece dersin buna ve işte yan yana gelen tüm o sesler bir sürü tanım olur en sonunda! Neden? Oysa kelimeler de özgürdü en başta... Gerçi özgürlük de bazen esarete dönüşüyor, değil mi? Kelimelerimiz güzel bir müzik mi, yoksa kulağı mı tırmalıyor? Keşke tanımlardan önce, müziğimize dikkat etseydik; belki daha iyi olurdu.

Ben edeceğim. Çünkü güzel müziklerin çaldığı bir pastanem olsun istiyorum. Güzel mektupların geldiği bir pastane. Güzel pastaların olduğu. Güzel hissettiğim bir pastane.

Mart en sevdiğim mevsimin merhabası. Havalar şubatta da ılıktı ama ilkbahar hala yok meydanda. İlk çiçekleri görmek istiyorum. 

Güzel bir ay dilerim.

Hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.



Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.