28 Temmuz 2023 Cuma

Japon Masalları (Derleyen: Yei Theodora Ozaki) | Kitap Yorumu

Derleyen: Yei Theodora Ozaki, Çevirmen: Servin Sarıyer,
Yayınevi: Karakarga Yayınları

Kitapta 11 tane Japon halk masalı bulunuyor. Bu masallarda Japon kültürünü ve Japon mitolojisinden çeşitli varlık ve efsaneleri görüyoruz. Her masalın başında bir adet masala ilişkin yine Japon kültürünü hissettiren çizim yer alıyor. Masalları okumak da, bu çizimleri incelemek de keyifliydi.

Japonya kalpten yakınlık duyduğum ülkelerden birisi. Tüm o -en azından uzaktan görülen- nahiflik, o buram buram mistik hava, sonra disiplinli bakış açıları gibi nedenler beni Japonya'ya çekiyor. Bu nedenle de Japon Edebiyatı'ndan eserler okumayı, Japon animasyon filmlerini izlemeyi çok seviyorum. Umarım bir gün bana sakura mevsiminde Japonya'da kiraz ağaçlarının arasında romantik romantik takılmak ve hadi bloğum ve sen de burada olursanız bunu sizlerle de paylaşmak nasip olur. :) -çekim yasası enerjisi açıldı dındın dındın-


Kitaptaki bütün masalları sevdim. Zaten masal okumayı da çok seviyorum. Bir de Japon kültüründen masallar okumak ayrıca hoş bir deneyimdi. Aslında ben bu kitabı daha evvel de okumuştum. Ama üzerinden asırlar geçmiş gibi hissediyorum. Masalların büyük bir kısmını da bu nedenle unutmuşum. Şimdiyse günümün belli aralarında iyi hissetmek için başvurduğum hoş bir masal kitabı oldu kendisi. 

Kitapta yer alan Bambu Kesicisi ile Ay Çocuk isimli masalın bir de film uyarlaması var. Filmin ismi Prenses Kaguya Masalı (Kaguya-hime no Monogatari). O filmi de şiddetle öneriyorum. Çok nahif, çok özgün ve görsel şölen bir sanat eseri kendisi.

O halde şimdilik hoşça ve tabii ki kitaplarla kalın.

:)

26 Temmuz 2023 Çarşamba

Küçük Yuvarlak Taşlar (Melisa Kesmez) | Kitap Yorumu

Yazar: Melisa Kesmez, Yayınevi: İletişim Yayınları

Hani bazen, bazı ihtimaller üzerine yaşarız... Bazense, bazı ihtimalleri yaşarız. Her ihtimal beraberinde sorumluluklar getirir şüphesiz. Saptığımız yolda bizi karşılayan hayatın sorumluluğunu.

Kitap; Nergis’in Hikayesi, Elif’in Hikayesi ve Mehmet’in Hikayesi olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Bu üç kişi bir ailenin üyeleri. Nergis anne, Mehmet baba ve Elif çocuk. Önce Nergis başlıyor hikayelerini anlatmaya. Sonra dümeni kendi hikayesine kırıyor. Çok dürüst, kendini anlamış bir kadın Nergis. Oldusuyla bittisiyle, iyisiyle kötüsüyle karşımızda. Normalde toplumun cadı kazanını fokur fokur kaynatacak bir hikayesi var onun. Ama yine de, işte, çırılçıplak karşımızda. Bütün korkularıyla, acabalarıyla, yaptıklarıyla ve belki de en çok da yapmadıklarıyla.

Anne bir çocuğun hayatında en önemli iki isimden birisi. Belki de ilki demeliyiz. Anne sevgisi, sahiden de koşulsuz mudur her zaman için? Peki bu genel kabul, insanın omuzlarına hangi sorumlulukları yükler? Kişi, bu sorumlulukları kaldıramayacağını anladığında ne olur? Belki de kendi hikayesini çocuğuna yükler. Kaçtığı sorumlulukları.

Elif çok küçükken anne ve babası ayrılıyor. Elif annesinden uzakta büyüyor. Uzaklıklar mı daha hızlı büyüyor, yoksa Elif mi bilinmez. Nergis bunu sık sık düşünüyor. Elif mi? Elif’in ağzından olan ikinci bölümde o sadece kendi hikayesini anlatıyor. Kendi karnında büyüyen canlıyla birlikte saptığı yolda karşılaştıklarını.

Mehmet ise hislerini anlatıyor. En çok, hislerini anlatıyor. Hem, bir yerden sonra geriye yalnızca hisler kalıyor. Kendi annesine dönüyor Mehmet de. Gençlik yıllarına dönüyor, baba olmayı hayal ettiği kumsala kadar geçmişe yürüyor. Üç farklı kişi, tek bir aile. Aynı olayı farklı bakış açılarıyla tekrar tekrar okumuyoruz kitapta. Hem zaten günün sonunda tek bir olaydan da ziyade, pek çok olayın toplamı oluşturmaz mı hislerimizi? İşte kitapta da bunu okuyoruz. Karakterlerin saptıkları yolları okuyoruz.

Melisa Kesmez, kalemini çok sevdiğim bir yazar. Bu kitap ondan okuduğum son kitap. Ne ilginçtir ki, onun kitaplarını hep de okumam gerektiği zamanlarda okuyorum. Belki de en çok da bu sevdiriyor onun kelimelerini bana. Bu kitabını da severek okudum. Bu kitabında diğer kitaplarından farklı olarak karakterleri daha derinlikli görme imkanı bulmuştuk okurları olarak. Bunun sebebi de bu kitabında yazarın tek bir öyküyü merkeze alması olmuş.

Kitabın var olan haliyle tam olduğunu düşünüyorum. Çünkü yazar zaten yaşamayı yazıyor. Yaşarken bazen bir şeyler donar. Yaşam akar tabi ama yine de bazen bazı şeyler olduğu yerde kalakalır. Ancak kitapta Gülsüm’ün hikayesinin yer almasını da isterdim. Onu daha yakından tanımak güzel olabilirdi.

Peki siz kitabı okudunuz mu? Okuduysanız neler düşünüyorsunuz? Okumak ister miydiniz?

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

25 Temmuz 2023 Salı

Ateş Böcekleri.

Sanırım ilk ve son kez küçükken bir ateş böceği görmüştüm. Dokuz yaşındayken. Zaman net olarak aklımda; çünkü onu nerede gördüğümü biliyorum. Biliyorum diyorum hatırlamak yerine. Çünkü anımsamıyorum; o, net olarak içimde nokta atışı bir anı. Bildiğim bir şey gibi. Parçaların bir araya gelerek oluşmasıyla var olan anımsama hali gibi değil. Nokta atışı bir anımsama hali; bilmek gibi. Ondan sonra hiç ateş böceği gördüm mü emin değilim. Bu noktada nokta atışı bir bilme hali de, parçaların bir araya gelmesi de yok. Görmüşsem bile muhtemelen dikkat etmemişim ki, şimdi hepsi ışıkları sönük bir şekilde anılarımda kaybolmuşlar.

Işıl ışıl parlayan o tek ateş böceğinin ışığı solgundu aslına bakarsan. Babamla bulmuştuk onu. Eski bir köy evinin bahçesinde. O yıl o ev çok güzeldi. Ateş böceğini zihnimde parlatan da bu güzellikti sanıyorum ki. Çiçekleri ve kelebekleri hatırlıyorum. Bir kuyuyu. Dedemi. Belki onun bir şeyler anlatışını dinleyişimi. Benim babama çok şeyler anlatışımı ve o yıldızlı akşamdaki ateş böceğini. 

Daha önceden daha çok ateş böceği olduğunu söylemişti babam. Daha parlak olduklarını, bir sürü olduklarını. Bunu da unutmamışım çünkü çok heyecanlanmış ve çok da hayal kırıklığına uğramıştım. Ben neden o kadar parlak ve çok ateş böceğini göremiyordum ki? Neredeydiler? Neredeydiler bugün de bilmiyorum. Ama onların karanlık havada bir bahçede ışıl ışıl parladıklarını görmeyi bugün de çok istiyorum. 

Bu gece dışarısı serindi. Hava rüzgarlı. İçeri doğru süzülen perde davetkardı. Aslında uyumayı düşünmüştüm; ama yapamadım. Çünkü biliyordum ki, bu gece gökyüzü çok güzeldi. Diğer gecelerde de olduğu gibi. Ama her gece güzel olsa da gökyüzü, bazı geceler biz de tıpkı gökyüzü gibi daha açık olabiliyoruz. İşte ben de böyle hissediyordum. O yüzden mutlaka dışarıda oturmalıydım. Bir anlığına bile olsa. 

İçerisiyle dışarısı arasında bariz bir sıcaklık farkı olduğu kesindi. En başta bu keyfimi yerine getirdi. Tabi sonra sessizlik. Birkaç araba geçip gidiyordu. Ama gece herkes kendi dünyasındadır. Kendi dünyasındaki insanlar her yerdeydi. Yakında, uzakta. Sokak lambalarının aydınlattığı tepelerde. Ancak bu gece ben de kendi dünyamdaydım. Çünkü tepemde bir sürü ateş böceği vardı ve parıl parıl parlıyorlardı. Ben gözlerimi kapattığımda da, açtığımda da oradaydılar ve parıl parıllardı. Işıkları azalmıyordu, tek başlarına da değillerdi. Siyah bir fonun üstünde dostça gülümseyen ışıklar. Sanırım tam da böyle oldukları için onları izlerken pek çok şeyi net olarak görürüm. Bu tıpkı ışık hızında olur. Bir anda. Düşünme adımları bile olmadan. Şak şak şak. 

Düşünme adımları olan şeyler de aklıma gelir tabi. Ama bunlar benimle ilgili olan şeyler değillerdir. Benim dışımda olan kişi, olay ve durumlardır. Onlar bir yıldızdan öbürüne bana ulaşır. Bir ışıltıdan öbürüne seyahat. Sonra bana. Benim düşüncelerimden başka yerlere ters yönlü bir seyahatleri olur mu bilinmez; ancak ben o an, şak şak şak diye bir anda, ışıl ışıl yıldızları hissederim.

Ah! Işıl ışıl yıldızları hissetmek ne güzeldir değil mi? Hissetmek bir hediye diye düşünürüm. Tüm çer çöp arındığında, tüm çamurlar aktığında ve her şey şak şak şak ışıl ışıl aydınlıkken karşında, işte, sanki bu gerçekten güzel bir hediyedir. Yıldızlı, serin bir yaz gecesinde gökteki ışıl ışıl ateş böcekleriyle oturmak bence çok eşsiz bir hediyedir.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


22 Temmuz 2023 Cumartesi

Solgun Kopyalar.

Son günlerde en sevdiğim seslerin başında kuş seslerinin geldiğini keşfediyorum. Tamam, bence kuşların şakımasını en çatık kaşlı ya da en bıkkın insanlar; veya, en çatık kaşlı ya da en bıkkın anlarımızdaki hallerimiz bile sevebilir. Bazı anlarda, hiç beklemediğimiz o sürprayyyz anlarında, bazı şeylerin farkına varırız. Kuş seslerinin, karşıdaki evin balkonundaki çiçeklerin, çok önceden yediğimiz, eskisi kadar ucuz olmasa da, artık olabildiğince ucuz (!) bisküvinin nostaljisinin farkına varırız böyle anlarda. Böyle anlar kucaklar bizi. Arka planda kuş sesleri. Onun biraz önünde cırcır böcekleri. Az daha önünde üç beş insan sohbeti. Ve en sonunda bir anda hissettiğin o tuhaf ama kucaklayan his kaplar en arkadan en öne tüm mekanı ve zamanı. Ne güzel farkında olma halidir bu. Okul yıllarımızdaki beş on dakikalık tenefüsün rüyası gibi. Tadı damağında kalır, belki başka beş dakikalık his molaları da önünde uzanır. Yine de o an biter. Böyle anları nasıl tutabiliriz? Ben yazarak tutmaya çalışıyorum. Yine de sonrasında solgun bir kopya gibi duruyor kelimeler.

Acaba unutmamaya neden bu kadar çok önem veriyorum? Oysa bir kez unutmaya izin verirsen, sonra bir daha hatırlamamaya çalışmazsın. Sanırım unutmak için de çeşitli duraklar var. O durakları geçtiğinde, durakta indiremediklerin seninle birlikte yolculuk yapmaya devam ediyorlar. Bazen tatlı geliyor bu yol arkadaşı sana. Onu seviyorsun bile. Zaten o yüzden ''in artık, gelme'' diyememişsin. Ama demeliydin. Niye demedin, değil mi? İşte, demediğinde, o hatırladıkların da kendi kendine ''iyi bari ben ineyim'' demeyebiliyor. Diyor mu yoksa? Yoksa onlar ''artık vakti geldi, müsait yerde kaptan'' deseler bile sen onlara ''yok canım daha var inmene'' diye mi karşılık veriyorsun? Ondan mı uzun yola birlikte çıkıyorsun unutamadığın her şeyle?

Sonra solgun birer kopya gibi yaşıyor bunlar işte. Oysa inmeleri gereken durakta inmelerine izin verseydin böyle olmazdı. Olur muydu? En azından kopya olduklarını çakozlamazdın, değil mi?..


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Değişen Kafalar (Thomas Mann) | Kitap Yorumu

Yazar: Thomas Mann, Çevirmen: Kasım Eğit & Yadigar Eğit,
Yayınevi: Can Yayınları

Kitabın konusu bir Hint efsanesine dayanıyor. Şridaman ve Nanda farklı kastlara mensup yakın iki arkadaştır. Şridaman bir tüccarın oğludur. Nanda ise babası gibi hem demircilik yapmakta, hem de inek gütmektedir. Farklı kastların getirdiği farklı yaşam tarzları bu iki delikanlının gerek kişilik, gerek fiziksel görünümlerinde de kendini göstermektedir. Şridaman çocukluğundan itibaren kutsal Veda metinlerini öğrenmiş, felsefi sohbetler yapmayı seven, entelektüel donanıma sahip biridir. Aynı zamanda fiziksel olarak pek fazla aktivitede bulunmadığı için bedeni çelimsizdir. Nanda ise entelektüel birikim yönünden Şridaman'dan yetersiz olmakla birlikte, bedensel açıdan daha gelişkin ve dikkat çekicidir. 

Birbiriyle yaşıt olan biri akıllı, diğeri yakışıklı bu iki dost, bir gün yeşillik bir alanda otururlarken güzeller güzeli Sita'yı görürler. Şridaman daha o anda Sita'ya aşık olur. Hatta genç adam bu güzel kıza öyle bağımlı bir aşkla vurulmuştur ki, bu aşk Şridaman'a bir hastalık gibi gelir. Kendini yakarak öldürmeyi istediğini, bu aşk hastalığının onu tükettiğini çok geçmeden dostu Nanda'ya açar. Arkadaşının aksine neşeli bir mizaca sahip olan Nanda bu durumla önce eğlenir, sonra arkadaşının derdine derman olmak için Sita ile Şridaman'ın yapacağı evlilikte aileler arasında aracı olur. Şridaman ile Sita evlenir. Aslında Nanda Sita'yı Şridaman'dan daha önce görmüştür. Bir şenlikte genç kızı Güneş Tanrısı'na, gökyüzüne, doğru salıncakta sallamıştır. Bu anı Sita da hatırlar. Kocası Şridamanla geçirdiği günlerinde kocasının dostunu yakından izler ve evlendiği kişiyle ilgili yanlış karar verip vermediğini sorgular. Çünkü görünen o ki Sita aslında Nanda'yı arzulamaktadır.

Bir gün bu üçlü Sita'nın ailesine ziyarete gitmek için bir yolculuğa çıkarlar ancak yolda kaybolurlar. Bir tapınağın önünden geçerlerken Şridaman ana tanrıçaya dua edeceğini söyleyerek bir tapınağa girer. Tanrıça Kali yaratma, koruma ve yok etme gücüyle bedenlenen bir Hindu tanrıçasıdır. Aynı zamanda cinsellik ve şiddet gibi anlamlarla da ilişkilendirilmekteymiş. Çeşitli mitlerde ''iyi'' ve ''kötü'' anne simgeleri bulunmaktadır. Tanrıça Kali de anne ve anne sevgisinin sembolü olarak kendini göstermektedir. Kali aynı zamanda savaşçı bir tanrıçadır. Bir elinde kılıç, diğer elinde kesik bir baş ile savaş meydanında tasvir edilmektedir. Bu tanrıçanın mabedine giren Şridaman ortamın ve gergin ruh halinin de etkisiyle adeta büyülenmiş gibi kendini kendi başını bir kılıçla gövdesinden ayırmak suretiyle tanrıçaya kurban eder.

Gidip de dönmeyen Şridaman'ı merak eden ikiliden Nanda da tapınağa girer. Gördüğü manzara ile dehşete düşer. Ancak arkadaşının neden böyle bir eylemde bulunduğunu anlar. Her ne kadar eylemde bulunulmasa da, Nanda da Sita'nın kendisine olan ilgisinin farkındadır ve arkadaşının ölümü Nanda'da suçluluk duygusu uyandırır. Zaten bu iki arkadaş birbirine çok derin bağlarla bağlıdır. Birlikte ölmeyi isteyecek kadar derin bağlarla. Nanda da tıpkı arkadaşı gibi kendini kurban eder. Başları vücutlarından ayrılmış bir halde yerde yatan iki genç adamla karşılaşan Sita krize girer. Sonrasında o da kendini aynı biçimde öldürmeye karar verir ancak buna gücü yetmeyeceği için kendini asmakta karar kılar.

Sita Şridaman'dan hamiledir. Kendini ve dolayısıyla bebeğini öldürmek üzereyken Tanrıça Kali öfkeli sesiyle Sitayla konuşur. Onu bir güzel azarladıktan sonra tapınakta başları kesik bir şekilde yatan iki adamı nasıl kurtarabileceğinin yolunu anlatır. Sita, tanrıçanın söylediklerini aynen uygular. Ancak telaşla (!) bir hata yapmıştır. Kocası Şridaman'ın başını Nanda'nın vücuduyla, Nanda'nın başını da Şridaman'ın vücuduyla birleştirmiştir. Farklı bedenlerde canlanan bu kafalar şaşkınlıkla durumu anlamaya çalışırlar. Şimdi ortada içinden çıkamadıkları bir sorun vardır: Sita'nın kocası hangisidir? 

Cinsel birleşme bedenle sağlandığı için beden sahibinin Sita'nın bebeğinin babası olacağını düşünür Nanda. Ancak öte yandan bir kişinin benliğini oluşturan da kafadır. Kopan kafalarla ikilinin bedenlerinin bir anlamının kalmadığını da görmüştük. Ancak bu üçlü, durumu çözemeyerek dağlarda yaşayan bilge bir çilecinin fikrine başvururlar. Bu bilge adamın söyledikleri ile bu üç kişinin yaşamı değişir. Kitapta verdikleri kararın getirdiklerini okumaktayız.

Kitap, Thomas Mann'dan okuduğum ilk kitap. Yazarın kitaplarını okumayı uzun zamandır istiyordum. Açıkçası yazarla tanışma kitabımın daha farklı bir kitap olacağını düşünüyordum. Zaten yazarın bu kitabından da çok yakın bir süreçte haberdar olmuştum. Bir efsaneyi, hem de bir Hint efsanesini, konu aldığı için kitabı merak etmiştim. ''Hem de'' diyorum çünkü Doğu kültüründeki mitler ve mistik hava ilgimi çekiyor. Kitabı kütüphaneden alırken yanında bir de bir Hermann Hesse kitabı almamın (bakınız Ağaçlar ) bu seçimimde bir etkisi var tabi ki. Hermann Hesse de daha evvel okuduğum Siddhartha isimli kitabında Hint felsefesini merkeze almıştı. Konusu itibariyle bu kitapta da aynı havanın olabileceğini düşünmüştüm. Thomas Mann'ın yazdıklarını bu kitabı ile tanımaya karar verme nedenim de işte bundan ileri geliyor. 

Peki beklediğimi buldum mu dersem; kitabı okurken değil, derim. Peki bu ne demek? Kitabın dilinin fazla dolambaçlı olduğunu düşünüyorum. Hatta aynı kitabın yarı sayfa sayısına sahip bir şekilde bile anlatılabilineceği kanaatindeyim. Kitabı okurken beni dili rahatsız etti. Hani bir yere oturursunuz, oturduğunuz o yerde görünürde bir şey yoktur ama poponuza bir şeyler batar da size bir rahat vermez ya; işte kitapta kullanılan dil bana aynı biçimde bir rahatsızlık hissi verdi. Bu bakımdan kitaba alışmam için ara vermeden sabırla okumam gerekti. Dili ağır veya anlaşılmaz değildi; ancak en doğru tanımlama ''dolambaçlı'' olacaktır sanırım.

Kitabın konusu da aslında basit gibi görünüyor ama özellikle de Tanrıça Kali ile ilgili biraz araştırma yapınca bu konu lezzetleniyor. Sita ile Kali arasında bir ilgi kurulduğunu görüyoruz çünkü. Kali'nin bir elinde kılıç, diğer elinde kopmuş bir kafa ile savaş meydanında simgelendiğini ifade etmiştim. Aynı zamanda bu tanrıça, dişiliğin de bir sembolü. Kendisine çeşitli dönemlerde gerek hayvan, gerek insan kanları kurban edilmiş. Şimdi kitabımızın karakterlerine geri dönelim. Sita'nın da savaşçı bir kandan geldiğini, kusursuz vücut hatlarına sahip olduğunu ve bu iki gencin aslında temelde kanlarını tanrıçaya değil, Sita uğruna akıttıklarını görüyoruz. Sita'nın aşkı uğruna kriz geçirip kendini kurban eden Şridaman ile bu kaybı açıklayamayacağı için aynı biçimde ölümü seçen Nanda ilk aşamayı, yıkımı oluşturuyor. Ölüm ile gelen sonu, tanrıçanın yönlendirmesiyle dönüştüren Sita, ikilinin farklı bedenlerde yeniden dirilmelerini sağlıyor. Bu da yeniden doğum. Tanrıça Kali'nin yıkım, ölüm ve doğum gücünü Sita'nın bedeni üzerinden gerçekleştirilen eylemlerle görüyoruz. Kaldı ki Sita'nın hamileliği de başka bir ayrıntı olarak doğurganlığı simgeliyor olabilir. Çünkü doğan çocuğun yalnızca Sita'ya benzediği ve tanrıça tarafından bizzat Sita'ya verilmiş bir bebek olduğu kitapta ifade edilmekte.

Bir de tabii ''hoşlandığımız bedenlere hayalimizdeki ruhları koyuyoruz ve bunu aşk sanıyoruz'' mevzusu var. :) Sitacığımın yaptığı da aslında tam olarak bu. Kendisi kocasını sevmiyor değildi. Ancak fiziksel çekim duyduğu kişi Nanda'ydı. Nanda'nın bedeni kocasında olursa tüm sorunları çözülür sandı. Ancak zihin ile bedenin bir bütün olduğu gerçeğini es geçti. Zihnimiz benliğimizi, benliğimiz yaşam standartlarımızı, yaşam standartlarımız ise ''bedensel'' görünümümüzü oluşturur. Kaslı bir vücuda sahip biri hiç antrenman yapmazsa ve bedenine özen göstermezse o kaslar ilelebet onunla olmayacaktır pek tabii. Aynı şekilde çelimsiz bir vücut zorlu şartlarda ve kas gücüne dayalı bir yaşama biçimiyle aynı şekilde kalmayacak, güçlenecektir. 

Bedenin güzel hatlara sahip olması o bedeni çekici kılmak için de yeterli değildir. Bunu bizim ikili üzerinden de görüyoruz. Nanda vücuduna bakan, kokular sürünmeyi takıp takıştırmayı seven neşeli mizaçlı çekici birisi iken; Şridaman bunlarla ilgilenmeyen, göze batmayan rahat giysiler giyen ve ciddi düşünceleriyle ön plana çıkan birisi. Haliyle bedenleri değişse bile benlikleri aynı kaldığı için Nanda'nın güzel vücudu Şridaman üzerinde daimi bir kostüm olarak kalmayacaktır. Beden ve zihin bir bütündür. Kişinin bedenine bakış açısı ve buna bağlı olarak gerçekleştirdiği veya gerçekleştirmediği eylemler bedeninin görünümünü etkiler.

Özetle, benim için orta karar bir kitaptı. Kitabın farklı bir havaya sahip olmasını sevdim. Zaten bahsettiğim ''dolambaçlı'' dil kullanımının da kitabın bir efsanenin anlatımını konu almasından ileri geldiğini düşünüyorum. Yine de bunu sevdiğimi söyleyemem. Okuduğum için pişman olmadığım ama çok da etkilenmediğim bir kitap oldu Değişen Kafalar.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

21 Temmuz 2023 Cuma

Ağaçlar (Hermann Hesse) | Kitap Yorumu

Yazar: Hermann Hesse, Çevirmen: Zehra Yılmazer,
Yayınevi: Kolektif Kitap

Daha tanışmadan aşık olduğum bir kitaptı Ağaçlar. Ciddiyim, daha içeriğini bile bilmeden onu sevmiştim. Sonra araya zaman girdi, kitap aklımdan çıktı. Ancak yakın bir süreçte yolumuz yine kesişti ve onu anımsadım. Ah sen o değil misin, diye düşündüm, hani şu güzellik... Nasıl da aklımdan çıkmışsın! Kitabı okunacaklar listemin üst sıralarına ekledim. Ne şanstır ki, birkaç gün sonra da kütüphanede karşıma çıkıverdi. O an gerçekten her şey durdu; ben kitaba uzandım, kitap bana gülümsedi ve mutlu son.

Anlayacağın, içim içime sığmaz bir halde kitaba başladım. Beklentim zaten had safhada. Kitabın ismi bile yüreğimi pır pır yapıyor, bir de şu kapağın güzelliğine bak! Nasıl güzel bir tasarımdır bu. Adeta beni oku diyor. Ben de bir heves okumaya başladım tabii hemen. Yazarı zaten Hermann Hesse. Kendisini geçen yıl Masallar isimli kitabındaki masallarıyla tanımış, üstüne bir Siddhartha patlatmış, Klein ve Wagner'la ise bakış açısına hayran kalmıştım.


Yazar aynı zamanda bir ressam. Doğal olarak, yazdıklarını da aslında bir ressamın gözünden okuyoruz. Doğayı bir ressamın gözünden kelime kelime okumak! Al sana heyecan verici bir şey daha. Kitapta Hermann Hesse'nin ağaçlar ile ilgili yazdığı öykü ve şiirler yer alıyor. Kitap aslında yazarın doğayla ilgili metinlerinin toplandığı bir derleme. Aynı zamanda bu metinler içeriğinde otobiyografik özellikler barındırıyor. Kitapta yer yer ağaç resimlerine de yer verilmiş. Tamamiyle yeşilin hakim olduğu, okura kendini dingin hissettiren bir kitap. En azından ben kitabı okurken hep böyle hissettim. Şansıma arka planımda kuş sesleri de vardı. Daha önceden de böyle çok kuş ötüyor muydu yaşadığım yerde bilmiyorum, nasıl da sıradan günlerimde böyle sıradışı güzellikteki sesler ilgimi çekmemişse. Ama işte kitabı okurken çekti ilgimi, kuş sesleri. Kitapta ağaçların yanı sıra, kuşlara da yer verilmiş. Kitabın başrolünde doğaya dair her şey var. İnsanlar yardımcı oyuncu olarak ara sıra karşımıza çıkıyorlar. Yazar ağaçlardan yola çıkarak insan doğasını anlatıyor. Yazarın hayatına dair bilgi sahibi olunduğunda yazıları da daha farklı bir gözle görebiliyoruz. Bu bakımdan şimdi kısaca yazarın hayatına değinmek istiyorum.


Hermann Hesse iki dünya savaşını da görmüş bir yazar. Birinci Dünya Savaşı'na sağlık sorunları nedeniyle katılmamış. İkincisinde ise Nazi karşıtlığı ile ön plana çıkmış. Savaş karşıtlığı ve hümanizmi ile bilinen yazar, savaşta tarafsız kalan İsviçre'ye yerleşmiş. Hatta yazar bu hümanist tavrı nedeniyle o dönem ülkesinde sevilmiyormuş.

Ailesi dindar bir aileymiş. Ailesinin ısrarıyla ilk önce bir ilahiyat okuluna başlamış. Ancak bu okuldaki baskıcı ve sert eğitim nedeniyle okuldan ayrılmış. Gerek ailesiyle olan sorunları, gerekse savaş ortamı onun psikolojisini etkilemiş ve bunun üzerine yazar başarısız bir intihar girişiminde bulunmuş. Tedavi gördüğü hastanede doktoru olan Carl Jung'un öğrencisi Lang ile olan tanışıklığı, yazarın Doğu mistisizmi ve ruhbilime ilgi duymasını sağlamış.

Ailesiyle anlaşamayan yazar maddi bağımsızlığı için çeşitli işlerde çalışmış. İlk önce bir kitapçıda çalışmaya başlamış ve burada çeşitli konularda kitaplar okumuş. Yazar olma hedefi de burada oluşmuş. Yazarlık kariyerinin ilk dönemlerinde başarısız bir yazarmış Hesse. Ancak yazmaya devam etmiş. Hatta Ağaçlar isimli bu kitabında da eserlerini acımasızca eleştiren bir editöre dilin benzetme yapma olanağını kullanarak laf sokuyor. :) 


Yazar ressam olması dolayısıyla dış dünyayı bir resim yapar gibi betimlemiş Ağaçlar'da. Ayrıca, ruhbilime olan ilgisi ve savaş dönemine ilişkin gözlemlerinin de etkisiyle insan doğasına ilişkin net çıkarımlarda bulunuyor. Bu iki özelliğinin birleşimini, ağaçlar ile insanlar arasında ilgi kurarak bu kitabında göstermiş.

Kitabın Ağaçlar başlıklı ilk metninde ''Ağaçlar hep en etkileyici vaizler olmuştur benim için.'' diyerek başlıyor yazar. Yazı boyunca ağaçların özellikle de bilgelik özelliğini ön plana çıkararak, insan-doğa ikilemine ve kişisel hislerine vurgu yapıyor. Yalnız ağaçları anlatıyor; Nietzsche gibi, Beethoven gibi yalnızlaşmış büyük ağaçları. Kökleri derinlere uzanan, başı göklere değen; rüzgardan çekinmeyen, sonsuzlukta kaybolmayan ağaçların bilgeliğini anlatıyor. Öncesine veya sonrasına bağlı olmayan, yalnızca kendi kendine var olabilen, güçlü ağaçları anlatıyor. Bu ağaçların on yıllar boyunca gördüklerinin her bir çizgilerine işlediğini, bir tarihi içlerinde taşıdıklarını anlatıyor.


Özetle, kitabı çok sevdim. Hani bazen bazı kitapları ''beğeniriz.'' O kitaplar başarılıdır. Yazarı dili ustaca kullanmıştır, konu özgün ve işleyiş ufuk açıcıdır. Böyle kitaplarda okura sadece öyle ya da böyle kitabı beğenmek düşer. Ancak bazı başka kitaplar daha vardır; işte o kitaplar insanın içinde bazı noktalara dokunur. Kendinden parçalar bulursun belki; veya belki de, kitabı okurken kendini bambaşka bir ortamda bulursun. İçini huzur ve neşe kaplar. Coşkulu olursun. O kitabı elinde tutmak bile mutluluktur senin için. Hah işte, Ağaçlar da benim için bu ikinci kategorideydi. Ağaçlar ve insanlar arasında bağlantı kurma fikrini özgün, yazarın anlatımını başarılı buldum. Ancak bunun yanı sıra kitabı ''sevdim.'' Dolayısıyla ilgisini çekenlere de öneriyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

20 Temmuz 2023 Perşembe

Zamaaannn Şu An'a Aksın!

Kitap: Ağaçlar - Hermann Hesse (Kolektif Kitap)

Son günlerde kendimi kitaplara bıraktım. ''Alın beni,'' dedim ''saldım sayfalarınıza kendimi.'' Dost bir kucaklaşma gibiydi. Nefes alıp veren ağaçlar sanki o kağıtlarda hala varlıklarını sürdürüyorlardı. Öyle güzel kitaplar okudum yani. Bu durum, en büyük hokus pokusların da ötesine geçen büyüleyicilikte değil mi? Yani düşünsene! Tüm o harfleri bulmuşsun, üstüne yan yana koymuşsun, üstüne harfler kelimeleri kelimeler cümleleri cümleler paragrafları paragraflar ölmüş ağaçların yeniden yaşamasını sağlamışlar. Gelmiş geçmiş en güzel buluş. Gelmiş geçmiş en güzel hokuuuss pokuss. 

Bazı kitaplar zaman büyüsü yapıyor. Evet, Dudu Peri gibi. ''Zamaaaannn ileriye aksın'' gibi. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorsun. Bir kitap alıyorsun eline, kuruluyorsun koltuğa veya kaykılıyorsun yatağa ve işte hokus pokus, expecto patronuumss. Ruhunu emen her şey uzakta. Zamandan da bağımsızsın. Sen ve kitabın, nefes alıp veriyorsun kelimelerle. Bazen de zaman geri akıyor. Eskilere gidiyorsun. Bazen kitabın içindeki kurgusal evrene giriyorsun. Karakterlerle geçmiş zamanın birinde oradan oraya koşuyorsun veya oraya buraya sığamıyorsun dar odaların geniş düşüncelerinde. Bazen kendi zamanında geriye gidiyorsun, artık eskimiş zamanlardan el sallayan anılara dalıp dalıp gidiyorsun. İster ileriye, ister geriye aksın zaman; şu anın o kitap oluyor işte. Hem şu anımız neler neler olmuyor ki? Varsın kitaplara verelim an'larımızı. 

Bazen bazı kitaplarsa şu an'ı donduruyor. Onu görür görmez vuruluyorsun. Alıyor bağrına basıyorsun. Ne çocuksu bir sevinçtir bu. Ne gerçek bir an. Bana böyle hissettiren başka anları düşünüyorum. Elbet var. Ama çok sınırlı. Neden böyle acaba? Tüm bu sınırlar niye var? Kim koymuş onları oraya? Hislerin sınırları mesela. Kötü hislerin sınırı daha geniş sanki. Herkes her yere şimşek hızıyla at koşturabiliyor. Herkes olmasın, sen olma; bazen hislerin senden bağımsız at koşturuyor. Ne olduğunu anlamadan bir hüzün çörekleniyor içinde bir yere. Yeri arıyorsun bulamıyorsun. ''Seni bir elime geçirirsem var yaaa'' diyorsun. Yok korkmuyor da insafsız. Daha da yayılıyor, yerleşiyor içinde bir yere. Nedenini aramak da nafile. Diyorsun iyi bari miskin bir his bu. Miskin hüzünleri misket şeffaflığındaki sevinçlerle iyileştirmeye çalışıyorsun. Çocuksu neşeler uyduruyorsun. ''Vaaay kitaplarım,'' diyorsun en son çare. Sonra kitaplar da sana ''vaaay benim canım'' diyor. Sonra işte zamaaaannn şu an'a akıyor.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


19 Temmuz 2023 Çarşamba

Sanat Kitabı | Kitap Yorumu

Çevirmen: Ahmet Fethi, Yayınevi: Alfa Yayıncılık

Kitapta İlk Çağ uygarlıklarından başlayarak günümüzdeki modern sanat anlayışlarına kadarki yüzyılları kapsayan süreçte gerçekleşen sanat akımları, kendi dönemlerine damga vurmuş sanatçılar ve onların önemli eserleri, bu eserlerin önemi ve kısaca hikayesi yer alıyor.

Kitapta pek çok sanatçı, pek çok eser var. Kitabın içeriği zengin, baskısı kaliteli. Kitapta çok fazla dönem, sanatçı ve eser yer aldığından dolayı bunlara ilişkin çok detaylı bilgiye yer verilmemiş. Ancak genel çapta bilgi edinmek mümkün. Kitabı bir ders kitabı mantığında okumadığım için bütün sanat dönemlerinde neler yaşandığı şu anda bile şu şudur mantığında aklımda değil. Ancak kitabı okurken pek çok eser ve sanatçı keşfettim. Hatta bazı sanatçılara gerçekten hayran oldum. Birazdan da yazımda bunlardan bazılarına yer vereceğim.

Alfa Yayınları'ndan çıkan Büyük Fikirler Serisi'nde tıpkı Sanat Kitabı'nda olduğu gibi çeşitli konuların ele alındığı özel baskı kitaplar yer alıyor. Edebiyat Kitabı, Ekoloji Kitabı, Dinler Kitabı, Mitoloji Kitabı, Felsefe Kitabı, Hatta Sherlock Holmes Kitabı bunlardan bazıları. Bu seriden başka kitapları da okumak istiyorum. Sizler de belki bu seriyi incelemek isteyebilirsiniz.

Şimdi de gelelim üzerine konuşmak istediğim eser ve sanatçılara.


Bunların başını çeken isim Albrecht Dürer. Kendisi 1400'ün son, 1500'ün ilk çeyreğinde yaşamış bir Rönesans sanatçısı. Aynı zamanda matematikçi ve matbaacı. Zaten baskı resmi de yaygınlaştıran isimlerden birisi, bu da onun getirdiği en önemli yeniliklerden. Onun yaşadığı dönemde sanatta dinin etkisi yoğundu; ancak onun eserlerine baktığımda aynı dönemde yaşamış olduğu sanatçılardan ayrılan özgün bir bakış açısı olduğunu çok net görebiliyorum. Kendisi dini metinlerden ilham aldığı eserlerini bile daha karanlık ve gotik bir havayla resmetmiş. Aynı zamanda eserlerinde isminin baş harflerini bir çeşit logo gibi bir köşeye iliştirmiş olduğunu görüyoruz. Tarihin ilk logo tasarımı diyebilir miyiz? Neden olmasın. :) Yukarıda kendisinin ''Şövalye, Ölüm ve Şeytan'' isimli eserine yer verdim. Aynı zamanda ''Mahşerin Dört Atlısı'' isimli eseri de önemli eserlerinden.


Utagawa Hiroshige de yazımda kendisini ağırlamadan geçmek istemediğim bir diğer isim. Hiroshige de Dürer gibi baskı resimle ilgilenmiş bir sanatçı. Eserlerinde daha çok gezilerinde gördüğü manzaraları işlemiş. Oldukça üretken bir sanatçı olduğu, binlerce baskı resim ürettiği biliniyor. Kendisi izlenimcilerin de (empresyonistler) sanat anlayışını izlediği bir isim. :)


Caspar David Friedrich 19. yüzyılda yaşamış bir Alman ressam. Sanatçı eserlerinde romantizm akımından etkilenmiş. Yukarıda yer verdiğim eserini ezelden beri çok seviyorum. Hatta bir baskısını alıp odama asmak niyetindeyim. :) 

Bu esere baktığımda sanki ben de resimde yer alan figür gibi sisli dağların ötesini izliyorum. Yalnızım ve rüzgarın sesi yoldaşım. Tabi ki resmin bu etkiyi vermesi de sanatçı tarafından planlanmış bir şey. Rückenfigur (arkadan figür) tekniği ile aynı yukarıdaki resimde olduğu gibi resimde yer alan figürün arkası izleyicisine dönük oluyormuş ve bu sayede resmin izleyicileri de resimdeki figür ile birlikte manzarayı seyre koyuluyorlarmış.

Bu eser pek tabii izleyicisini düşüncelere de sevk ediyor. Bu figür kim? Neden dağın zirvesine tırmanmış? Ne hissediyor olabilir? Ne düşünüyor olabilir? Yüz ifadesi nasıl olabilir? Sisli dağların zirvesindeki bu gizemli adam, belki de bir ıssız adam olabilir. Ya da sadece dağ yürüyüşlerini seviyor olabilir. İşte resimde kullanılan bu teknik ile resme bu belirsizlik katılarak resmin anlamı da derinleştiriliyor.

Peki sizce, bu adam neden orada olabilir? Ne düşünüyor, ne hissediyor olabilir?

O halde ressamın -kitapta da geçen- bir sözüne yer vereyim bu noktada: ''Beden gözünüzü kapatın, resminizi ilk önce ruhun gözüyle görebilirsiniz.''


Gel zaman git zaman tabii fotoğraf makinesi icat edilmiş. Fotoğrafların resmin yerini alabileceği ilk akla gelen düşünce olsa da; aksine, fotoğraf, resim sanatını beslemiş ve sanatçılara farklı bir perspektif sunmuş. Yukarıda yer verdiğim Edgar Degas'nın Bale Okulu (1873) isimli eserinde fotoğrafın getirdiği etkiyi görmek mümkün. Önceden figürlerin durağan halde olduğu eserler üretiliyordu. Ancak yukarıdaki resimde de gördüğümüz üzere artık resimlerde bir hareket etkisi göze çarpıyor. An'ı bir fotoğrafmışçasına resmetme fikri geliyor. Önceden bağcığını bağlayan bir figür resimlerde yer almazken, yukarıdaki fotoğrafta küçük kızın tam da resmin orta yerinde eğilmiş ayakkabısını bağladığını görüyoruz. Bu, an'a dayalı yeni anlayış da tabii ki resme yeni bir soluk getirmiş.


Modern Çağ'da sanat anlayışı daha da öznel bir hal alıyor. Artık sanatçıların kişisel yaşantıları eserin varoluş biçimini oluşturur durumda. Yukarıda yer verdiğim fotoğrafta yer alan Louise Bourgeoıs'in Maman (1999) isimli eserinde bunu görmek mümkün. Bu eserde yer alan örümcek figürü ile sanatçı kendi annesi arasında benzeşim kurmuş durumda. 

Anne çocuk temasını geçmiş yıllarda eserlerde Bakire Meryem üzerinden ''koruyucu anne'' niteliği vurgulanmış bir şekilde pek çok kez görmüştük. Bu eski eserlerde anneliğin koruyucu, besleyici, güvenli yönü vurgulanıyordu. Ancak son yüzyılda bu düşünce biçimi post-psikanalitik anlayışın da etkisiyle değişime uğramıştır. Annelik daha karmaşık ve zıtlıklarıyla tanımlanmaya başlamıştır. Bir idealden ziyade, gerçekler pek çok haliyle eserlerde farklı biçimlerde yer bulur olmuştur. Maman isimli eser de işte bunlardan birisi.

Louise Bourgeois 21 yaşındayken annesini kaybetmiştir. Bu kaybın acısına babası saygı duymamıştır. Hatta bu nedenle de sanatçının intihara kalkıştığı kitapta ifade edilmekte. Annesini kaybeden sanatçı bu yoğun hislerinin de etkisiyle sanata yönelmiş. Maman'da gördüğümüz bu dev örümcek figürü; yüksekliği 9, genişliği 10 metreyi bulan bir eserdir. Bu örümceği izleyen pek çok kişinin korku, kaygı ve hatta tiksinme duyguları hissettikleri ifade edilmiştir. Ancak sanatçıya göre örümcekler insanlığı hastalıklardan koruyan birer kurtarıcıdır. Sanatçı örümceğin insanlar üzerinde huzursuzluk gibi olumsuz etkiler bıraktığının da farkındadır ve bunu, eserin iyi-kötü gibi zıtlıkları içeren mesajını vermesi için bir araç olarak kullanmaktadır.

Eser, 2000 yılında Londra'daki Tate Modern Galerisi'ne yerleştirildiğinde; sevgi ve sadakati ifade eden ''Yapıyorum'', bir çözülmeyi gösteren ''Çözüyorum'' ve onarmayı ve barışmayı gösteren ''Yeniden Yapıyorum'' isimli üç çelik kuleye yukarıdan bakmaktaymış. Sanatçı bu kulelerin üçüne de birer heykel yerleştirmiş. Bu heykellerin Yapıyorum kulesinde yer alanında bir anne ile çocuğun kucaklaşması (iyi anne), Çözüyorum'da kaçık bir anne ile ağlayan bir bebek (kötü anne) ve Yeniden Yapıyorum'da göbek bağıyla yüzen bebeğine bağlı bir anne yer almaktaymış.

Benim bu eserden etkilenme sebebim ise, içerdiği bu zıtlıkların bir arada bir bütünü oluşturması. Aynı zamanda sanatçının bizzat kendi hislerinden yola çıkarak izleyenlere adeta bir hikaye sunması. Kaldı ki, her ne kadar bu ''hikaye'' sanatçının kendisinden yola çıkarak ifade ettiği bir eser üzerinden izleyicilere gösterilse de, aslında ortak his ve yaşantılara hitap eden bir özelliğe de sahip. Anne-çocuk ilişkisinin yalnızca bir ideal üzerinden ele alınamayacak denli çok detaya sahip olduğunu düşünüyorum zira.


Özetle, kitabı çok beğendim. Ben kitabı kütüphaneden alıp okudum ama kitabın koleksiyonluk eserlerden olduğunu düşünüyorum. Öyle bir anda açıp dur okuyayım da bitireyim şeklinde okunur mu, evet okunur ama ara vere vere okumak daha doyurucu ve keyif verici olacaktır.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


18 Temmuz 2023 Salı

Sır Taşıyıcısı Zrrrr Böcüğü.

Bir yaz akşamında bir keresinde, yoksa sonbaharın ilk demleri miydi, pencereme bir yusufçuk konmuştu. Ne olduğunu o an anlamamıştım tabi. Nasıl göründüğünü bile şu an unuttum biliyor musun? Sana nasıl tarif etsem... Dur... Durdun mu? :) Tamam, bak şöyleydi... Uzun vücudu ve farklı, parlak kanatlarıyla değişik bir havası vardı. Kanatlarını çırpış şekli ilgimi çekmişti. Öyle ki evime girmeye cüret eden böcekler içinde ilk kez ondan korkmadım. O bana ben ona bakıyorduk. Seni bir yerden çıkaracağım ama... diye düşünüyordum. Sonra anladım; onun dilekleri gerçekleştiren böcük olduğunu!

Onun gitmeye niyeti yoktu. Ben de googlelamam sonucu onun kimlerden olduğunu öğrenmiştim. Sonra gözlerim parlamış olmalı. ''Vaoovv'' diye onu incelemeye başladım. Bu sırada o neler düşünüyordu bilinmez... Sonra göbek adına yarışır bir hızla uçmaya başladı. Evimi iniş pisti olarak bellemiş gibi gelmişti o an bana. Ben de pencereyi ve ışıkları kapatıp sessizliğe gömüldüm. İşte o an ondan da ''ama sen böcüksün'' diyerekten korkmuştum. Yine de onu bir süre daha uzaktan gözlemledim. Cidden gitmemişti. Bense dilek dilemeyi unutmuş gibiydim. Sonra bir an geldi ki anımsadım: ''Dileekk!''

O an, uçtu. Uç uç böceği oldu. O an, hızlıca, aklıma gelen ilk şeyi fısıltılarla haykırdım. Beni duydu mu bilmiyorum. Umarım duymuştur diye düşünmüştüm. Yeni yıla daha çok var ama lütfen Noel Baba olmasan da, kışa kadar bana hediyemi gönder. Bizim evde şömine yok; ama inanıyorum ki sen bir yolunu bulursun! Doğum günüme kadar lütfen, unutma! 

Galiba geç kalmıştım. Çünkü düşünüyorum da, beni gerçekten çooook uzun süre bekledi. Ama o an o, o kadar güzeldi ki sevgili okur; ben her şeyi unuttum. Sana da olur mu bu, güzel, belki de ilginç bulduğun için ''güzel'' sıfatını hak etmeye hak kazanan, bir şey gördüğünde unutur musun? Unutamadığın her ıvır zıvırı.

Bazen bir şeyler isteriz değil mi? Ama bir an gelir, boş gelir. Neden istiyorum bunu, diye düşünürsün. Cevap yok. Tıpkı bir yusufçuğu izlerken geçen süre gibi. Bakarsın bakarsın. O dilek uçmuş gitmiş, yok. Neredesin dileğim, hanimiş benim dileğim? Yok. Sanırım uzun süre beklediği için. Sen ona çok uzun süre baktığın için uçmuş gitmiş. Yoksa sen mi kalkmışsın yerinden? Belki bu ikincisidir. Sonuçta akşamlar biter, geceler biter, günler de. En uzun gün bile biter. Mevsimler biter. Ateş eden güneşli günler de. Çoook sıcak günler de, çok soğuuk günler de. Üç saatin üç dakika gibi geçtiği günler de, üç saniyenin üç asır sürdüğü günler de. Hepsi bitiyor, değil mi? Dilekler de uç uç böceği oluyor belki de. Veya vın vın böceği. Pardon, öyle olursa otomobil böceği olurdu. Zzzrr böceği, demeliydim. Tamam, helikopter sesini bulmaya çalışıyordum, pes. 

Belki de, ama belki de, vermiştir dileğimi bana. Yusufçuklar pek çok eski öğretide kendine yer bulmuş bir canlı türüymüş. İster eski öğretiler, ister çocuk masalı, ister kocakarı uydurması... Ben severim böyle efffsaneeleri. İşte yusufçuklar da efsaneleriyle uçuyorlar sanki. Böyle geliyor bana öğrendiklerimden sonra. Böyle hayal ediyorum, dünya daha ilginç bir yer oluyor. İşte! Amerikan yerlileri bizim bu böcükleri ''rüya taşıyıcısı'' olarak tanımlamışlar. Bu yüzden de onlara rüyanı fısıldarsan, işte rüyyaaa gibi dileğini, dileğin gerçek olurmuş. İlk öğrendiğim bilgi de buydu onlar hakkında. Sonra, onların metamorfozu simgelediklerini öğrendim. Bu da sanki dileklerle bağlantılı. Bir kozanın içinde büyüyen dilekler. Bir kozanın dışında büyümeye çalışan insanlar. 

Yusufçuklar için ''sır taşıyıcısı'' da denir mi acaba? Bence bu isim de onlara çok uyardı. Onların zrrrr zrrr diye uçuşuyla birlikte dilekler tüm dünyayı dolanırdı. Sonra büyürlerdi. Sonra dönüşürlerdi.


çok sevgiyle sana ve sana J.B. (bir şeyler dinlemek istersen tıklayabilirsin.)


16 Temmuz 2023 Pazar

The Secret Of Moonacre (Ay Prensesi) | Film Yorumu


Yönetmen: Gabor Csupo

Senarist: Elizabeth Goudge

Yapımı: 2008 


Maria Merryweather (Dakota Blue Richards), babasının ölümünden sonra öğretmeni Miss Heliotrope (Juliet Stevenson) ile birlikte amcası Sir Benjamin'in (Ioan Gruffudd) yanına taşınır. Kırsaldaki özel mülkünde her tarafı dökülen eşyasız bir şatoda yaşayan amcasının evi de, kendisi de oldukça gizemlidir. Ayrıca Sir Benjamin, kadınlardan pek haz etmiyor gibi görünmektedir. Maria bu yeni evinde pek çok şey keşfeder. Amcasının onun için ayırdığı çatı katındaki odadan her gece kayıp giden yıldızları, her sabah ona doğru koşan tek boynuzlu beyaz bir atı izler. Üstelik her sabah uyandığında yanı başında kurabiye ve süt ile demode bulduğu uzun bordo bir elbise bulur. 

Maria, babasının ölümünden sonra babasının ona bıraktığı masal kitabından ilginç bilgiler edinir. Kitapta yazanlara göre amcasının yaşadığı bu kasaba yüzyıllar evvel lanetlenmiştir. Bu topraklar üzerinde yaşayan Merryweather ve De Noir ailelerinin hırsı lanetin sebebidir. İlk ay prensesinin lanetine göre kasabaya doğacak olan beş bininci ay ile birlikte kasaba tamamiyle karanlığa gömülecektir. Her geçen gün daha da büyüyüp kasabanın üstüne binen ay, zamanı daraltmaktadır. Ailesi, yeni evi ve kendisi hakkında tuhaf gerçekler öğrenen Maria'yı büyük bir macera bekler.


Kaynak: IMDb

Sihir, efsane, aşk, dostluk, iyilik, kötülük ve lanetler... Büyülü bir film Ay Prensesi. Büyük küçük her yaştan izleyiciye hitap edeceğini düşünüyorum. Ben çok severek izledim. Sevgili Maria'nın çatı katındaki odasını da fazlasıyla kıskandım. :)

İlgisini çekenlere önerebileceğim bir film.

Hoşça kalın.


The Secret of Moonacre Soundtrack dinlemek için tıklayabilirsin.


14 Temmuz 2023 Cuma

Evrenden Psikologluk Hizmeti Hanımmm.

 

Kitaplardan rastgele sayfalar açıp okumaya bayılırım. Bilmiyorum bu bana garip bir haz veriyor. ''Ahhaaa, evrenden bir işaret!'' gibi? Yok canım, sadece hoşuma gidiyor. Ama bazen cidden, evrenden bir işaret olmasa da, evrenden bir psikologluk hizmeti gibi bir etkisi de olmuyor değil. İyi geliyor o an o sayfada yazanlar. Bu her şey olabilir. Bazen günlüğümde yaparım bunu, bazen şekil üstteki gibi bir şiir kitabında. Bazen bir romanda bile yaparım, bilir misin ne güzel tadı olur o spoilerın dermişim. :)) Şakaaa. Okuduğum romanlarda yaparım bunu. Çoğunlukla tatlı küçük ve hüzünlü küçük çocuk kitaplarında yaparım; ama söz konusu, şayet bir kurgusal metin ise. Geçen Küçük Prens'te yaptım mesela. Bir sayfayı açıverdim gözümü kapatıp deriiinnn bir nefes alıp. Sonra okudum. Sonra bu saylanmaz, dedim. Bir daha yaptım. Yine okudum. Bu da değil dedim; ama üç yeterli bir rakam.

Sonra kaldırdım o kitabı. Elimdeki pek azınlıktaki şiir kitaplarını kitaplığın kuytu köşelerinden yatağıma çıkardım. Onları okudum. Çok keyif aldım. Şiir bir başka gerçekten. Ama hadi itiraf. Çok şiirsever biri değilim doğrusu. İçimde bir küçücük oduncuk varmış yaşıyor. Ama yine de şiir bir başka. Böyle, sanki suyun üstünde yürümek gibi. Hafif işte. Tüm o duygular. En ağır cümleler bile hafifliyor sanki. Öyle olmuyor mu? Olmuyorsa oluyor yaz. :)

Dün başka bir kitabı ararken Birhan Keskin'in Kim Bağışlayacak Beni kitabıyla karşılaştım. Karşılaştım demem de yalnız. Odamdaki kitaplar benden ayrılıp ayrı bir cumhuriyet kurdular. Tozlara özgürlük! diyenleri bile çıkıyor bazen. Kitaplık silme olayı beni nakavt ediyor çoğu zaman. Hele de kitaplar odamda farklı kıtalarda yaşamlarını sürdürürlerken. Bu çok fazlalıktan da ileri gelmiyor aslında. Belki azıcık minicik? Sadece, kendi içinde düzeni yakalayan dağınıklıkları savunan biriyim ben... (: 

İşte! Bu yüzden de Kim Bağışlayacak Beni ile karşılaşmam benim için tatlı bir sürprizdi. İlk önce postitli sayfalara baktım tabi. Altını çizdiğim yerler çok tahmin edilebilirdi. Ah, fazla sıradan yerlerin altını çizmişim. Fazla melankolik? Şiirler güzel, çok güzel. Ama ben o şiirlerdeki daha farklı noktaların altını çizerdim şimdi çizsem. Zaten bu kitapta çok yeri de çizmemişim. Yolda okurdum bu kitabı. Pandemi öncesi mi sonrası mı emin değilim ama okula giderken okurdum o kesin. 

Aynı şehirde okudum ben üniversiteyi. Ama farklı bir şehre gidermiş gibi yol teperdim. :) Tamam biraz abarttım ama çok değil, biraazzz. Yine de şimdi olsa şikayet etmem sanırım. Tepeyim annem senin için, derdim okuluma. Keşke şu pandemi olayı olmasaydı da, daha çok yol tepebilseydim mesela. Ne güzel olurdu. Olsun; oldu da bitti artık. Olanlara olmazlar işlemiyor malumumuz.

İşte. Bu yüzden, bu kitapla rastlaşmak beni gülümsetti. Sonra rastgele sayfa açma seansları yaptım. Çok seveceğim şiirlerle karşılaştım. Tadında bıraktım tabi. Öyle on kez yirmi kez ''aaa dur bir daha açayım şappadanak'' denilmez. Üç kafidir. Hadi sana dört olsun. Ama şiirler öyle hızlı okunursa, soğuk su etkisi yapıyor. İçiveriyorsun, bu sefer için ferahlayacağına yanıyor oralarda bir yerler soğuktan. O yüzden yavaş yavaş içmeli, aman okumalı, okumalı ki susuzluğunun gidişini hissedebil.


bir şeyler dinlemek istersen tıklayabilirsin.


Sen sever misin kütüphaneleri? Ben hep çok severdim.

En sevdiğim anılarımın arasında annem ve kardeşimle yaptığımız kütüphane ziyaretleri var. Ben zaten kitap delisi. Ufaktan kardeşime de aşılıyorum bu hissi. O daha mini mini bir, yok galiba çalışkan ikiydi... Ben ortaokullu. Aslında tek de gidiyorum da, annemgiller olunca içim daha mutlu. Çünkü o zaman kütüphane olayından bile daha çok sevdiğim anlar yaşıyorum. Önce kitap karıştırma ve ''İlkaayy hadi seç artık'' faslısı. Sonra durağa doğru yürürken yoldaki dükkanlara bakış. Belki şu köşeden beze de alırız bir paket. Ah ne güzeldi o tatlının tadı. Şimdi markette bilene satıyorlar ama oradan aldığımız, üçümüzün birlikte yediği bezeler... Ne mi bu ''beze''; işte buraya tıklayabilirsin.

Sonra tabi acıkmışız. Olmaz öyle iki üç atıştırmalık. Eve gidip de bir şeyler yiyebiliriz tabi. Durak da şurada; ama babam gece vardiyasındaymış bak sen şu işe. Birlikte bir şeyler yerdik oralarda bir yerde. Gerçekten mutlu hissederdim. Gerçekten mutlu hissettiğimi o zaman da, şimdi de çok iyi bilir (id)im.

Sonra orada marketler vardı. Bekle bekle gelmeyen otobüse ''dur bakalım bir markete gireyim'' ayarı verirdik. Bazen üçümüz girerdik, bazen annem. Ben ve kardeşim durakta bekliyorsak biraz paniğiz. Ya otobüs kaçarsa paniği. Sanki ardından gelmeyecek başkası. Ama bir gözümüz yolda, diğeri market kapısında. Sonra, yakalardık otobüsü. Hep yakalardık ne hikmetse. Boş zamanımızı dolu geçirmişiz o duraktaki ''dur bakalım markete girelim'' anlarımızda sanırım.

Sonra eve gelirdik. Sonra kitaplarımı çıkarırdım çantadan. Sonra mutluydum.

Sonra, işte buradayım çok sonra, sana bu anımı anlatıyorum.

Sen sever misin kütüphaneleri? Ben hep çok severdim.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


İmkansızın Şarkısı (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Nihal Önol,
Yayınevi: Doğan Kitap

Gençlik, dostluklar, ilk aşk... Hepsi bir perdenin ardında kalmış gibi Vatanabe için. Kitabın başında Vatanabe'yi 37 yaşında bir adam olarak görüyoruz. Bir uçakta yolcu; iniş yapacakları Almanya'nın, yemyeşil uzanan arazisine bakıyor. Gördükleri onu neredeyse yirmi yıl öncesine götürüyor. Bir kızla tüm Tokyo'yu gezdiği günlere. O kızı anımsamasının her geçen yıl daha da uzun sürdüğünü söylüyor. Yine de ona dokunabilirmiş gibi, bastığı toprağı hissedebilirmiş gibi; bir şekilde anılarının hep derinliklerinde bir yerde canlı kaldığını düşünüyor. Kitap boyunca bize ilk gençlik yıllarını anlatıyor Vatanabe. En yakın ve çocukluk arkadaşı olan Kizuki'nin intiharından başlayarak ilk gençlik yıllarında üniversite hayatı boyunca yaşadığı olayları anlatıyor kitap boyunca.

Vatanabe (Toru) sıradan bir çocuk. Pek fazla göze batmayı sevmeyen, ondan beklenenleri sessiz sedasız yapan; kendi halinde biri. Lise yıllarında yüreğine heyecan veren anlar dostu Kizuki ve onun sevgilisi Naoko ile yaşadığı güzel zamanlara ait. Ancak bir gün onu ve Naoko'yu derinden etkileyecek bir olay yaşanıyor. Kizuki yaşamına son veriyor. Bu beklenmedik bir olay herkes için. En çok da Naoko ve Vatanabe için. Vatanabe, üniversite okumak için yaşadığı küçük kasabadan olabildiğince uzağa gidiyor. Tokyo'da çok da ilgisini çekmeyen bir üniversitede, çok da ilgisini çekmeyen bir bölümde, çok da ilgisini çekmeyen insanlarla dolu bir yurtta kalarak yaşamını sürdürüyor. Bir gün tesadüfen Naoko ile karşılaşıyorlar. O günden sonra her gün Naoko ile Tokyo sokaklarını arşınlıyorlar beraber. Bir amaçları olmadan yürüyorlar, yürüyorlar. Sonra, Vatanabe aşık oluyor; ancak Naoko bu aşka hazır değil. Naoko, Kizuki'nin ölümünden sonra toparlanamıyor. Şehirden uzakta bir dağ arazisine kurulmuş rehabilitasyon merkezine tedavi olmaya gidiyor. Vatanabe ise bir yandan yaşamına devam ederken, diğer yandan arkadaşı ve aşkı olan bu kızla iletişim kurmaya devam ediyor. 

Her ne kadar kitap boyunca Vatanabe ve onun çevresindeki karakterlerin başından geçenleri okusak da; bana kalırsa kitabın asıl odak noktası Kizuki'nin ölümü. Tüm olaylar, hatta tüm karakterler, sanki bir şekilde bu olaya bağlı gibi. Hepsinin kendi hayatı var: Naoko, Midori, Reiko, Nagasava, Hatsumi, Faşo... Hepsini aslında Vatanabe'nin gözünden görüyoruz. Ancak bir şekilde hepsi Kizuki'nin ölümüne bağlı. Belki de Vatanabe, aslında sandığından çok daha derin bağlarla dostuna uzun süre bağlı kaldığı için bu böyledir.

Vatanabe yoluna devam eden bir isim. Ne olursa olsun yaşamını sürdüren. Bir adım atan, sonra diğer adımı. Zaten Murakami'nin kitaplarında illa ki bu kafa yapısına sahip en az bir karakter bulunuyor ve bu karakter illa ki bunu dile getiriyor. Ben sadece sürdürüyorum, olayını. Ancak bu ''sürdürme'' eyleminin derinlerinde geçmişte kapanmamış bir çukurun var olduğunu görüyoruz. Karakter yaşamını ''sürdürmek'' için ne kadar ritmik adımlar atarsa atsın, bir şekilde karakterin başına gelen tüm olaylar bu çukura saplanmış oluyor. Diğer yandan, karakterin kendini ''var etme'' biçimi de bu oluyor. Karakter ancak ilerleyerek, öyle ya da böyle, istese de istemese de, keyif alsa da almasa da; ama ne olursa olsun ilerleyerek kendini var edebiliyor. İşte bu kitaptaki bu rol de Vatanabe'ye verilmişti.

Naoko ise kırılgan bir kız. Sevgilisi Kizuki, onun aynı zamanda çocukluk arkadaşı olduğu için onun ölümünü kabullenmekte zorlanıyor. Kitap ilerledikçe aslında Naoko'nun yaşadığı travmanın Kizuki'nin ölümüyle sınırlı kalmadığını görüyoruz. Kendisinin de söylediği gibi, hissettiği olumsuz ruh durumu aslında çok daha derinlerden kökleniyor.

Midori, Vatanabe'nin üniversiteden arkadaşı, özgür ruhlu bir kızımız. Aynı zamanda kitaptaki en sevdiğim, hatta bayıldığım isim. Kendisi gerçekten kanlı canlı var olsa, arkadaş olmak bile isteyebilirdim. Onun da yaşamı kolay değil. Aslında yaşadıklarına baktığımızda ana karakterlerin üçünün de benzer durumlarla karşı karşıya kaldıklarını görüyoruz. Ancak burada farklılaşan nokta, üç karakterin de yaşadıkları olaylara farklı şekilde tepkiler vermeleri. Bu bakımdan Midori'nin diğer iki isme oranla daha farklı bir yaklaşımla yaşamına devam ettiğini görüyoruz. 

Kitapta yer alan diğer karakterlerden özellikle de Reiko ve Nagasava'nın, Vatanabe'nin varlığının gölgesinden sıyrılıp kendilerine ait bir varlığa sahip olduklarını görüyoruz. Karakterlerin düşüncelerini daha derinlemesine görebiliyoruz. Üstelik karakterlerin hepsi de şahsına münhasırlar diyebiliriz. Sevip sevmemek tabi ki ayrı bir olay, ki zaten kitapta sevdiğim tek karakter de Midori'ydi, ancak böyle farklı bakış açılarına sahip karakterlerin düşüncelerini okumayı seviyorum. Murakami ise kullandığı basit dile karşın, karmaşık düşünceleri bir arada bünyesinde barındırabilen orijinal karakterleri okurlarına sunabiliyor.

Kitaptaki pek çok alıntıyı kaydettim. Kitabın ana hikayesini ve karakterlerin bakış açılarını beğendim. Ancak kitapta şu anda üstünde durmadan geçemeyeceğim ölçüde rahatsız edici kısımlar da bulunuyordu. Özellikle de Reiko karakterinin geçmişini bu denli rahatsızlık verici bir biçimde ele alması gerekli miydi yazarın, biliyorum: Değildi. Yazarın cinselliğe ilişkin fantezilerinin olduğunu anlamam için tek bir kitabını okumam bile yeterliydi. Bunda bir sorun yok; sonuçta onun kitabı, cinselliğe de yer verebilir şahsi yaratıcı fikirlerine de. Ancak, bazen yazdıkları artık bambaşka boyutlara ulaşıyor. Belki de bunu tam da bilinçli olarak yapıyordur, bilemiyorum.

Yazarın kendi kişiliğini sevmemeye daha yakın olduğumu düşünüyorum. Ancak yazdığı kitaplarda bir noktada beni çeken bir şeyler mutlaka oluyor. Yazdığı bir cümle, bir karakterin anlık bir ruh hali, o boşverilmiş hava... Bilmiyorum, Murakami kitaplarını seviyorum; ama sanırım yazarın kendisini pek değil. 

Aynı zamanda kitabın bir film uyarlaması da bulunuyor.

13 Temmuz 2023 Perşembe

Çürümesine İki Gün Kalmış Zavallı Meyveler Gibi.

Tam bir drama kraliçesini canlandırdığım uzun bir dönem yaşadım. Bu benim kişiliğimden gelen bir şey miydi, yoksa kendi kendimi mi ''kekliyordum'' emin değilim; ancak drama yapmasam pişman, yapsam bin pişman takılıyordum. İçimde küçük bir pembe dizi bağımlısı vardı sanki ve o bağımlıyı beslemek için hayallerimin, hatta baya baya somsomut isteklerimin içine dahi birkaç tutam drama katardım. 

Sanırım aslında bu ''çok'' istediğim isteklerimin gerçekleşmesinden içten içe korkardım. Bu nedenle de kendime ket vurduğum böyle bir yol geliştirmiştim. ''Ama zaten gerçekleşse bile şunlar şunlar olacak'', ''Ama zaten böyle olduğunda bak şöyle oluyor'', ''Ama zaten ben böyle biriyim!'' Böyle? Biri? Peh! pehpeh... Ancak şu işe bakın ki, içimdeki küçük drama kraliçesinin yanında bir de küçük bir stand-up'çı yaşamakta idi. Kendi dramalarımı bu sayede komikleştiriyor, ciddi kalamıyordum. Yine de bu beynimin geveze kötümser yanının beni ulaşabileceğim üst düzey potansiyelden daha aşağılarda tuttuğu da bir gerçek. Buna rağmen iyi idare etmişim vallası, tebrikler canım kendim.

Bir şeylerin bitmesinden ölümüne korkardım. Hala gerilmiyor değilim ama ölümüne korkmak diyorum, sen anla. Dinlediğim şarkının sonuna yaklaşırken bile gerilirdim ben. Hemen başka şarkıya kendim geçerdim. Bitmemeli, kendi başına bitemez, bitebilemez. Duuurrr, bitmeee... Bu yüzden tabi insan ilişkilerim de gemi tutmasına benzeyen hislerle beni sarmalayabiliyordu. Biten arkadaşlıklarım bile öylece bitmiştir. Cidden öylece. Aman şarkının sonu gelmesin öbür şarkıya atlayalım gibi.

Bu nedenle sorunları hep halı altına süpürürüm. Aman şarkı bitmes... Ama şarkı biter. Çünkü bir noktada ben sıkılırım veya kulaklık kendi kendine yerinden çıkıverir ve şarkı biter! Bir anlık patlamalar en zorudur. O zaman gurur duyacağım şeyler söylemem. İçimden acımasız biri çıkar. Onu tutmaya bile çalışmam. Karşımdaki kişi bunca zaman bu gemi tutması hissini sineye çektiyse, onun da işine geldiyse; hadi comooonnn, fight! Sonra şarkı biter işte. Bam bom bum...

Bu yüzden birine, bir şeye alışmak benim ek çaba vermem gereken bir konudur. Bu şarkı güzelmiş dediğim an o şarkının bitmesinden korkarım çünkü. Sonra drama kraliçesi iç sesim başlar gevezeliğe. O da bitecek işte, o şarkı da bitecek... Diye. Bitsin bea, bitsin desene sen de değil mi? Ama yok. Bi' susturamam şu nalet çirkef sesi. Sonrası kendini gerçekleştiren kehanet. Aslında sanırım bazen bunun olmasını içten içe dilerim. Bir anda bitsin, bir anda başlamasın. Bir andalık. Ne saçmalık.

Eleştirilmekten, başarısızlıktan korkmak da bir sorunum mu acaba? Bazen bazı insanlara yapılan eleştirilere denk geliyorum. İşinin kendisi dışında her yere sallanmış. İşinin kendisine sallamanın bile bir adabı vardır üstelik. Ama yok. Sanırım herkesin içinde sahiden çirkef bir ses var. Bazıları onu sağa sola rahatça koşturtabiliyor. Garip durumlar. Ama asıl korktuğum bu değil sanki. Sevdiğim bir şeyi ortaya koyarsam değil yani. Tabi saçma saçma geri bildirimler beni bir küçük gerer ama çok değil. Aslolan gelişim ve dirayettir zira benim için. Ancak işte bahaneler bahaneler. Küçük drama kraliçesinin yalanlarının ucu bucağı yok. Bıdı bıdı amalar sıralar bana. Ama işte o kadar da iyi olmayacak. Ama işte seni yansıtmayacak. Ama işte anlaşılmayacak. Ama işte... Bi' sus bea.

Oysa bazen bazı şarkıların sonu daha mükemmeldir. Şarkı bir bütündür. Emek işidir. Sonları sevmiyorsan baştan başla kısmını etkinleştir değil mi? Bitsin, başa dönsün. Yeni hislerle bir daha dinle. Yeni duygularla. Yeni arkadaşlıklar gibi. Yeni bir aşk gibi. Yeni bir işle uğraşmak gibi. Yeni bir şeyler öğrenmek gibi. Biraz taze ol, değil mi? Ne o öyle çürümesine iki gün kalmış zavallı meyveler gibi.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Yıldızlar... Eski Dostlarım!


Ben ve kuzenim ikimiz de küçükken bir gün bizim evin balkonuna oturmuştuk. O an sanki bir film sahnesi gibi aklımda. Ne garip. Bana yıldızları göstermişti. Sonra da bana yıldızların sırrını söylemişti. Tüm o yıldızlar aslında hepimizin ruhlarıymış ve kayan yıldızlar da ölen insanlarmış. Çocuk aklımla bu hikaye beni gerçekten etkilemiş olmalı. Ama o an'ı unutmama sebebim ne bu sır, ne de yıldızlara olan ilgim ve sevgimden ötürüydü. Kuzenim o hafta bizde kalmıştı ve buna gerçekten çok sevindiğimi hatırlıyorum. Onunla oynadığımız oyunları hala hatırlıyorum. Onunlayken hep eğlenirdim. Ancak pek tabii bana verdiği bu bilgi de aklımın bir köşesine yazılmıştı.

Gel zaman git zaman ben büyüdüm ve ergenliğe girdim. Yıldız sevgim o sıralar yine bir hortladı. Yaz gecelerimin en favori aktivitesi yıldızları izlemekti. Mp3 çalarıma yüklediğim ve suyunu çıkardığım şarkıları dinler, hayaller kurardım. Her gece bir yıldız seçerdim. Acaba, diye düşünürdüm, acaba tam şu anda bu yıldızda kiminle buluştuk? Gerçekten böyle düşünürdüm biliyor musun? Aslında bu, tamam her gece için olmasa da, olasılıklar dahilinde pek ala gerçekleşebilecek bir durumdu. Aynı anda aynı yıldıza biriyle bakmak. Dünyanın neresinde olursa olsun, kim olursa olsun; mutlaka biriyle aynı anda aynı yıldıza bakıyor olmalıydık. Bunun için, bu olasılığın gücünü arttırmak için belki de, yeri geldiğinde her gece bunu yaptım. Tabi bunun n'oldusunu, ne bittisini asla öğrenemedim ama inanıyorum ki bir gece olsun biriyle buluşmuştuk! Peki öyle olsa ne olacaktı ki? Bana ne ''faydası'' olacaktı ki? Bilmem. O zaman da bilmezdim aslında biliyor musun? Sadece bunu isterdim. Çok çok çok isterdim. Özellikle de hüzünlüysem. Millet mektup arkadaşı bulur, ben yıldız arkadaşı aramışım baksana. Nerede antin kuntin işler; işte beni buldunuz! 

Sonra gel zaman git zaman ben büyüdüm ve artık genç bir kızcağızdım. Yıldızları her gece izlediğim yazlar oldu. Bazense mola verdiğim. Bazen aklıma bu çocukluk oyunum gelirdi de tekrarlardım. Acaba nereden katılıyorsun yarışmaya sevgili yıldız arkadaşım? Hımmm İspanya? Slovakya? O zaman Slovenya? Kenya? Japonya? Yozgat? Alt mahalle? :)

Sonra gel zaman git zaman ben büyüdüm ve içinde iki farklı yaş grubunun özelliklerini hisseden bir kızcağız oldum. Yıldızlar, eski dostlarım, diye düşündüm onlara her bakışımda. Tıpkı bu gece olduğu gibi. Vaoovv, ne güzelsiniz... Bir de yıldızlara bakıp ''bizim bir değerimiz yok şu evrende, çöpüz biz'' diyenler de var. Ne saçmalık! Kaçmak için uydurulmuş bahaneler bahaneler... Evet, çöp olduğuna inanmak istiyorsan çöpsün o zaman. Ne yapalım, biz de mi ''çöpüm ben'' diyelim. Yıldızlar bu sözlerimizi duyabilseler ve gülebilseler -ki belki öyle yapabiliyorlardır ve yapıyorlardır- bize gülerlerdi. ''Heyyy,'' derlerdi, ''Alfa Senturi grubu (grubu ??) şu sözleri duyuyor musun? Hiçlermiş. Hahahhah!''

İşte! Böyle derlerdi. Ama mesela biz ''yıldızlar! Eski dostlarım!'' desek veya ''yıldızlar! yeni dostlarım!'' da diyebilirsin istersen, işte öyle desek, bence onlar da bizi kucaklarlardı. Üstelik onlara bir ''faydamız'' dokunmamasına rağmen. Sadece temiz bir yürekle dost olsak mesela, onlar da eminim iyi karşılık verirlerdi. Çünkü onlar insan değil, yıldızlar. Bizim gibi düşünmezlerdi eminim ki. Böyle büyük büyük konuşmazlardı.

Tabi işin ''goygoy'' kısmı bir yana; elbette o uçsuz bucaksızlığın ortasında kendimizi küçücük, minicik ve hatta ve hatta mini mini bir kuş konmuştu gibi hissetmemiz çok doğal. Ama benim de önceden sıkça, şimdi nadiren kapıldığım şu saçma sapan düşünce kulağa çok ucuz geliyor: ''Bir hiçim ben!'' Çünkü buna inanırsan, bu olursun. Neye inanırsan, o olursun. Varsan, mini mini bile olsan, eminim bir yıldız tepende durduğu için sana tepeden bakarak mini minisin demez. :) Şakaaa! Ama demez, değil mi? Sen kendine bunu dersin. Mini miniyim ben. Bir de bayıl istersen Feriha? Bu yüzden bu ''insanlar evren karşısında hiç'' lafları bana komik geliyor. Çünkü bu kaçmak. Sadece kaçmak. Güzel bir yaşam yaşarsak, hatalarımızdan utanırsak ve daha iyi bir versiyonumuz olmak için hep çabalarsak; mini mini olmayız. Yaşam böylece bir hediye olur. Güzel şeyleri görerek. Ah yıldızlar eski dostlarım diyerek. Birine gülümseyerek. Birinin kalbini kırdığın için mahcup olarak. 

Yıldızları izlerken mesela mahcup oldum ben de. Hatamı hemen telafi etmek istedim. Bir de ''ama o da bunu yaptı'' olayı var değil mi? Ondan kime ne? Sen kimsin, önce bu önemli değil midir? Sen o musun? Arkadaşın camdan atlasa sen de mi atlarsın? Falanca kötü, çıkarcı, pislik, öğğğğ diye neden sen de öğğğ olasın? Bazen bu tip yaygın bakış açıları beni boğuyor, çünkü anlayamıyorum. Sanki yıldızlar gerçekten eski dostummuş gibi geliyor böyle olunca. İnsanlar da yeni dostum. Yani yabancılaşıyorum, onu diyorum işin özü.

Her neyse. Bunu yazmak istedim. Çünkü bu gece yıldızlar gerçekten eski dostum gibiydiler.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Denge.

Bir ayağı suda, bir ayağı karadadır figürün. Ellerinde tuttuğu kupalardaki suları birbirine aktarır durur. Arka fonda çimenlik bir alan ve parlayan güneşe uzanan bir yol görürüz. Bu kartın ayırt edici bir özelliği ise, kartta bir meleğin bulunmasıdır. Büyük arkana kartları içerisinde Aşıklar kartı dışında içerisinde melek figürü barındıran tek kart Denge'dir. Bu, üstünde durulması gereken bir ayrıntı bence. Diğer yandan su duyguları, toprak somutluğu simgeler yorumu da getirilebilinir.

Tarotun klasik destesindeki çiziminde (sağ taraf) kart tasvir ettiğim gibidir. Çeşitli tasarımlara sahip başka tarot destelerinde bu çizimde çeşitli farklılıklar göze çarpar. Benim elimde olan bir diğer deste Manga Tarot (sol taraf) destesi. Burada da bir melek figürü var. Zaten tasarım ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın, bu farklı çizimlerle birlikte getirilen yeni yorumlar bir kenara, kartın temel simgelerinde çok fazla oynama olmuyor. Bu bahsettiğim destedeki çizimde de bir melek figürü elinde iki testi (kupa) tutuyor ve bu testideki suları birbirine aktarıyor. Bu destenin daha büyülü bir havası var. Bu nedenle çizime de biraz daha sihirli bir hava katılmış. Testilerin biri havada diğeri aşağıda duruyor ve yine kendi aralarında bir akış döngüsü sağlanıyor. Su, duygular demek en yalın haliyle. Figürün gökyüzünde yani havada sallanması da benim için manidar. Çünkü hava da düşünceleri simgeler.

İki destedeki iki farklı çizimde de meleğin gözleri kapalı ve başının çevresinde ışıktan bir hale var. Bu gökselliğini simgeliyor figürün. Gözlerinin kapalı olması, (klasik destede) meleğin bir ayağının suyla teması, başlı başına melek figürünün kendisi; hep sezgisel bir akışa vurgu yapıyor. Manga tarottaki figürü, gökyüzünde bulutların arasında bir salıncakta görüyoruz. Salıncağın gökten uzanan ipleri, testiye de bağlı olan ipler. Bana kalırsa bunlar kesintisiz akan sulara da benziyorlar biraz. Sudan iplere bağlı gökteki bir salıncak. Figürün ışıldayan güneşi, klasik destedeki figürün aksine, tam başının ardında parıldıyor. Gözler yine yumulmuş. Yüz ifadesi sabit.

Adı üzerinde, ''Denge'' kartı. Yeri ve göğü dengelemek. İçi ve dışı dengelemek. Duygu ve düşünceyi dengelemek. A ile B'yi dengelemek. Uzlaşmak. Belki yeri gelince dönüştürmek. Aslında kartları tek başına yorumlayamazsın bir açılımda. Tek başına anlamını bilmek mühimdir pek tabii, ancak açılımdaki konumu, kartın temsil ettiği soru vs gibi durumları bilmek daha mühimdir. 

Tarotun Budala'nın yolculuğu olduğuna daha evvel başka bir yazımda bir küçük değinmiştim. Tüm bu büyük arkana ve küçük arkana kartlarının açılımdan bağımsız olarak sıralanışı bile aslında bize bir hikaye sunar. Denge kartı Ölüm kartından sonra gelir. Ölüm kartı 13 numaralı kartın temsilidir. Ölüm yine açılımdaki konumuna göre anlamsal farklar oluşturabilir ancak burada Budala'nın hikayesine felsefik bir bakışla bakarsak, ölümün aslında gerçekten ölüm, bir son, bitiş, eyvah yandık bittik kül olduk anlamına gelmediğini görürüz. Sadece sıkı sıkı tutunduklarımızı gözden geçirmemizi ister Ölüm. Şimdi burada iş tarot dersi vermeye doğru gidiyor gibi ama şunu da eklemek isterim ki, Ölüm kartının numarası olan 13 yani 1 artı 3 eşittir 4 numaraya da tekabül ediyor. 4 sınırları simgeliyor. O sınırlarla neyi çevreliyoruz acaba? Peki o sınırlar neyden yapılmış? İşte ölüm bunu sorgulatıyor başka bir bakış açısından baktığımda en azından bana.

Budala 12 numaralı kart olan Asılmış Adam ile aydınlanır. Amuda kalktığından olacak, beynine kan gider. Başının etrafında güneş doğar. Çok acılar da çekebilir tabi, bedeller ödeyebilir. Bu sırada kendi doğrularını görür. Zaten 1 artı 2 eşittir 3'tür ve 3 topluluklarla bir aradalığı simgelediği gibi (toprak ve su üçlüsü kartlarına bakalım bakalım), (kılıç üçlüsü kartında gördüğümüz üzere) acıyı da anlatabilir. Aynı şekilde ateş üçlüsü kartı da bekleyişi ifade eder. Üç numarasını sanatla da ilişkilendirebiliriz. Yani ''ben''lik ile de ilişkilendirebiliriz, diyebiliriz bir yerde. Peki bu ne demektir? Toplum ve ben. Sen ve ben. O ve şu. İkisi farklı... Farklı mı gerçekten? Aaa bir dakika, şurada durup düşüneyim... Amuda kalkıp? İşte öylece ve böylece, bekler Budala. Pasif bir bekleyiş olmasa da, bekleyiş bekleyiştir. Zaten bu bekleyişin ''pasif'' olup olmamasını sadece Budala belirler. Aktör Budala'dır. Bekleyiş sadece bir süreçtir, bir araç. Amuda kalkma pozisyonu da bir yoga hareketidir. Dengenin en iyi öğrenilebileceği pozisyonlardan biri olduğu söylenir. Kan akışı aşağıdan yukarıya (ayaklardan başa) doğru sağlanır. Vücudun farklı farklı kasları bir arada çalışır. Bir takım gibi.

Biz Budala'nın yolculuğuna geri dönelim tabi. Sonraki durağına. Ne demiştik, Asılmış Adam'dan sonra Ölüm gelir. Bir şeyler ölür. Tercih edilen şey, artık ona hizmet etmeyen düşünce ve inanç kalıplarının ölmesidir pek tabii. İşte bu olursa, Budala dönüşür. Beyaz atıyla gelen Ölüm şövalyesi onu dönüştürür. Sonra yeniden doğar. Denge'nin meleği ona iki kupanın akışını gösterir. Su şifadır. Su uyum ve ahenktir. Denge kartından bunu öğrenir Budala. Uzlaşmayı. Bizim toy Budalamız artık büyüyordur. Çok şey öğrenmiştir. Bana kalırsa, Ölüm'den sonraki yeniden doğuşunda öğrendiği bu ilk ders, çok çok önemli bir ilk adımdır. Çünkü daha yolculuğu bitmemiştir.

Denge'den sonra Şeytanla yüzleşir Budala. Kendi Şeytanıyla. Bağımlılıkları sahiden ölmüş müdür? Ölüm bir son mudur, dönüşüm mü? Peki ya neye dönüşmüştür bu küçük şeytanlar? İşte bunlarla cebelleşir Budala. Sonra Kule gelir. Yıkılan Kule, Budala'nın içindeki kötülüğü yıkar. Çevresindeki kötülüğü de. Bu acı vericidir. Çünkü çoğu zaman insan, kendi için neyin iyi neyin kötü olabileceğini ilk başta ayırt edemez. Budala öldüm sanır. Ölümün soğuk nefesi bile böyle değildi, der belki dile gelse veya biz ona kulak versek. Ancak bu gereklidir. Eğer şifalanmak istiyorsa. Çünkü sabrederse, sonraki durak Yıldız'dır. Dileklerinin kabulü. Denge'nin fragmanını gösterdiği şifanın kaynağı. Ama bu onun önüne gökten zembille inmemiştir. Budala bu şifayı, bu müjdeyi, bu ödülü hak etmiştir. Gittiği duraklardaki tüm o kartlar ona dersler anlatır. Budala onları ne kadar iyi kavrar, ne kadar az kaçar, derste ne kadar az uyursa; ödülü de o kadar büyük olur. Nitekim zaten Yıldız da bir ''mutlu son'' değildir. Sonra Ay doğacaktır. Budala tüm o dileklerinin ardındaki korkuyla karşı karşıya kalacaktır. Çünkü ancak bundan sonra Güneş açığa çıkabilir örtüsünden sıyrılıp. Hayat da böyle değil midir; aşamalardan ibaret bir yolculuk.

Yolculuk böyle böyle sürer gider. Tabii bir açılımda böyle kartların tek tek akıbetini bilmek bize açılımın hikayesini vermez. Ancak Budala'nın hikayesini bilmek, kartlara daha farklı bakmayı sağlayabilir. Özellikle de benim gibi işin felsefesi ve öyküsünde olanlar için.

Bir keresinde kendim için üç kartlık mini bir açılım yapmıştım. Şimdi ne için yaptığımı, neler çıktığını uzun uzun anlatmayacağım. Zaten gerçekten çok net hatırlamıyorum. Ama kendime yaptığım yorumun halihazırda yazdığım bu yazımla ilgili olan kısmını hatırlıyorum. Denge kartı tam ortada çıkmıştı. Üstelik sağ ve sol kartların biri yerden, diğeri göktendi. İkisinin dengesini sağlıyordu ortadaki Denge kartı. O noktada çok etkilenmiştim bu karttan. Gözleri kapalı bu figürden. Çünkü gerçek öğrenme böyle sağlanır. Bilgelik budur. Anlamak budur. İçin ve dışın uyumu. Gözle görmeden de bunu anlayabilmektir. Birliği keşfetmektir. Bu kart ters çıktığında bu ahenk yoktur. Gözlerin gerçekten kapalıdır. Zihnin, kalbin; kapalıdır. Oysa zihin ve kalp açıksa, gözle görülenler dengeli olur.

Bu akşam bu kartı inceledim biraz ve onu konuk almak istedim bir yazıma. Yazarken bazen bazı şeyleri anlıyorum. Yine öyle oldu. 


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


12 Temmuz 2023 Çarşamba

Ev Yapımı Meyve Suyu

Ev yapımı meyve suyu içmek insanı durduruyor. Bir anlığına duruyorsun ve işte tam da o anda meyve suyuna bakıyorsun ve hop, anneannenin evindesin. Yine bir çocuk olmuşsun, anneannene gitmişsin ve mutfakta meyve suyu içiyorsun. Aslında anneannene gitmek için bu seremoniye de ihtiyacın yok, hayırlı bir torun olmak yeterli. Hem zaten anneannenin evinde hep aynı yaştasın. Bir yaşın yok. Sadece sensin, bitti. Hep iyisin, bitti. Çünkü düşünmezsin. Çünkü orası anneannenin evi ve anneannenin meyve suyusu. Bu kadar. Bitti.

Ev yapımı meyve suları, satılan meyve sularına göre daha yoğun oluyor. Sanırım bu yüzden düşüncelerim bu meyve suyunu içerken bazen, eğer aylak aylak dolanıyorlarsa da şayet, bu meyve suyunun tadına dönüşüp bir araya geliyor geliyor geliyor ve bana böyle nostaljik hissettiriyorlar. İlk anda mutsuz oluyorum. Hayır, bu yüzden mutsuz olmuyorum; zaten mutsuzmuşum, ondan, işte onu fark ediyorum. Sonra bu mutsuzluk parçalarına ayrılıyor ayrılıyor ayrılıyor ve hüzün eklerine dönüşüyor. İyi ki Türkçe sondan eklemeli bir dil. Onlarca yeni sözcük oluşturabiliriz! Hüzün hissi de işte böyle parçalanıyor ve bu parçalar başka başka şekillerde bir araya gelip başka başka hisleri oluşturuyorlar. Sonra daha iyi hissediyorum. Belki de serin meyve suyu nedeniyle böyle oluyor. Soğuk değil hayır, serin; doğru okudun. Çünkü serin hissettiriyor bu meyve suyu, soğuk değil ki? Serinliyorum. Hem dışım, hem içimden. İyi oluyor.

Bazen evde meyve suyu olmayabilir tabi. O zaman ne yapmalı? Kara kola, sarı kola, limonatte? Sütlü dondurma, sütlü muhallebi, süt dolu bardak? Ya da başka içecek çeşitleri? Su? Ah hayır. Onlar çok derinleri serinletmiyor. Gerçi suyun şifa olmayacağı şey yok ama... Maksimum yemek borusundan geçiyor yolu. Onun yan tarafında bir yerde çarpan bir şey var hani. Ya o nasıl serinleyecek? İçecekle mi?

Onu serinletmek için eğlenceli bir şeyler yapılabilir. Komik şeyler. Komik yazılar yazılabilir. Komik müzikler dinlenebilir. Komik videolar, filmler, diziler izlenebilir. Veya biriyle konuşulabilir.

Bir keresinde iç dünyamdaki sıcaklığın kaç derece olduğunu bile ölçemediğim bir günde birisi bana ''nasılsın'' diye sormuştu. Kel alaka biri yalnız. Pat diye karşılaşmıştık ve her normal insanın yapacağı gibi bana nasılsın demişti. O an içim serinlemişti hatırlıyorum da. İyiyim demiştim. O ana kadar aslında hiç iyi değildim. Ama o sıradan, hiçbir önemi olmayan, lafın gelişi sorulan o soruyla birlikte daha iyi olduğumu fark etmiştim. Cevap mıydı bu olumlu etkiyi veren, soru mu? Merak ediyorum.

Sanırım hayatın akışında soruların da cevapların da; kalbe ulaşan serinliklerin de aslında çok önemi yok. Serin meyve suları sadece yemek borumuzdan serin serin geçse yeter. Yine de kendimi buna alıştıramıyorum. Bu yüzden de bazen sadece mızıldanıyorum.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


11 Temmuz 2023 Salı

Yeşil Bambu ve Diğer Fantastik Öyküler (Osamu Dazai) | Kitap Yorumu

Yazar: Osamu Dazai, Çevirmen: Esranur Yiğit,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitapta yedi öykü yer alıyor. Bu öyküler Japon kültüründen ve mitolojisinden beslenen fantastik öyküler. Öykülerin ikisi dışında diğerlerinin birbirleriyle bağlantısı bulunmuyor. Öykülerin hepsini genel olarak beğendim. Açıkçası Dazai’nin kaleminden böyle yumuşak geçişlere ve ılımlı karakterlere sahip kurgular okumayı beklemiyordum. Bu kitap, İnsanlığımı Yitirirken ve Öğrenci Kız kitaplarından sonra yazardan okuduğum üçüncü kitap oldu. Diğer iki kitabında yazar karakterlerin tüm zihin yapısını çat çat çat acımadan ortaya koymuştu. Söz konusu karakterlerin gölge yanlarını görmek, okur olarak beni yer yer yormuş ama bir hayli de ilgimi çekmişti.

Bu kitaptaki karakterler de ilgimi çekti. Ancak bu kitabın bana göre diğer kitaplardan ayrılan en önemli tarafı, bu kitapta karakterlerden ziyade yazarın kurgulara ve olayların akışına vurgu yapmasıydı. Diğer iki kitapta kurgular değil, karakterlerin zihin yapıları ön plandaydı. Bu kitapta ise kurgu içindeki dinamikler daha çok ön plandaydı. Tabii aralarda yazarın yer yer hissedilen bilindik alaycı bakış açısı da gözden kaçmıyordu.

Kitaptaki en çok Yeşil Bambu ile Romantizm Feneri isimli öyküleri beğendim. Bunun sebebiyse bu iki öykünün kurgu anlamında daha yaratıcı ve merak uyandırıcı olduklarını düşünmemdi. İlgisini çekenlere kitabı öneriyorum. Benim beğenerek okuduğum bir kitap oldu.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.