31 Ocak 2024 Çarşamba

Tirende Bir Keman (Mustafa Kutlu) | Kitap Yorumu

Yazar: Mustafa Kutlu, Yayınevi: Dergah Yayınları

Kenan müzisyen bir babanın oğludur. Daha çocuk yaşta iyi keman çalmayı öğrenir. Babası o daha ortaokula giderken ölür ve evin geçimi Kenan'a kalır. Kenan ömrünü çok sevdiği müzikle iç içe geçirir. Pek de yakışıklıdır, pek de centilmen. Kimseye yüz vermeyen Kenan'ın gönlü, çalıştığı gazinoya şarkıcı olma hayaliyle gelen genç ve güzel Semiramis'e kayar. Semiramis de bu yetenekli ve yakışıklı adamdan etkilenir ve ikilinin çok geçmeden Sadullah isimli bir oğlu olur. Semiramis gazinoya bir hayalle gelmiştir. O hayalin peşini ailesini bırakmak uğruna bile bırakmaz ve ünlü bir yıldız olur. Tabii bu sırada gözü ne oğlunu, ne Kenan'ı görür. Kenan ve Sadullah, Kenan'ın annesinin ana ocağında bir başlarına kalakalırlar.

Kenan, kimseye pas atmayan o havalı ve yetenekli adam, kara sevda dedikleri illete tutulmuş kendini yer bitirir. Çok içer, içkisi elinden ve dilinden müziğini bile düşürür. Çok geçmez, başka bir yerde yeniden başlamak için yollara iter hayat Kenan'ı ve oğlunu. İzmir, Mersin, Adana... Nerede iş varsa orada. Kenan müziğini bırakmaz. Oğlunu da çekirdekten yetiştirir. Aile mesleği artık Sadullah'tadır. Çok iyi keman çalar. Kenan para kazanmak için trenlerde keman çalıp şarkı söylemeye başlar. Yurdu baştan başa müzikle geçer. Ancak trajediler peşini bırakmaz. 

Tirende Bir Keman'da bir ailenin nesilden nesile aktarılan yıkılış öyküsünü okuyoruz.


Tirende Bir Keman, Mustafa Kutlu'dan okuduğum ikinci kitap. Daha evvel okuduğum Uzun Hikâye (şurada da yorumlamıştım) gibi bu kitapta da bir ailenin başına gelenleri okuyoruz. Ailemizin kaderi, bizim de kaderimiz midir? Sanmıyorum; ama bu iki kitapta da öyle oluyor. Dedenin yaptıkları torunun yaşamına dek taşınıyor. Dede, baba, torun; üçü sanki görünmez iplerle birbirine bağlı oluyor.

Kitap, tam bir Türk filmi senaryosu. Ben de kitabı okurken filmin sonunu merak ettiğimden sayfalara kitlendim tabii. Acıklı, çok acıklı bir öykü. Ana karakterler bir yana, yan karakterleri çok sevdim ben. Halim Baba, Sabır Anne, Cellat Ali... Hepsi hikayeye hoş bir tat katmıştı. Bir okur olarak benim, ana karakterler olarak Kenan ve Sadullah'ın yüzünü güldüren de bu yan karakterlerdi ya zaten. Onlar olmasa gamdan kederden geçit vermezdi satırlar...

Şimdilerde neredeyse bir tartışma konusu olan pavyonlar, bu kitapta yer yer arka plan olarak karşımıza çıkıyor. Kitapta pavyonların nasıl insanı yiyip bitiren, sigara dumanından belalısına insanı içine çekip alan yerler olduğu da gösteriliyordu. 

Velhasıl kelam, benim sayfalarını merakla çevirdiğim, güzel bir kitaptı. Konusu ilginizi çektiyse sizlere de önerebilirim. Yazarın başka kitaplarını da okumak istiyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

30 Ocak 2024 Salı

Mitoloji 101\ Eski Yunan ve Roma Mitolojisi (Kathleen Sears) | Kitap Yorumu

Yazar: Kathleen Sears, Çevirmen: Ekin Duru,
Yayınevi: Say Yayınları

Varoluşun nasıl meydana geldiği ve işlediği fikri ezelden beri insanların ilgisini çekmiştir. Bu merak, insanların evrenin yaratılışı hakkında çeşitli söylenceler (mitler) oluşturmalarını sağlamıştır. Bu söylenceler sözlü anlatımın birer ürünü oldukları için her bir insanın anlatımıyla birlikte öykülere yeni detaylar eklenmiş veya bazı kısımlar değiştirilerek günümüze ulaşmıştır. Pek çok milletin kendine has bir mitolojisi vardır. Çünkü her toplum içinde bulunduğu gerek fiziki, gerek kültürel özelliklerden etkilenerek kendilerine cevaplar aramıştır. Bu kitapta ise klasik Yunan ve Roma mitolojisi genel hatlarıyla anlatılmış. Roma mitolojisi Yunan mitolojisinden büyük oranda etkilendiği için kitabın büyük bir kısmında Yunan mitolojisinde geçen karakter ve olaylar anlatılıyor. Romalılar tapındıkları tanrılara Yunan tanrılarından farklı isimler vermişler ancak bu tanrıların amaç ve görevleri her iki millette de ortak diyebiliriz. 

Mitoloji yalnızca yüzyıllar öncesindeki halkların inançlarını ortaya koymuyor; günümüzde de çeşitli alanlarda bu mitlerin etkisini görmekteyiz. Psikoloji biliminin kökeni de Yunan söylencelerine dayanmakta. Oedipus kompleksi, narsisizm (Narcissus'un hikayesinden ismini alır), Eros içgüdüsü (hayat) - Thanatos içgügüdüsü (ölüm) psikolojide yer alan bazı mitolojik terimlerdir. Her ne kadar kitapta üstünkörü anlatılıp geçilse de, Psike (ruh) ile Eros'un (aşk) hikayesi benim en sevdiğim mitolojik öykülerden birisidir ve ruh ile aşkın birlikteliğini anlatır. Bu öykünün insan ruhunun gereksinimini en saf haliyle anlatan öykü olduğunu düşünüyorum. Ancak bu öykü kitapta yer almadığı için şimdilik geçiyorum; belki başka bir yazımda anlatırım.

Mitoloji genel olarak insan davranışlarından beslenen hikayelerden oluşuyor diyebiliriz. Mitolojide yer alan tanrı, yarı tanrı ve doğaüstü özelliklere sahip kahramanlar, insan erdem ve zaaflarını yansıtarak karşımıza çıkmaktalar. Öte yandan insanlar tanrıları memnun etmek için çeşitli kahramanlıklar yapmış, kurbanlar vermiş ve hatta hayatlarını buna göre şekillendirmişlerdir. Tarihte yer alan gerçek kişi ve olaylar bile mitlerle karışarak günümüze kadar hikayelerini saklamışlar ve getirmişler. Truva Savaşı bunların en ünlüleri arasında yer alıyor. Gökyüzündeki yıldız ve gezegenler de Yunan ve özellikle de Roma tanrı ve kahramanlarından isimlerini almaktalar.


Mitolojilerde kadınların hep ikinci planda kaldığı öne çıkan bir diğer özellik. Tanrıçalar bile ''erkeksi özellikler'' gösterdikleri ölçüde güçlü olarak yansıtılmaktalar. Bu erkeksi özellik tanımlamasına giren nitelikler ise aslında bir hayli absürttü diyebilirim. Örneğin; zeki, bağımsız ve bakire bir tanrıça aynı zamanda gücünden korkulan bir tanrıça demekti. Artemis ve Athena bu tip karakterlere örnek gösterilebilir. Öte yandan aşk ve güzellik tanrıçası olan Afrodit, güçlü yansıtılmakla birlikte, diğer tanrı ve tanrıçalar tarafından alaya alınmaktaydı. Çünkü bakire değildi ve ''süslüydü.'' Örneğin Ares (savaş tanrısı) ve Afrodit aşkının ifşalandığı sahnede Afrodit'in haline ''acıyan'' tanrılar olmuştu. Çünkü Afrodit ''masum, güzel ve savunmasızdı.'' 

Mitolojilerde bakireliğe büyük önem verilirken, erkek karakterlerin kadın karakterlere cinsel saldırıda bulunmaları yaygın bir durum olarak yansıtılmış. Üstelik bu saldırılarda mağdur olan taraf kadın karakterler olmasına karşın, suçlu bulunan ve acımasızca cezaya çarptırılan taraf da mağdur olan kadın karakterlerdi. Bu durum bir hayli sinir bozucuydu diyebilirim.


İnsan ilişkilerinin bir yansımasını tanrı ve tanrıçalar arasındaki ilişkilerde açıkça görmek mümkün. Zeus'un eşi olan evlilik tanrıçası Hera için başka kadın karakterlere saldıran Zeus hep sütten çıkmış ak kaşık iken, bu kadın karakterler ve Zeus'tan olma bebekleri suçluydu ve çoğu zaman nesiller boyu acımasızca cezalandırıldılar. Burada aile birliğini her şeyin üstünde tutan bir tanrıça mı görmekteyiz yoksa insanların takıntılı düşüncelerinin bir yansımasını mı emin değilim doğrusu. 

Diğer bir örnek ise Afrodit - Ares - Hephaistos aşk üçgeni olabilir. Aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit, zanaat tanrısı Hephaistos ile evlidir ancak savaş tanrısı Ares ile de tutkulu bir aşk yaşar. Hephaistos, çok çirkin ama on parmağında on marifet olan ve karısına çok aşık, çok sadık birisidir. Ancak malesef Afrodit ile olan evlilikleri zorakidir ve Afrodit eşine sadık kalmaz. Burada aslında insan zaaflarının bir temsili göze çarpıyor. Hephaistos yaptığı her işe emek veren bir tanrı (ki neden çirkin betimlenmiş bu da ayrıca bir tartışma konusu olabilir diye düşünüyorum) ancak malesef hem çirkin hem de yorucu görünüyor uzaktan. Oysa Ares çekici, tutkulu ve tezcanlı. Aşkı simgeleyen bir tanrıça hangisine daha yakın olurdu? Sanırım bu, bu mitleri dinleyen\ anlatan kişinin kalbindeki arzuya göre biçim değiştiren bir seçim olurdu. Nitekim zaten söylencelerdeki tüm bu karakterlerin de aslında insan doğasının bir yansıması olduğu söylenebilir.

Özetle, mitolojiye ilgi duyan ve başlangıç seviyesinde bir şeyler okumak isteyenlere önerebileceğim, derli toplu, açıklayıcı bir kitaptı Mitoloji 101.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Not: Bu yazımda kitaptan alıntılara yer vermeyeceğim. Çünkü kitapta olay ve karakterler hep bir hikaye üstünden anlatılmış ve burada alıntı paylaşmaya kalktığımda koca bir paragrafı alıntılamam gerektiğini fark ettim. Aksi halde aradan tek cümle çektiğimde o cümle tek başına anlamsız görünüyordu. Alıntı olarak koca koca paragraflar yazmanın da bir mantığı olmadığı için bu yazımda alıntı kısmını eklemeyi pas geçiyor ve halihazırda yukarıda yazdığım yorumun kitap hakkında fikir vermekte yeterli olmasını umuyorum.


28 Ocak 2024 Pazar

Alıntı.


"Kim bilir kaç kişi senin zarif hallerini sevdi 
Kaç kişi güzelliğini sevdi 
Belki gerçek aşkla; belki değil 
Ama bir tek kişi seni sevdi. 
Bir tek kişi değişen yüzündeki hüznü sevdi." 

- William Butler Yeats


Bu şiiri eski notlarımın arasında buldum ve çok güzel olduğu için seninle de paylaşmak istedim. 

Hoşça kal.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


27 Ocak 2024 Cumartesi

Ickabog (J. K. Rowling) | Kitap Yorumu

Yazar: J. K. Rowling, Çevirmen: Hazel Bilgen,
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Bir varmış bir yokmuş... Bir zamanlar Kornukopya Krallığı isimli bir ülke varmış. Bu ülke dünyanın en mutlu ve huzurlu ülkesiymiş. Bu ülkede yaşayan her bir insanın yüzünden gülümsemesi eksik olmazmış. Hepsi çok mutlu ve nazik insanlarmış; sevdikleri ile bir arada ve güvendelermiş, bolluk ve bereket içinde yaşarlarmış. Kralları her zaman özenli ve şık giyinen Kral Korkusuz Fred'miş. 

Bu ülkenin dört büyük şehri varmış. Bir de... Ülkenin en ucunda gözlerden ırak bir yer olarak varlığını sürdüren Bataklık Diyarı! Bu diyarda kocaman, insanı içine alıp yutuveren bir bataklık bulunuyormuş ve bu bataklığın içinde ise efsanevi yaratık Ickabog yaşarmış. Ickabog, boyu en az iki at kadar uzun olan, gözleri çakmak çakmak yanan, sivri dişli, uzun pençeli, insan dahil canlıların etleriyle beslenen korkunç bir yaratıkmış. Sadece efsanelerde yaşadığı varsayılan bu yaratık bir gün canlı olduğunu göstermiş ve dünyanın en mutlu ülkesi olarak bilinen Kornukopya Krallığı'ndaki her şey aniden değişmiş.

Kitap boyunca bir canavarın koca bir ülkeyi yiyip bitirmesini okuyoruz. Hayır hayır hayır, pençeler veya dişlerle değil; korkuyla yeniyor bu ülke. Bencillik, açgözlülük ve kibrin egemenliğini ilan ettiği yerde sarmaşık gibi yayılan korkuyla yeniyor. Biz okurlar da her masalda olduğu gibi iyilerle kötülerin burun buruna giden mücadelesine tanıklık ediyoruz.


Gizemli bir canavar, gözü pek genç kahramanlar ve hinlik peşindeki kötü karakterler... Kitabın yaratıcı bir konusu var. Her masal gibi insanı sarıp sarmalıyor ve acaba ne olacak diye okuru oturduğu yerde kımıl kımıl da ediyor. Öte yandan yıllar sonra J. K. Rowling'ten bir şeyler okumak ilginç bir deneyimdi benim için. Ne yalan söyleyeyim kitabı daha okumadan sevmiştim. Okurken ve okuyup bitirdikten sonra da sevdim tabii. İki kurgunun konuları birbirinden tamamen farklı olsa da, kitabın karakterlerinde Harry Potter karakterlerinden esintiler bulmak da mümkün veya eşsiz muhakeme yeteneğim beni yanıltmış da olabilir, bilmiyorum. 

Bu kitabı Rowling yıllara yayarak yazmış. Başlangıçta sadece kendi çocuklarına ara sıra parça parça anlattığı bir masaldan ibaretmiş bu kurgu. O sıralar yazar Harry Potter'ı yazmakla meşgulmüş. Harry Potter'dan arta kalan zamanlarında da çocuklarını eğlendirmek için bu masalı uyduruyormuş. Kitaptaki en sevdiğim özellik de aslında tam olarak bu ''uydurma hali.'' Ben de arada küçük kuzenlerime hikayeler uydururdum. Küçük çocuklara beden diliniz ile jest ve mimiklerinizi de işe katmayı unutmadan sesinizi alçaltıp yükselterek ilginç isimlerin geçtiği kurgular anlattığınızda kesinlikle ilgi çekiyorsunuz. Bu kitapta da tam olarak o etki vardı. Sanki soğuk bir kış akşamında biri karşıma geçmiş de bana ellerini kollarını sallayarak ve tabii en heyecanlı yerlerde vurgular yapmayı da unutmadan Ickabog masalını anlatıyormuş gibi hissettim.

Rowling bu kitabı yıllar sonra pandemi döneminde çatı katındaki tozlu kolisinden çıkarıp düzenlemiş ve pandemide evde kalmak zorunda kalan çocukların eğlenceli vakit geçirmesi için internet üzerinden bölüm bölüm yayınlamış. Kitapta yer alan çizimler ise Ickabog Resim Yarışması'nı kazanan çocukların resimlerinden oluşuyor. Bizim ülkemizde yayınlanan baskıdaki resimler Türk çocuklarına ait resimler. Başka ülkelerdeki baskılarda da muhtemelen o ülkede yaşayan çocukların çizdiği resimler yer alıyordur. Kitapta çocukların yaptığı resimlerin yer alması fikrini de pek hoş buldum ve resimleri çok sevdim.

Özetle, benim ilgiyle okuduğum bir kitaptı. Ben elimden bırakamadan okudum. Konusu ilginizi çektiyse sizlere de öneriyorum. Ama şunun da uyarısını yapmadan geçmemeliyim; eğer ki J. K. Rowling'in kurgularını tanıyorsanız zaten bilirsiniz, kendisi pek zalim bir yazardır. Bu kitabında da bu özelliğini görmek mümkün...

Hoşça ve kitaplarla kalın.



25 Ocak 2024 Perşembe

mp3 çalarım.

İlk kez mp3 çalarla tanıştığımda sekiz yaşındaydım. Bir saniye... Yoksa yedi miydim? Emin değilim ama küçüktüm ve ek olarak bir de okula gidiyordum o kesin. Teyzemin bir mp3'ü vardı. Böyle küçücük bir şeydi. Yürüyüş yapacağı zaman yanında götürürdü. Onu ilk gördüğümde ne işe yaradığını bile anlamamıştım. Sonradan elimden bırakamamıştım. 2007-08 yıllarının popüler tüm şarkılarını ondan dinlemişimdir herhalde. Tabii, teyzemden izin alabildiğim ölçüde.

En sevdiğim şeylerden biri de yorganın altına girip bir şeyler dinlemekti. Bunu sonraki yıllarda da çok yaptım. Hem uyumamı kolaylaştırıyordu, hem de bilmiyorum, sanırım hayaller falan kuruyordum. Ne hayali kuruyordum bilemem, o kadar da güçlü bir hafızam yok. Ama en sevdiğim şarkı aklımda: İrem - Hayal Et Sevgilim. Evet, sekiz yaşındayken...

Ortaokula geçtiğimde birikmiş harçlıklarımla kendime bir mp3 almıştım. Benimkisi daha farklı bir modeldi. Oysa teyzemin mp3'ünü daha çok seviyordum diye düşünüyordum. Sanırım o model üretimde artık yoktu. Mesela şimdi benim mp3'ümden de üretilmiyor olma ihtimali çok çok yüksek. :) Zaten artık mp3 mü kaldı değil mi? Ama birkaç yıl öncesine kadar bile arada mp3'ten bir şeyler dinlerdim ben. Sonra ne olduysa şarj olmamaya başladı. Sanırım gerçekten her şeyin bir sonu var...

Ama ne diyordum? Hah, mp3'ümü ilk aldığım zamanlar. O zamanlar yolda bir şeyler dinlemeye yeni yeni başlamıştım. Okulumla evimin arası biraz uzaktı. Yol nasıl geçecekti? Müzikle. Bir sürü müzik keşfettim. Tamam, Türkçe pop güzeldi ama ben de ergenliğe girmiştim. Sadece Lovatic (Demi Lovato hayranlarının kendilerine taktığı isim buydu; eski Lovaticlerden kim kaldı, tey tey tey) olduğum için bile arkadaş edindiğim pek çok zaman yaşamıştım. Ne günlerdi... Gerçekten ne günlermiş beee. :)

Tabii o sıralar sadece Demi Lovatolar, Selena Gomezler, efenim Taylor Swiftler, One Dayrekşınlar yoktu çalma listemde. Şimdi bile çok sevdiğim biricik Alexciğimin şarkıları baş köşedeydi. Evet evet, Rybak olan Alex. Onu ilk ne zaman ve nasıl keşfettim hatırlamıyorum ama keşfettikten sonra her gün ama her gün deli gibi onu dinlerdim. Ama onu yolda pek dinlemiyordum. En sakin anlarımda, belki hayal kurarken dinlerdim. Bu satırları yazarken bile gülümsüyorum. O zamanki küçük İlkay'ı da bu şarkılar çok mutlu etmiş olmalı.

Liseye geçtiğimde genelde dolmuşa binerdim. Dolmuş travmalarım böylece oluştu. Şimdilerde gerek olmadıkça asla dolmuşa binmiyorum. Tüm lise hayatım boyunca dolmuşlara fazlasıyla doldum... Dolmuş deyince de aklıma mp3'üm geliyor bak. O zamanlar mp3'ten müzik dinleme olayı daha ölmemişti aslında ama her nedense mp3'ümü gören insanlar uzun uzun bu cihazı incelerlerdi. Büyükler dahil. Ama beni çocuklar ''bazen'' eğlendirirdi. 

Dolmuşta asla yer bulamadığım için ben de sabah vaktinden önce okula gitmekte karar kılmıştım. Böyle yaptığımda eğer şanslıysam oturuyordum. Çantam hep ağır olurdu. Sanırım ben biraz örnek öğrenciydim. Defterim kitabım hep tam olurdu. Bir de yanımda mutlaka bir okuma kitabı olurdu. O sıralar tam bir kitap manyağıydım. Hem okurdum, hem alırdım. Yetmez, kütüphaneden de okurdum. Bir dakika... Galiba hala biraz öyleymişim. Ama tabi artık param ve koyacak yerim pek olmadığından dolayı okuma kitabı almıyorum. Her neysem, o zaman alırdım. Okul civarında birkaç kitapçı keşfetmiştim. Ne zaman fantastik bir kitap alsam bir güzel nutuk da yerdim. Eğer satıcı abi tatlı biriyse sinirlenmezdim. Ama yok, bana tepeden bakıyorsa, kırk gün kırk gece söylenirdim. Şaka şaka o kadar da değil. Sadece o gün söylenir, sonra da muhtemelen unutup kitabımı okurdum.

Köşede kitap okuyan kız, evet evet, o bendim. Galiba? Konu kitaplar oldu mu alıcılarım harekete geçerdi ve konuşmaya başlardım. Kitap okurken de müzik dinlerdim. mp3'üm lise yıllarımda da sadık dostumdu. Her telden dinlerdim. O sıralar müzik zevki çok iyi olan bir arkadaşım vardı. Onun sayesinde bir sürü güzel müzik keşfetmiştim. Yine de favorim hep... Evet evet bildin bildin! Alexander Rybak parçaları olurdu. Neden böyleydi? Çünkü bu parçaların beni mutlu ettiğini daha önceden keşfetmiştim ve Alex'in tüm şarkılarını sonrasında yaşadığım her güzel an ve hisse armağan etmeye karar verdim. Mutlu olduğum zamanlara.

Şimdi, tam da az evvel, ondan bir şarkı dinledim. Vaktiyle en sevdiğim şarkısı buydu. Gerçekten dinlemelere doyamazdım. Öbür bloğumdayken sana da dinlettiğime eminim. Belki içinizden hatırlayanınız çıkacaktır. Bu parçayı dinlediğimde sanki kalbim daha canlı atıyor. Otomatik olarak gülümsüyorum. Çünkü bu şarkı bana mutluluğu hatırlatıyor. Saf, katıksız, tek bir leke, tek bir toz, tek bir karartısı olmayan hislerimi. Onu, bu parçayı, hatırladığımda bile hep gülümseyesim geliyor. Onu hatırladığımda dudaklarım benden habersiz gülümsüyor, muş. Şimdi bu parçayı dinleyip eşlik ederken fark ettim.

Senin için de böyle şarkılar var mı?


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.



24 Ocak 2024 Çarşamba

Hayalperest (Pam Munoz Ryan\ Peter Sis) | Kitap Yorumu

Yazar: Pam Munoz Ryan, Çizer: Peter Sis,
Çevirmen: Özlem Sığırtmaç, Yayınevi: Yabancı Yayınları

Neftali hayal gücü gelişmiş bir çocuk. Hayatta en sevdiği şey, hayal kurmak. Okuduğu kitaplar, keşfettiği yerler ve koleksiyonu için doğadan topladığı nesneler, onun hayallerinin birer parçası. Kulakları sağır eden düdüğü ve uzun siyah peleriniyle evin kapısında beliren babası ise onun kahramanı. Neftali'nin çocuk kalbindeki tedirgin çarpışın içinde umuda benzer cılız bir ritim de duyuluyor. Babası sahiden de bu kadar katı ve acımasız olamaz ona göre. Oysa abisi Rodolfo, tıpkı gençlik hayalleri gibi babasına dair olan umutlarını da çoktan uzak bir köşeye terk etmiş durumda.

Kitap boyunca Neftali'nin büyüme serüvenine şahit oluyoruz. Neftali henüz sekiz yaşında küçük bir çocukken onunla tanışıyor ve on yedi yaşında bir delikanlı oluncaya değin onunla beraber yaşamı keşfediyoruz. Neftali, babasının sandığı gibi düş dünyasında yaşamıyor; hayır. O, bu düşlerin arasından keşfettiği güzel hisleri, nesnelerin gerçek dünyasına taşıyor. Hayalleri ona kelimelerin gücünü getiriyor. Bu yolculukta ona yardım eden yardımcıları ise yanından hiç ayırmadığı oyuncak koyunu ile küçük kız kardeşi Laurita.

Neftali karakteri aslında sadece kurgusal bir karakter değil. Kitabın yazarı bu karakteri oluştururken, doğum adıyla Ricardo Eliezer Neftalí Reyes Basoalto'dan, yani pek çoğumuzun Pablo Neruda ismiyle tanıdığı şairden ilham almış. Şairin babasının da şairlere bakış açısı tıpkı Neftali karakterinin babasınınki gibi katıymış. Babası Neruda'nın toplumda saygın kabul edilen ve onaylanan bir meslek sahibi olmasını istemiş. Ancak gelelim görelim ki, Neftali'nin kalbi sadece kelimeler için çarpıyormuş. Kelimelerin büyüsünden bir türlü vazgeçemiyormuş. Bu nedenle de vazgeçmemiş. Gideceği yolu değil, ismini değiştirmiş. Karıştırdığı dergilerdeki isimlerden ilham alarak bir mahlas uydurmuş kendine Neftali: Pablo Neruda. Yıllar sonra ise bu isim onun yasal olarak da ismi olmuş. İşte, bu kitapta hikayesini okuduğumuz hayalperest çocuk da, bu büyük şairden ilham alınarak oluşturulmuş bir karaktermiş.


Kitabı okumak, buğulanan bir camdan sağanak yağışı izlemek gibiydi. Başta yağmur yoktu, sadece her yer griydi. İç karartan bir grilikti bu. Tıpkı dışlanan, anlaşılmayan ve bende bir sorun mu var diye düşünmek zorunda bırakılan küçük bir çocuğun renkli düşüncelerinin zamanla aldığı ton gibi bir grilikti. Neftali çok mahzundu, çok da masumdu. Yaşıtlarından daha ufak tefekti. Diğerlerinin ilgisini çeken şeyler onu pek de ilgilendirmiyordu. Ona kalsa sonsuza kadar kitap sayfalarının arasında kaybolabilirdi. Babası ona sık sık ''kitapların onu daha da zayıf düşürdüğünü'' söylüyordu. Tamam o halde, Neftali de dışarı çıkar ve keşfedecek bir sürü başka şey bulurdu. Ancak ne babası, ne de yaşıtı olan diğer çocuklar için onun kendi halinde bir kaşif olması doğal değildi. 

Neftali, değersiz hissettirilerek büyümüş bir çocuk. Hemen hemen her hayalperest gibi, hisli de bir çocuk. Bu nedenle büyürken yaşadığı bazı şeyler, onun gibi, bir okur olarak benim de kalbimi kırdı. Ona sımsıkı sarılmak istedim. Ona kendisine inandırılmak istenilen tüm o şeylerin gerçek olmadığını söylemek istedim. Sonra, malesef ki bu şartlarda büyüyen pek çok çocuk olduğunu düşündüm. Hangi birine sarılabiliriz?.. Hangi birine aslında bir insanın değerinin, başkalarının kendi kafalarından biçtiği ölçütlerle oluşturulamayacağını anlatabiliriz?.. Malesef hiç denecek kadar çok azına.

Kitabın yarısından sonrasını daha çok sevdiğimi eklemeliyim. Çünkü o noktada yağmur başlamış, Neftali'nin iç dünyası hareketlenmişti. Tutkusunu derinden hissetmeye ve sahiplenmeye başlamıştı. Öfke duymuştu. Sevgi duymuştu. Merhamet hissetmişti. Güvenmişti. Ve aşık olmuştu! Neftali büyüyordu. Artık çelimsiz, hasta olarak anılan bir çocuk olmadığına inanabilirdi. Artık kendi dünyasında da pek çok şeyi keşfedebilirdi. Bu hareketlilik beni bir hayli heyecanlandırdı ve sayfaları birbiri ardına çevirdim. 

Kitap bir çocuk kitabı gibi yazılmış. Büyük puntolu bir yazı boyutu ve kurguyla uyumlu illüstrasyonlar bizleri karşılıyor. Dili sade, hikayesi düşündürücü. Ancak ben kitabı çocuklardan ziyade büyüklere öneriyor ve büyükler için daha uygun içeriğe sahip bir kitap olduğunu düşünüyorum. Keşke kitabın bir animasyon filmi de olsaydı, severek izlerdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Açlık | Ağaç Ev Sohbetleri 231

''Ölümle burun buruna olduğunuz bir anda normal koşullarda asla yapmam dediğiniz bir şeyi yapar mısınız? Hayatta kalmak için ölmüş bir insanı parçalayıp yiyebilir misiniz? Hayatta kalma iç güdünüz ağır basar mı yoksa ben insanlığımı (nedir insanlık?) kaybetmeden ölmeyi yeğlerim mi dersiniz?''

Bu haftanın konusu biraz distopik. Blog yazarlarımızdan Manxcat (tık tık) bir film izlemiş (Kar Kardeşliği) ve ondan esinlenerek bu konuyu ileri sürmüş. Konuyu ilk okuduğumda çok ilgimi çekmişti. Filmvari bir havası var. Yine de kendimi bu filmin içinde konumlandıramamıştım, ''oyunculardan'' biri olduğumu hayal edememiştim. Sanırım bu bir film olsaydı ya ben başrol olamazdım, ya da film ilk üç dakikada biterdi diye düşünmüştüm. Oysa felsefi sorgulamaları severim; öyle mi olur, böyle mi, şöyle olsa nasıl olur gibisinden. Yine de bu soruya karşı peşin hükümlü yaklaştım. ''Ben asla bir insanı yemem.'' diye düşündüm. ''Ne olursa olsun!''

Aslında bu cümleyi ve ''insan yeme'' olayını (evet evet doğru okudun, yamyamlığı kastediyoruz) sadece okuyunca bile insana bir öğürtü, efenim en basit tepkiyle belki bir yüz buruşturma gelmiyor değil. Sanırım beni bu da tetiklemişti. Bahsi geçen filmi hiç izleyemem herhalde. Bu filmvari konu, vaktiyle yaşanmış da bu arada. Sevgili Deeptone'un yazısında (tık tık) bahsettiğine göre bu olay sadece bir kurgudan da ibaret edilmiş, insanlar sahiden birbirlerini yemişler; evet, baya baya.

Uzaktan, bir olayı hiç yaşamadan direkt olarak ''evet\ hayır'', hatta daha da ileri gidip ''kesinlikle\ hiçbir zaman'' demek çok kolay bir durum. Böyle bir durumun içinde kendimi bulmayı pek tabii istemem ama hadi buldum diyelim, ne yapardım şu an hayalimde simüle edemiyorum. Sanırım o denli vahşileşecek kadar açlık ve türevi kötü durumda kalacağıma, iş ciddiye binmeden kendimi öldürürdüm. Böyle bir ortamda bunu yaparsam da herhalde ''hazır ölmüş, işte hazır yemek'' diye beni yerlerdi. Muhtemelen beni yiyerek kimse doymazdı da. :) Yenmek ister miydim peki? Hayır! Ölmüş bedenimi rahat bırakın bari yahu... Ah, ceset bile yazamıyorum! Ceset yemeyi kastediyorduk bu arada değil mi?..

İşte, ben de birinin ölüsünü dürtüklemek istemezdim. Deşmek, parçalamak istemezdim. İnsanlık, yüce değerler vs gibi toplara hiç girmiyorum bu arada. Hangi değerler çünkü? Hali hazırda da yamyamlık yok mu dünyada? Birileri birilerinin emeğini yemiyor mu? Birileri birilerinin en değerli varlıklarını bile isteye yemiyor mu? Birileri birilerinin hayatını her gün mahvetmiyor mu (yemiyor (!) mu)? Haberleri açınca bunlardan geçilmiyor. Savaş, vahşi cinayetler, dolandırıcılık, saldırganlık, gangsterlik... Üzgünüm, yamyamlık zaten var sevgili okur. Hala var. Sadece şekil değiştirmiş. Evet, birileri birilerinin etlerini parçalayıp yemiyor; ama birileri birilerinin ruhlarını, hayallerini, insani yaşam standartlarını yiyor. Her gün yiyor hem de. O yüzden hangi insanlık...

Ben insanlığı değil, birey olarak kendi değerlerimi merkeze alıyorum. Bu değerler ''insanlık'' dediğimiz olgudan ayrı mı oluştu, hayır. Ama burada benim bahsettiğim durum daha farklı belki de anladığın üzere. Ben kimsenin beni parçalamasını istemezdim. Tabii yemesini de! Hatta o kadar bencilim ki, soruyu bile bak nerelere çektim. Bu bencillikle o şartlarda birini de yer miydim acaba? Ah hayır, bir dakika kusacağım, yine de sanmıyorum. Ölünce de bedenimiz çürüyor o ayrı. Ama birinin ağzının içinde çiğnenerek bedenimin yok olması fikri bana iğrenç geliyor. Öte yandan zaten iğrenç. Ölmüş bir insanın bedeni muhtemelen yemeyi düşünemeyeceğimiz kadar iğrenç kokacaktır. Çünkü ölüm, bilincimiz gibi bedenimizi de yutup sindiriyor zaten. Öyle pis kokan, öyle hızla görünümünü yitiren bir bedene nasıl yeme fikriyle yaklaşabilmiş insanlar hayret.

Peki yaşamak nedir? düşüncesi geliyor bu noktada aklıma. Böyle, zorun da ötesi kötü koşullarda yaşamak ister miydim? Kendi değerlerime bile sırtımı dönmek zorunda kalacağım seçimlerle beni burun buruna bırakan, hadi ama bir insanı yeme kararı mevzu bahis, koşullarda yaşamak! Bu, yaşamak mıdır? Yaşasam ne olur? Benim bedensel bütünlüğüm varlığını sürdürecek diye mi birini yiyeceğim? Peki ''ben'' dediğim o kişi nereye gidecek? Ölecek. Kendime sırt çevireceğim çünkü ve ben de yediğim o kişiyle birlikte zaten öleceğim. O halde bedenimi yaşatmak için bu denli çırpınmanın mantığı ne? İçgüdüler vs. Bilmiyorum, yaşamda kalmaya bu kadar hevesli olduğumu şu rahat koşullarımda bile sanmıyorum. Bir de öyle ölümden beter koşullarda yaşamak! Ah! Yine tekrarlıyorum: Peki ama o zaman, yaşamak nedir? Buradan da ayrı bir sohbet konusu çıkabilir. O yüzden akıllara bir noktalı virgül koyuyor ve bu konunun da aralık kapısından bakıp uzaklaşıyorum.

Açlık. İnsanı vahşileştiren bir fiziksel hal. İnsan fiziksel olarak açlık hissedebilir. Aslında muhtemelen fiziksel olarak hissettiğimiz durumlar bizi eyleme geçirmekte çok daha güçlüdür. Öte yandan psikolojik olarak da açlık hissedilebilir. Belki de tarihin iç karartan tablosuna baktığımızda da gördüğümüz şey budur: Açlık. İnsanlar sadece yemek yemek için birilerini parçalamadılar. Kendi düşüncelerinin onlara verdiği açlıkla da birilerini kestiler. Geçtiğimiz yıllarda bir film izlemiştim. İsmi Apokalipto (2006) idi. Bu film yüzyıllar öncesinde, Maya döneminde, geçiyordu. Hatta bak ilginç bir bilgi, filmde baştan sona Mayaca konuşuluyor ve filme dublaj yapılması yasaklanmış. Bu filmde insanlar avcı toplayıcı olarak ormanlarda kabileler halinde yaşıyorlar. Bir gün ana karakterimizin de içinde olduğu kabileye saldırı düzenleniyor ve erkekler esir olarak alınıyor. Peki bu esirlere ne yapılıyor dersiniz? O kadarını söylemeyeyim; ama yenmiyorlar. Yine de bu filmde de insan o öldürücü açlığı iliklerine kadar hissediyor.

Üzgünüm, bu soruyu somut olarak algılamaktansa, böyle soyut düzlemde düşünmeye kayıyor zihnim. Çünkü ben et yiyen yamyamları hiç görmedim (umarım da görmem!), yine de ''insan'' yiyen yamyamları hep görmüyor muyuz? O yüzden aklım hep o tarafa kayıyor. 

Velhasıl kelam, her şeye rağmen peşin hükümlü olmaya devam edeceğim: Ben bir insanı asla yemem!


''Ve insan yalnız kalmıştı.
Hüznün derinliklerinde yüzüyordu. 
Etrafındaki tüm hayvanlar ona yaklaştı ve şöyle dediler: 
'Seni bu kadar üzgün görmek istemiyoruz, ne dilersen dile, senin için gerçekleştirelim.' 
İnsan dedi ki; 'Daha iyi görmek istiyorum.' 
Akbaba dedi ki; 'Görüşüm senin olsun, al.'
İnsan dedi ki; 'Daha güçlü olmak istiyorum.' 
Jaguar cevapladı; 'Benim kadar güçlü olacaksın.' 
Sonra insan dedi ki; 'Yeryüzünün sırlarını öğrenmek istiyorum.' 
Yılan dedi ki; 'Hepsini sana ben göstereceğim.' 
Böylece, insan hayvanlardan aldığı bütün özelliklerle beraber gitti. Onun ardından baykuş, geride kalan hayvanlara dönerek şöyle dedi: 'Artık insan daha çok şey biliyor ve daha çok şey yapabilir. Artık ondan korkmaya başladım.' 
Geyik şöyle cevapladı onu; 'İnsan, ne istediyse aldı. Artık üzüntüsü bitecek.'
Ancak baykuş böyle düşünmüyordu: 'İnsanda hiçbir zaman dolduramayacağı bir boşluk gördüm. Onu üzen ve devamlı istemesine sebep olan şey işte bu boşluk. O almaya devam edecek. Ta ki yeryüzü ona şöyle diyene dek; 'Artık bende sana verecek hiçbir şey kalmadı...' ''
(Apocalypto\ Mel Gibson, 2006)


23 Ocak 2024 Salı

Kuşlar ve Gıdıklayan Gerçekler Üzerine.

Kuşları çok seviyorum. Sanki, varlıklarıyla bile dünyayı güzelleştirmeye katkı sağlıyorlarmış gibi. Kuş deyince de, hangi kuş, sorusu akla geliyor tabii. Güvercin, keklik, baykuş... belki pelikan? Hatta karga! Ne?.. Karga gördüğümde eğer aramızda cam varsa çok heyecanlanıyorum ve içim pır pır oluyor. Aramızda cam yoksa da çok heyecanlanıyorum ama bu sefer içimdeki uçuş hızlanıyor. Sanki kalbimin kanat çırpması gibi. Pır pır... Por por? Par par? :)

Evet! Doğru tanımlamayı buldum. Kuşlar, kalbime kanat çırptırıyorlar. Her kuş farklı şekilde uçmayı öğretiyor sanki. Bazen, sanki, bir hedefe atılır gibi kendinden emin, bazen kandırdım der gibi aniden alçalıp yükselen bir süzülüşle... Hatta bazen kah yerde sekip kah birkaç karış yükselerek. Ama hep aynı: İstediği gibi. Bazı kuşlar bazı uçuş şekillerini daha çok seviyorlar. Belki de bu şekilde uçtuklarında daha fiyakalı göründüklerini düşünüyorlardır. Sonuçta fiyakalı görünmek güzeldir, cesaret verir. Peki yeteneğimizi gösterdiğimiz anlar, en fiyakalı halimiz midir? Yoksa en fiyakalı halimizi mi yeteneğimiz yaparız? Kuşlar buna yanıt veremiyorlar ne yazık ki. Hem, onların böyle gereksiz sorular üzerine düşündüklerini sanmıyorum. Düşünmek yerine sadece uçuyor olmalılar.

Vaktiyle anneannemlerin bir kuşu vardı. Ben ilkokula gidiyordum. Ona dair hatırladığım üç şey var: 

1) Maviydi ve adı da yaratıcı bir şekilde Boncuk'tu. 

2) Çok zeki ve konuşkandı. Bunu hatırlıyorum, çünkü kelimeleri hızla kapardı ve sanırım bu beni eğlendiriyordu.

3) Güvendiği insanların kafasına, omzuna konmayı severdi. Babamla bir fotoğrafı bile var.

Onu sanırım en çok teyzem severdi. Boncuk'un ölümü trajikti. Belki de onu şu anda bile hatırlıyor oluşumun sebebi budur. Öldüğünde teyzemin çok fazla ağladığını ve hatta evin arkasında ona bir mezar kazdığımızı hatırlıyorum. Ben sadece şaşkındım ama teyzemi anlamış olmalıyım. Ben de küçükken balıklarımdan ayrı düştüğümde benzer bir his deneyimlemiştim. Aynısı değil belki; ama benzer. Bu nedenle, bir hayvanı sahiplenmeye hep çekindim sanırım. İşin içinde başka nedenler de vardı tabii. Aslında bundan çok sonrasında eeeennn büyük hayallerimden birisi Mrs. Aomame ile birlikte yaşamak olmuştu. Niye ''tu'' diyorsam, hala böyle bir hayalim var. Bu hayalimin gerçekleşmesine biraz var; ama yine de orada. Bak sana da gösterdim işte, bir yıldız gibi parlıyor. Gördün mü? Sonuçta, yıldızlara bakarken onların ne kadar uzakta olduğu fikri ilk aklımıza gelen şey olmaz. Çoğu zaman? İlk olarak parlaklıklarına bakarız. Nasıl da gecenin içinde asılı durduklarına. Hayaller de böyle. Nasıl da asılı duruyorlar, değil mi?

Acaba kuşlar isteseler gökyüzünde asılı durabilir miydi? Ah! Bu ne çocukça bir soru! Neden ''saçma'' diye düşündüğümüz fikirler için bazı durumlarda (kimi zaman çoğu durumda) ''çocukça'' deriz ki? Bence çocuklar en mantıklı düşünen insanlardır. Mesela bak geçen gün herkes hurraaa diye otobüse koştururken arkamdan ince bir ses yükselmiş ve yanındaki muhtemelen abisine ''neden insanlar sıraya girmezler ki'' demişti. O an bu ince sesin somurtuşuma çarptığı andı ve bu çarpış beni gıdıkladı. Sonra da gülümsedim.

Kuşlar da beni gıdıklıyorlar. Aman canım, dudaklarımı gıdıklıyorlar işte. Ama hepsi değil... Özellikle de bir kafesin içinde sıkış tepiş satılmayı bekleyen kuşları görünce içimi öfkeyle karışık bir hüzün kaplıyor. Çünkü kimse bunu hak etmez! Hiç kimse ve hiçbir şey. Zaten kafesler onlar için çok hüzünlü yerler olmalı. Bir de öyle sıkış tepiş olduklarında, sanki neden orada kısılıp kaldıklarını anlamak ister gibi bir o yana bir bu yana hopluyorlar. Tabii yeterli alanları varsa! En değerli varlıkları öylece bekliyor sırtlarında... Kullanılmadan. Keşke hepsini özgür bırakabilsem diye düşünüyorum ne zaman bindiğim otobüs o kuş dükkanının önünden geçse. 


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.




20 Ocak 2024 Cumartesi

Uzun Hikâye (Mustafa Kutlu) | Kitap Yorumu

Yazar: Mustafa Kutlu, Yayınevi: Dergâh Yayınları

Uzun Hikaye, sahiden de adı gibi, nesillere aktarılan bir hayat hikayesi. Pelvan Sülüman ile torunu Ali, Bulgaristan sınırından kaçak bir şekilde ana yurtlarına göç ederler. Elde avuçta bir şey yoktur; akrabaları ahbapları zaten geride kalmıştır. Ali'nin babası ölmüştür, annesinden ise bir daha hayatı boyunca haber alamaz. Artık arada kocaman bir sınır vardır. Bundan sonrasında Ali ve dedesi kendilerine iyi kötü bir düzen kurarlar. Pehlivan Süleyman güçlü kuvvetli bir adamdır. Elinden her iş gelmez ama tuttuğu işi koparır. Dede torun kendilerine küçük bir bahçe kurar, hayvancılıkla geçimlerini sürdürürler. Ali zaten zehir gibidir, okuluna gider. Ancak bir gün rüzgar tersine döner ve bu da yetmezmiş gibi fırtınaya çevirir. Pehlivan Süleyman aniden ölür. Ali, bu yeni yaşamında kimsesiz kalmıştır.

Ali'nin yaşamı oradan oraya göç etmekle geçer. Kendine sabit bir hayat kuramaz, bir yere demir atamaz. Ta ki güzeller güzeli Münire'ye aşık oluncaya kadar. Ali'nin demir attığı tek yer Münire'nin aşkı olur. Bu sefer iki aşık oradan oraya göç edip dururlar. Çok geçmeden aralarına bir oğlan çocuğu da katılır. Hikayemizin anlatıcısı, Ali'nin oğlu. Merkeze baba oğul alınarak bu ailenin yıllara yayılan hikayesini kitap boyunca okuyoruz.


En son ne zaman şöyle içime işleyen bir şeyler okudum hatırlamıyorum. Sevdiğim, üzerine düşündüğüm ve sana uzun uzun anlattığım kitaplar okudum evet, iyi kitaplar da okudum evet; ama hani bazı kitaplar vardır ya, bizi can evimizden vurur, sanki sobanın karşısına geçmiş de ısınıyormuşuz gibi nostaljik bir hisle kalbimizi ısıtır... İşte! Bu kitap bana tam olarak böyle hissettirdi. Bir de üstüne sanki o ısınan kalbimin üstünde kestaneler kızardı, okumaya öyle doyamadım kitabı.

Mustafa Kutlu, kitaplarını uzun zamandır okumak istediğim bir yazardı. Bu kitabı geçtiğimiz günlerde kardeşimin elinde görmüş, göz dikmiştim. Şimdi kendi kitaplarımdan ve genel olarak her şeyden sıkılmış ama bir şeyler okumanın içimi ferahlatacağını bildiğim bir hisle kardeşimin kitaplarının olduğu rafları karıştırdım. Bu kitap bana adeta gülümsedi. Kitabın kapağında bile yeşilçam filmlerinin etkisi vardı. Bilirsin işte, yeşilçam filmlerini herkes sever; o hesap... Kitabı bu kadar beğeneceğimi başlangıçta tahmin etmemiştim tabi. Ama sonra, bu yalın anlatımlı hayat hikayesi etrafımı sardı. Zaten incecik bir kitap, bitmeden bırakmak istemedim. Kendimi sanki, bir köşeye oturmuşum da yaşananları bu aile ferdinin ağzından dinliyormuşum gibi hissettim. 

Velhasıl kelam, konusu ilginizi çektiyse kitabı sizlere de öneriyorum. Ben çok sevdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

16 Ocak 2024 Salı

Geçen Yıllar, Ben ve Değişim | Ağaç Ev Sohbetleri 229

''Geçen yıllar, duygu, düşünce ve fikirlerinizde nasıl bir değişim yarattı? Kişiliğinizde, kimliğinizde yükselen veya alçalan değerler, kazançlarınız, kayıplarınız neler oldu?''

Büyüdüm.

Biliyor musun, çocukken büyümeyi çok ama çok ama çok istiyordum. Bir yaşam hayal ettiğimi hatırlamıyorum. Yoksa ettim mi? Hani şu mesleği yaparım, şöyle evim olur, şuraları gezerim gibi... Sanmıyorum, çünkü öyle olsa aklımda kalırdı. Ya da, bilmiyorum. Belki de çocukken daha farklı hayaller kuruyoruz, yetişkin aklımla o zaman ne hayal etmiş olabilirim bunu kestiremiyorum. Büyüdükçe, ilk önce, etrafımı saran dünyanın değiştiğini fark ettim. Sonra da içindeki benin.

Hayalim ne olabilirdi? Büyümek! Daha başka, ''büyümek.'' Kelimenin tam anlamıyla büyümek işte. Hep bunu hayal ederdim. Benden birkaç yaş büyük arkadaşlarım vardı. Çocukken, hele de ergenliğe geçişteki evrede, o yaş farkı aman aman olabiliyordu. Ya da benim çevremde öyle olmuştu bilmiyorum. Ben de sinirlenip büyümek isterdim işte. Çoook büyümek. Anneannemlerin salonunda halıya sırtüstü uzanmış, kollarım iki yanda hayaller kurduğum bir an var aklımda çok net mesela. Ama o görüntünün ilerisine gidemiyorum. Sanki bir sınır var ve ben o sınırı geçemiyorum. Geride kalmışım gibi hissediyorum. Oysa ileriye geçmem gerekirdi.

Bazen çok değiştiğimi düşünüyorum. Dört yıl önceki ben bile daha başka biriymiş. Daha çocuk. Bana da günlüğüm fısıldadı. Kendimi oysa her yaşımda çok büyük, çok kendinden emin sanırdım. Bundan iki üç yıl öncesi bile güzeldi. Hayalperesttim. Gücümü buradan alıyordum sanırım. Sonra bitti. Bir anda. Pat diye. Neden böyle şeyler bir anda oluyor ki? Sonra yine bir sınır oluştu ve ben yine geride kaldım. Kendime erişemiyorum. Aramalarım cevapsız. Hatta ilginç bir şekilde o kendimi artık göremiyorum bile. O zamanlar bunun olacağını biri bana söylese mutlu bile olurdum. ''Oh,'' derdim, ''nihayet! Demek sonunda öldü. Beni kandıran o yanım... Onu zaten hiç sevmezdim!'' Oysa şimdi sevgili okur, şimdi... Ben çok üzgünüm.

Ama sanırım zaten büyümek bu demek. Kabul etmek, demek. Bize bir yaşam verilmiş ve hep ileriye doğru. Geride kaldığımı düşünmem de korkumdan dolayı. Yoksa geride kalamazsın. Bu, zamanın işleyişine aykırı. Yürümek zorundayız. Bu bize nasıl bir his verirse versin böyle olmak zorunda. Bende değişen en önemli şey de bu oldu diyebilirim. Kabul etmek, yürümeyi. En azından öğreniyorum. En azından çabalıyorum. Sanırım çok da başarılı değilim...

Yürürken bazen senden hızlı yürümen ve çevreye çok dikkat kesilmemen bekleniyor. Ayak uydurman. Bazense çevreye sen dikkat kesilmek istemiyorsun. Gördüğün şeyler seni bazen üzüyor, bazen kızdırıyor, çoğu durumda kafanı karıştırıyor. Bu yüzden belki de benim yaşadığım durum bir nevi doğal seçilimdir. Drama yapmadan sadece alışmam gerekiyordur. Büyümeye alışmam gerekiyordur.

Benim kaybım kendim oldu sanırım. İçimdeki bir yan geride kaldı. Bazen karamsardı ama yine de dünyayı daha umut dolu görüyordu o. Bunu nasıl yapabiliyordu bilmiyorum. Belki de bir şeyleri romantize etme becerisini bu yolla geliştirmişti. Zaten içinde hep olmayacak şeylerin olur olacağına dair inanç vardı. Gerçekçi bile değildi. Her şeyi abartırdı. Hayalleri severdi. Gerçek olmalarından bazen ödü kopardı. Aslına bakarsan korkağın tekiydi. Bir gün o yanımdan ayrılmam gerekeceğini biliyordum. Bu yüzden bazı şeyleri bazı yaşlarda yaşamanın önemli olduğunu kavramaya başlamıştım. Sonra istesen de bunu yapamıyordun. Çünkü sen, daha farklı bir sen oluyordun. Tıpkı reenkarnasyon yaşamak gibi. Tabii bu sefer, tek bir yaşamın içinde. Ölmeden ölmek gibi. Parça parça. Sanki bir rüzgar esiyordu ve sen yürürken tıpkı rüzgarda savrulan yapraklar gibi içindeki parçalar savrulup senden ayrılıyordu. Bunun olacağını düşünüyordum. Sanırım doğru düşünüyormuşum.

Benim kazancım da kendim oldu. Zaten yaşamda kendini bırakamıyorsun bir yere. Bu yeni İlkay'a alışmaya çalışıyorum. O da hayata alışmaya çalışıyor. Artık eskiyi özlemiyor. Zaten özlenecek çok az şey olduğunun, kalması gerekenin kaldığının, kalmaması gerekenin zaten bir şekilde onunla gelemeyeceğinin farkında. Bu kendi içindeki parçalar olsa bile. Yine de kendimi özlemeden edemiyorum. Çünkü artık dünyaya bakınca sadece görünenleri görebiliyorum. Bu nedenle önceden kaçtığım pek çok şeyi de kabul ettim. Belki de böylesi daha iyidir. Bilmiyorum. Keşke dört yıl sonraki halim eğer oralarda bir yerdeyse bana sıkıca sarılabilse. Bunu çok isterdim.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


11 Ocak 2024 Perşembe

Funny Face (Şahane Macera) | Film Yorumu

 

Yönetmen: Stanley Donen

Senarist: Leonard Gershe

Yapımı: 1957 - ABD


Bir moda dergisinin editörü olan Maggie Prescott (Kay Thompson) mükemmeliyetçi biridir. Derginin sıkıcı aynılığından kurtulmak ister. Yeni tasarımlar yayınlanmadan evvel bir dizi yenilik için harekete geçer. Çekimlerde entelektüel bir görünüm vurgulanmak istenir. Bu nedenle fotoğraf çekimlerinde dış mekan olarak bir kitapçıyı izinsiz bir şekilde kullanırlar. Bu kitapçıda entel bir kız, Jo (Audrey Hepburn), çalışmaktadır. Fotoğraf çekimlerine ne kadar onay vermese de, içeriye fırtına gibi dalan çekim ekibine tek başına karşı koyamaz. Hatta fotoğrafların bir köşesinde somurtuk ifadesiyle boy gösterir. Derginin yetenekli moda fotoğrafçısı Dick (Fred Astaire), bu sevimli yüzlü kitapçı kızı fark eder ve yeni model arayışında olan Maggie'ye kitapçı kızı önerir. Bu anlaşmada Dick dışında kimse hevesli olmasa da, derginin yeni yüzü Jo olur ve çekimler için Fransa'ya giderler. Jo'nun modellik yapacağı süreçten tek beklentisi Paris'te söyleşiye katılacak olan ünlü bir felsefe profesörü ile tanışmaktır. Müzikal türündeki bu filmde, moda ekibinin Paris'te yaptıkları fotoğraf çekimlerinde yaşadıklarını izliyoruz.


Kaynak: ımDb

Jo karakterine hayat veren Audrey Hepburn, bu filminde de yine her zamanki tatlılık ve asaletiyle karşımıza çıkıyor. Film bir müzikal olmasından dolayı zaten içerisinde pek çok dans ve şarkı söyleme sahnesi var ancak bunun da yanı sıra bu filminde Audrey Hepburn adeta bale kariyerinden taşıdığı etkileri biz izleyicilere gösteriyor. Öyle hafif, öyle melodik adımlarla hareket ediyor ki, dümdüz yürüdüğü sahnelerde bile dans ediyormuş gibi görünüyor. Filmdeki partneri Fred Astaire ile aralarında çok yaş farkı bulunmasına rağmen birbirlerine yakışıyorlardı. Bu durum oyuncuların beyefendi görünümlerinden mi kaynaklanıyor bilememekle birlikte, Audrey Hepburn'ü birlikte başrolü paylaştığı tüm partnerleriyle bir şekilde yakıştırıyorum. Dick karakterine hayat veren Fred Astaire de karşımıza tam bir beyefendi olarak çıkıyor. Moda dünyasının soğukluğuna bir nefes olarak giren Jo, aynı zamanda Dick'in de ilham perisi oluyor.

Film için bir anlamda hayallerinin peşinden gitme hikayesi diyebilir miyiz? Bence mümkün. Jo, modayla uzaktan yakından ilgilenmeyen bir karakter olsa da, zafere giden yolda her yol mübahtır motivasyonuyla en büyük hayali olan Paris'teki felsefe sohbetlerine katılmak için istemediği bir anlaşmayı kabul ediyordu. Büyük bir hevesle gittiği Paris'te onu pek çok sürpriz bekleyecek ve umutları tıpkı bu farklı şehir gibi yön değiştirecekti. Bazen bir şeyleri çok isteriz ancak o çok istediğimiz şeylerin iç yüzünü keşfettiğimizde aslında beklentilerimizin pek de karşılanmadığını düşünebiliriz. Bu noktada her şey biter mi? En azından Jo için bu hayal kırıklıkları yeni beklentilerin yolunu açmıştı.

Umut verici, sıcacık ve eğlenceli bir film. Müzikal sevmeyenler dans sahnelerinden bir tık sıkılabilir kabul ediyorum ancak sadece Audrey Hepburn için bile filmi izlemeye değer diye düşünüyorum.

Hoşça kalın.


Funny Face - All Songs dinlemek için tıklayabilirsiniz.


9 Ocak 2024 Salı

Bugün benim doğum günüm.

Bugün benim doğum günüm. Merak edenler için söylüyorum, 24 yaşına girdim. Neredeyse çeyrek asır yaşamışım, bu da bir şeydir. Bu yaşıma kadar hep, en depresif zamanlarımda bile, yaşamın çok güzel olduğunu düşündüm. Tüm bu yeryüzü ve gökyüzünün. Bocaladığım çok zaman oldu. Ama işte bir şekilde buradayım. Tebrikler canım kendim, en azından bir bölümü daha tamamladın.

Bu yaşıma kadar en net öğrendiğim şey, olanı olduğu gibi kabul etmek sanırım. Bu sayede daha çok eğlenebilen biri oldum. Burası zor bir parkur, yani dünya. Ama bak küçük harfle yazılan dünya. Yoksa mavi gezegen olan Dünya aşık olunası. Yine de ben bu mavi yeşil ve artık gri de olan gezegeni seviyorum. Madem buradayım, o zaman fighting! Biraz mutlu olayım, biraz mutlu edeyim ve en önemlisi de en çok, belki de yalnızca, kendimden çok şey bekleyeyim. Hem atıyorum bir yere tatile gittiğinizde, oraya kadar gitmişken o yeri başka biri sizin yerinize gezsin görsün istemezsiniz değil mi? O zaman oraya kadar gitmenin anlamı olmazdı. Veya, okula gittiğinizde birilerinin sizin yerinize bir şeyler öğrenmesi hiçbir işinize yaramaz. İşte böyle; dünya da, Dünya da böyle benim için. En azından 24. yaşımın ilk gününde böyle.

Yeni yaşımdan ne diliyorum? İlkay olmayı diliyorum. Tüm dar ve geniş anlamıyla, bu ismi taşıyan benin, tam potansiyeli olmayı diliyorum.

Sen de bana hediye vermek istersen eğer; sevdiğin bir alıntıyı, sevdiğin bir repliği, sevdiğin bir şarkıyı veya bu yaşına kadar öğrendiğin en net şeyi benimle paylaşabilirsin. Okumaktan çok mutlu olurdum.

Hoşça kal.

:)


günün anlam ve önemine uygun o parçayı dinlemek için buyurabilirsiniz.

yeni yaşımın fon müziğini dinlemek için buyurabilirsiniz.


7 Ocak 2024 Pazar

Kadınlar Ülkesi (Charlotte Perkins Gilman) | Kitap Yorumu

Yazar: Charlotte Perkins Gilman, Çevirmen: Sevda Deniz Karali,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kadınlar Ülkesi, içerisinde sadece kadınların yaşadığı bir ülke. Bir gün üç kaşif bu ülkeye gitmeyi kafaya koyuyorlar: Kitabın da anlatıcısı olan sosyolog Vandyck, biyolog ve doktor Jeff ve tüm bu seyahati maddi olarak karşılayan Terry. Bu üç kişi aynı zamanda birbirinden çok farklı karakterlere sahip üç yakın arkadaş. Bu üç karakterin farklı kişilik özellikleri aslında erkek egemen toplumda yer alan farklı düşünce biçimlerini simgeliyor da diyebiliriz. Terry, eril hakimiyetin bir simgesiyken; Jeff daha uzlaşmacı bir yerden duruma yaklaşıyor. Vandyck ise bu iki düşüncenin tam ortasında durarak, pek tabii karakterin çalışma alanının sosyoloji olması da bu noktada manidar gelmeye başlıyor, iki düşünce sistemini olduğu şekliyle biz okurlara aktarıyor.

Üç kafadar bu dilden dile dolanan efsanevi Kadınlar Ülkesi'ne pek de zorlanmadan helikopterleriyle giriş yapıyorlar. Ancak söylentilere göre bu ülke özellikle de erkekler için bir hayli tehlikeli. Bu ülkeye daha evvel adım atmış erkeklerden bir daha haber alınamadığı, ülkede yaşayan kadınların çok tehlikeli olduğu anlatılıyor. Tüm bunları göze alarak ülkeye giren kaşifler korkmak şöyle dursun, heyecanlılar bile diyebiliriz. Duydukları söylentiler arasında doğru olan bir durumun varlığı ise açık: Sahiden de bu ülkeye giriş var ama çıkış yok. Bu üç kafadar, ülke sakini olan albay kadınlarla karşılaşmalarından itibaren ülkede zorunlu misafir oluyorlar ve ülkenin tarihini, kültürünü, bilimsel ve sanatsal gelişimini öğreniyorlar. Kitap boyunca Vandyck karakterinin aktarımıyla üç erkeğin Kadınlar Ülkesi'nde yaşadıklarını okuyoruz.


Charlotte Perkins Gilman Amerikalı feminist, sosyolog ve yazardır. 1915 yılında tefrika edilmeye başlanmış bu eseri, ancak 1979 yılında ilk kez kitap olarak basılmıştır. Kaleme alındığı dönemi düşündüğümüzde içeriğiyle devrim oluşturabilecek nitelikte bir eser olduğunu düşünüyorum. Bu bakımdan kitaba en başta hakkını teslim etmeliyim. Kitap kadın-erkek eşitsizliğine ve bunun da ötesinde, bu eşitsizliğin temel nedeni olan eril düşünce biçiminin kadınlara bakış açısına ayna tutuyor.

Kitap boyunca karşımıza yalnızca üç erkek karakter çıkıyor ve yukarıda da bahsettiğim üzere bu karakterlerin üçü de birbirinden farklı kişiliklere ve düşünce biçimlerine sahip erkekler. Terry karakteri kitap boyunca Kadınlar Ülkesi'ndeki kadınları alaya alma eğiliminde. Bu kadınların hiç erkek olmadan kendi başlarına böyle gelişmiş bir medeniyet kurmalarını başlangıçta kabul edemiyor. Kitabın ilerleyen kısımlarında ise bu kabullenişi bir yenilgi gibi algılamak istemediği için bu kadınların kendince eksik veya hatalı olarak tanımladığı yönlerini öfkeli bir dille ifade etmeye başlıyor. Onun sözlerine bir göz atalım:

"Aralarında kavga edip dururlardı," diye ısrar etti Terry. "Kadınlar hep kavga eder. Herhangi bir düzen veya tertip beklememeliyiz." (sayfa: 17)


"Ayrıca herhangi bir icat veya gelişim de beklemeyelim, son derece ilkel bir toplulukla karşılaşacağız." 

"Dokudukları o kumaşlara ne diyorsunuz peki?" diye sordu Jeff. 

"Alt tarafı kumaş! Kadınlar tarihin her döneminde yapıyorlardı dokuma işini zaten. Ama burada onun ötesine geçememiş olacaklar, görürsünüz." (sayfa: 17)


"Yem kullanmamız gerekiyor," diye sırıttı Terry. "Sizi bilmem ama ben hazırlıklı geldim." İç cebinden mor kadife kaplı bir kutu çıkarıp çat diye açtı, içinden uzun, parlak bir cisim çıkardı, farklı boyutlarda taşlarla süslü, gerçek olsa milyon dolar edebilecek bir kolyeydi bu. Kolyeyi kaldırdı, salladı, güneşte parlayan takıyı önce kızlardan birine, sonra diğerine uzattı... (sayfa: 27)


Çünkü Terry'e göre kadınlar erkeklere muhtaç, pek de zeki olmayan; tek görevi kocasına ve ardından çocuklarına bakmak olan, bir oyuncak bebek gibi giyinip süslenmeyi ve ışıl ışıl parlamayı da ihmal etmeden tabii ki, kendilerini ''yuvasına'' adamalıydı (!):

"Bizde her işi erkekler yapar." Omuzlarını dikleştirmiş, göğsünü şişirmişti. "Kadınlarımızın çalışmasına izin vermeyiz biz. Onlar sevilir, ilahlaştırılır, onurlandırılır ve çocuklara bakmak üzere yuvalarında oturur." (sayfa: 89)


Ancak Terry'nin savunduğu bu ''ilahlaştırılan'' ve ''onurlandırılan'' anne ve eş rolündeki kadın tasviri ile Kadınlar Ülkesi'nin annelik düşünce biçimi birbirine uymuyordu. Bir kadının kendisinden vazgeçerek fedakarlıkta bulunduğu anne ve eş rolü ile bu ülkedeki kadınların üreten, gelişen ve geliştiren, açık fikirli ve kolektif annelik anlayışıyla, toplumun genelinin düşüncelerinin bir simgesi olan Terry'nin annelik anlayışı taban tabana zıttı. Bu nedenle Terry karakteri kendi düşüncelerinin çatladığını ve yıkılmaya yüz tutmuş fikirler olduğunu kabul etmemek için kadınları küçük görme ve gördüğü gelişmişliği, başarıyı ve kendi kendine yetebilen, üretebilen, kendini var edebilen kadın portresini alaya alma ve küçümseme eğilimindeydi. Terry'e göre Kadınlar Ülkesi'nin sakini olan kadınlar, Terry'nin kendi kafasındaki kadın tasvirine uymadığı için ''tam bir kadın'' değillerdi:


"'Kadınların erdemleri' dediğin neyi bulamadın ki acaba onlarda? Hiç eksik yanları yok bana kalırsa?" 

"Hiç utanmaları yok bir kere," dedi Terry. "Sabırlı değiller, itaatkar değiller, bir kadını çekici yapan hiçbir özellik yok onlarda." (sayfa: 144)


Ne üzücüdür ki bu durum günümüzde de varlığını sürdüren bir anlayışı bizlere gösteriyor. Sahiden de yükselen ve kendi çabasıyla başarıyı yakalamış bir kadının, en başta varlığını hazmedemeyen, erkekler günümüzde de pek çoktur. Çünkü bu kadınlar, bu erkeklere ihtiyaç duymazlar. Çünkü bu kadınlar, birinin onları ''korumasına'', onlara ''bakmasına'', onları sözümona ''onurlandırmasına'' ve ''yüceltmesine'' ihtiyaç duymazlar. Çünkü bu kadınlar, zaten başarılılardır ve kendi başlarına da bir kimlikleri vardır. Kendi kendilerini onurlandırmışlardır. Üstelik onca zorluğa rağmen. 

Çoğu kadın sadece çalıştığı işe kendini verme lüksüne sahip değildir ne yazık ki. Çoğunlukla ev işlerinin büyük bir kısmını da bu kadın yapar. Çocuğu varsa çoğu durumda babanın üstlenmediği rolleri de üstlenir. Bir baba çocuğuyla ilgilendiğinde bu ''yardım'' olarak anılırken, bir annenin (pek tabii çocuğuyla ilgilenmeli ama) çocuğuyla ilgilenmesi çoğu durumda toplum tarafından pek çok yönüyle eleştirilir bile denilebilir. Oysa çocuğu her iki taraf birlikte dünyaya getirmiştir ama onun bakımını üstlenmek de eşitsiz bir dağılımla anneye düşer. Tüm bunların arasında bir de eril düşüncenin hakim olduğu toplumsal yapılarda yükselmiş bir kadın ezilmeye çalışılabilir, bu kadının başarılarına kulp takılabilir. Bunların hiçbiri yapılamadı mı, o zaman da kolayı vardır tabii: ''Ama o sonuçta sadece bir kadındır (!).''


Kitaptaki günah keçisi tabii ki Terry değil. Terry tüm bu baskın eril hakimiyetin adeta ete kemiğe bürünmüş bir hali olsa da, diğer iki erkek karakterin de kadınların bu bağımsızlığı ve başarısı karşısındaki şaşkınlığı üstünde durmaya değer. Öte yandan diğer iki erkek karakterin de zihninde bir çeşit kadın imajı bulunmaktadır ve Kadınlar Ülkesi'ndeki kadınlar bu imajın dışında kalırlar. Kadınlara daha farklı bir pencereden yaklaşan Jeff karakteri için bile bu durum geçerlidir. Jeff'e göre kadınlar erkeklerden çok farklılardır ve özellerdir. Ancak tabii ki bu ''özel'' olma ve kutsiyet atfetme hali de beraberinde kadının sırtına kalıp yargıları yükler. Jeff karakteri de kadınların en başta birer ''insan'' oldukları gerçeğiyle yüzleşecektir.

"Keşke saçları biraz daha uzun olsaydı," diye söyleniyordu Jeff, "o zaman çok daha kadınsı görünürlerdi." (sayfa: 48)


"DOĞUM, evet bunu biliyoruz tabii ki, fakat BAKİRE ne demek?" Terry rahatsız olmuş gibi duruyordu fakat Jeff soruyu gayet sakin karşıladı. "Eşleşen hayvanlardan bahsedilirken, eşleşmemiş dişi hayvan için BAKİRE tanımı kullanılır," diye cevap verdi. 

"Ah, şimdi anladım. Bu, erkekler için de kullanılıyor mu? Yoksa onlar için farklı bir terim mi var?" 

Jeff, aynı kelimenin erkekler için de geçerli olduğunu fakat pek sık kullanılmadığını söyleyerek bu soruyu geçiştirmeye çalıştı. (sayfa: 69)


Bu ülkedeki kadınlar eşeysiz üreme ile soylarını devam ettiriyorlar. Yani üremek için bir erkeğe gereksinim duymuyorlar. Bu durum tabi ki bir metafor. Bu noktada benim aklımda ''kendi kendini doğuran kadın'' düşüncesi canlanıyor. Bu kadınlar herhangi başka birine gereksinim duymadan soylarını devam ettiriyorlar. Üstelik eşeysiz üremenin gerçekleştiği bu ülkede hiçbir kadın ne fiziksel ne de kişilik özelliği olarak birbirine benzemiyor. Hepsi farklı alanlarda yetenekliler, hepsi farklı zevklere sahipler; çünkü hepsi kendi başına farklı birer bireyler.

Bu kadınların inanç sistemlerini ''annelik'' oluşturuyor. Ancak bu bildiğimiz annelik anlayışının ötesine geçen, daha kolektife hizmet eden bir sistem. Bu kadınlar kelimenin tam anlamıyla ''anneler.'' Besleyen, büyüten, var eden kadınlar. Bu ülkede doğmuş her çocuk özel kabul ediliyor. Bu ülkede doğmuş her çocuğun bakımının ve gelişiminin üzerinde ülkedeki tüm kadınlar tarafından ortaklaşa bir şekilde özenle duruluyor. Ülkedeki tüm kadınlar arasında derin bir kız kardeşlik bağı hakim. 

Bu noktada bir başka eleştirinin üzerinde durmamız gerekiyor: Bu ülkedeki kadınların hepsi kız kardeş. Birbirlerini daima koruyor kolluyor, birbirlerini kıskanmıyor, birbirlerini aşağı çekmeye çalışmıyor, birbirlerine her zaman yardım etmeye ve yol göstermeye çalışıyorlar. Çünkü bu kadınlar aslında bir nevi birbirlerinin ''annesi''; yani bu ülkedeki kadınlar her bakımdan birbirlerini beslemeye ve büyütmeye çalışıyorlar. Buradaki beslemek ve büyütmekten kastım pek tabii gelişimdir. Günümüzde kız kardeşlik dayanışması varlığını sürdürdüğü gibi, malesef ki Terry karakterini haklı çıkaracak denli bir rekabet halinin de göze çarptığı bir gerçek...


''Şunu bil yalnızca, cahil insanlar duydukları her şeye inanırlar.'' (sayfa: 161)


Kadınlar Ülkesi sadece konusuyla da değil, içeriğindeki metaforlarla da etkileyici bulduğum bir eser. Öte yandan, yüz yılı aşkın zaman önce yazılmış bir kitabın günümüzün sorunlarına da hitap ediyor olması üzücü bir durum. Kitapta ifade edilen tüm düşünce biçimleri aslında mantıklı ve objektif bir zihnin ürünü. Ancak Terry karakterinin de ateşli birer savunucusu olduğu sözümona ''rekabet'' ortamı bizlerin akılcı değil, negatife meyleden duygularımızla davranışlarda bulunmamıza sebep oluyor gibi görünüyor.

Kitabın aynı zamanda ''Bizim Ülkemiz'' isimli ikinci bir devam kitabı daha bulunuyor. Bu kitabın sonu ucu açık bitmişti. Bu nedenle ikinci kitabı da mutlaka okuyacağım.

Kitabı herkese öneriyorum. Ben çok beğendim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


5 Ocak 2024 Cuma

Mesleğim Yazarlık (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap

Kitaplarını okuduğum veya okuyacağım yazarlara dair bir şeyler öğrenmek hoşuma gidiyor. Söz konusu yazar, kitaplarını sevdiğim bir yazarsa; onun hayatına, kişisel özelliklerine, hayata bakış açısına ve yazmaya yönelik düşünce, alışkanlık ve önerilerinin yer aldığı bir şeyleri öğrenmek inanılmaz keyifli ve ilgi çekici bir hal alıyor benim için. Haruki Murakami de bu sevdiğim, daha doğrusu yazdıklarında kendi hislerimden parçalar bulabildiğim yazarlardan birisi. 

Bu kitabında Haruki Murakami, kitabın adından da anlaşılacağı üzere, kendi yazarlık tecrübesine başvurarak, başta yazar adayları olmak üzere tüm okurlarına seslendiği ve yazma eylemine yönelik düşüncelerinin yer aldığı 11 başlıktan oluşan çeşitli yazılar kaleme almış. Bu başlıklar sırasıyla şu şekilde ilerliyorlar: 

1. Roman yazarları neden hoşgörülü insanlardır?

2. Roman yazarı olduğum ilk zamanlar

3. Edebiyat ödülleri hakkında

4. Özgünlük üzerine

5. Peki ama ne hakkında yazmalıyım?

6. Zamanı yanına almak - uzun romanlar yazmak

7. Tamamen kişisel fiziksel aktivite

8. Okul hakkında

9. Nasıl karakterler yaratalım?

10. Kime yazarız?

11. Yurtdışına açılıyorum, yeni sınırlara

Yazar, kitabın sonsözünde bu yazıları bir oturuşta yazmadığına ve kitapta yer alan 11 yazıyı da beş altı yıla yayılacak şekilde aralıklı olarak farklı dönemlerde kaleme aldığına değinmiş. Bu başlıkların ilk altısı her başlık farklı bir sayıda yer almak üzere MONKEY isimli bir dergide yayınlanmış. Yazarın bu yazıları yazma amacı yazılarının bir dergide yayınlanması değilmiş. Amacı hem yazmaya ve kendi yazarlık sürecinin gelişimine kuşbakışı bakmakmış, hem de bu görüşlerini bir gün, belki biraz daha yaşlandığında, okurlarıyla paylaşmayı umuyormuş. Yazıları ilk başta daha ciddi bir üslupla kaleme almış. Ancak zaman içinde yaptığı düzeltmelerle bu yazıların özü aynı kalsa da, yazılardaki üslup dönüşüme uğramış ve yazar tıpkı bir konferansta konuşma yapıyormuş gibi sohbet havasında yazılar ortaya koymayı hedeflemiş. Yazarın bu konuda amacına ulaştığını söyleyebilirim. Kitabı okurken kendimi sanki Haruki Murakami'nin bir konferansına katılmışım da onu dinliyormuşum gibi hissettim. Doğal olarak bu, güzel bir histi.

Öte yandan kitabın her ne kadar Haruki Murakami'nin yazarlık sürecine dair bilgilendirici ve ilham verici yazılardan oluştuğunu düşünsem de, bu yazıların kitabın arka kapağında yazdığı üzere birer ''yazma dersi'' olduğu fikrine katılmıyorum. Bunu dile getiriyorum, çünkü kitabı belki bu amaçla alıp okumak isteyecek okurlar da olabilir. Bu tip kitaplarda okuma amacımızla kitabın bize vereceklerinin uyuşmasının, kitaba yönelik beklentimizi belirlememiz ve kitabın bu beklentiyi karşılayabilmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

Yazarın da kitapta dile getirdiği üzere, her yazar biriciktir ve dolayısıyla yazma tarzları da kendilerine hastır. 100 yazar mevzubahisse, 100 de yazma stili bulunacaktır. Zaten Haruki Murakami'nin de -kendisinin de kitap boyunca pek çok kez ifade ettiği üzere- şahsına münhasır ve bireyselliğine düşkün bir yazar olması sebebiyle, genelleştirilebilir yazma tüyolarının olabileceğini düşünmüyorum. Yine de yazarın spora (özellikle de koşma ve yüzmeye) düşkünlüğünü, sabah erken kalktığı akşam erken yattığı ve her sabah mutlaka belli miktarda hiç aksatmadan yazdığı disiplinli bir yaşamının olmasını, yazmaya ciddi anlamda zaman ayırmasını ve bu zamanın içinde hayal kurmanın yerinin çok büyük olmasını, kendine has bir üslubu benimsemesini ve bu üslubun arkasında durmasını, yazdığı metni pek çok kez gerekirse baştan yazmasını -dolayısıyla iradesini ve yazmaya dair tutkusunu-, Japonya'da eserleri çok satmasına karşın yabancısı olduğu ve kendi kültürüne benzemeyen başka bir ülkede (ABD) her şeye neredeyse en baştan başlamasını, son olarak tabi ki hayatı boyunca okumaya çok değer vermesini ve bolca okumasını ilham verici buluyorum.

Yazmak gerçekten de tutku işi. Hele ki üretilen söz konusu metin, kurgusal metinlerse. Tutku olmadan yazılır mı; bu konuda ben de Murakami'ye katılıyor ve pek tabii, diyorum. Ancak devamlılık sağlanır mı; ben de, sanmıyorum. Murakami'nin yazdıklarını çoğu zaman rahatsız edici bulurum. Ancak yazdıklarını nasıl bulursam bulayım içimde bir şekilde bir his uyanır. Bu his daha çok soyut boyutta kalıyor diyebilirim; yani net olarak budur diyerek ifade edebileceğim bir düşünce biçimi değil bahsettiğim bu durum. Zaten yazarın kendisi de sezgilerine dayalı olarak, bilinçaltında biriken her şeyi ortaya döktüğünü söylüyor. Kendisinin en çok eleştiri aldığı nokta da buymuş. Bunu anlamak için, yani bu özgün olarak da nitelendirebileceğim tarzı anlamak için aslında direkt olarak yazarının ağzından bir açıklama duymaya da gerek yok; yazarın bir kitabını okuyunca bile okurunun bu hissi deneyimleyebileceğini düşünüyorum. Aynı şekilde burada sözü geçen ''özgün'' sıfatının da yazarın bu yazış tarzından ileri geldiği şüphesiz. Murakami'yi Murakami yapanın, eleştiri alsın ya da beğenilsin, tam olarak bu sezgisel tarz olduğunu düşünüyorum ve yazarın yazdıklarında en sevdiğim nokta da temelde bu.

Velhasılkelam, Murakami'nin yazdıklarıyla tanışmış olun veya olmayın, yazdıklarını beğenin veya beğenmeyin; eğer ki bir yazarın yazarlığa ve kendi yazarlığına dair düşüncelerinin yer aldığı bir şeyler okumak istiyorsanız kitabı sizlere önerebilirim. Ben yazarın tarzını da, genel olarak yazdıklarını okumayı da sevdiğim için bu kitabı da sevdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


1 Ocak 2024 Pazartesi

Ocak.

Yılın son günlerinde kendime bir kolye aldım. Yeni yıl yaklaştığı için hediyelik eşyalarla dolu tezgahlar açılmıştı. Ben de bu tezgahlara göz gezdiriyordum ve gözüm kolyelere takıldı. Bu kolyelerin ucunda doğal taşlar vardı. Oldum olası böyle spiritüalizme de kayan inançtır, manifesttir, totemdir şeylerine meraklıyımdır. Ben de kendime bir kolye aldım. O sırada hangi kolyeyi seçsem bilemedim ve karar vermem beş on dakikamı aldı. Böyle yazınca kulağa kısa gibi geliyor ama bir süre kararsız kaldım diyebilirim. Hem, hangi taşın tam olarak ne özelliği var onu da bilmiyordum. Hemen google'dım. Tabii bununla da bitmedi. Giysilerime de uyacak bir taş olsun istemiştim. :) Baktım işin içinden çıkamıyorum beni en çok çeken taşa uzandım. Akuamarin taşıymış bu aldığım. 

''Akuamarin taşı, sahibine güçlü bir enerji sağlar ve zihinsel berraklık, dinginlik ve huzur sağlar. Ayrıca stresi azaltmaya ve bireye daha yüksek bir farkındalık ve ruhsal uyanıklık sağlamaya yardımcı olabilir.'' yazıyordu google'da. Gerçi satıcı abla bana sitrin taşını önermişti. O da bolluk bereket, motivasyon vb. taşıymış sonradan öğrenmiştim. Onu mu alsaymışım diye bir süre düşünmedim değil. :) Ama yine de kolyemi çok sevdim. Aldığım zamandan beri de genelde boynumdaydı. Sanırım birbirimize ısındık.

Yeni bir yılın ilk ayı. Tanıdığım ve sevdiğim insanlara yılın son gününde yeni yıl mesajı gönderdim. Bu da benim enerjimi yükseltti. Onlar da bana güzel dileklerini ilettiler tabi. Güzel enerjiler vermek ve akabinde güzel enerjiler almak. İşte, asıl güzellik de burada. Bu yıl böyle geçsin sevgili okur. Güzel enerjiler verelim, güzellikler verelim kendimize, çevremize; sevdiklerimize, tanıdıklarımıza, tanımadıklarımıza, hayvanlara, doğaya... Sonra da güzel enerjiler alalım.

Güzel bir ay, güzel bir 2024 dilerim.

Çok sevgiler.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.