9 Mayıs 2024 Perşembe

Ve gerçektenlerimiz ile o haldelerimizi yoldaşımız yaparak.


Bazen kendimi hayatta çok geride kalmışım gibi hissediyorum. İşin garibi, ben bunu çok küçük yaşlarımdan beri hissediyorum. Komik gerçekten. Sana yıllar evvel, eski bloğumdayken, sevdiğim şeyleri sıralamıştım. Bir etkinlik mi vardı hatırlamıyorum ama hani belki sen hatırlarsın, alfabetik sırayla sevdiğimiz şeyleri söylüyorduk. Ara ara bu etkinliği yapardık, ne çok severdim. Sevdiğim şeyleri söylemeyi seviyorum; çünkü böylece kendime hatırlatıyorum sanırım. Bak İlkay bak, demek için gelecekte bir noktadaki halime, sen bunları bunları sevmiştin, şimdiki sevmelerin değişse bile, ilham alabilirsin.

İlham denen şey budur zaten. Durmadan değişen ışıktan bir çark. Bir parlar, bir koyulaşır ama hep döner ve sen hep bir noktasını yakalama hakkına sahipsindir. Bu nedenle aslında ''geç kalmak'' diye bir şey yoktur. Şimdi başlamadığın her an, bir gün yitirirsin. Şu an başlayacağın bir şey sana geç gibi geldiğinden elin kolun bağlı gibi hissedebiliyorsun. Aslında geç gibi gelmek de değil ya mesele, o kadar ertelemişsin ki, nereden başlayacağını bilemiyorsun. Sanki herkes, her şey ve tabii o başlayacağın şey de ilerlemiş de, sen durmuşsun gibi. Aslında yanılıyorsun, sen de ilerledin; belki diğerleri gibi değil ama ilerledin. Zaman, durmana izin vermez. Sen durduğunu sansan bile.

Tabii nereye ilerlediğin de önemli. Küçük Alice bunu önemsemiyordu. Harikalar diyarındaki her yer onun için hareket eden koca bir ışıktan çark olmalı. Nereden başlayacağını bilemeyen Alice, Cheshire kedisine ''hangi yoldan gitmeliyim'' diye sormuş, üstüne ''bir yere varayım yeter'' diye eklemişti. Cheshire kedisi ise ona, her yol mutlaka bir yere çıkar, demişti. İşte böyle, zaman seni bir yere çıkarır; çünkü zaman yoldur. Zamandan bir nehirde giden kayıkta çalkanırsın ama gökyüzü hep tependedir, yeryüzü hep yanında. Hep yanımızda. Bazen kendimizi yalnız hissedebiliyoruz ama öyle değil. Evet, zaten bence hiçbir zaman yalnız değiliz ama bazen tek başımıza kalabiliriz, bunun psikolojisini de anlıyorum. Ama belki de bu noktada bu tek başınalık da biz farkında olsak da olmasak da bir seçimdir ve ilk eli biz uzatmalıyızdır. Hayatım bunu anlamaya çalışmakla geçti biliyor musun? Bu komik bir durum, hele de bir cırcır böceği için. Ben küçükken soru sormayı çok severdim. Oysa şimdi, büyürken ve sanırım artık büyüdüğümde, hep cevap vermeyi bekledim. Komik değil mi sence de?

Bir süredir kardeşimle aram iyi değildi. Zaten her şey üstüme üstüme geliyordu, bir de onunla mı uğraşacaktım hade ordan. Ama hayır. O benim kardeşim. O bebekken ''nasıl çikolata yiyemez yazıııkk'' diye düşündüğüm kardeşim. O çok istediğim oyun arkadaşı. Aramızın düzelmesi için sadece alakasız bir şey söyledim ona biliyor musun? O da yanıtladı ve sonra konuşmaya başladık ve ben ona son dönemde yaşadığım, dışarıdan sitcomları andıran ama ben yaşadığım için bana kocaman kocaman rezillik gibi gelen ama tabii gerçekten komik de olan (ki hayır sana anlatmayacağım, üstünden beş on yıl geçince belki :), şeyleri anlattım ve birlikte güldük. Sonra da kullanmak için özel bir şeyler yazmayı beklediğim dış kapağı havalı duran küçük defterime bir başlık yazdım: HAYATTA BENİM İÇİN GERÇEKTEN ÖNEMLİ OLAN ŞEYLER, diye. Beş maddeyi rahatça sıraladım. 6.'da bir durdum. Çünkü düşünmeli. O liste uzayacak biliyorum. Mesele, o listeyi uzatmak, sonsuza dek uzatmak, da değil. Hatta belki de, bizim için ''GERÇEKTEN'' önemli olan şeyler çok uzamamalı, bilmiyorum, ya da uzamalı mı, bunu da bilmiyorum; sadece şunu biliyorum, o 6. madde numarasını yazıp bıraktım. Yanı dolabilir, dolmayadabilir, şimdi veya sonra. Asıl önemli olan bu satırlar değil, bu sayfanın hemen yanına attığım diğer başlık: O HALDE NE YAPMALI? Ne yapmalı... O halde? 

Biliriz doğrusunu da, o halde ne yapacağıma yanaşmayız; erteleriz erteleriz. Oysa bazen sadece başlamak gerekir. Bunu sadece ikili ilişkiler veya duygusal bir yerden yaklaştığımız konular özelinde de söylemiyorum. Hayatta istesek de istemesek de yapmamız gereken şeyler vardır. O kayık ilerler evet ama bizim de çaba göstermemiz gerekir. Bazen bazı çabalar gözümüzde büyüyebilir ama bu sadece adım atmaktır. Bu sadece kürekleri çevirmektir. Bizim isteğimiz sandalı hareket ettirmekse veya karşı kıyıya ulaşmaksa, ''o halde''miz, o kürekleri çevirmektir. 

Yakın zamanda youtube'da bir kanal keşfettim. Çok tatlı birinin kanalı. Son dönemde attığı videolarda çeşitli konularda fikirlerini söylüyor. Onun motivasyon kazanmakla ilgili videosu bende farklı bir bakış açısı oluşturmuştu. Kendisinin kanalını mutlaka öneriyorum: Hey Ben Merve (kanala gitmek için tık tık :). Bu arada bu bir reklam değil. Kendisini tanımıyorum, ki keşke öyle bir ablam veya bilmiyorum yakın olduğum biri olsaydı, ama bence içerikleri bu derya deniz sosyal platformlar arasında değerli olanlardan.

Ne zaman toparlanmaya çalışsam nedense hep yıkıldım. Sanırım aklımın bir köşesinde hep, geleceğimin bir resmi yoktu. Evet, yoktu. Neden kendi fotoğrafımı çekemiyordum? Neden zihin sergimde kendim yok denecek kadar azdım veya gelecekteki halime bakamıyordum? Bir keresinde bir gece çok yağmur yağıyordu. O gece seninle buluşmuş muydum hatırlamıyorum ama kendimle istemsizce buluşmuş olduğumu şimdi fark ediyorum. Bir türlü uyuyamıyordum, neredeyse sabah olmuştu. Ben de hayal kurdum. O kadar güzeldi ki... Bu kadar güzel olacağını, bana bu kadar güzel hissettireceğini, hayal bile edemezdim. İçinde kendimin olduğu hayallerde hep yalnızımdır ben. Ama o gece, uyumadan evvel, kurduğum o hayallerde yalnız değildim. İlk kez korkuyu hissettim biliyor musun? Demek bu yüzden insanlar korkuyorlarmış diye düşündüm. 

Velhasıl kelam, attığımız her adımda bir fotoğrafımızın olduğunu bilerek güvenle yürümeliyiz. Dimdik; ve gerçektenlerimiz ile o haldelerimizi yoldaşımız yaparak.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




Bu fotoğrafları çok eskiden çekmiştim. Şimdi albümümde buldum. 
Güzel bir kitaba benziyor.


8 Mayıs 2024 Çarşamba

Siz Aşktan N'anlarsınız Bayım?


Onu tanıdığımda liseye gidiyordum. Bir kitapçıda karşılaştık. Hakkında hiçbir fikrim yoktu. Açıkçası pek şiir okumazdım. Şey... tamam. Hiç şiir okumazdım. O an n'oldu bilmiyorum. Belki de bir tür çekim. Bir güç işte, beni ona itti. Yoksa onu mu bana çekti? Ay bilmiyorum, bir şekilde buluştuk. O artık elimdeydi: Ah'lar Ağacı.

Şiirlerini peş peşe okudum. Nereden bileyim canım, şiir gurmesi miydim ben? Onu tanıyınca şiir oburluğuyla şiire başlayıvermiştim işte. Onun şiirlerini öyle çok sevmiştim ki, onu da tanımadan sevdim. Tanımadan mı? Nasıl olur? Onun şiirlerini okuyup da onu tanımamak... Olacak iş değil! Onu tanıdım tabii, çok iyi tanıdım; hislerini, iç dünyasını. Gülmelerini, ağlamalarını. Birini tanımak için bundan ötesi mi var? Yok. Yok işte, bana var deme; var diyenlerdenim deme lütfen. Yok. Benim için o zaman yoktu. Bugün de olmasın istiyorum. Hala buna inanmak istiyorum, bir zamanların liseli romantik ruhunu hala içimde taşımak istiyorum. En azından bir köşemde.

O da bence buna inanırdı. Bu yüzden yazdı, yazdı. Şiirleri bir masal kitabından kesitleri andırırdı. Öyle ki her gece onu okurdum. Salya sümük. İğrenme hemen, ama sana yalan söylemem bilirsin. Hüngür hüngür ağlar, yüzümü gözümü siler ve burnumu çeke çeke, arada da güle güle, onu okurdum. Onu ilk tanıdığımda. O güne dek kimse kalbime onun yaklaştığı kadar yaklaşamamıştı ne yapayım, duygulanmıştım işte. Böyle şeyler elde midir ki? Değildir, biliyorsun. İlla ki bilirsin. Bilmiyorsan da ne şanslısın! 

Sonraları ağlamadım tabi. Sonra sonra, artık ona alıştığımda. Yani şiirlerine... Yoksa kendime mi? Evet, böyle olmalı. Kendime alıştığımda, artık onun şiirlerini okurken ağlamamaya başladım. Hala bir şiir gurmesi sayılmam. Tamam, şey... Hiç sayılmam. Ama ne yapalım yani! Bu hayatta bazı insanlar şiir gurmesidir, bazısı şiir oburu. Ben oburuyum işte. Ancak çok yaklaşırsam hunharca... Hepsi sevgiden, o yüzden. İnan bana!

Onun bir kitabını senin için bu gece bir daha karıştırdım. Seninle paylaştığım bir şiiri vardı, bir önceki yazımda. Hangi şiir olmalı diye düşünürken, tüm o altı çizili satırların ve postitlerin arasında kaybolmuşken... Bak! Çok ilginç bir şey oldu, çok. Seninle altını çizmediğim tek şiirinin, tek tük postitsiz sayfasından birini paylaşmıştım. Buna hayret ettim biliyor musun? Nasıl yani dedim, bu şiirin mi... Hiç mi! Bu mümkün değil... Sonra, gülümsedim. Onu iyi ki tanıdığım için. Dilime onun dizeleri dolandığı için. Onun tatlı, kırık dizeleri. Sanırım çok sevdiğimden, kalbime bulaştığından, dilime de bulaşmış. Bunu ilk kez fark ettim biliyor musun? Anlatım biçimimde birkaç tutam Didem Madak etkisi varmış. Mutlu oldum, çok. Yoksa... Kendi kendime mi gelin güvey oldum... Aman canım!

Şimdi seninle, onun en sevdiğim şiirlerinden birinden bir bölümü paylaşacağım. Ama önce... Senin de kalbine bulaşan böyle anlatım biçimleri var mı? Hani, sevdiğin yazarlar, şairlerden yüreğine tutunanlar?


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




7 Mayıs 2024 Salı

Işıl Işıl Gökyüzünü Kim Bilir?


Güneşi son gördüğümde henüz ufuk çizgisine yaklaşmamıştı. Tüm o kızıllığın içindeki ateşten bir toptu. Kocamandı. O an fotoğrafını çekseydim eminim fotoğrafta çok daha büyük çıkardı. Sarı bir pinpon topu sahanda yumurta olmuş gökyüzünde parlıyor. Öyle güzel, öyle dağınık bir sarıydı. Ancak ben, o an onu orada bıraktım. Yine de aklım ondaydı. Hem kaçmıyorduydu ya canım, güneşin batmasına daha vardı yani, belliydi. Ki sonra, sanki kaşla göz arasında, o kocaman sarılık ufuk çizgisinin diğer yanına geçmiş, çoktan gözden kaybolmuştu. Tüm bunlar ne ara olmuştu? Neyse ki şanslıydım, kızıllık hala oradaydı. Tüm parlaklığı ve dağınıklığıyla.

Gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu. Aslında bulutsuz gökyüzüler beni pek etkilemez; yani, işte biliyorsun, en azından gündüzleri etkilemez. Geceleri bulutsuz olmasını yeğlerim pek tabii. Aydınlık bir gökyüzündeki bulutlar ise benim için bir nevi yıldız işlevi görüyorlar sanırım. Aynı yıldızlar gibi parıl parıllar, bir anlamda?, ve buna ek olarak seyahat edip duruyorlar. Bugünse sanırım sefer hattı benim bulunduğum yerden geçmiyordu. Birer balık kılçığını andıran ince uzun ve kavisli bulutlar karşımdaki kızıllığı süslüyordu süslemesine de, tepemdeki gittikçe koyulaşan mavilik alabildiğine açıktı. O kadar açık bir gökyüzüydü ki bu koyu mavi gök, sanki bir sınır gibi göründü bana. Ötesini hayal edemedim. O an, uçsuz bucaksız olma hali sanki sadece kızıllığa hastı.

Güneşin gitmesinin ardından gökyüzü hala bir süre aydınlık kalır. Önce açık bir turuncudur karşımızdaki, sonra gittikçe koyulaşır ve biter. Tüm bunlar yaklaşık yarım saatte falan oluyor sanırım. Ne kadar kısa bir zaman düşününce; ama işte, bir geçişi temsil eden bir süre. Ben de bu sürede koyulaşan kızıllığı izledim. Ara sıra gözlerimi kapatıp dış dünyayı dinledim ve rüzgarı hissettim. Gözlerim kapalıyken diğer her şey daha sesliydi sanki. Bağıran çocuklar, bağıran bir anne, uzaklardan gelen araba sesleri ve ıslık çalan rüzgar. O an kendimi koyu maviliğin içindeki bir nokta gibi hissettim. Gökyüzü... belki de dünyayı böyle duyuyordu. Böyle net, böyle keskin ama aynı zamanda böyle iç içe. Bu, güzel bir histi. Bu ses... Sevdim.

Sonra tabii yine gözlerimi açtım ve dünyaya baktım. Yani işte bilirsin, dünyanın karşımda kalan mini mini mini ve minicik köşesinin köşesindeki bir küçücük köşesinin artık iyice koyulaşmış turuncusuna. Sonra kafamı gökyüzüne kaldırdım yine ve son kez. Çünkü artık göreceğim şeyler bitmişti o küçük köşede. Yıldızlar için erken, günbatımı için geçti. Önce bir uçak gördüm ardında bıraktığı izle birlikte. Küçükken uçaklara el sallardım biliyor musun? Sanki beni göreceklermiş gibi. Acaba gerçekten de beni görebileceklerine mi inanırdım bilmem. Bak mesela bir kuzenim var, o da küçükken el sallar, üstüne dayılarına mesaj yollarmış. Evet, uçak yoluyla. Bundan çok öncesinde, nereden bu konuya geldiğimizi bilmediğim bir sohbette bana söylemişti. Hayret, hatırlıyorum. Sanırım onu özledim. O bugün günbatımını izlediyse bile dünyanın farklı küçük bir köşesindeki günbatımını izledi. Yine de bu bizi aynı günbatımını izlemiş yapar mı? Yapmaz, değil mi? 

Önceden bu yolla kendimi kandırırdım. Kuzenim konusunda değil tabi ki, aynı gökyüzüne bakma konusunda; herhangi başka biriyle. Mesela seninle. Evet evet şaşırma, seninle. Bu gece kafamızı kaldırıp gökyüzüne baksak, yıldızları görsek, aynı gökyüzünü izlemiş sayılır mıyız sevgili okur? Dünyanın başka küçük köşelerinde olsak da... Sayılmaz değil mi? Evet bence de. Sayılmaz.

Olsun! Bu akşam hiç yıldızlara bakmadım, ah pardon az evvel kahve yaparken bir göz atmıştım pardon pardon, ama uzun uzun izlemedim ve bugün gördüğüm ilk yıldız az evvel gördüğüm değildi. Hani sana az yukarıda koyu bir mavilikten bahsetmiştim, sanki sınırı dibimdeymiş gibi hissettiğim. Hani hani uçak geçen, hah işte, o gökyüzünde, ben tam da ona veda ederken bir yıldız gördüm ve çok mutlu olmuştum. Sanki gökyüzü biraz daha genişlemiş gibi hissetmiştim. Belki de böyledir, bu nedenledir, yani işte yıldızlar. Gökyüzünü genişletmek için ışıl ışıllardır. Kim bilir... Ben bilm-

Hoşça kal.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




Sevgili 14 Yaşındaki Halim.


Öncelikle seni çok sevdiğimi bilmeni istiyorum. Hep yanında olduğumu, bana her zaman, evet istediğin her zaman sarılabileceğini bilmeni istiyorum. Sormadan. Seninle birlikte çilekli pasta yemek istiyorum. Evet, çilekli. Bolca çilek olsun; içinde, üstünde. Hayır, kahve de içmeyelim. Kahveye olan bağlılığını ben başlatmak istemiyorum. Biliyorum, yine ben başlattım ama... Bilmek ile bildiğini bilmemek farklıdır. Sen tatlım, tatlım tatlım, sen evet sen benim tatlımsın ve benim bildiğim her şeyi sen de biliyorsun. Sadece bildiğini bilmiyorsun. Bunları da ben senin için öğreniyorum. Evet, bazen keşfediyorum, bazen öğreniyorum. Keşfetmek güzel, öğrenmekse zor geliyor. Ama korkmuyorum, çünkü içimde sen varsın. Tıpkı senin içinde benim olmam gibi.

Sevgili 14 yaşındaki halim. Senden sonra bir sürü şey öğrendim. Ama uzun bir süre senden daha bilgili olamadım. Aynı noktada durmayı seçtim. Durmayı ve sonra aynı noktada hareket etmeyi akıl edebildim. Bazen aynı noktada hareket edebilmemiz gerekiyor biliyorsun, veya bildiğini bilmiyorsun, başka noktalara da hareket edebilmek için. Aslında bunu görebilmek için. Sevindiğim gün çok oldu biliyor musun? Hahhahah, nasıl da şaşırdın; evet sevindiğim dedim, tatlım tatlım. Sevindiğim. Buna izin verdiğinde, sevinmek çok kolaydır. Bu sana tanıdık geldi mi? Gülümsemek, dünyanın en kolay işidir; o halde gülümsemelisin, hele de Tanrı sana böyle güzel bir gülümseme hediye etmişken. Hayır, ah lütfen bana soğuk davranma ama hayır. Sana gelecekten ''tüyo'' veremem. Kalbini çarptıran ve titreten tüm o günleri senden alamam. Çok saçma davranacaksın; ama ne olmuş tatlım tatlım, ne olmuş? Ergen olmak için kendine izin ver. Vereceğim tek tüyo bu olabilir.

Acaba pastadan önce yemek mi yeseydik? Lezzetli bir şeyler. Ne istersen. Bak bu sefer sağlıklı - sağlıksız ayrımını bile yapmayacağım. Birlikte yiyelim. Yemekler lezzetli değil mi? Sanki bunlar da bir hediye gibi. İnsanı mutlu eden yemekler, tadını alarak ve severek yememiz -ve tabii tabağımızı mutlaka bitirmemiz- gereken o yemekler. Aç bakalım ağzını. Uçak geliyo geliyo... Tatlım tatlım? Merak etme, hayatın hareketlenecek. Hep böyle olmadı değil mi, hep aynı hissetmedin? Çok yakında göreceksin, daha iyi hissedebileceğini. Sonra belki yine biraz düşeceksin ama mutlaka kalkacaksın. Tıpkı küçükken olduğu gibi. Hatırlıyor musun o tümseği? Hep aynı yerde düşer, sonra da kalkardın. Bacağın yaralanırdı sanki, sen daha iyi hatırlarsın. Ama yine de, gün geldi, artık düşmeden geçtin o yolu. Düşersen de sorun değil, biliyorsun. Neden korkuyorsun? Ah tabii. Yanında olduğumu bilmiyorsun, o yüzden. Ama bak işte sana söyledim. Ben hep yanındayım ve istersen alışverişe bile gidebiliriz. Kitaplar hakkında da konuşuruz. Sinema? Buna ne dersin? Ne istersin tatlım tatlım... Ne, ben mi? Ah... Bu zor bir soruymuş değil mi? 

Senin yanına gelemeyeceğim için üzgünüm. Bu adil değil biliyorum. Sen kalbimdesin ama ben senin zihninde henüz yokum. Seni hayal kırıklığına uğrattığım her an için çok üzgünüm. Ne?.. Önemli değil mi? Nasıl! Ne? Çilekli mi pasta mı? Ne... Kendime iyi mi bakayım mı? Bana sarılıyor musun? Tatlın mıyım gerçekten? Ne, benim mi.... tamam kalbimi okşama, gıdıklanıyorum inandım.

Teşekkür ederim sevgili 14 yaşındaki halim. Kan pompalayan devasa Tardis'ime misafir olduğun için. Çok öptüm, sarıldım.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


6 Mayıs 2024 Pazartesi

Zihin Fotoğrafçılığı.

Zihin fotoğrafçılığını çok severim. Evet, zihin fotoğrafçılığını. Gözlerimiz pek çok şeyi görür. Retinamız tıpkı bir... Bir... Karanlık oda gibi çalışır. Sonra beynimiz de bu karanlık odadaki fotoğrafları basar. Tıpkı eski fotoğraf makineleri gibi. Beynimiz biraz geleneksel sanırım. Mesela, beynimizle bin tane aynı selfieden çekemeyiz; ama başka binlerce farklı fotoğrafı çekebiliriz. Çoğu zaman bu fotoğrafları bile isteye, planlı olarak çekeriz. Ah, şu manzarama bakayım... Ne de güzel. Bir günbatımı, bir deniz, bir gökyüzü, bir aile, belki bir sevgili, evcil hayvan... Ayna? :) Bazense işler böyle yürümez. Belki yine bazen, bilinçli olarak fotoğraf çekmek için bakarız o manzaraya, ama bu sefer çıkan fotoğraflar arasında, eski bir fotoğraf makinesi olan beynimizin bize sürprizleri yer alabilir.

Eski fotoğraf makinelerini severim. Çocukken pek bir fikrim yoktu açıkçası. Sadece poz verirdim. Neyse ki ailem pek çok fotoğrafımı çekmiş ve neyse ki en ifşalı fotoğraflarımda bile fotojenikmişim. Ah! Sonradan neden bu özelliğim kayboldu ki... Pooofff. Neyse ve neyse ki, başkalarının zihin albümündeki fotoğraflarımızı göremiyoruz. Acaba oralarda gözümüzün kapalı ya da kırmızı çıktığı fotoğraflarımız da var mıdır? Saçımızı düzeltirken çekildiğimiz anlar? Çıkıt çıkıt yapılan anları telefona bakarak anlamak kolay da (kimi zaman?), birine bakarak bunu anlayamazsın ki. Acaba fotoğrafımı hangi anda çekti? Ah, ne stresliymiş!

Ben zihin fotoğrafçılığını çok severim. Kaldı ki, telefonuyla bile gerekli gereksiz her güzel bulduğu şeyin fotoğrafını çeken bir insan olduğum bir dönem yaşadım. Aslında o dönem güzeldi biliyor musun; ne kadar da heyecanlıydım, ne kadar da başka hiçbir şeyi görmezdim. Bir şeyi gözüme kestirdiysem, onu veya ona benzeyen bir şeyin fotoğrafını çekene kadar pes etmez ve galiba biraz da edemezdim. Sanırım bunu yazarken de yapıyorum. Kimi zaman bazı kavram veya nesnelere kafayı taktığım olur. İstediğim pozu yakalayana kadar yazar, yazarım.

Önceden zihnimde kocaman bir sergi vardı. Aslında sanırım bu iyi bir şey değildi. Çünkü bazen kasma olabiliyordu. Sonra sanırım bu sergi, bir fotoğraf albümüne dönüştü. Bu albümü istediğim zaman karıştırabiliyordum. Sanırım bu da o kadar da iyi bir şey değildi. Çünkü çok fazla fotoğraf vardı ve ben hangi fotoğrafa denk geleceğimi bilmiyordum. Sonra, fotoğraflar silinmeye başladı. 

Bazı insanların hafızası zayıftır. Bir arkadaşım vardı; zihin fotoğraflarıyla pek ilgilenmezdi. Benim de buna özenen bir yanım vardı sanırım. Hem, bu kadar çok fotoğrafı ne yapacaktım ki. Dedim ya, zaten kasma da yapıyordu. Ama öte yandan bu gerekli ve sanırım bir şekilde herkesin bir zihin albümü var. Günbatımlarıyla, gündoğumlarıyla, küçük çocuklar veya kedilerle veya başka hayvanlarla, tanıdığı tanımadığı tanıyamadığı veya tanıyamayacağı insanlarla dolu bir albüm. 

Bu yazıyı yazarken bir yandan da kendi zihin albümümü karıştırmak istedim ve pek çok sayfanın boş olduğunu fark ettim. Bir fotoğrafçı için yeni fotoğraflar hep heyecan vericidir. Ben bir fotoğrafçı değilim ama fotoğraf çekmeyi seven biriyim. Bu yüzden heyecanlandım.

Peki ya sen, zihin fotoğrafçılığını sever misin? Albümündeki en güzel fotoğraf hangisi?

Güzel bir hafta dilerim.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



5 Mayıs 2024 Pazar

Hıdrellez.


''Bu duayı her kim okuyorsa...

Yüzüne, gözüne, yanaklarının ucuna can gelsin. Hücreleri, midesi, içinde düşünceler dönüp duran beyni sağlıkla dolsun. Güneş kirpiklerine dokunsun, göz bebeklerinden kalbine ulaşsın. İçi ışıl ışıl parlasın.

Hayattan korkmasın. Kendini akışa hop diye bırakmayı bilsin. Neşe onu kucaklasın, başından aşağı kova kova şans dökülsün. Sevdikleri hep yanında olsun.

Kafası karıştığında, şüphe tohumları zihin kıvrımlarında oynaşmaya başladığında... gözlerini Toprak Ana'ya çevirsin. Yağmuru izlesin, rüzgara sarılsın. Her şeyin geçeceğini bilsin.

Hırsla, kibirle koşup durmak yerine hayata teslim olmanın gücünü hissetsin. Gökyüzü kadar engin, kar tanesi kadar eşsiz olduğunu hatırlasın. 

Duygularından korkmasın. Küçük bir çocuğun cesaretiyle dinlesin karnının sesini. İçine sinmeyen hiçbir şeye ''evet'' demesin. Kendini köşeye sıkıştırıp ''keşke''lerle, ''ama''larla, ''oysa''larla ruhunu çürütmesin.

Kalabalığın sesiyle arasına mesafe koysun. İhtiyacı olmayan sözlerin kalbine girmesine izin vermesin.

Meyvenin yere düşmesini beklemesin. İstiyor mu? Koparsın dalından. İştahla yesin, afiyet bal olsun.

Geceleri uykuya dalmadan önce sahip olduklarını hatırlasın. Hiçbir şeyi yok mu? Pencereden baksın. Yıldızlar hepimizin, unutmasın.

''Olması gerekenler''le ''var olan'' arasında sıkışırsa, aynaya baksın. Doğa Ana'ya, Gök Baba'ya, Dünya'ya... Aynada ona bakan gözlerin uğruna güvensin.

İnansın, tüm kalbiyle inansın: Güneşin daha parlak doğacağına, bulutların dağılacağına, yağmurun dineceğine inansın. Güzel günlerin geleceğine.

Kendine sahip çıksın. Bu bedende, bu kirpiklerin arasından dünyaya bakarken... Küçük bir çocuğun resim yapışındaki heyecanla. Usta bir şairin kalem tutuşundaki özgüvenle çizsin sınırlarını. Kendi olmaktan korkmasın.

Bu mavi dünyaya yıldız tozu gibi serpilmiş milyarlarca insandan biri olduğunu da, bir su damlasına eşsiz bir okyanus sığdırdığını da unutmasın.

Evini aradığı anlarda kalbine baksın. Kendini yalnız hissettiğinde her kalabalıkta yeri olduğunu hatırlasın.

Bu dünyada kocaman bi' yeri olduğunu, hayal edebildiği her şeyin gerçek olabileceğini bilsin.

Yüzünü güneşe dönsün. Dönsün ki tüm gölgeler arkasında kalsın...''

(alıntıdır).


Not: Bu yazıyı bir defterime not almıştım. Eğer aksilik çıkmasaydı, geçtiğimiz hıdrellezde de seninle paylaşacaktım. Olsun, bu yıla kısmetmiş. Bu yazı benim kalbime ferahlık veriyor. Bu nedenle seninle ve belki gelecekteki kendimle paylaşmak için buraya not düşmek istedim. Bu yazıyı nereden bulup da not almışım işte onu malesef not almamışım ama her yıl çeşitli yerlerde rastladığım bir yazı. İlk kim paylaştı bilmiyorum.

Hepimizin dileklerinin en güzel şekliyle gerçekleşmesi dileğiyle.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz. :)



Cadı.


Beyaz atlı şövalye minik çiçek fidesinin her bir hareketini hayranlıkla izliyordu. Çiçeğine o kadar odaklanmıştı ki, heyecanlanmayı bile unuttu. Onun bu haline, ''ne kadar ahmakça,'' diye fısıldadı rüzgar. ''Iııı-hıı... Ne!'' Genç şövalye yerinden aniden doğruldu. Üstü başı, hatta kulaklarına varıncaya kadar, toprakla dolmuştu. ''Kim var orada!'' Bu bir sorudan çok kendini koruma nidası gibi görünüyordu. Çünkü genç şövalye o kadar çiçeğine odaklanmıştı ki, kılıcının yanında olmadığını bile çok geç fark etti. Kat kat zırhını çıkaralı çok olmuştu; o kadar zırhı en baştan yeniden giymesinin mümkünatı yoktu. Yine de kaçmadı; bir kılıca dönüştürdüğü elleriyle görünmez düşmanının üstünde -açıkçası pek de iyi olmadığı, çünkü vaktiyle tüm derslerde uyuyordu- kungfu darbelerini sergilemek için tetikteydi. Bu hazır, nazır ve pek tehlikeli görünen şaşkın şövalyeye rüzgarın verdiği cevap gittikçe yükselen kahkahalar oldu.

Başka zaman olsa, pek tabii, cesur şövalyemiz uygun adım yürür, arar tarar ve düşmanını bulurdu. Ancak o an korkusunun büyüttüğü sesler cesur şövalyeyi daha da korkuttu. Hadi ama, cesur şövalyeler bile illa ki bir şeylerden korkarlar!

Şövalye atını bile unutarak koşar ve düşer adım bayır aşağı yürümeye başladı. Çok geçmedi ki rüzgarın getirdiği sesin sahibi havada süzülürcesine, tıpkı rüzgar gibi adımlarıyla, ortaya çıktı. 

''Haylaz Cadııı...'' dedi Bilge Ağaç dallarını sallarken. Dallarındaki ifade cadıyı azarlasa da, yanakları yapraklarına varıncaya dek yükselmişti. Sonra da gök gürültüsünü andıran kahkahalar yeri göğü inletti.

''Bilge Ağaaaççç!'' Cadı, bisikletinden atlayarak düşe kalka eski dostuna koştu. ''Seni özledim... Çok!''

''Ah benim haylaz yavrum... Ben de seni çok özledim. Gelişin de senin gibi pek bir yaramaz oldu. Hah-hah öhö öhö. Neden korkuttun şövalyeyi?''

''Kim? O mu?''

''Ne o mu yavrum?''

''Şövalye işte Bilge Ağacım. O mu şövalye? Üzgünüm... Hahhah-hahah. Az evvel pek de bir şövalyeye benzemiyordu. Ahahha- pardon.'' Cadı dudaklarını birbirine bastırarak kahkahalarını -nezaketen- tutuyormuş gibi yaptı. ''Hem... Bilge Ağaç! Baksana artık milleti korkutmamak için cadı şapkamı bile takmıyorum. Süpürgemi de bisikletle değiştirdim. Daha ne!''

''Haylaz Cadım benim. Yine yaptın yapacağını... Çiçeğini gözleyen masum bir adamdı o sadece.''

''Hani şu dillere destan büyülü çiçeği mi? Hala ona inanan mı vardı? Tumblr gibi, blogspot gibi modası geçti sanmıştım. İnsanlar artık uzun zaman alan şeylerin son hali dışındaki halleriyle pek ilgilenmiyorlar da.''

Bilge Ağaç dallarından birini indirerek Cadı'yı buyur etti. Cadı bu teklifi memnuniyetle kabul etti ve bağdaş kurarak gizli yerine kuruldu.

''Bilge Ağaç...''

''Söyle yavrum?''

''Gerçekten büyülü bir çiçeği mi vardı o adamın -öhüö şeyyy- şövalyenin?''

''Vardı yavrum, aha orada.''

''Olmaz bakamam. O onun çiçeği sonuçta. Cadı olabilirim ama mahremiyete saygım vardır. Sadece...''

''Evet yavrum?''

''Bilge Ağaç,'' dedi Cadı yaşlı ağacın tırtıklı ve buruşmuş sert yüzüne kendi yüzünü yaslayarak. Kolları yaşlı ağacın çeyreğini anca turlamıştı.

''Düşeceksin yavrum, tutun bir yere. Ah bu... Ah bu! Tutunsana haylaz Cadım benim. Yüreğime indireceksin vallahi...''

''Bana bir şey olmaz Ağaççım, tonton Ağaççım...''

''Dua et gönül almayı biliyorsun, öhö, iyi misin yavrum? Yanakların çizilecek o kadar yaklaştırma yüzünü.''

''Bir şey olmaz Bilgecim. Sadece seni özledim.''

''Açsındır yavrum. Ama artık meyve vermiyorum.''

''Meyvelerin için gelmedim güzel Ağacım. Seni özlediğim için dedim ya... Ama tabii... Tabii... Bir de...''

''Bir de?''

''Kulaklarının hala maşallahı var Bilgecim senin de...''

Rüzgar usul usul eserken şövalyenin sadık atı çimenlerden yapılmış yumuşak yatağından Cadı'yı izliyordu. Cadı ata el salladı. ''Merhaba sevgili At. Üzgünüm, dostunu biraz korkuttum. Ona özürlerimi ilet lütfen. Aslında onu korkutmak iste- istemiştim tamam ama üzgünüm. Çiçeğiyle ona mutluluklar. Mutluluk... Çiçeğiyle birlikteyken nasıl da mutluydu... Tıpkı bir ağaç gibi!''

''Sen de bir ağaçsın yavrum...''

''Ne? Ben bir ağaç mıyım Bilgecim? Bu bir kehanet mi?''

''Hayır yavrum. Sen haylaz bir Cadı olarak dünyaya geldin bu turda. Diyorum ki, meyvelerin...''

''Benim meyvelerim yok ki Bilge Ağaç... Yoksa var mı, Rin Tin Tin?'' Cadı bisikletine kısa bir bakış atarak Bilge Ağaç'a döndü. ''Yokmuş Bilgecim.''

''Ah yavrum benim... Elmaların... Yerlerde çürüyor.''

''Elmalarım mı?''

''Senin çiçeklerin çoktan meyve oldu da yerlerde sürünüyor. Neden bu kadar bekletiyorsun onları?''

''Ah şu mesele. Tahmin etmeliydim!'' Cadı ani bir şekilde arkasını dönüp ellerini iki yanından upuzuuunnn uzattı. ''Sen!'' dedi çalıların arasından onu gözleyen şövalyeye. ''Ne cüretle!''

''Ödeştik...'' Şövalye ellerini iki yana kaldırmış, çalıların içine iyice gömülmüştü. Bir elinde yırttığı ceketinden, artık pek de beyaz olmayan, ateşkes bayrağı vardı.

''Sen...'' Cadı her adımıyla -laf aramızda uçma sihrini unutmuştu- genç şövalyeye daha da yaklaşıyordu, ''sennn... Osun. Özür dilerim şövalye. Seni korkutmak istemezdim. Büyük bir iş üstündeymişsin, fark edemedim. Dışarıdan öyle gibi görünmüyordu da.''

''O kadar da büyük sayılmaz,'' dedi şövalye. Cadı'nın yarı alaylı sesini ya umursamamış, ya da fark etmemişti.

''Dalgın görünüyorsun yavrumm...'' dedi Bilge Ağaç genç şövalyeye. Gerçekten de biraz dalgın gibiydi.

''Bazen zaman kaybettiğimi düşünüyorum...''

''Ama en azından uğruna zamanını verdiğin bir çiçeğin var!'' dedi Cadı.

''Öyle mi dersin?''

''Dedim ya akıllım!'' Haylaz Cadı mimiklerine hakim olmaya çalışarak çiçeğin yanına çöktü. ''Bu arada seni kandırmışlar. Bu büyülü bir çiçek değil.''

''Değil mi?!?!''

''Değil ya akıllım! Bu yüzyılda büyülü çiçek mi kaldı?''

''Kalmadı mı?''

''Bilmem. Hah- hah. Şaka yaptım canım. Ama şu konuda...'' Cadı yeniden ayaklanarak ileri doğru ilerledi. Şövalyenin artık iyice dinlenmiş güzel atının bembeyaz tüylerinin üstünde ellerini dolaştırıyordu. ''Senin adın ne?''

''Düldül,'' dedi şövalye.

''Ah ne tesadüf. Benim süpürgemin... ne var Tin Tin... Ah işte bisikletimin adı da Rin Tin Tin. Aha hahah.''

''Tatlıymış,'' dedi şövalye. Günlerden beri ilk kez gülümsüyordu. Çattığı kaşları rahatlamış, yanakları bu tuhaf kasılmayı çözmeye çalışır gibi gerilmişti.

''Sakin ol şampiyon. Seni büyülemem merak etme. Hem ben serbest bir Cadı'yım.''

''Serbest bir cadı mı?''

''Yaa... Serbest meslek gibi... Hem... Cadı güçlerim galiba aktif değil. Yani korkma, işe yaramaz bir cadıyım ben.''

''Bence bu halinle bile yeterince korkutucuydun.''

''Öyle miydim?'' Cadı yeniden kocaman olmuştu. Sırtı dik, yüzü gün ışığı gibi parlaktı.

''Buralardan gidiyorum,'' dedi sonra şövalye.

''Çiçeğini ardında bırakıp da mı?'' dedi Cadı hayret ve galiba biraz da hüzünle.

''Dediğin gibi cadı... Büyülü çiçekler bu yüzyılda yetişmiyor.''

''Hayır hayır hayır... Yanlışın var! Büyülü çiçekler tarihin hiçbir yüzyılında yetişmedi,'' dedi Cadı. Bu bilginin şövalyeyi avutmasını ummuştu.

''Her neyse, önemli değil zaten. Önemli olan ilk çiçekti belki de...''

Bilge Ağaç usulca yapraklarını salladı. Hem de artık hiç rüzgar olmamasına rağmen. Belli ki şövalyenin bu yanıtından hoşnut kalmıştı. Ancak tek kelime etmedi.

''Burayı en son gördüğümde her yer... Her yerdeydi! Şimdiyse oldukça temiz ve nefes alıyor. Tüm toprak!'' Cadı elini uzattı, ''bir dost değil, birçok dost kazanmış gibisin sevgili Şövalye. Tebrik ederim.''

Şövalye, siyah cübbesinin içinden çıkan bu narin eli yavaşça sıktı. ''Teşekkür ederim Cadı.''

Yorgun şövalye dimdik sırtıyla sevgili atına doğru ilerledi ve ardında bırakacağı ormana son bir bakış attı. 

''Zırhın!'' dedi Cadı. ''Unutma. Saray malı sonuçta, üstüne zimmetlidir falan.''

''Ah haklısın. Bunları saraya teslim edeceğim.''

''Giymeyecek misin?''

''Bahçıvan olmaya karar verdim.''

''Çiftçi de olabilirsin aslında. Hep senden alışveriş yapardım.''

''Üzgünüm, çiçeklerin dilini bile anca öğrendim. Sebze ve meyveler için biraz çabalamalıyım. Ama... Bir adresin varsa...'' Beyaz atlı şövalye doğru kelimeleri ararken oldukça zorlanıyordu. Siyah atlı şövalye onun bu halini görseydi, mutlaka, katıla katıla gülerdi.

''Bilge Ağaç'a adresini ver Şövalye. Ben sana gelirim. Ama çok pahalıysa çiçeklerinden alamam.'' Cadı söylediklerini kanıtlamak istercesine cübbesinin kocaman ceplerini ters düz etti.

''Sıkıntı değil...'' Şövalye tekrardan kelimelerin ona gelmesini bekliyordu, bu nedenle biraz zaman geçti; çünkü hepimiz biliriz ki, kelimeler tam da onları aradığımız anlarda kaybolurlar. ''Ben,'' dedi sonra şövalye, ''hediye edebilirim... Sana.''

''Ah! Çok naziksin.'' Cadı kimsenin, hatta Bilge Ağaç'ın bile beklemeyeceği bir şey yaparak gergin şövalyenin yanağına minik bir öpücük kondurdu. Bu öpücük, şövalyenin adeta tüm yüzünde hayat buldu. 

Cadı, süpürgesine -aman bisikletine- binerken genç şövalye onu görmez ama ışıl ışıl gözlerle izledi, Cadı'nın el sallamasına sadık dostu Düldül'ün de yardımıyla karşılık verdi ve ne kadar zaman sonra bilinmez atına binip uzaklaştı. Artık aklında ne geçen zaman, ne büyülü orman, ne de binbir zahmetle açtırdığı çiçeği kalmıştı. 

Bilge Ağaç yapraklarını heyecanla salladı. Evet! Üstelik rüzgar bile yoktu. 

''Gak gak gak, bugün pek bir genç görünüyorsun Bilge, gak. Değil mi Gagak.''

''Öyle valla Gagagak. Sahiden de ben diyeyim yüz, Gagagak desin iki yüz yıl gençleşmiş gibisin Bilgecim. Nedir sırrı söyle de bilelim.''

''Öğrenmenin yaşı yokmuş a dostlar ve güzel çiçekleri görmenin de.''


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


4 Mayıs 2024 Cumartesi

Ağaçlar (John Fowles) | Kitap Yorumu

Yazar: John Fowles, Çevirmen: Süha Sertabiboğlu,
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

Yazar bu kitabında çeşitli çocukluk anılarından yola çıkarak kendi iç dünyasını anlatmış. Bunu yaparken de ağaçların çocukluğunda bıraktığı etkiyi merkeze almış. Kitap boyunca hem yazarın anıları aracılığıyla çocukluğuna ve babasıyla olan ilişkisine dair bilgi ediniyoruz, hem de insanın doğaya bakış açısının aslında hayata ve hayatı kavrayışına olan etkisini yazarın bakış açısıyla değerlendiriyoruz.

Ağaçlar yazardan okuduğum ilk kitap oldu. Tahmin edersiniz ki kitabı ismi nedeniyle merak edip okumaya başladım. Bir de tabii kitabın arka kapağında yazarın iç dünyası, anıları gibi kelimeler gözüme çarpmıştı. Anılar, hele de çocukluk anıları, öğrenmekten keyif aldığım bir tür. Okumaktan, dinlemekten. Henüz hiçbir kitabını okumamış olsam da, yazarın kitaplarını okumaya böyle aslında hem derin bir yerden anlatılmış, hem de belki daha rahat okunacak bir kitabıyla başlamak istedim. Böylece yazarın kurgularına yansıyan yazma motivasyonunu, beslendiği kaynakları sonrasında daha kolay tespit edebilirim diye düşünmüştüm. Bir de anılar, biz okurlar ile yazarlar arasında samimiyet kuran bir tür diye düşünen bir yanım var. Bu nedenle kitaba hevesle başladım. Nitekim kitabın ilk cümlesi bile beni heyecanlandırmaya en baştan yetmiş gibi görünüyordu: ''En iyi tanıdığım ağaçlar çocukluğumun geçtiği evin bahçesindeki elmalar ve armutlardı'' (Sayfa 11).

Ancak bunun erken ulaşılan bir düşünce olduğunu kitabı okumaya başladıktan az sonra fark ettim. Kitap yaklaşık 80 sayfalık ince bir kitap olmasına karşın o kadar da hızlı okunan bir kitap değil. Bir anı kitabından ziyade, denemeye daha yakın bir türde olduğunu söyleyebilirim. Yukarıda da belirttiğim gibi, yazar aslında anılarından yola çıkıp ağaçlar aracılığıyla çeşitli konulardaki görüşlerine yer vermiş. Bu görüşler arasında babasıyla olan ağaçları ve dünyayı algılayışlarındaki farklılıklar, insanların doğayla olan hükmetme hükmedilme savaşı, doğanın sanat ve bilimdeki görünümleri gibi konular yer alıyor.

Kitap bana beklediğimi vermese de, okumaktan keyif aldım. Böyle, yazarın yaptığı gibi, basit bir noktadan, belki bir nesneden (yazar için bu ağaçlardı) yola çıkıp da, sonrasında çeşitli konulardaki görüşleri bu basit gerçeklikle kaynaştırarak anlatmak sevdiğim bir anlatım yolu. Öte yandan düşünce yazılarını okumak da bana ilginç ve eğer içeriği ilgimi çekerse keyifli gelir. Bu nedenle ben kitabı beğendim ama kitabı okuyacak olanların sadece bir anı kitabı okumayacaklarını bilmelerinin de beklentilerini buna yönelik oluşturmaları bakımından daha iyi olacağını düşünüyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

Güç seninle olsun!


Bu gece gökyüzünde bir ninja kaplumbağa vardı. Evet, ninja olan bir kaplumbağa. Küçükken öyle bir çizgi film izlediğimi hatırlıyorum. Yani sonradan orada burada gördüğüm nostaljik paylaşımlara değil, hafızama kuvvet hatırlıyorum. Bu nedenle, gökyüzünde bir ninja kaplumbağa gördüğümde çok heyecanlandım. Çünkü... Buluttan bir atın üstüne binmiş, yıldızımın etrafında dört nala koşuyordu. Buluttan bir ata göre oldukça hızlı bir atı vardı. Hiç de küçümsenmemeli. Hem, buluttan atlar en güçlüleridir. Şekil değiştirme güçleri de vardır. Yıldızlarsa sabittir. İnsanlar gibi.

Bulutlar, istedikleri dilden konuşurlar. İstedikleri şekilde, istedikleri gibi. Tabii onların dili hep tatlıdır. Bundan olacak, istedikleri gibi olabilirler işte. Bundan olacak, esneklerdir işte. Uygun rüzgarda uygun şekle çabucak girerler. Rüzgarsız sandığımız havalarda bile, biz duruyoruz ya ondan hissetmiyoruz zaar, bulutlar hissederler ve esnerler esnerler esnerler. Esnemek, bulutlara özgü bir yetenek değildir ama kabul edelim, bulutlar bunu layığıyla başarırlar. Böylece bir sürü şekilleri olur. Bazen kabartma tozu çok gelir, bazen az. Ama hep, pofuduk pofuduk. Pofuduk bir ninja şövalye!

Tarottaki kral kartları en zirvedir. Evet, en olan zirve. Ama krallar hareketsizdir. Bize eylem enerjisi vermez. Oysa, kralların da içinde şövalye ve prens yanları vardır... -en azından tarotta.- ve bu sayede de en olabilmişlerdir. Meraklı bir prens ve kah cesur kah stratejik bir şövalye olmadan en olan zirvedeki kral olamazlar. Peki nedir bu zirveler? Mantık, duygu, tutku, üretim. (Tarotçular beni anlık yuhalıyorlar ahahha. -neyyyse-). Hepsi birbirini tamamlar ve bundan dolayıdır ki bazen, birinin fazla kullanımı, en olan zirveyi karlı dağlara döndürür. Önemli olan yönetebilme becerisidir ve tabii açılımda gelen diğer kartlardır! (alkışlar).

Ninja şövalye atını yıldızımın yanına bırakmış, yola tek başına devam ediyordu. Gerçekten de cesur bir şövalye olmalı. Karanlığın içine, hem de herkes -hemen hemen herkes- uyurken atılmak, kolay olmamalı. Öte yandan, belki de bu yüzden bir süre bir yıldızın yanında dolanmıştır. Işığı hissedip cesaret toplamak için. Çünkü şövalyeler bile, evet ninja olanları da, cesarete ve belki duygudaşlığa ihtiyaç duyarlar. Yıldızlar duyguları paylaşabilirler mi? Hissetmeseler bile? Yıldızlar bize görünenin aksine oldukça hareketli varlıklar olmalılar. İçlerinde ne volkanlar, ne ateşler patlıyor da biz fark etmiyoruz belli ki. Yine de uzaktan çok soğuk görünüyorlar. Belki de, bu nedenle, ninja şövalye aradığı duygudaşlığı bende bulmuştur.

Öhöm öhöm. O halde görevimi layığıyla tamamlayayım. Sevgili ninja şövalye... Güç seninle olsun!

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


vaktiyle tost makinesiyle çektiğim bir fotoğraf,
o yüzden olacak altyazı yazmışım. :)


3 Mayıs 2024 Cuma

Bulutları öyle çok seviyorum ki...


Bulutları öyle çok seviyorum ki, bu nedenle bunu sana daha önce de defalarca söyledim. Çünkü... Seviyorum uleyyynnn. Bence onlar da beni seviyor, çünkü ne zaman onları izlesem, sonrasında cildim daha güzel oluyor! Acaba bu durum... bulutlarla özel olarak mı ilgili? Yoksa ilgisi... sevgiyle ve daha da ötesinde bu sevginin verdiği heyecanla mı ilgili? Evet! Belki her zaman için heyecanlarımız bizde sevgi boyutuna ulaşmaz ama şuna -neredeyse- eminim ki, sevgilerimiz bize heyecan verir ve cildimizi de, gözlerimizi de, kalbimizi de parlatan aslında budur.

Bazen çok küsüyorum ve böyle anlarda küçük bir çocuktan farkım olmuyor. Bazen de bundan nefret ettiğimi düşünüyorum. Yani; hem küsmekten, hem de küçük çocuk halimden nefret ettiğimi düşünüyorum. Ama öyle değil biliyorum. Çünkü bu, çok saçma! Çünkü bu, benim ve ben hayatta en çok ben olmaya değer veririm. Çünkü... başka türlü... Nasıl sevebilirim ki?

Sana küçük şeylerin belki de küçük halleriyle de güzel olabileceklerini söylemiştim ki bu sözüme çok fazla katılıyorum. Çünkü, güzel olan şey, güzeldir. Hem, güzellik görecelidir. Bana güzel gelen şey başkasına gelmez. Kaldı ki güzel kelimesi esasında, tüm diğer kelimeler gibi (ki sıfatlar bile demiyorum), insanın yüklediği mana ile maddeye yakıştırılır. Yani, ben bir şeye güzel diyorsam, benim güzel bakışımdan... Ahahah, hayır; yani o da olabilir ama cümleyi buraya bağlarsam kendi kendime göz deviririm, o yüzden cümlenin ucunu tutup yazıma devam ediyorum. Bulutlar... tüm o parlak, renkli, bembeyaz, karanlık, ışıklı, gölgeli, apaçık ve gizemli halleriyle, bir bütün olarak var oldukları halleriyle, bana her zaman iç sesimi duymamda yardımcı oluyorlar.

Bulutlar! Onları izlerken... Boynum tutuluyor? Ahahha, şaka. Onları izlerken, heyecanlanıyorum. Bence gerçek olan şey, sıfatların ötesindeki hislerdir. Günün sonunda hep aynı noktaya çıkmam takdire şayan ama işte ben de, ''güzel'' bulduğum şeyleri herkese göstermek istiyorum. Bu yazıyı okuyan sen, en kısa zamanda bulutlara bak lütfen.  

:)


"Küçükken uğur böceği bulmak için saatlerce dolaşır ve uyuyakalırdım.
Uyandığımda her zaman yanımda olurlardı."
- Under the Tuscan Sun (Audrey Wells, 2003)



''Her şey çok tanıdık ama daha önce buraya hiç gelmediğimi biliyorum.
Kendimi evimde gibi hissediyorum.''
- Howl's Moving Castle (Hayao Miyazaki, 2004)


"Ne kadar çok silah, ne kadar gelişmiş teknoloji olursa olsun,
dünya sevgisiz yaşayamaz."
- Castle in the Sky \ Gökteki Kale (Hayao Miyazaki, 1986)


''Sevenler en sonunda bir yerlerde buluşmazlar. Onlar en başından beri
birbirlerinin içindedir. Bütün mesafeler yürekte başlar ve biter.''
- Mevlana Celaleddin-i Rumi


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


1 Mayıs 2024 Çarşamba

Mayıs.


Bizi mutlu eden küçük şeyler sözüne asla inanmıyordum biliyor musun? Bir şey bizi mutlu ediyorsa başkalarına göre küçük bile olsa büyüktür, gibi bir düşüncem vardı. Sanırım bu da bir çeşit beklenti oluşturuyor. Hiç kimsede değil, kendimizde. Oysa gerçekten de bizi mutlu eden küçük şeyler varmış. Eurovision şarkılarını dinlemek gibi. Bunu uzun zamandır yapmamıştım. Ama sonra bir tepki videosuna (tık tık :) denk geldim ve eskiden hissettiğim o Eurovision ruhu olayı bende yeniden canlandı. Sanırım bu tip küçük şeylerin bizi mutlu etmesi için kendi içimizde bile olsa büyük olmasına veya onları büyük olarak nitelendirmemize gerek yok. 

Aynı zamanda insanın kendiyle zaman geçirmesinin de çok özel ve güzel bir şey olduğunu düşünüyorum. Kendimle haddinden fazla zaman geçirmişimdir ama bunların kaçında gerçekten sadece kendimle buluşmuştum bilmiyorum. Muhtemelen pek azında. Oysa sevdiğin, hadi sevmesen bile tanıdığın olsun, biriyle buluştuğunda onunlayken başka bir şeyle ilgilenmek gerçek bir kabalıktır. Karşıdaki kişi de sıkılır, sen de. O halde kendimizle buluşurken de bunu hesaba katmalıyız diye düşünüyorum. Kendimizle buluşurken, yalnızca kendimizle buluşmalıyız.

Bu ayın, içimizde titreşen heyecanları kabuğundan çıkarmasını diliyorum. Bazen kendimi çok heyecansız hissediyorum. Oysa böyle değil biliyorum. Ben hep heyecanlıyımdır. Bu heyecan bazen toprak altındadır ama oradadır. Hem cırcır böcekleri bile... Ah! Konu aynı simgelere gelmeyecek korkma. Sadece diyordum ki, cırcır böcekleri bile gün yüzüne çıkıp milletin başını şişir, aman pardon serenat vermeden evvel, toprak altında titreşirlermiş. Bence heyecanlarımız da böyle. İçimizde titreşiyor ama uygun zamanda açığa çıkıyor. Biz bile ne ara oldu anlamıyoruz. Bunu zorlamanın da bir mantığının olmadığını görüyorum. Olacak olan oluyor. Küçük veya büyük; ama sanırım özünde güzel. Güzel güzel. Bize tatlı bir heyecan hissi yaşatan şeyler güzeldir. Sadece güzel. Belki de bir şeyleri nitelendirmek de yersizdir. Her şey olduğu gibidir işte. 

Güzel bir ay diliyorum.

Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



28 Nisan 2024 Pazar

Portobello Cadısı (Paulo Coelho) | Kitap Yorumu

Yazar: Paulo Coelho, Çevirmen: Celal Üster,
Yayınevi: Can Yayınları

Şirin Halil, Romanya'daki bir yetimhaneden evlat edinildiğinde henüz bir bebekti. Sonrasında kendine, Athena ismini verecekti. Athena, bir bakıma, Şirin'in bir yansımasıydı ve küçük Şirin bunu daha hayatının erken evrelerinde bile fark etmişti. Zaten aslolan isimler değildi; ardındaki manaydı. Sonrasında Şirin'in başka isimleri ve bu isimleri karşılayan suretleri de oldu. Kitap boyunca, bazılarının bir azize bazılarının yoldan çıkmış olarak anacağı, Portobello Cadısı ilan edilen Athena'nın (Şirin'in) hikayesini okuyoruz.

Kitap, klasik bir Paulo Coelho kitabı gibi görünüyor. Ana teması: Arayış. Bu kitabı benim için farklı kılan en büyük etken, Athena'nın yaşadıklarının Athena'nın hayatında az veya çok yer almış diğer insanlar tarafından anlatılmasıydı. Bu da kitaba bir nevi belgesel havası katmış. Bu hissi en son bundan baya önce izlediğim, Agnès Varda'nın 1985 yapımı Yersiz Yurtsuz (Sans Toit Ni Loi) isimli filmini izlerken kapılmıştım. Bu filmde de ana karakter başkalarının gözündeki görünümleriyle anlatılıyordu.

Herkesin bir benliği ve bu benliğin çeşitli yansımaları var. Bu yansımalar uzaklık-yakınlık, görmek-görmemek ve hatta görmeyi istemek-istememek ile yakından bağlantılı diye düşünüyorum. Herkes bir şekilde bir öz görür; ancak en yaklaşık tahmini yapanın bile gördüğü yalnızca birer yansımadır. Aynı durum; çeşitli olay, öğreti ve buna benzer kişinin algılarına hitap eden diğer her şey için de geçerlidir. İnsanlar ancak hazır oldukları kadarını görebilirler; bu noktada asıl önemli olan belki de, bunun bir yansıma olduğunu unutmamak ve bazen aramak, bazen durmaktır. 

Kitabı okumayı gerçekten uzun süredir istiyordum. Çünkü kapağı güzeldi. Ancak kitabı okumak için gerekli olan o ittirici gücü de tam bulamamıştım. Boyumdan büyük bir kitap olduğunu mu düşünmüştüm - ki, ipucu, bunu düşünecek son kişiydim. Okumak mı istemiyordum, yeterince ilgimi mi çekmemişti? Hayır hayır hayır. Aksine, çok çekmişti. Ancak bazen beklemek gerekir. O zaman da sezgisel olarak bunu kavramışım neyse ki ve neyse ki, kitabı bugün okuduğumda, daha evvel kavrayamayacağım kendimle ilgili pek çok şeyi gerek sezgisel, gerek düşünsel olarak zihnime çektim. Kitapların da kendilerine has bir havası vardır ve o havayı soluduğumuz zaman dilimi, bence, önemli olabilir.

Velhasıl kelam, kitabı çok sevdim. Pek çok yerini not aldım. Kitabı okurken üzerine uzun uzun yazılar yazabileceğimi düşündüm -ki başka yazılarımda neden olmasın *-* - amma ve lakin, şimdilik bu kitap yorumu yazısı bu kadar olsun. Çünkü kitabın özü de bu kadar. Kitap, bir okuru olarak bana, kendi derinliklerimdeki, belki yerini bile bilmediğim, bazı pencereleri açmamda ilham oldu. İlgisini çekenlere kitabı öneriyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


27 Nisan 2024 Cumartesi

Su korkutucu değildir, gökyüzü de uzak.


Hepiniz öldünüz ve geriye sözleriniz kaldı. Bana bakan, cansız resimlerin ötesinde, kelimelerinizdir. Dizelerinizin ötesine geçen hisleriniz, satırlarınızı aşan düşüncelerinizdir. Bu bana kendimi iyi hissettiriyor. Komik bir şekilde, doğru kelime iyi. Bu dünyadan gelip geçen, tanımadığım ve asla tanıyamayacağım tüm o ruhlardan yükselen sesler bana kendimi iyi hissettiriyor. Hepsinin bakışları... Bedenime ulaşmayan, kalbimdeki bakışları. Sadece bu kadar; iyi hissettiriyor.

Bu yılın başında bir dergi almıştım ve ondan çıkan takvimi karşıma astım. Her ayın başında bir şair\ yazar ve sözü vardı. Bir zamanlar onlara ait ama şimdi, herkese ait olan o sözler. Hisler herkesindir, sözler birilerinin. Ancak o sözler başkalarının hislerine ulaştığında artık sadece ona söyleyene ait olmaz. Artık sözler de hisler de bir anlamda herkesin olur. Bu ne kadar büyüleyici bir şey. Çünkü gerçek. Yalnızca gerçek olan şeyler derinlerde yaşayabilir. Diğer her şey, er ya da geç boğulur. Ne gariptir ki, tam da bu boğulma anlarında başkalarından kopup gelen gerçekler bize bakar. Sadece bakar. Biz de onları okuruz. Böylece o gerçeklerin üzerinde yüzeriz. Artık su korkutucu değildir, gökyüzü de uzak.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



25 Nisan 2024 Perşembe

Yeryüzüne Yükselen Kuşlar.


''Japon kültürüne göre nilüfer havuzu, insan ruhunun yansımasını simgeler. Bazı eleştirmenlerin Monet'nin nilüferlerini sadece yüzeysel bir dekorasyon olarak görmelerine rağmen, nilüferler gene de ressamın, "dışarı" ile birleşen "iç doğasını" gösterir.'' (Claude Monet Hayatı ve Eserleri - Birgit Zeidler)


Bugün mutluyum. Gökyüzü yine katman katman ve hava, olabildiğince basık. Ancak bu sefer gözlerim onları Monet'in gökleri gibi görüyor. Tüm o basıklık yavaş yavaş dağılıyor. Gökyüzüne yükselen kuşlar, yeryüzüne yükselen kuşlar... Bazen bulutlar hareket ederken, bana sanki gökyüzü değil de yeryüzü hareket ediyormuş gibi gelir. Şekil zemin algısıyla ilgili bir durum sanırım. Ya da kafamı kaldırdığım için başım dönüyor... Neyse! Ne zaman, şekil zemin algım hokus pokus yapsa bana, o anlarda mutluyumdur. Çünkü o anlarda sadece varımdır. Tüm varlığımla, tüm heyecanımla; tüm amalarım dağılmıştır. Gördüklerim, iç dünyamda anlam bulur ve böylece gerçeklik, o noktaya gelene kadarki izlediklerimi silip kendini yeniden ve olduğu gibi ifade eder.

Bugün mutluyum. Kendimi... Bir tabak dolusu sarma gibi hissediyorum. Hayır! Tencere dolusu. İçim içime sığıyor; çünkü güzel sarılmışım. İçim; yumuşak değil. Limonlu ve ince de. İçim... İçim, içim işte. Güzelce sarılmış dışıma. Hayır! Bu, mutluluk değil. Daha başka. Bambaşka. Sanırım bir şeylere sarmamız gerekiyor. Düşüncelerimizi eylemlere sarmamız gerekiyor. Çünkü ancak böyle olduğunda, dışımız içimizi kucaklayabilir. 

Bugün, belki mutlu belki değilim. Bugün bir sarmay... Hayır hayır hayır. Bugün, uzun zamandan sonra Monet'ten bir gökyüzü gördüm. Adına ''istek'' denilebilecek fırça darbelerini çağrıştıran bir gökyüzünü. 

Claude Monet empresyonist (izlenimci) bir ressamdır ve ressamlar hakkında deriiiinn bilgilerim olmasa da kendisi, çalışmalarını sevdiklerim arasındadır. İzlenimci ressamlar, adı üzerinde, izlenimlerinden yola çıkarak çizerler. Gördüklerini, anlık hisleriyle, çizerler. Bu sanat akımının felsefesini severim. Çünkü hem gerçeği gösterir, hem de gerçeğin ressamın iç dünyasıyla sarılmış halini. Hem yumuşaktır, hem belirgin. Bu ressamlar ile birlikte aklıma doğa gelir. Belki de doğa gerçekten, iç dünyamızdaki belli noktaları titreştirir. Bu noktalar bize belli his ve düşünceleri verir. İşte sanat da burada başlar ve buraya er ya da geç döner. Bu, bitmeyen bir döngüdür. Tabii sanatçı bir noktada bırakmadığı müddetçe. 

Monet, yirmi yılı aşkın bir süre boyunca sadece nilüferler çizmiş. Aynı bahçedeki, aynı nilüferleri farklı bakış açılarıyla resmetmiştir. Aynı nesne, aynı mekan ve farklı zaman. O halde, bu koşullarda, zaman değişince nesne ve mekan da otomatik olarak değişmez mi? İşte Monet bunu çizmiştir. Görme yetisini büyük ölçüde kaybetmesine sebep olan kataraktı sonrasında bazı renkleri seçemez olduğunda bile, dünyayı algılayışını resimleriyle göstermiştir. Çünkü artık onun iç dünyasında gerçeklik kazanan dünya, biraz da zorunlu olarak, değişmiştir.

İşte! İzlenim budur. Çevremizi saran dış dünyanın içimizde uyandırdıklarını yine dışarı yansıtmak. Gözlemlemek ve gözlediklerini hissetmek. İşte... Ben de bugün böyleydim. Bir izlenimci!

Claude Monet ve onun sanatı hakkında güzel bir yazı okudum. Siz de ressam ile ilgili daha fazla bilgi edinmek ve bahsettiğim yazıyı okumak isterseniz şuraya tıklayabilirsiniz.

Hoşça kalın.

bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Bu da İlkay'ın gökyüzüsü.


Yol Arkadaşım Sevgili Audrey.


''Her şey ters gider gibi görünürken güçlü olmaya inanıyorum. Mutlu kadınların en güzel kadınlar olduklarına inanıyorum. Yarının başka bir gün olduğuna ve mucizelere inanıyorum.'' - Audrey Hepburn


Audrey ile tanıştığımda liseye gidiyordum. Lisenin ilk yıllarında saçımı bazen topuz yapardım. Bu ilginç, çünkü ondan sonrasında dışarıdayken saçımı hiç topuz yapmadım. Evet, yaz mevsiminde bile. Ama o sıralar yapardım işte. Tanıdığım biri vardı. Beni ona benzetmişti. Audrey Hepburn'e.

Bu aslında benim için bir iltifat olmalı. O sıralar Audrey Hepburn hakkında hiçbir şey bilmiyordum ancak büyük bir yıldız olduğundan pek tabii ben bile haberdardım. Sonrasında kendisini araştırmadım ama bundan daha da sonrasında, yeni günlüğüm için kendime aldığım defterde onun, Audrey'in, fotoğrafı vardı. Hayranı olmadığım birinin fotoğrafının olduğu bir defteri almak ne kadar mantıklıydı bilmiyorum ancak o an o fotoğraf öyle hoşuma gitmişti ki, sevgili Audrey'in benim için harika bir yol arkadaşı olabileceğine karar vermiştim. Nitekim, öyle de olmuştu. Audrey benim için bir devrimdi! Çünkü ilk kez, onunla birlikte, sevgili günlük hitabını kullanmak yerine karşımda biri varmış gibi yazmaya başlamıştım. Üniversite sonucumu bile ilk ona yazmıştım. ''Sevgili Audrey, ösym sonuçları açıklandı...'' :)

O an, hiçbir şey hissedememiştim. Gerçekten. Bak, düşünmek bile demiyorum; hissedememiştim. Zaten sonuçların gecenin bir yarısı açıklandığını hatırlıyorum. Sonucumu ilk kez teyzeme söylemiştim. Sabah uyandığımda insanlar bana tebrik mesajı atmışlardı da ne oluyor anlayamamıştım. :) Bir anda ''öğretmen hanım'' olmuştum. Bir anda insanlar benden bir şey beklemeye başlamışlardı ve ben bir kimlik sahibi olmuştum. Öğretmen hanım, olarak. Bundan biraz sonrasında tedirgindim. Hayır, öğretmen hanım olacağım için değil. Lise arkadaşlarımdan ayrılacağım için. 

Bu günlüğümü karıştırırken gerçekten içim şişti. Aslında karıştırmak gibi bir düşüncem de yoktu. Bir yazıya denk geldim, Bayan Hepburn'ü anlatan. O an aklıma benim sevgili Audrey'im geldi ve işte üstten üstten yazdıklarımı biraz okudum. Hep bir geriye kaçış var, her ne kadar kendime hep doğru şeyleri söylemiş olsam da. İlginç bir şekilde, neyin ne olduğunu net bir şekilde görebiliyor ve kendime en doğru aklı veriyorum. Ama yine de... Yine de dediğim anlarda kitapların yanı sıra filmlere başvururdum. Bu noktada sevgili Audrey'in oynadığı filmleri de izlemiştim. Filmlerinde hep asil ve tatlı bir hanımefendiydi. Kendisi de böyle biri olmalı diye düşünmüştüm. 

Bu arada, tam bu noktada bir parantez açmalıyım, bu olaydan yıllar öncesinde kalmış o benzetilme an'ımda beni sevgili Audrey'e benzeten kişinin dış görünüşümdeki bazı detaylardan yola çıktığını düşünüyorum. O sıralar çok zayıftım ve bakışlarım sanırım bazı açılardan benziyordu. Bunu hatırlamak tuhaf hissettiriyor. Kaç yıl öncesi ve aslında yakın gibi de. Ama öte yandan o zaman da sadece çocuktum. Hatırlamak, bu eylem, ne tuhaf!

Audrey'e benzemiyorum. Oysa bunu çok isterdim. Yine de onu kendime örnek alıyorum. O, gerçekten de bu dünyaya gelmiş bir yıldız.

Son olarak onun hayatına dair denk geldiğim yazıyı (okumak için tıklayabilirsiniz.) sizlerle de paylaşmak istiyorum. 

Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




24 Nisan 2024 Çarşamba

Anılarla Ulaşılamayan Galaksiler.


Küçüklüğümdeki o sevimli kızın büyümüş hali olmayı diliyorum. Saat gece yarısını vururken aklımdan geçirdiğim ilk düşünce bu oldu. Ben çok çok küçükken, nasıldım çok da hatırlamıyorum tabi. Ancak büyüdükçe, hala çocuk bile olsam, beni de herkes gibi dış dünya şekillendirmeye başlamış. Daha içime doğru genişleyen bir dünyam olmuş. Mesela bazı çocukların dünyası dışına doğru büyümeye devam eder. Bunun kıyas kabul eden bir yanı yok aslında. Bazısı büyüme serüvenini öyle, bazısı şöyle, bazısı bambaşka yaşar. Lafı buraya çekmek istemiyorum bu nedenle. Sadece bunu fark ediyorum işte; benim dünyam daha içime doğru büyümüş. Belki de bu nedenle, o büyüyen dünyamın ana maddesini merak ediyorum.

Okula başladığım dönem tabii nispeten daha canlı. İlk 23 Nisan'ımı hatırlıyorum. Giyeceğim giysiler, oynayacağım oyun ve içimdeki heyecan hazır olmasına rağmen o gün etkinliklere katılamamıştım. Çünkü geniz eti ameliyatı olmuştum. Aslında bu beni çok da hayal kırıklığına düşürmemişti diye hatırlıyorum. Evet, düşününce, bu ilginç bir şekilde gelişen bir duygu hali. Yine de sebebi basit. Çünkü o sıralar kulaklarım ağrıyordu ve tek isteğim bundan kurtulmaktı. Hem, ameliyattan sonra doktor bana dondurma yiyebileceğimi söylemişti. Normalde nisan ayında dondurma yemem yasaktı. Sonraki yılın 23 Nisan'ında oyun oynamadık. İşte bu seferki, benim için bir hayal kırıklığı olmuş olmalı. Çünkü bir sonraki trene binebileceğimi düşünmüştüm. Olmamıştı. Ondan sonraki yıl oldu ama. Ponponlarım bile vardı. Yine de içimde büyük bir coşku var mıydı? Hatırlamıyorum. Neden böyle? Bilmiyorum. O güne dair net olarak hatırladığım tek şey, havanın kapalı olması ve bizim oyun zamanımız gelirken hafiften atıştırmasıydı. Ah! Gökyüzü de acıkacak zamanı bulmuş.

Gökyüzünün de ihtiyaçları olduğunu düşünüyordum; ve biraz da meraklı olduğunu. Daha evvel sana söylemişimdir, şimşek çaktığında fotoğrafım çekiliyor sanırdım. Bu nedenle, çok çocukken, şimşeklerden hiç korkmazdım. Ta ki birinin bana çok konuşan çocukları kaçıran şimşek canavarından bahsetmesine kadar. Sonraları şimşek çaktığında  poz vermek yerine, konuşuyorsam susar oldum. Bundan daha da sonrasında, yağmur yağarken gökyüzünün ağladığını düşünürdüm. Bunu çok küçükken değil ama, daha büyüdüğümde düşünmeye başlamıştım. Tabi ki buna inanmıyordum. Metaforlarla düşünmeyi hep seviyordum sanırım. Yine de ağlayan gökyüzü içimde şefkate benzer hisler uyandırıyordu. Kendi dünyamın ana maddesinde titreşen bazı hislerdi bunlar. Adını bugün bile tam koyamam. Yağmuru izleyip düşüncelere daldığım çok olmuştur. Hayır. Ben düşüncelere dalmam, hislere dalarım. Bundan çok sonrasında ikisinin farklı şeyler olduğunu keşfettim.

23 Nisanlarda başka ülkelerden çocukların geliyor olması beni heyecanlandırırdı. Bizim okula hiç gelmedi; ama yine de heyecanlanırdım. Bir keresinde stadyuma gitmiştik. Okulla değil, ailemden birileri beni tek götürmüştü. Ama içeri girememiştik, çünkü okulla gidince alınıyormuş. Olsundu, ben de eve gelip tv'den izlemiştim ahaha :) Demokrasilerde çareler tükenmiyor. O günü de hatırlıyorum ilginç bir şekilde. Odamda tekli koltuk vardı ve ona oturup küçük tüplü tv'de bir programı izlemiştim. O gün de hiç hayal kırıklığına uğramamıştım. Çünkü dışarıda hava sıcaktı ve dışarıda hava sıcaksa ev hep daha serindir. :) Yine de tabii gözümle görmeyi istemiştim. Tabii evdeyken de gözümle görmüştüm ama arada hiçbir aracı olmadan gözümüzle gördüğümüz şeyler de hep daha keyiflidir. Hayır, konuyu günümüzdeki medya araçlarına ve onlara olan bağımlılıklarımıza çekmeyeceğim. Devam edelim...

Aslında sadece bu kadardı. Ben 24 Nisan'ı da severdim; çünkü ben küçükken 23 Nisan, sonrasında da hissediliyordu. Bu nedenle, hazır 24 Nisandayken, aklıma 23 Nisan'da yaşadığım bazı şeyler geldi. Oysa 23 Nisan'da yazdığım yazımı yazarken daha coşkuluydum. Üstelik onun konusu çok alakasızdı. Neden böyleydi?.. Neden böyle?.. Çünkü... Ben yazıma başlarken, aslında anılarımı anlatmayı değil, çok küçüklüğümdeki o sevimli kıza ulaşmayı istemiştim. Anılarını bile doğru dürüst hatırlayamadığım o kıza. Bana sadece fotoğraflardan bakan birine. Sanırım, zaten, çok küçüklüğümüzdeki sevimli halimize anılarımızla ulaşamayız. Kendi dünyamızın ilk maddesini keşfederek de. O halde nasıl? Belki bir evreka değil ama, belki de sadece, şimdimizdeki sevimli halimizi kabul ederek. İçimizde büyüyen, dışımızda büyüyen; o sevimli kızı kabul ederek. Seni bilmem ama, ben, onu hep anılara hapsetmeye çalıştım. Düşüncelerimde, hatta hislerimde bile olsa. Ancak görüyorum ki, ne düşüncelerimiz ne de hislerimiz aslında biz değilizdir.

-sanırım dünyam genişlemesini durdurdu. içimde genişleyen galaksiler var.-


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Küçük Cadı Kiki (Kiki's Delivery Service)


23 Nisan 2024 Salı

Küçük güzel bir balık bir buluta dönüşmüş sadece duruyor.


Ortaokula giderken yakın bir arkadaşım vardı. Onunlayken eğlenirdim ve zaten aksi de mümkün değildi. Ayıptır söylemesi benim notlarım yüksekti ve belki de bu yüzden yakın arkadaş olayım bir yerde elimde patlıyor gibi hissediyordum. Arkadaşlarım vardı ama bilmiyorum, işte sonuçta bugün aklıma gelen üç beş kişiden biri de sana anlattığım bu kişi. Çünkü onunlayken gerçekten de ergen gibi hissederdim. Tüm o şeylerin ne kadar saçma olduğunu düşünmeden. Evet, içten içe ukala bir ergenmişim.

Bir arkadaş bilekliğimiz vardı. Zaten yakın arkadaşlar bir noktada böyle ortak bir şeyler almışlardır bence. Sonrasında da yakın olduğum kişilerle ortak bilekliklerim oldu. Sanırım ben damardan bağlanmayı seviyormuşum, -tamam...- Neyse bu soğuk espri girişimimden sonra yeniden o bilekliği düşünüyorum. Çok güzeldi. Bir melek şekli. Bu bizim hitap şeklimizdi de. Melaikem. :) -tamam- Ama bunu çok severdim, severmişim. Bunu geçen gün hatırladım. Sana neden şimdi yazıyorum bilmiyorum; ama, uyudum uyandım ve artık daha iyi hissediyordum. Sonra bookstagram hesabımda karşıma bir alıntı çıktı. Bu alıntının ait olduğu kitabı o bahsettiğim arkadaşım biz lise yıllarındayken bana önermişti. ''İlkay,'' demişti, ''bence bu kitap sana iyi gelirdi.'' 

Tamam böyle mi yazmıştı bilmiyorum. Liseye geldiğimizde sadece onlinedı arkadaşlığımız ve sonra da fark etmeden kopuverdi. Ama baksana, liseye kadar sürmüş vay be... Böyle yazmış mıydı bilmem ama o kitabı önermişti bunu hatırlıyorum. Kitabı okumamıştım. :) Yani bilerek okumadım demiyorum ama o sıralar okumamışım işte. Ama şimdi, bu alıntıyı okuduğumda duygulandım. Çünkü aslında arkadaşım bana iyi gelecek bir kitabı önermiş. 

O arkadaşıma yeniden ulaşmayı düşündüm. Ama sırra kadem basmış gibi görünüyor. Aslında ortak tanıdıklarımıza sorabilirim ama bilmiyorum, ortak tanıdıklarımızı da artık çok da tanıyorum diyemem. Yine de iyi olmasını diliyorum. Çünkü, bu kadar sene sonra bile onu bu denli canlı hatırlayabiliyorsam, demek ki o arkadaşım benim hafıza bahçemde bir çiçekmiş.*

İşte, sana bahsettiğim denk gelmiş olduğum o alıntı:

''Büyümek istemiyorum, büyümek doğum anındaki şokun uzatılmış versiyonu gibi bir şey. Bu şaşkınlığı yıllarca yaşamak istemiyorum. İşte bu yüzden dondum kaldım ve hangi yöne gideceğimi bilmiyorum.''

''Yalnız değilsin, ben de senin gibi hissediyorum. Aynı duyguları paylaşıyoruz. Yükünü de paylaşabilirim. Bu, benim yükümü de hafifletecektir.''

(Her Şeyden Çok Uzakta - Ursula K. Le Guin\ buyulu_ayrac hesabının bir önerisi ki kendisinin bookstagramını da, artık pek yazmıyor olsa bile bloğunu da yıllardır çok severek takip ederim.)


İşin komik yanı, ben hayatımın belli dönemlerinde hep böyle hissettim. Bu beni olduğum yerde sayıyor mu yapar? Hayır, biliyorum. Sen evet desen bile öyle değil. Çünkü içim pek çok kez değişmiş gibi hissediyorum. Hatta çok hızlı bir şekilde değişmiş ve değişiyor gibi. Sadece, bu doğal bence; değil mi, bocalamak doğal. Bocalanacak bir şey yok aslında ama o zaman içim neden dalgalı bir deniz gibi?

Bu deniz ne zaman durulacak diye düşünüyorum bazen. Sonra da kendimi bir balık gibi hissediyorum. Ne yani, deniz de balık da ben miyim? Hayır. Ben benim ve içimde engin denizler ile küçük bir balık var. Küçük turuncu bir balık. Taaa Japonyalardan gelmemiş bu balık; nereden gelmiş bilmiyorum, nereye gittiğini ise daha da çok bilmiyorum.

Dün gece yıldızlara mektup bırakırken balığımı gördüm. Bir bulut olmuş yıldız postamı sırtlamaya gelmişti. Hayır böyle değildi, şu an uydurdum. Ama o an, hiçbir şey uydurmuyorken bile, onun bir balığa benzediğini düşündüm. Küçük güzel bir balık, bir buluta dönüşmüş gibi görünüyordu. Sanırım Neptünlü Cadılar böyle sihirler yapabiliyor. Küçükken, nesquiği ile tekli koltuğa kurulmuş küçük ben Sihirli Annem'i izlerken, hep sihirli güçlerim olsun isterdim. Bunu yıllar sonra çok sevdiğim başka birine söylemiştim. O da, ben de isterdim sanırım, demişti. Ben ona, herhalde Çilek'in musluktan çikolata akıttığı anlara özenmiştim, demiştim. O da bana, ben de okula kopyamı göndermek için isterdim, demişti. :)

Acaba... Hafıza bahçemle kalp denizim ne zaman bir araya gelecek? Gelmese de yaşanır. Ama gelirse, daha güzel yaşanır.

-sevgili okur sen de bir çiçeksin-


Not: Yıldız kondurduğum kısım Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ından bir alıntı. - ''Hatırladım! Siz de benim hafıza bahçemde bir çiçeksiniz...''

Not 2: 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu ve mutlu olsun!

Not 3: Yine gereksiz duygusallaştığım bir yazı olmuş ama yine de her zamanki gibi blog albümüme ekleyeceğim.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




22 Nisan 2024 Pazartesi

Tahta.


Bu sabah uyanmayı hiç istememiştim. Hava, griydi. Ben, gözlerimi açtığımda seyahat eden bulutları izlemeyi seviyorum. Yarım dakika. O yarım dakika, zamanın göreliliğine müthiş bir örnek. O anlarda, ben de seyahat eden bir bulut gibi hissetmiyorum; hayır. Romantik bir bakış açısıyla da bakmıyorum; hayır. Sadece bakıyorum, bu kadar. Zaten başka bir şey yapmama gerek yok ki. Bulutlar bana ''sen yaşıyorsun'' diyorlar. Fısıldamadan, bağırmadan; sadece böyle söylüyorlar işte. İçimde duyuyorum. Belki de... İlk 'günaydın' da buradan çıkmıştır. Evet, atıyorum. Ama hadi, belki de demek eğlencelidir; sen de kabul et! Belki de... Birbirimize günaydın derken, bizler de bulutlar gibi, aslında 'sen yaşıyorsun' diyoruzdur. 

Doğan bir güneşi izlemek güzeldir. Her şey yavaş yavaş gelişir. Gece ve gündüz. Gece... En sevdiğimdir çünkü zaman boldur. (Öhöm öhöm, tabii... Uyumuyorsak!) Gündüz de zaman bol olabilir tabii. Hatta bazen bu bizi sıkar. Gündüzleri, dar zamanları yaşamak güzeldir; çünkü yaşarsın. Hareket edersin, bir şeyler yaparsın. Oysa bol zaman öyle değildir. Çoktur ama yoktur da. Bu çokluğu varlığa dönüştürebilenler takdiri hak ederler. Var edenler; bazen dış dünyada, bazen kendilerinde. En basitinden ev işi yapmak bile bir şeyleri var etmektir. Temiz bir ev, temiz giysiler, yıkanmış bulaşıklar... İlla maddenin 5. elementini bulmamız gerekmez. Bir dakika... Sanırım o zaten bulunmuştu. Yoksa dört müydü? Unutt-

Bu nedenle uyandım. Hayır, beşinci veya dördüncü veya yüz on dokuzuncu elementin keşfi için değil. İşlerim vardı. Bir de, işleyen demir ışıldar, vardı değil mi? Işıl ışıl ışıl ışıl. Yıldızların ışıltısı da ilk ışıklarla birlikte hemen yok olmaz. Yavaş yavaş. Önce biri, sonra öbürü. Ama sen göğe yerleşen kızıllıktan gözlerini genelde alamazsın. Sessizlik, rüzgar, yalnızlık... Hepsi seni kızıllığa iter. Yoksa o saatte neden dışarıya bakasın ki zaten? Ben bakardım ama. Tabii öncesinde voaaa diyordum. Ama sonra, gökyüzündeki değişimi incelerdim. İncelerdim diyorum, çünkü bunu geçtiğimiz Ramazan'da bile yapmadım. Belki de yazın yapmalıyım. Bilm-

Gökyüzü gün boyu griydi ama ağaçlar, gün boyu yeşildi! Hem de ne yeşil... Ah sevgili okur, gökyüzünün değişip durması da güzel değil mi? Böylece yeryüzünün değişikliklerini ve değişmezliklerini görebiliyoruz.

Bugün senin göğün nasıldı?


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.




21 Nisan 2024 Pazar

Yeryüzü Güncesi #15


''İşte... Nasıl buldun?'' dedi genç kadın çok sakin bir sesle.

Genç adam çiçeğin etrafında bir tur dolandı. Böyle bir soru karşısında nasıl bir cevap verebilirdi ki... Bu, ona bir kuyuda kaybolmak gibi hissettiriyordu. Sert taşlarla çevrili derin bir kuyuda. Bu kuyudaki kayboluş bazen kocaman bir okyanusta, bazen rahatsız bir yatakta gittikçe kaybolan bilincini derin nefeslerle hissetmek gibiydi. Heyecanlı mıydı, belki; şaşkın mıydı, belki; sevinçli, korkulu... Hepsiydi. Genç kadın, karşısında böyle sakince durmuş ve tüm dikkatini ona vermişken, o, her şeydi ve her şeyleydi.

''Onu hayata döndürmüşsün,'' dedi genç adam en sonunda. Lafa, üstüne basabileceği bir zeminle başlamak ona en güvenlisi gibi gelmişti.

''Bazı çiçeklerin önce solup, sonra yeniden açtıklarını öğrenmiştim. Başta buna inanmadım tabii.'' Genç kadın hafifçe gülümsedi. Ellerini arkasında bağlamış, dün geceki yağmurun izlerini hala yüzünde taşıyan taşlı yolda belli bir ritmi tutturmaya çalışır gibi yavaşça yürüyordu. ''Ne yani!'' dedi sonra genç adamın artık çok iyi bildiği sahte bir heyecan nidasıyla, ''bunlar zombi çiçekler miydi?''

''Ama yine de pes etmemişsin,'' dedi genç adam. Arkasındaki sandalyeye oturmuş genç kadını izliyordu. Genç kadını ve onun adımlarını. ''Küçükken,'' dedi sonra dalgınca, ''ben de bu şekilde yürürdüm. Aynı renklere basarak.''

''Ben bazen,'' dedi genç kadın, ''yani işte küçükken, bu renklerden şekiller çizerek bile yürürdüm.''

''Şekiller bile mi çizerek?'' Genç adamın yüzü sakallarıyla gölgelenmişti. Ancak güneş buna izin vermedi. 

''Yaaa, şekiller bile çizerek.'' Genç kadın bir taştan öbürüne, sonra da diğerine zıplar adım yürüyerek ne demek istediğini uygulamalı olarak gösterdi. Şimdi ikisi de gülüyordu. ''Sen de gelsene,'' dedi daha sonra genç kadın. Şimdi güneş onun saçlarını da aydınlatıyordu.

''Ben mi?''

''Bezelyecik,'' dedi genç kadın ''bu Ozan abin bazen beni çok yoruyor...'' Bezelyecik yine en sevdiği yerdeydi. Genç kadının çantası ve genç adamın ceketinden oluşan yığının üstünde. Rahatı pek yerinde gibi gözüküyordu. Olabildiğince sakin, olabildiğince huzurlu. Yine de kısa bir ''miyav'' ile genç kadını yanıtsız bırakmadı.

Bunun üzerine genç adam, yorgun omuzlarını geriye oynatıp yerinden kalktı ve genç kadının yanına geldi. Göz altlarında koyu halkalar vardı. Ancak yine de, genç kadın ona parlayan bakışlarla bakarken, hiç yorgun hissetmedi.

''Ozan! Burada odun olan ben olmalıyım, ritim duygusu olan sen!''

Neyse ki bu sefer genç adam daha fazla açıklamaya gerek kalmadan anlamıştı. ''Pekala hanımefendi,'' dedi bir kolunu genç kadının beline sararken.  Bezelyecik bile yattığı yerde hareketlenmişti. Şimdi ikisi birden, hoplar değil ama, uçar adım bir pembe taştan öbür pembe taşa ilerliyor; rüzgar, birkaç kuşun cıvıltısı ve tabii üç beş karganın pes sesli katılımlarından oluşmuş bir müzikle dans ediyorlardı.

Genç kadın, başını genç adamın omzuna yasladı. Sonra da hafifçe geri çekildi ve... ''Aslı,'' dedi genç adam. Bu sefer bozulmuş gibi değil de, keyifli çıkmıştı sesi. Artık iyice dağılmış saçlarını ellemedi. 

''Ozan!'' dedi genç kadın genç adamın gözlerine bakarak. Bu rengin tonunu anlamasının ne kadar fazla zaman aldığını düşündü. ''Göz bebekleri,'' dedi sonra da, aslında asıl söylemek istediği şeyi unutarak, ''hep aynı renk, herkeste ve her şeyde. Bir ayna gibi...'' Sonra genç adamın gözlerinin kenarında beliren ince kırışıklıklara dokundu, ''bunu fark etmek ne tuhaf!''

Genç adam da genç kadının gözlerinin en içine bakıyordu; ancak genç kadın bu sefer gözlerini kaçırmadı. Bezelyecik'e bile aynı yerde mi yatıyor diye bir bakış atmadı. Etraf o kadar sakindi ki, genç kadın kendini bir aynanın içinde kaybolmuş gibi hissetti.

''Seni seviyorum,'' dedi sonra. Bu iki kelime dudaklarından dünyanın en doğal iki sözcüğü gibi çıkıverdi. Çünkü öyle, dercesine miyavladı Bezelyecik.

''Ben de seni seviyorum,'' dedi genç adam. Sonra da genç kadının dağılmış saçlarını düzeltti. ''Çiçeğini de seviyorum, Bezelyecik'i de, göz bebeklerini de... Hatta bu dansı bile.''

Şimdi ikisi birbirine sarılıyordu ve güneş, ufukta yavaşça kayboldu.

son.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


20 Nisan 2024 Cumartesi

Şekiller.


Küçükken hayat benim için iki şekilde akardı: Pazar akşamından cuma öğleden sonrasına ve cuma öğleden sonrasından pazar akşamına kadar olan kısımlar. Biri diğerinden daha güzel değildi; ancak daha hızlıydı bu kesin. Aslında, bu iki zamanı birbirinden ayıran iki gün dışında aklımda çok da bir şey kalmamış. Cumaları benim için keyifliydi. Çok da hatırlamıyorum ama kalbimin genişlediğini tahmin edebiliyorum. Tüm ruhuma yayılacak kadar genişlediğini, hatta benim evim olduğunu... çarptığını, çarptığını ve beni kucakladığını... Tabii pazarları da farklı değildi. O günler de kalbim çarpar çarpardı -ki çok şükür bu nedenle bugün buradayım :)- ama bu sefer tüm ruhumu, evet ruhumun hepsini, kaplamazdı. Tıpkı bir battaniyenin ayaklarımızı örtse, omuz kısmımızı kapatamayacağı gibi. O günlerde kalbim, benim için bir evden ziyade çadıra benzerdi. Belki de böylesi de güzeldi. Çünkü böylece, yıldızların parıltısı ilgimi çekti.

Bazı akşamlar yüzüstü uyuyakalıyorum. Bu akşamlarda her yanım ağrıyor. Sırtım, belim -bazen yüzüm??- ve beynim! Yorgun uyanıyorum, artık rüyamda nerelere gidiyorsam. Bu rüyalarda bir yerlere gidip maceradan maceraya, ah tamam!, tuhaflıklardan tuhaflıklara koştuğumu -bazen koşmadığımı- biliyorum; ama yine de uyandıktan sonra hepsi uçup gidiyor. Bir rüya gibi... Hatırlamak zor. Rüyalar, buğulu bir cama çizilmiş şekillere benziyorlar. Hayır. Çünkü öyle olsa, o şeklin üstüne yağmur damlaları yapışsa bile, şeklin çizgilerini hala görebilirdik. Oysa, bazı şeyleri geçtikten sonra artık göremeyiz. Bazı rüyaları, bazı an'ları, bazı anıları... Bazen de bazı, anmamaları. Bunlar, uyanıkken gördüğümüz rüyalardır. Anı olamazlar, an bile olamazlar; çünkü belirmek için zihnimizde enerji toplamaya başladıkları anlarda güçsüz kalırlar ve biz bu düşünceleri, hatta hisleri bile, anmayız ve onlar da yok olurlar. Belki de böylesi de daha iyidir. Çünkü böylece, yeteri kadar büyüdüklerinde, nihayet eyleme dönüşebilirler.

Bazen, yaşadığım bazı 'önemli' zamanları hatırlayamıyorum. Oysa, yine bazen, o kadar da 'önemli' olmayan bazı an'ları hatırlıyorum. Ya da... Hatırladığımı sanıyorum. Bu anları zihnim bir fotoğraf karesi gibi resmediyor, kalbimse bu soluk resmi buğulu camlara çiziyor. Hangisi hayal, hangisi gerçek... Akıp giden yağmur damlaları mı, silinmemek için direnen çizgiler mi? Güneş doğduğunda ikisinden de eser kalmıyor. Yağmurdan sonra beliren güneşi çok severim. Bu güneş, tıpkı bir rüyadan uyanmak veya, tam tersi, bir rüyaya dalmak gibidir. Tabii yağan yağmura dair de sevdiğim pek çok şey vardır. Bu şeyler zaman zaman değişir. Bu gece mesela, sesi seviyorum. Beni uykumdan uyandıran bu sesi. Ben bu yazıyı yazarken artık kesilmiş bu sesi. Henüz uyku sersemiyken bir rüyadaymış gibi dinlediğim. Çoğu insan muhtemelen, cumartesi gününe uyanıyor olsa bile, geri yatar ve uyurdu. Ancak benim uykum yoktu. Bu nedenle kahve içmeye karar verdim! Belki de böylesi de olması gerekendir. Çünkü baksana, böylece bloğuma bir şekil çizebildim.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.