30 Ağustos 2023 Çarşamba

Kalp ve Beyin (Nick Seluk) | Çizgi Roman Yorumu

Yazar-Çizer: Nick Seluk, Çevirmen: Dilara Anıl Özgen,
Yayınevi: Pegasus Yayınları

Beynini mi dinleyenlerdensin, yoksa kalbini mi?

Hangisini dinlemek sonrasında insana pişmanlık verir veya vermez?

Peki, ikisini bir masada buluşturmak ya da hadi sıcak bir ortam olsun, sinemada Batman izlemeye götürmek mümkün müdür?

Nick Seluk'un çizer ve yazarlığını yaptığı bu çizgi romanda iki ana, bir yan karakterimiz var. Ana karakterlerimiz kalp ve beyin. Arka planda ise onları taşıyan beden var. Kalp oldukça pervasız, uçarı; daimi bir çocuksu coşkunluk hali içerisinde. Beyin ise bir yetişkin; planlı programlı, ciddi, sorumluluk sahibi. Kitapta bu iki karakterimizin maceraları anlatılıyor. Kalp kelebekler peşinde koşarken, beyin kalbin peşinden koşuyor. Bazen onu zapt ediyor, bazense ayak uyduruyor.

Bu, çizgi romanı ikinci okuyuşum. İlk kez bir pandemi gününde okumuştum. Mevsim yine yazdı. O yaz bir okuma etkinliği vardı. Çokça kitap okumuştum; üstelik, okuma konusunda ilk kez böyle planlıydım! Ne garip, koltuğa kuruluşum bile aklımda çok net canlanıyor şu an. Oysa pandemiydi oydu buyduyla geçen tüm o zamanlar, beynimde bir sis perdesinin ardında kalmış sanıyordum. Neyse ki aradaki minik güzel anlar hatırımdaymış. Bu kitabı okurken çok gülmüştüm. Şimdi de güldüm. İçime neşe verdi bu ikili.


Kalbi dinlemeyi çocuksuluk olarak görürüz. Elbette her şey ölçüsünde güzeldir. Aynı zamanda zaten bu, yanlış bir varsayım da değildir. Kalbimizin atışını hızlandıran güzel anları anımsayalım. Belki küçük, belki büyük ama hepsi benliğimizde yer etmiş olan anları. Böyle anlarda kalbimiz çarparken tıpkı çocukluğumuzdaki gibi oluruz değil mi? O an'da oluruz. Çocukken zamanı kavrayamayız. Çocukken en basit şeyler bile ilgimizi çeker çünkü. Biz, kaşifizdir! 


Kalp, bir kaşiftir. O yüzden bazen uçurumun kenarında dolanır, bu doğru. İşte böyle anlarda beyin ona ebeveynlik eder. Veya en olmadı, daha çok deneyim elde etmiş bir abla\ abilik. Nöronları arasında köprüler kurarak o köprüleri gezdirir kalbe. ''Bak,'' der belki, ''daha önce buradaydın ve böyle olmuştu, sonra oradan düşmüştün; nasıl da kırılmıştın, nasıl da üzülmüştün...'' Beyin böyle söyleyince, her ne kadar niyeti asla kalbi kırmak olmasa da, kalbin dudağı bir büzülür. ''Ama...'' der, sonra susar ve kollarını vücuduna sarar. Peki o sırada beyin ne yapar? Bence kilit nokta da burasıdır. Bazen beyin hiç umursamaz. Bazen, kalbe sadece sarılır. Bazense, ona gerçekten yol gösterir. Çünkü beynimizin de, kalbimizin de amacı aslında bizim iyiliğimize giden yolu bulmaktır.

Evrende birer kaşifiz hepimiz. Kaç yaşında olursak olalım. Beynimiz, kalbimiz durmadan işler. Bizi ölülerden ayıran da budur. İşleyen bir kalp ve beyin. O halde ne yapmalı? Onlarla Batman izlemeli! Ah hayır... 

Onları bir masada buluşturmanın yollarını bulmalı.

Bu tatlı çizgi romanı herkeslere öneriyorum.


Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


Not: 30 Ağustos Zafer Bayramı'mız kutlu olsun!


29 Ağustos 2023 Salı

Mavi Gökyüzü.

Bugün gökyüzü ne kadar mavi. Sanki sınırı yokmuş gibi görünüyor. Sanki sınır dediğimiz o son nokta, maviliğin kendisinden ibaretmiş gibi. Böyle olduğunda, böyle bir gökyüzünün altında, ben de içimin genişlediğini hissediyorum. Böyle olduğunda, istediğim şeyi söyleyip dışarı salmaya karar verdim. Çünkü böyle yaptığımda, tüm ağırlıklar yok olmuş da, geriye sadece mavi gökyüzü kalmış gibi hissettim.

Mavi gökyüzüne bakalım. Masmavi gökyüzüne.

Gökyüzü bize neşeli hüzünlü şakacı hayaller veriyor değil mi? Bak şimdi, böyle söyleyince de aklıma sevgili Zeze geldi. Madem andık, haydi ona kulak verelim biraz. 


☀️ Dindinha bir seferinde mutluluğun ''yüreğimizde parlayan bir güneş'' olduğunu söylemişti. 


☀️ ''Bilinsin ki kalbimiz kocaman olduğu sürece sevdiğimiz her şey içine sığar.''


☀️ ''Neyi bekliyoruz, Zeze?''

''Gökyüzünden güzeller güzeli bir bulutun geçmesini.''

''Niçin?''

''Küçük kuşumu serbest bırakacağım. Sahiden. Artık ona ihtiyacım yok...''


☀️ ''Sence bu yarasa seni çok seviyor mu?''

''Sevmez olur mu...''

''Yürekten mi seviyor?''

''Kesinlikle.''

''Öyleyse geleceğine emin olabilirsin. Biraz gecikebilir, ama bir gün mutlaka seni bulacaktır.''


(Şeker Portakalı - José Mauro de Vasconcelos)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Bir Kediyi Terk Etmek - Babam Hakkında (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap

Bir kitabı elime aldığımda yaptığım ilk iş yazarının biyografisini okumaktır. Böyle olduğunda, bana o dünyayı gezdirecek rehberimle tanışmış gibi hissederim. Çünkü o dünyayı ilmek ilmek işleyen aslında yazarının yaşamıdır. Tabi ki bu biyografiler kitaplarda fazlasıyla yüzeysel metinler olarak yer alır; ancak yine de onları okuyup yazarlar hakkında kısaca da olsa bilgi sahibi olmaktan keyif alırım. Sonrasında zaten kitap da ilgimi çekerse yazarını ayrıca araştırırım.

Bunun için anı kitapları da vardır tabi. Hem yazarların\ şairlerin kendi özel yaşamları, hem de onları çevreleyen zaman ve mekan hakkında daha derin bilgileri bu kitaplar sayesinde öğrenebiliriz. Hele de bu kitaplar bizzat anı sahibi yazarın ağzından yazılmışsa, onları okumak daha da cezbedici bir hal alır.

Bir Kediyi Öldürmek kitabında Haruki Murakami biz okurlarına babasından bahsediyor. Evet, kitap başından sonuna kadar Haruki Murakami'nin babasıyla ilgili. Tabii kitapta küçük Murakami'yi de görüyoruz. Ancak sanki yazar bilinçli olarak babasıyla olan ilişkisini detaylandırmaktan kaçınmış gibi görünüyor. Kitap baştan sona nesnel bir bakış açısıyla yazılmaya çalışılmış. Yazarın babasıyla arası yıllar boyunca pek de iyi olmamış. Hatta uzun yıllar zorunluluklar dışında görüşmemişler. Kitapta eksik olduğunu ifade ettiğim bu öznel düşünce ve his eksikliğinin nedeni de muhtemelen bu diye düşünüyorum.

Yazarın babası 1917 yılında doğmuş. Bu yıllarda doğan kuşağı 'talihsiz' olarak nitelendiriyor yazar. Pek çok savaş görmüş ve acı çekmiş bir kuşak çünkü bu. Yazarın babası da pek çok kez askere gitmiş ve yazarın anlattığına göre iyi şans hep babasının yanındaymış. En büyük çarpışmalara çok kısa zaman aralıklarının etkisiyle gitmemiş. Ancak savaş ve ardında bıraktığı yıkıntı, babasının üzerinde derin izler bırakmış.


Kitap ismini yazarın babasıyla olan bir anısından alıyor. Bir gün uzaklara bıraktıkları bir kedi, bir şekilde yolunu bulup Murakamilerin evine geri dönüyor (ki neden böyle bir şey yaptıklarını yazarın kendisi de net olarak hatırlamıyor). Bu olaydan sonra o kedi, Murakamilerin kedisi oluyor. Haruki Murakami çok okuyan, öğretmen ebeveynlerle büyümüş bir çocukmuş. Evleri kitap doluymuş ve hayvan sevgisini çocukken hissetmiş. Çocukken arkadaşlarıyla sıkça yüzermiş. Aynı zamanda babası haiku türünde (kısa şiir) eser veren bir şairmiş.  Tüm bu yaşantıları aslında onun kitaplarında da görüyoruz. Sanat ve edebiyatla iç içe geçmiş bir çocukluğun ardından sanat ve edebiyatla iç içe bir yaşama adım atmış. Bu, pek de şaşılası bir durum değil aslında.

Kısa (104 sayfa) ve büyük puntolu bir kitap. Aynı zamanda içerisinde Gao Yan isimli bir sanatçının illüstrasyonları bulunuyor. Bu çizimleri de sevdim. Bu sanatçıyla çalışmayı bizzat Haruki Murakami istemiş. Kitabın son sayfalarında bu kitabı neden yazdığına ve yazma sürecine de kısaca değiniyor.

Haruki Murakami kitaplarını sevdiğim için benim severek okuduğum bir kitap oldu. Ama yazarı hiç tanımayan, ondan hiçbir kitap okumamış birisi bu kitabını benim kadar ilgiyle okur mu emin değilim. Murakami kitaplarını zaten seviyorsanız, yazarın daha farklı bir yönünü görmek ve aile geçmişi hakkında bilgi edinmek için bu kitaba da bir şans verebilirsiniz belki.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

Kendimize benzeyen arkadaş mı, benzemeyen arkadaş mı seçmek daha keyifli? | Ağaç Ev Sohbetleri 210

''Kendimize benzeyen arkadaş mı, benzemeyen arkadaş mı seçmek daha keyifli?''

Benzeyen. :) 

Bu kadarla bırakıp dağılıyormuşuz. Hayır tabi ki!

Açıkçası sevgili Deeptone'un yazısını okumadan evvel soruyu görür görmez benzeyen dedim. Bu arada Deeptone'un yazısını okumak ve kendisine Ağaç Ev Sohbetleri'ne konu önerisinde bulunmak istersen şuraya tıklayabilirsin. 

Biraz önden spoiler olacak ama Deeptone yazısında kendimize benzemeyen insanlarla arkadaşlık yaptığımızda farklı ilgi alanları hakkında da bilgi sahibi olup, hatta belki o bizden farklı kişilik ve mizaçtaki kişinin bakış açısı ve dünya görüşünü görüp gelişebileceğimizden bahsetmişti. Evet, katılıyorum; kulağa hoş da geliyor. Evet, üç beş bir şeyler kaparız da. Ama, hayır diyorum. Peki neden?

Buradaki farklılık tam olarak nedir şimdi buna da açıklık getirmek lazım en başta. Ben genel olarak zaten farklılıklara saygılı biri olduğumu düşünüyorum. Ancak bazı çizgilerim var ve bu çizgilerde ayrıştığım insanlarla bırakın arkadaşlığı, tanışıklık geliştirmek dahi istemiyorum. Çünkü beni yoruyor, yorar; gerek yok. Kaldı ki zaten her insan kendine hastır. En bize benzediğini düşündüğümüz kişi bile bizim kopyamız değildir neticede. Onun kendine has bir dünya görüşü, hayatı algılayış biçimi vardır. Söz konusu farklılık ilgi alanlarının farklı olması ile sınırlıysa yine söylediklerim geçerli.

Benim şu an arkadaşım olmayan bir arkadaşım vardı. :) Nedense soruyu okuyunca aklıma direkt o geldi. Ekonomiye ilgiliydi. Zaten okuduğu bölümle de ilişkiliydi bu alan. Hatta bize (arkadaşlarına) bu alan ve buna benzer alanlarda teknik konuşmalar yapardı. Derslerde öğrendiklerini anlatırdı. Hiçbir şey anlamazdım çünkü pratik bilgi değil, teknik bilgi verirdi ve bu tip ekonomi, iktisat ve artık aklıma gelmeyen buna benzer alanlara gram ilgim yok. Tabii hayatta kullanabileceğim ve vatandaşça diline tercüme edilmemişse.

Yıllar evvel lisede bir grup arkadaşım vardı. Onlarla da görüşmüyoruz. Gerçi bizim görüşmeme nedenimiz farklı olmamızdan kaynaklı değil ama o, seneler öncesinde kalmış arkadaş grubum da benden çok farklıydı. En yakın arkadaşımla hele taban tabana farklıydı. İkimiz de kitapları severdik ama okuduğumuz türler farklıydı. İkimiz de dizi izlerdik ama izlediklerimiz çok farklıydı. İnançlarımız, aile yapılarımız farklıydı. Olaylara tepkimiz farklıydı. Yine de onu çok seviyor ve değer veriyordum. Çok da iyi anlaşıyorduk garip bir şekilde. Ama tüm bu farklılıklarımıza karşın inat olmamız aynıymış şu işe bakın ki ve bağımız aniden koptu. :) Şimdi gülüyorum çünkü arkadaşlığımızın bitişi çok saçmaydı. Yine de o yıllarda beni çok yaralamıştı. Tam olarak boşluğa düşmüştüm. Çünkü onunla küsünce, direkt olarak grubumuz kopmuştu. Ve seçilen bir taraf olmuştu. O taraf ben değildim.

Sonra yine benden çok farklı görünen ama bana çok çok benzeyen biriyle yakın arkadaş olduk. Dışarıdan gerçekten çok farklı gibi görünüyorduk. Hatta lisenin ilk yılında ona dair hoş şeyler düşünmemiştim. Gıcık kapmıştım! :) Ama ikinci yılında bir noktada en yakınım oldu. Yıllar boyunca kardeşim, sırdaşım, canım oldu. Ben çok konuşurum, o az. Ben çok fevriyim, o çok sakin. Kişiliklerimiz, tepkilerimiz çok farklı. Yine de bazen tam olarak aynı şeyleri düşünüyoruz ve ağzımızdan aynı kelimeler aynı anda çıkıyor. Yani çıkıyordu. Artık onunla da koptuğumuzu hissediyorum. Eskisi kadar sık konuşamıyoruz, görüşemiyoruz. Bunun sebebinin ben olduğumu da düşünmüyorum. Çünkü bir noktada, artık bir şeyleri sırtlamak ve devam ettiren taraf olmak istemiyorum. Buna zorunda olmadığımı fark ediyorum. Birini çok sevsen bile kendini daha çok sevmen gereken durumlar vardır zira ve bu durumlara bir arkadaşlığı sırtlamak da dahil. Konuştuğumuzda tüm zaman kapanıyor o ayrı. Hiç kırılmamışım gibi hissediyorum. Çünkü onu çok seviyorum. Çünkü o benim kardeşim olmuş işte. Ama yine de büyümüşüz. Bu çok kırıcı.

Onunla arkadaş olmamıza vaktiyle bir efsane olan Supernatural dizisi vesile olmuştu. :) Okul bahçesinde turlaya turlaya Supernatural konuşurduk. Ah be o günlere... :) Çok fazla ortak noktamız vardı. Her konudan ama her konudan konuşurduk. İlgimizi benzer konular çekerdi. Ama bu konulara verdiğimiz tepkiler farklıydı. Yani hem aynıydık, hem de değildik.

Düşünüyorum da; biz ikimiz benzerdik. Bizden farklı olan (ekonomici :) arkadaşımız ise sanki aramızdaki bağmış. Bir nevi yapıştırıcı gibi. Bizi dengede tutuyormuş gibi. Neden bilmiyorum ama şu an böyle bir hisse kapıldım. Belki de sahiden de bir arkadaş grubu söz konusuysa, orada senden farklı birileri de olmalı ki, seninle aynı olanlarla seni dengelesin.

Üniversitede bana benzeyen birisini ise hiç bulamadım. :) Hatta beni kendi arkadaşlarım bile tuhaf bulurdu. Tuhaf şeylere ilgim olduğunu düşündüklerini söylerlerdi bile. Onlar daha geleneksel yaklaşırdı olaylara. Ben biraz çıkıntı düşünüyordum sanırım. Bu nedenle arkadaşlığımızın ilk aşamalarında genelde fikrimi açıkça ifade edemezdim. Çünkü hadi ama, gruptaki tek cırt renk olmak mı... Benim için fazla bir durumdu. Şimdi olsa daha net olurdum o ayrı. Belki arkadaşlığımız da daha güçlü bağlarla kurulurdu böyle olsaydı. Ya da belki tam tersi; hiç başlamazdı. Olmadığım biri gibi davranmıyordum, hayır, kastettiğim bu değil; ama tam olarak kendim gibi de davranmıyordum. Fikrimi belirtiyordum ama o belirtilen fikrin arkasında koca bir dünya varken, ben az konuşurdum. Az anlatırdım. Bu da, tahmin edersin ki, beni soldururdu. O arkadaşlarımı da sevdim, seviyorum. Ama; yine, büyüdük. Hepsi farklı hayatlarda. Hepsi farklı noktalara gidiyor. Bu garip hissettiriyor. Büyümek. Ama ne diyordum; onları seviyorum. Onlarla vakit geçirmek de hep hoşuma gitti. Yine de, hayatım boyunca, istediğim o dinamiği kimsede bulamadım. Bulduğuma inandığım noktadaysa, o kişiyle kopuyoruz sanki. Hoş geldin yeni travmalar... :)

Öte yandan ben sanatı, felsefeyi, düşünmeyi sevmeyen biriyle konuşmaktan keyif alabileceğimi sanmıyorum. Demiyorum ki sanat\ felsefe tarihi konuşalım. Hayır. Ben ilgi alanım olan konularda ufkumu açan insanlarla arkadaşlık etmekten hoşlanıyorum. Hadi bu kadar entel takılmayalım (!). Bir dizi izleyelim ortak mesela (ki en yakın arkadaşım kanlı otopsili diziler olsun, efenim korku gerilim olsun, çok severdi, bense izlemeyi tercih etmiyorum; alın bir fark daha), o dizideki can alıcı noktaları farklı bakış açısıyla ondan dinlemeyi çok severim, isterim.

Özetle; tabi ki benimle tıpatıp aynı olsun demiyorum ama ortak ilgi alanlarımızın olacağı kişilerle arkadaş olmayı tercih ediyorum. O ilgi alanına bakış açımız farklı olabilir, ki elbet olur; neticede klon değiliz. Ama baktığımız pencerenin çerçevesi aynı olmalı. Manzara değişebilir. Eğer çerçeve de farklıysa, bir noktada kopacağımı düşünüyorum. Ama manzara farklıysa, işte o zaman ufkum genişler.

Burada da içimi döktüm biraz sanırım. Neyse ne. İyi geldi.

Hoşça kal.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


28 Ağustos 2023 Pazartesi

Kalbimi Çarptırıyor.

Sevdiğim şarkıların coverlarını dinlemeyi, hatta dinlemenin de ötesi ve öncesinde, onları keşfetmeyi çok seviyorum. Başka bir ses, başka bir tarz, başka bir bakış açısı işte; böyle olunca sanki o parça değişiyor. Sanki geceyken gündüz oluyor veya bazen de tam tersi gündüz, gece oluyor. Parçanın özü aynı kalıyor. Belki verdiği his de. Ama bir şeyler farklı. Kar taneleri gibi. Uzaktan aynı gibi görünüyor bazı coverlar; yine de, şekli farklı. 

Kar yağan bir şehirde yaşamadım hiç. Yaşadığım şehri hep çok sevdim ama özellikle de küçükken karı görmeyi çok istiyordum. Bazen şanslıysam eğer, az biraz kar yağdığı, hatta ardında bir küçük kardan adam bıraktığı zamanlar oluyordu kış günlerinin. Ancak çoğunlukla sadece soğuk olurdu. Kuru bir soğuk. Bazen kupkuru ellerime, soğuk yağmur taneleri düşerdi o ayrı; kar sulu şakalar yapa yapa yeryüzüne inerdi. Sulu kar ayrı bir hayal kırıklığıydı benim için. Hadi ama, biraz ciddiyet sevgili kar...

Yağmurları genel olarak hep sevmişimdir. Rüzgarlı yağmurlarda saçım başım dağılmış, üstelik bir de okul yolunda durakta ağaç olmuşsam, pek sevmezdim kendisini yalan söyleyemem. İnsan da ne tuhaf. Oysa yağmur aynı yağmur; ama onu işime gelince sevmiş, işime gelince gıcık olmuşum. Yine de gıcık kaptığım öksürme nöbetleri verdiği zamanlarda bile onu içten içe sevdim. Ama en çok bahar yağmurlarını sevdim. Ağaçların henüz yeşil olduğu zamanları. İlki, sonu fark etmez; biraz yeşillik var mı etrafta hala, tamam işte, yağmur damlaları yeşilleri daha yeşil yapacak ve retinamın kartuşu cıvıl cıvıl doğa manzaraları çıkarttıracak beynime. Yağmur her şeyi daha canlı kılıyor. Her şeyi şöyle bir güzelce yıkıyor, paklıyor, temizliyor ve ışıl ışıl yapıyor. Bazen çitileye çitileye iri damlalarıyla yıkıyor. Bazen zarifçe, dokunduğunu bile belli etmeden değip geçiyor. Her ikisi de gerekli, her ikisi de güzel. Hem doğa ne yapacağını bilir. Neye ihtiyacı olduğunu, hatta çoğu zaman hiç hak etmesek de biz insanların da neye ihtiyacımız olduğunu bilir ve onu bize verir. Kendini yeniler. Tekrar ve tekrar. Bu yüzden mi şansımızı zorlar dururuz acaba? Ya bir gün doğa kendini yenilemezse? Ya bir gün bize küserse? Ne yaparız, bunu hiç düşünür müyüz? 

Doğa bizi hep düşünüyor. Yaz geçiyor, işte bahar gelecek yine. Her mevsim kendi şarkısını fısıldayacak. Bazen tıpkı bu yaz olduğu gibi kulağımızı bükecek. Çünkü sert olmadığında, onu anlamadığımız ortada. Ama ya hep böyle sert davranırsa bize? Ya her yaz böyle kavurursa? Mevsimlerin iç içe geçtiği ortada. Doğa bize kızarsa, gerçekten kızar; değil mi? Umarım gönlünü almak için hala çok geç değildir... Yine de bize arada hep gülümseyecek. Dikkatli bakarsak o tebessümü her yanda görebiliriz. Ağaçların yapraklarında, çimenlerde, çiçeklerde, toprakta, bulutlarda... Bizler her günü aynı sıkılganlıkla karşılarken, rüzgar başka başka şarkılar taşıyacak. Yağmur, bulutlar, yıldızlar... Çok severim onları izlemeyi. Çünkü onları izlemediğimde her şey aynı geliyor bana. Herkes, her durum, her eylem. Çünkü aynı! Oysa 'yaşam', ona dikkat kesildiğimizde ne eşsiz, ne güzel ve ne kendine yönelik. 

İki gecedir yıldızlar yok. Bulutların ardında sessiz sakin ışıldıyorlar; ancak onları göremiyorum. Aslında bulutların uçuştuğu geceleri de severim. Özellikle de yaz gecelerini. O zaman bulutlar ile yıldızlar adeta dans ederler. İkisi de görünürdür ve ikisi de birbiriyle uyumludur. Sahne önüne geçme kavgası yoktur. Oysa şimdi bulutlar kütle haline gelmiş, tüm sahneyi kaplıyor. Onları yine de seviyorum, sevmiyorum değil; tüm sahneye yayılmış bulutları da seviyorum çünkü bize yağmuru getiriyorlar. Hem; kolay değil, yağmuru taşımak.

Dün gece yağmur yağdı. Ne güzeldi. Yağmuru hissetmeyi özlediğimi fark ettim. Yağmur sadece var olarak bile beş duyu organımızın hepsine birden işliyor değil mi? Toprağın kokusunu getiriyor. Bazen serinliği, bazen ıslaklığı hissettiriyor. Bazen sinirli, bazen sakin, kapımızı, çatımızı, bahçemizi, asfaltımızı tık tıklıyor. Pek alışılmış olmamakla birlikte, ağzımızı aaağğğ yaparsak oraya da konabiliyor. Sonra, ince ince, her yana ''ben geliyorum!'' diyor. En sevdiğim de onun bu yolculuk kısmını izlemek biliyor musun? Onu izlerken en çok da bunu özlediğimi fark ediyorum. Dün yağmur damlaları sokak lambasının ışığında parlarken ne de güzeldi. 

Gökyüzü de parlayıp parlayıp sönüyordu tabii. Şimşekler her yandaydı. Şimşekli havalardan korkar mısın? Ben pek korkmam. Küçükken bile korkmuyordum. Hatta küçükken birisi yukarıdan dünyanın fotoğrafını çekiyor sandığım bir dönem yaşamıştım. Şimdilerde de bu düşünce şimşekli zamanlarda aklıma gelip beni neşelendirir. Acaba fotoğrafta nasıl çıkıyorum? Sinirli, bunalmış, bıkmış mı? Yoksa neşeli, sakin, dostça mı? Nasıl görünmek isterdim o fotoğrafta diye düşünüyorum. Nasıl görünüyorum acaba; olduğum kişi gibi mi, yoksa bilerek fotoğrafı sabote eden mızıkçı çocuklar gibi mi? Bilmiyorum. Sanırım ikisi gibi de görünebiliyorum. Bazen güzel, bazen komik, bazen muşmula suratlı çıkıyorumdur herhalde. 

Gökyüzünü izlemek her yeni günde aynı şarkının farklı versiyonlarını dinlemek gibi hissettiriyor. Çok benzer havalarda bile bir şeyler farklı. Sanki kalbimi farklı çarptırıyor.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


27 Ağustos 2023 Pazar

Vanishing Time: A Boy Who Returned (Kayıp Zamanlar) | Film Yorumu


Yönetmen: Uhm Tae-hwa

Senarist: Uhm Tae-hwa, Jo Seul-Ye

Yapımı: 2016 - Güney Kore


Soo-rin (Shin Eun-soo) bir kazada annesini kaybetmesi sonucu üvey babası ile yaşamakta olan hayal gücü gelişmiş bir kızdır. Uzaylılar, ruhlar, farklı boyutlar gibi ilginç konulara merak duymakta ve bunlarla ilgili bir blog yazmaktadır. Farklı zevkleri olduğu için diğer çocuklar onun ''tuhaf biri'' olduğunu düşünürler. Arkadaşı olmayan bu küçük kızın tek arkadaşı Sung-min (Lee Hyo je\ Dong-won Kang) olacaktır.

Soo-rin ile aynı okulda okuyan Sung-min bir yetimdir. O da farklı konulara ilgi duymaktadır. Hatta Soo-rin'in bloğundaki parapsikolojiyle ilgili bilgileri denemiştir bile. Bu ortak ilgi alanları ve aile geçmişi benzerliği ile birlikte iki çocuk yakın iki arkadaş olur. Hatta Sung-min, Soo-rin'e hayrandır.

Bir gün içlerinde Soo-rin ve Sung-min'in de bulunduğu dört kişilik bir arkadaş grubu yasaklı bir inşaat alanına izinsizce girerler. İnşaatta patlamalar olmaktadır, bu nedenle bu yasak bölge tehlikelidir. Çocukların amacı da tam olarak bu patlamayı görmektir. Ormanlık bir alan olan bu yerde bir süre vakit geçirirler. Ardından bir ağaç kovuğundan içeri düşerler. Bu kovuğun çıktığı yer bir mağaradır. Bu mağarada suyun içinde bir yumurta bulurlar. Bu yumurta zamanı yer.

Bizler de film boyunca bu arkadaş grubunun başına gelenleri izleriz.


Kaynak: Pinterest

Film karşıma rastgele çıkmıştı. Konusunu bile bilmeden, okuduğum olumlu yorumlara güvenerek filmi izlemeye başladım. Özgün bir senaryoya sahip, akıcı ve beni kah güldüren, kah az kalsın ağlatan bir yapımdı. İçinde dram barındırsa da, dramdan beslenen bir işleyişi yoktu. Aksine, filmi büyük bir merakla izledim.

Filmin türü için en uygun niteleme fantastik olacaktır. Ancak film boyutlar arası yolculuk konusunu merkeze aldığı için belki ucundan kıyısından bilim-kurgu türüne de giriyor diyebiliriz. İçerisinde mantık hataları bulunsa da, çok da kafaya takıp didiklenmediği takdirde sıkılmadan izlenebilecek bir film olduğunu düşünüyor ve ilgisini çekenlere öneriyorum.


Filmi izlerken aklımda net olarak iki düşünce belirdi. İlki, ne dilediğimize gerçekten dikkat etmemiz gerektiği; diğeri ise, zaman şimdi dursa ve her şeye sahip olsam o bol vakit ve sınırsız imkanla ne yapardım acaba sorusuydu. Peki sen, sen ne yapardın sevgili okur? Şimdi aniden zaman dursa, tüm dünya dursa ve tüm dünyanın tek hakimi sen olsan... O bol zamanı nasıl kullanırdın? İstediğin her şeye ama her şeye o an sahip olabilsen mesela... Her şeyin olsa. Hiç ihtiyacın olmadığı halde bir sürü paran olsa. Okuyacak bir sürü kitabın olsa. İstediğin şeyleri gönlünce yesen, içsen. Ama... Hayatta en çok sevdiğin kişiyle tek kelime edemesen. O kişi senin gözlerinin içine hiç bakamasa, seni hiç göremese, tepki veremese; öylece donup kalsa karşında, taş gibi olsa, o ve tüm dünya... O zaman senin için gerçekten neyin önemi kalırdı böyle bir dünyada?

Hoşça kal.

:)


26 Ağustos 2023 Cumartesi

Üç Kız Kardeş (Anton Çehov) | Kitap Yorumu

Yazar: Anton Çehov, Çevirmen: Ataol Behramoğlu,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Üç Kız Kardeş, Anton Çehov'un kaleme aldığı dört perdelik bir oyundur. Olga, Maşa, İrina ve Andrey, asker babalarının işi dolayısıyla çocukken Moskova'dan küçük bir kasabaya taşınmış dört kardeştir. İyi bir eğitim almış bu kardeşler, yaşadıkları kasabada kendilerini yalnız hissetmekte ve Moskova'ya geri dönmenin hayallerini kurmaktadırlar. Anneleri henüz onlar çocukken, babaları ise bir yıl evvel ölmüştür. Babalarının ölümüyle birlikte büyük bir şehre taşınma hayalleri daha da büyümüş ve yaşamlarını istekle devam ettirebilmeleri için tek umutları olmuştur. Ancak toplumun ve yaşam şartlarının onları ittiği hayat biçimi, hayallerine tamamiyle zıttır. Oyunda bu dört kardeşin hayalleri, umutları ve nihayetinde yaşamları anlatılır. Bu kardeşlerin kasabada ahbaplık ettiği kişiler, askerler ve bir askeri doktordur. Andrey'in eşi ve çocuğu ile ev hizmetlileri ise diğer karakterlerdir. Karakterlerin yaşama bakış açıları ve beklentileri, ettikleri sohbetler üzerinden okura gösterilir. Böylece karakterlerin toplumdaki yerlerini ve toplumsal yaşama bakış açılarını anlarız.


Andrey bir bilim insanı olma hayalleri kuran, diğer yandan müzikle uğraşan çok yönlü genç bir adamken; kasabalı Natalya ile evlenmesi onun hayallerini, beklentilerini, uğraşlarını ve hatta övünç duyduğu eylemleri dahi değiştirir. 

Olga çok çalışkan bir öğretmendir. Sorumluluk almaktan da bir an dahi geri durmaz. Ancak yaptığı iş onu yorar ve hatta yıpratır. Öğretmenlik bile onu bu denli yıpratırken, kendisine kasabalıların önemli gördüğü ancak Olga'nın istemediği müdirelik görevi verilir. Olga da tıpkı kardeşi Andrey gibi sisteme boyun eyer. 

Maşa genç yaşta bir evlilik yapmıştır. On senedir evli olduğu kocası, genç Maşa için hayranlık uyandırıcı birisidir; ancak artık Maşa orta yaşlarına yol alan ve ne istediğini daha iyi bilen bir kadındır. Kocasına sadıktır ama artık ona hayranlık duymaz, hatta katlanamaz.

İrina en genç kardeştir. Güzeller güzeli ve umut dolu, bir küçük hanımdır. O da tıpkı kardeşleri gibi iyi eğitim almıştır. En büyük hayali Moskova'ya dönmektir. Yaşadıkları kasaba İrina'yı boğar. İrina'nın kardeşlerinden ayrılan yönü ise henüz sistemin içinde erimemiş olmasıdır. Hayalleri ve hayattan beklentileri canlıdır.

Kitabın isminin üç kız kardeş olmasının bence en önemli sebebi, kız kardeşlerin hala daha yaşamayı arzuladıkları hayata ulaşabileceklerine dair içlerinde taşıdıkları umudun canlı kalması ve dolayısıyla, Andrey'in aksine, her ne kadar zorunluluktan doğan sorumluluklarını yerine getirseler de kendi kişiliklerini baskılamamalarıydı. 


Kitabı okumaktan büyük keyif aldım. Kitapta farklı düşünce ve kişilik yapısına sahip karakterlerin bulunması, benim kitaba yönelik ilgimi canlı tuttu. Zaten felsefi diyebileceğim, düşünce odaklı görüşlerin yedirildiği kurgusal metinleri okumaktan ayrıca keyif alıyorum. Sanki o karakterler gerçekten karşımdaymış da onları dinliyormuşum gibi hissediyorum. Sıradan yaşamlarımızda bu denli geniş yelpazeye sahip çeşitlilikte insanla bir araya gelip üstüne seviyeli bir sohbette bulunmak malesef ki güç bir durum. Ancak neyse ki kitaplar var ve kitaplar bize böyle bir fırsat tanıyor. Bu kitapta da bu bahsettiğim farklı düşüncelere sahip karakterler bir aradaydı ve birbirlerini dinledikleri sohbetler ediyorlardı. Ben de bir okur olarak onları dinledim. Şimdi bu karakterlere yönelik fikirlerimi ifade edeceğim.

Bir komutan olan Verşinin, zorunluluklarla dolu bir yaşam sürmekteydi. Onun da hayatı, tıpkı diğer karakterler gibi, hayallerinden çok uzaktaydı. Verşinin bugüne yönelik değil, gelecekteki güzel günlere yönelik bir düşünce sistemi geliştirmişti. Bu da onun bugün dediğimiz zamanda var olan düzene ve daha en başta kendi yaşamına ses çıkarmamasına, sadece yapması gerekenleri istemese bile yapmasına ve onun uzak yarınlara bağlı yaşamasına sebep oluyordu. Pişmanlıklarla dolu ama umut dolu bir yaşam... Bu açıdan baktığımızda acıklı bir yönü de var. Hatta kendisi de bunu şu cümlesiyle ifade ediyor: ''Yine de gençliğimin geçip gitmiş olması çok yazık...''

Bu bana pek çoğumuzun yaptığı ve belki de yapmak zorunda hissettiği yaşama yönelik tutumlarımızı şekillendiren akışı anımsattı. Akış diyorum; çünkü bu, pek çok tercihle biçimlenen ve kişinin aslında günün sonunda kendi kendini zincirlediğini fark ettiren bir tercih zinciri yumağı. Verşinin karakteri ile Maşa'nın da bu bakımdan ortak noktaları bulunmaktaydı. Aralarındaki en bariz ve umut verici fark ise Maşa'nın henüz çok daha genç olması. Buna karşın, malesef ki hayal kırıklıklarımız en yalancı ve göz korkutan zincirimiz olabilir. Hayal kırıklıklarımız sahiden de cesaretsiz olmamıza yol açabiliyor, değil mi? Verşinin umut etmekten vazgeçmezken, Maşa umut etmeye cesaret bile edemiyordu. Oysa umut etmeden umduklarımıza ulaşamayız. Her ne kadar aslında Verşinin'in düşüncelerinin pasif etkili olduğunu düşünsem de, onun umut dolu yönü ile yaşam ve gelecek hakkındaki düşüncelerini okumayı sevdim.


Askeri doktor olan Çebutikin, emekliliğine çok az zaman kalmış ve mesleki açıdan yetersiz, görevlerini yerine getirmeyen ve hatta etik ve ahlaka uygun bir şekilde mesleğini yapmayan, kendi refahından başka bir şeyi önemsemeyen bir adamdı. Bu portre bana yine Çehov'un bir kitabı olan Altıncı Koğuş'u anımsattı. Bu kitapta da tıpkı Altıncı Koğuş'ta olduğu gibi, toplumdan ayrıksılaşmış aydın tiplemesini görüyoruz. Çebutikin'in eylemleri bunun bariz bir örneği. Yirmi beş yıldır aynı mesleği yapan ama kendini bir adım dahi ilerletememiş; dahası, kasaba halkının yaşamını tehlikeye tekrar tekrar atıp ''her şey bir, her şey aynı'' boşvermişliğinde bir doktor. Onu denetleyen, sorgulayan zaten yok. Ancak neyse ki Çebutikin'in de bir vicdanı vardı... Her ne kadar sesler, eylemlerle buluşmadığında bir anlam ifade etmeseler de; Çebutikin yaptıklarının ve yapmadıklarının kişilerin yaşamı üzerindeki büyük etkisinin farkındaydı. Bu bakımdan onun en çok da kendisine yönelik düşüncelerini okumak benim için ilgi çekiciydi.

Natalya karakteri Andrey'in eşiydi. İkisinin evlilik birliği ile bağlanmaları, doğal olarak birbirlerinin yaşamdaki beklentilerini de birbirine bağlamıştı. Ancak bunun sağlıksız bir bağ olduğunu ve Andrey'in bu bağın içinde kendi istek ve amaçlarını bir kenara bırakıp yalnızca karısının istediği gibi bir adamın varlığına büründüğünü görüyorduk. Üstelik Andrey de kendisinin, yaşadığı bu yaşamdaki Andrey olmadığının içten içe bilincindeydi. Ancak buna yönelik hiçbir eylemde bulunmadı; ne karısına, ne kız kardeşlerine kendi düşüncelerini dahi açıklamadı. Değer verdiğini söylediği karısına dahi içten içe saygı duymadığını, onunla uyumlu olmadıklarını bildiğini Andrey'in kız kardeşleriyle olan konuşmalarında okuyorduk. Andrey'in yaşamı da zorunluluklarla ördüğü ve inanmadığı bağ, amaç ve düşüncelerle doluydu.

Kuligin ve Tuzenbah karakterleri ise kendilerini sevmeyen ve onların aşkını elde edemediklerini bildikleri kadınlara bağlı, 'bir umuttur aşk' (ı yaşamak) mantığında beyefendilerdi. Beyefendilerdi bu doğru; ancak onları sevmeyen kadınların hislerine kör, sağır ve dilsizi oynuyorlardı. Ancak bir noktada Tuzenbah'ın dili çözüldü tabii. Sevdiği kadına onun aşkını elde edememesinin kendisini üzdüğünü, kahrettiğini söylüyordu. Üstelik bunun bir mantık birlikteliği olacağını en başından beri bu sözümona sevdiği kadının bizzat ağzından dürüstçe duyduğu halde. Aşk... Aşkın bir illüzyon olduğunu düşünmüyorum. En azından karşılıklı ve sağlıklı bağlarla kurulmuş bir aşk illüzyon değildir. Asıl illüzyon, böyle tek taraflı ve kendini kandırmaya yönelik sahiplenici birlikteliklerdir. Çünkü adı zaten daha en başta aşk konmamıştır. Sadece kişilerden biri veya bazen her ikisi de, öyle olsun ister. Ancak malesef isteklerimiz her zaman gerçeğimiz olmaz, olamaz.

Öte yandan pek sevgili Olga'nın bir aşığının olmaması da ilginç ve üzerinde durmaya değer bulduğum bir durum. Olga kendini kariyerine vermiş ve çok çalışan bir kadındı. Kardeşlerin en büyüğü ve en kendini yaptığı işe adamış olanıydı. Kardeşler arasında en sevdiğim olmamakla birlikte, en çok saygı duyduğum isimdi diyebilirim. Buna karşın bir kahraman çıkıp da onun aşkı için savaşmıyordu. Neden olabilir diye düşündüm. Olga'nın kendisinin pek çok şeyle savaşabilecek güçte bir imaj çizmesinin bunda bir etkisi olabilir miydi?.. Belki de, öyleydi!


Kitabı okumaktan büyük zevk aldım. Tiyatro metni olduğu için aslında hızlıca okunabilecek bir kitap; ancak ben karakterlerden ve onların düşüncelerini okumaktan o kadar keyif aldım ki, kitabı okuma sürecimi bilinçli olarak uzattım. Yazımda da uzun uzun karakterler üzerine analizler yapmamdan anlaşılacağı üzere, yazar derin karakterlere yer vermişti. Sıradan görünen ama derin karakterler. Üç Kız Kardeş yazardan okuduğum ikinci kitap oldu. Bu kitabıyla birlikte yazarın gözlem gücünün güçlü olduğuna dair düşüncem pekişti. İlgisini çekenlere kitabı öneriyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Yeryüzü Güncesi #4 | Kelime Oyunu 118


''Gece bulutları uzaklaşıp giderken, onları tutmaya çalışırım. Sanki onlarda bir şey varmış gibi. O kadar geçici, o kadar dağınık ve dağılmaya müsaittirler ki, beni geride bırakıp gideceklerini bilirim. Yine de başım hep onlara dönüktür. Yine de, bu isteğime rağmen, ellerim yanımdadır...''

Genç adam gülmeye başladı. ''Ne var,'' dedi genç kadın, başını çok hızlı çevirmişti, buna pişman oldu. ''Ah!'' dedi boynunu ovalarken ''canım yandı...''

Genç adam daha da çok gülüyordu şimdi. Genç kadın yüzündeki memnuniyetsiz ifadeyle cık cıkladı. ''Yanındayken...'' dedi nihayet genç adam, sesi gülüşünün ardında kaybolmuştu, ''yanındayken,'' diye yineledi bu sefer daha tok bir sesle, ''kendimi senin asistanınmış gibi hissediyorum bazen.''

''Asistan?'' Genç kadın başını hafifçe sallayarak bu sefer yavaşça genç adama döndü ve ekledi ''Mı...''

''Asistan. Yani...'' bir süre durakladıktan sonra omuz silkti, ''öyle işte.''

''Ozan! Ortaya bir laf atıp 'öyle işte' diyemezsin...'' Genç kadının yüzü yine memnuniyetsizliğini ele veriyordu. Bu ifade genç adamı daha da çok güldürdü. ''Öyle mi işte?'' dedi genç adam genç kadına sataşarak.

''Zaten hava da sıcak... Bulutlar birer hayalete dönmüş, baksana! Böyle... Vuuuuu!''

''Hayalet?.. Mi...'' 

Genç kadın kocaman açtığı gözleriyle hızlıca genç adama baktı. ''Sen takıl bana böyle, dalga geç bakalım. Ama bak... Ne hüzünlü bulutlar. Bunlar hep fazlalıktan. Fazla nem var, yaaa ondan! Oysa bu kadar nemi kim ne yapsın! Ne bulutların şekline, ne de bizim şekilsizliğimize faydası var.''

''Sahi... Bi' dur Aslı. Deminden beri yerine yerleşemedin, kıpır kıpır.''

''Çünkü sıcak... Ne kadar terli bulutlar ve ne kadar...'' Genç kadın genç adamın nota defterini alıp sallamaya başladı ''ah... Ferahladım!'' Genç adamın şaşkın bakışlarına sadece omuz silkti. Şimdi gülme sırası, ikisindeydi.

''Bir de hep aynı şekilde oturmak rahatsız edici Ozan... Tabi sen, sana oturalım mı denilen yerlere her bakımdan olur dediğin için hiç mi hiç kıpırdamadan olduğun yerde durursun ama... Ben duramıyorum.''

''Belli...''

''Hep aynı yerde durmak acı değil ama, uzun süreli olduğunda, ağrı veriyor. O kadar çok yorucu ki, bu ağrı tıpkı Ağrı Dağı'na tırmanmışım gibi yoruyor beni. Seni yormaz mı? Kımıldamadan durmak.''

''Hımmm. Yine eşsiz bir mecazlaştırma seziyorum. Ama evet, yorar. Kımıldamamak yorucu, haklısın. Yine de... Eşsiz anları dolanarak yaşayamazsın.''

''Söz konusu eşsiz anları dolanmadan da bulamazsın.''

''Doğru! Bazen sihirli tesadüfler olur tabi, orası ayrı. Tıpkı...''

''Bizim birbirimizi bulmamız gibi!''

''Evet yani sanırım...''

''Ozan!''

Genç adam genç kadının asılmış yüzüne uzunca bakarak sonunda burnuna küçük bir buse kondurdu. ''Bazen,'' dedi sonra ''bazı şeyler, mesela bazı tanışmalar, eşsiz birer tesadüf gibi görünürler. Oysa bence değillerdir. Tabi ki seninle geçirdiğim her an, bir iksirin etkisindeymiş gibiyim.''

''Kara büyü mü yani?..'' dedi genç kadın. Gözlerini hafifçe kısmış, genç adama tehditkar bakışlar atıyordu. ''Vuuuu...''

''Hayır'' dedi genç adam sesini alçaltıp ''galaksi büyüsü gibi!''

''Bunu sevdim'' dedi genç kadın. ''Ozan,'' dedi hemen sonra da kocaman gözleri ve gülümsemesiyle, ''sen gerçekten çok azimli bir asistansın!''

''Teşekkürler efendim. Elimden geleni yapıyorum diyelim.''

Dağılan akşam bulutları başka köşelere uçuşup başka şekiller oluşturuyorlardı. Genç adam ve genç kadının dikkatli gözlemleri eşliğinde, oradan oraya savruldular. 

-bölüm sonu-


Bu haftanın kelimeleri iksir, ağrı, ter, asistan, eşsiz idi. Her hafta beş kelime veriyor ve içerisinde bu kelimelerin geçtiği öykü, şiir, deneme vb. türlerde yazılar yazıyoruz. Sizler de kelime verebilir ve yazı yazabilirsiniz. Kelime vermek ve Deeptone'un yazısını okumak için şuraya tıklayabilirsiniz.

İyi okumalar olmuştur umarım.

Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


23 Ağustos 2023 Çarşamba

İyi dinleyen mi, güzel konuşan mı daha iyi arkadaştır? | Ağaç Ev Sohbetleri 209

"İyi dinleyen mi, güzel konuşan mı daha iyi arkadaştır?"

Öncelikle Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğinde dolu dolu tam dört yıl geçirmiş olmamızı kutluyorum. Bu fikrin ilk ortaya atıldığı zamanlar aklımda çok net canlanıyor. Sevgili Taha Akkurt ve Edischar'a bu fikri bulup uygulamaya soktukları, sevgili Deeptone'a hiçbir haftayı konusuz bırakmayarak etkinliği yürüttüğü ve diğer blog yazarlarına da yazılarıyla görüşlerini bildirip bu etkinliğin canlı kalmasını sağladıkları için tebriklerimi iletiyorum. Blogda uzun soluklu olan ortak etkinlikler beni heyecanlandırıyor. Her hafta sohbetlere bir yazıyla katılmadım ancak elimden geldiğince, ilgi alanım ve düşünce balonum olan konular sohbet konusu oldukça, ben de yazılarımla etkinliğe katılmaya çalışmıştım eski bloğumda. Konu özelinde ayrı bir yazı yazmadığımda bile başka yazarların yazılarına yorumlar bırakarak fikrimi belirttim ve bundan da keyif aldım. Umarım bu şekilde uzun süre daha devam edecek bir etkinlik olur bu sohbetler. Çünkü bir konu etrafında pek çok kişinin ne düşündüğünü okumak bence özel ve güzel bir şey. 

Şimdi de gelelim bu haftanın konusuna. Bence ikisi de iyi arkadaş olmanın bir kıstası değil. Ancak birinin arkadaşlığından keyif almam, hatta biriyle ''arkadaş'' olmam için, o kişinin sohbetini sevmeliyim. Yoksa o kişiyle bir arada bulunuşumuz tanışık olma halimizden öteye gitmez zaten. Biriyle ortak ilgi alanınız varsa, sohbetin de kendiliğinden akacağını düşünüyorum. Kah sen konuşursun, o dinler; kah o konuşur, sen dinlersin. Açıkçası ben çok konuşan birisiyim. Hatta konuşmayı isteyeceğim biri karşımdaysa ve konu beni sararsa gevezeliğe bile vardırabilirim olayı. Sohbetimin de karşıdaki kişinin ilgisini çektiğini düşünüyorum (ne yalan söylim :). Yeter ki konu benim ilgimi çeksin, bence güzel güzel saatlerce konuşabilirim. 

Kötü bir dinleyici miyim? Öyle olduğumu sanmamakla birlikte, hararetli bir konuşmacıyım. Hele ki birisiyle bir konu etrafında tartışmaya bayılırım. Kelimenin tam anlamıyla bayılırım hem de. Konu ilgimi çekerse kendimi kaybediyorum. Hele hele bir fikri savunuyorsam... Bu bakımdan, karşıdaki kişiyi dinlerim ama hararetli konuştuğum için bazen dinlemiyor gibi görünüyor da olabilirim. Ama vallahi billahi dinliyorum.

Şimdi sorudaki ayrıma istinaden kendimden bir örnek vereceğim. Yakın bir arkadaşım var. O, çok çok çok sakindir. İyi bir dinleyicidir orası ayrı. Ama fazla iyi bir dinleyici olduğundan dolayı bir yerden sonra sohbet akmıyor (üzgünüm, keşke daha çok anlatsa...). Yani ''iyi bir dinleyici olmak'' sohbetin güzel bir kıvamda olmasına katkı sağlamaz. Yazımın başında ne demiştim; bence iyi bir sohbet için iki role de girmeli kişiler. Kah dinlemeli, kah konuşmalı. Taraflardan biri hiç konuşmadığında veya az konuştuğunda da o sohbet tıkanıyor. Sonuçta monolog sergilemiyorum o konuşmada ben; karşımdaki de konuşsun, hatta hararetli konuşsun isterim. Yoksa neden sohbet ederiz ki zaten?..

Günlük hayatta da sıradan günlük konulardan konuşuruz tabi. Bir konu hakkında herkes bir şeyler söylediğinde o konu zenginleşir. Üniversitede ders arası boşluklarımız fazlaydı. Arkadaşlarla o aralarda bir yerlere gidip sohbet etmeyi çok severdim (hey gidi hey tey tey tey). Ne olmuş ne bitmiş, neler yapıyoruz gibi en basit konulardan bile konuşsak; eğlenirdim. 

Bence arkadaşlığın iyi veya kötü olmasını iyi bir dinleyici veya konuşmacı olmak belirlemez bu bakımdan. Arkadaşlığınız iyiyse zaten birbirinize değer verir ve buna yönelik davranış gösterirsiniz. Karşıdaki kişinin fikirlerine önem verdiğiniz için onu dinler; onunla bir arada olmaktan zevk aldığınız için sohbete katkı sağlayıp konuşursunuz. Bunlar bence kendiliğinden gelişir. Karşıdaki kişi bana değer vermiyorsa, benim sohbetimi sevmiyorsa bunu belli eder zaten ve bu noktada ne iyi arkadaş olmaktan, ne de arkadaş olmaktan söz edilebileneceğini sanmıyorum.

Benim biriyle sohbet etmem için onunla arkadaş olmam da gerekmiyor bu arada. O kişinin düşünceleri ilgimi çekerse hem iyi bir dinleyici, hem de konuşmacı olurum. Çekmiyorsa da, olmam. 

:) 


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


22 Ağustos 2023 Salı

Grileşeyazmış Havalar...


Bugün hava kapalı gibi. Aslında bulutlar bembeyaz ve mavilik de, işte orada, görünüyor. Ancak yine de sanki birisi havaya gri filtre atıvermiş ve retinam beynime ''her yer gri kaptan'' komutunu bildirmiş. Arada filtre şipşak değişmiyor değil. Güneş saklandığı yerden saniyelik çıkıp biz Dünyalılara ''burada mıydınız canım yaa'' deyip gidiyor. Biz buradayız da senin canlı tonların nerede sevgili Güneş?.. Tamam yine saklan, ama yeryüzünü biraz daha sıcak tonlardaki renklerle gösteremez misin?.. Ah hayır beni yanlış anlama, sıcak yap demedim, sıcak renkler dedim... Hani kırmızı, sarı, turuncu falan...

Kapalı havalar içimi bayıyor. Sıcak havalar da içimi bayıyor. Bugün hava hem kapalı, hem sıcak. Kapalı hali de bir tuhaf üstelik. En sevmediğim, en içimde bir yükseleceğim ama yükselemiyorum da bunaltısı bırakan grileşeyazmış ama beyazlığını da bırakamamış bulutların verdiği kuruluk hissi. Ben bu satırları yazarken Güneş, beni nerelere şikayet ediyorsun, diye merak edip o kıymetli yüzünü gösterdi neyse ki. Hava yine turuncu filtreli. Ruh halim minnettar. Sonuçta Alacakaranlık setinde değiliz, ne bu kasvet!

Sen nasılsın?


21 Ağustos 2023 Pazartesi

Şeyler ve Şey'ler.

Sanırım hep tek bir şey olmak istedim. Veya; kendimi tek bir şeye adamak. İstedim mi? Yoksa inandım mı? Belki de buna inanmak istedim. Ancak sevdiğim pek çok şey vardı ve bunları tek bir şey'in içine oturtamıyordum. O şey ne, ne olmalı bunu bile bilmiyordum. Bu, büyüme sancısının ötesinde, var olma sancısının berisinde bir şey'di. Yoksa bu adanacak bir şey miydi? Her şeyimle bağlanabileceğim bir şey.

Bu ''adanma'' hali veya ihtiyacı başka ve biraz evrensel bulduğum bir sorun olmakla birlikte; aslında asıl sorun meselelerin mesele olmadığını kavrama sancısıydı. Bir şey vardır ve onu görürsün; sonra başka bir şeyler keşfedersin, o diğer şeyi olduğundan daha farklı, büyük ihtimalledir ki daha manalı, daha büyük görürsün; en sonundaysa başa dönersin, ama bu sefer o şey'i görürsün. Bu noktada benim çok sevdiğim bir alıntı var. Erich Fromm'un Psikanaliz ve Zen Budizm isimli kitabından: ''Aydınlanmadan önce bana göre nehirler nehir, dağlar da dağdı. Aydınlanmaya başladığımda artık nehirler nehir değil, dağlar da dağ değildi. Artık, aydınlandığımdan beri, nehirler yine nehir, dağlar yine dağ.''

Sana daha evvel yıldız oyunumdan bahsetmiştim. Hani ''seni seçtim Pikachu, ya sen nereden katılıyordun yarışmaya?'' oyunumu. Bu oyunda bir yıldız seçerdim, sonra da onu ''mektup'' arkadaşım yapardım. Bazen postanede mektuplar kaybolabilir, o hesap, mektuplar yerine hiç ulaşmazdı. Ama o an, mektup yazardım! Telepatiyle? Belli bir adresi veya yeri yoktu. Ama kişiler vardı. Pek çok ülkeden. Neresi olursa olur. Sonuçta düş gücü ışık hızından bile hızlıdır...

Geçen yıl sana bir kitabın yorumunu yazmıştım. Başka bir halimle var olduğum başka bir evrende. En güzel halim miydi bilmesem de, mutlu bir halimdi. Kitabın ismi Dra-ku-laaa'ydı! Sevgili Mina'yı çok sevmiş, Van Helsing ile tanışmak istemiştim. Draculayla empati kurmaya çalışmış, sonra da gerçek dünyaya dönmüştüm. Ama o kan emici bir vampir! idi. Uzun ve yazarken çok eğlendiğim bir yorum yazımdı bu. Saat gecenin bilmem kaçıydı. Ama kanım delice akmıştı. Dracula yarasaya dönüşüp penceremde belirse bile içeri giremezdi bilene ama ben dışarı çıktım. Müzik olarak neyi açtım bilinmez; diğer yandan gökyüzü açıkken ne dinlense uygun kaçar zaten. Yıldızlar her şarkıyı kaldırır. Hepsine uyar ve başlarlar dönmeye. Kimse bilmese de neden döndüklerini; sen bilirsin. İşte o gece ben çok heyecanlı olduğumdan, yıldızlar da heyecanlıydı. O an bir mektup arkadaşını görmemiştim onlarda. Yalın halleriyle dümdüz yıldızları da. Gözlerimi kapatmış mıydım anımsamıyorum artık o kadarını; ama o an şey'leri görmüştüm. İçinde varlığımın her zerresini taşıyabilecek benden hayalleri. Başrolde ben vardım. Başkaları değil. Başka kişi veya şey'ler değil. Ben.

Hayal kurarken buna dikkat etmenin çok önemli olduğunu keşfetmiştim. Başrol benim, ne heyecanlı ve doğal. Sonra biraz zaman ve pek çok gün ve gece iç içe geçtiğinde başka bir şeyi daha fark etmiştim. Aslında o hissi sadece bir hayalin içindeyken hissetmemiştim. Hatta o gece sana pek sevgili Mina ve pek sevgisiz Dracula'yı anlatırken bile o şey benimleydi. 

Bugünlerde ders çalışıyorum. Pek çok yeni şey öğreniyorum ve tüm o şeyler koca bir ışık halinde heyecana dönüşüp kalbimde çarpıyor. Ufkumun açıldığını hissediyorum; başka dünyaların var olduğunu. Bir sürü düşüncenin; ve bunlar, bir kilit olup yıldızları açıyor sanki. Ufukta şeyler yerine şey'leri görüyorum. 

Ana karakter olmak pek çok sahneden haberdar olmak aslında değil mi? Her sahnede sen olursun böyle olursan. Ama tek bir şey'e bağlı kalır, diğerlerini dışlarsan; o şeyin rolü bitince hayal kırıklığı yaşayabilirsin. Ne yani, dersin sözgelimi, sahne bu kadar mıydı?.. Sonra belki başka yapımlarda başka rollerde olursun; ancak, mühim olan, tabii bence, hepsine zaten sahip olduğunu kabullenmek. Gökyüzüne baktığında tek bir yıldız görmemek gibi. İçimizde parıldayan pek çok şey olabilir. Bazen karanlıkta kaldığımızda onları görebiliyoruz tabi. Ancak yıldızlar hep vardır. 

Küçük kuzenim bir keresinde bana gündüzleri yıldızların nereye gittiğini sormuştu. Ben küçükken bu konuda ne düşünüyordum acaba; bunu o an gerçekten ama gerçekten çok merak etmiştim. Bunu bilmemin bir imkanı yoktu; ancak büyük ben, bu soruyu düşündüğümde aklıma ışık geldi. Alev topu olan yıldızların, tek bir yıldızın ışığında kaybolması. Oysa o tek yıldız da geceleri gözükmüyordu. Oysa hepsi zaten vardı ve hep parlıyorlardı. Oysa biz hep onlara kavuşuyorduk. Günler ve gecelerce.

Gün ışığı da, gecenin ışığı da farklı hisler veriyor. Hepsini kucaklayasım geliyor. Hepsini kucaklamayı seçiyorum. Çünkü sanırım ancak böyle olduğunda tüm o kafa karıştıran şeyler, benim şey'lerime dönüşüyorlar.

Hoşça kal.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


18 Ağustos 2023 Cuma

Yaz Düşü.

Yazları sevmezdim. Aslına bakarsan bu yaza da bayılmıyorum. Şimdi gece yarısına az bir zaman kalmış şu vakitte bile hava fazlasıyla bunaltıcı. Yine de bu yıl yazla farklı bir bağ kurduğumu hissediyorum. Neden böyle oldu emin değilim. Ancak bir teorim var.

Baharları çok severim. İlkini de, sonuncusunu da. Nisan. Çiçekler her yerde. Az mı durup ağaçları seyre daldım. Seyre daldığım şeyleri fotoğraflama takıntım vardı bir dönem. Ama bu çok güzel, diye düşünürdüm. Herkesçikler görmeli. İşte; ben, sen ve yolu kazara bloğuma düşen herhangi biri. Ya da belki de en son bin yıl önce gördüğüm bir tanıdığım; daha dün konuştuğum canım arkadaşlarım... Herkesçikler görsün. 

Sonbaharda çiçekler yoktur. Ama gün batımlarının kızılı yapraklara vurur ya hani; ah, o an'a adanmış bir şiirin coşkunluğuyla dolar içim! Ne güzeldir o turunculuk. Hava da artık ferahlamış, rüzgar hafiften serin. Üstünde ince hırkan; ama üşümüyorsun da. Bir şeylere başlıyorsun. Belki yeni ders yılı. Belki iş, bilmiyorum. Yılın ilk ayı gibi eylül. Ama ekimle olan ahbaplığım daha derin. Çünkü daha bir sonuncu bahar, belli. Kasımsa kışa ilk emeklemeler. Artık üşüyorsun, sıkı giyin. Öhö öhölemeyi sevmem. O yüzden kasım, artık uzak bir baharın düşünden kalıntılar sadece.

Yaz ise her yıl sadece el mecbur yaşanacak bir süreç. Nemden boğuluyorum. Terlemekten nefret ederim. Güneş her yerde ve fazla samimi... Yine de yaz göğü de ne güzelmiş diyorum bu yıl. Belki de baharda baharı içimde hissedemediğimden böyle geliyor şimdi bana. Yaşanmayan baharın hisleri yaza sarkmış gibi. Ne kadar hayta olursa olsun sevilen birinci derece akraba gibi yaz bu yıl. 

Bu yüzden içim hüzünlü. Ağustos da bir ertesi gün yolculuğu haberi çünkü. Çok sevdiğim sonbahar bile bu hüznü gidermiyor. Canım yaz... Ben de ne tuhafım. Sevilecek zaman sevmem, sevilmeyecek zaman sevgi pıtırcığı oldum. Hala bir yazcı olduğumu iddia edemeyecek denli yazdan çekiniyorum ancak dedim ya, yaz bu yıl benim için yaşanmamış bir baharın düşü gibiydi.

Yaza dair en sevdiğim şey hep ama hep yıldızlar olmuştur. Çocukluğumdan beri yıldızlar kardeşim, dostum, sırdaşımdır. Ay ise üst komşum. Ancak bunun yanı sıra, zamanı az biraz geri sardığımızda, akşamüstünün hafif rüzgarında okunan kitaplar da ne hoştur. O anları gerçekten içimde hissederim. Kitap okuyorumdur, yüzüme rüzgar değer geçer; gözüm çevreyi turlar ve bu tur, dudaklarımda biter. Gülesim gelir. Mutluluk gibi değil; huzur gibi bir his. Ne güzeldir o anlar. Ne senden, ne içinden... Okuduğum kitabın tadını hissederim böyle anlarda. Asıl keyif veren aslında budur. Tabii, rüzgarın payını da küçümsememeli. Ancak şimdilik konumuz bu değil.

Dün akşamın tam üstündeki zaman diliminde yine kitap okuyordum. Anton Çehov'un Üç Kız Kardeş isimli tiyatrosunu. Uzun zamandır listemdeydi. Anton Çehov'dan daha geçenlerde Altıncı Koğuş'u okumuş, bakış açısını ve ifade biçimini çok sevmiştim. Bu sevdiğim niteliği, yazarın ''anlatım''ı ifadesiyle genelleyebilirim tabi. Ancak bu çok sınırlı bir pencereden bakmak olurdu. Ben asıl olarak yazarın bakış açısını hissettirme halini sevdim. Anlatımın ötesine geçme halini. Evet, düşündürüyor da. Ama bazen bazı yazarlar size aslında sizin bilmediğiniz bir şey söylemez. En azından o an okuduğunuz kitabının her cümlesi böyle olmaz genellikle. Ancak bir his verir işte, lezzet. Hah işte, o lezzeti bir aldın mı o kitabın tadı damağında kalır. Böyle kitapları yaz akşamüstlerinde okumanın tadı da tam da bu yüzden muazzamdır. Güzel bir ambiyansta kendinle buluşmaya çıkmak gibi. Keyif almak, yaşamdan keyif almak gibi. Büyük harflerle yazılan keyifler yoktur o anlarda; lezzetli harflerle yazılmış hissedebildiğin keyifler vardır. Zaten bu nedenle muazzamdır.

Kitaptan bir alıntıyla bu yazımdan sana hoşça kal diyorum o halde sevgili okur.

''Sık sık düşünürüm. Yaşama yeniden, ama bu kez bilinçli olarak başlanabilseydi! Yaşamış olduklarımız, hani derler ya, taslak, öteki de onun temize çekilmişi olsaydı, ne olurdu acaba? Sanırım her birimiz, her şeyden önce, yaşamış olduklarımızı bir daha yaşamamaya, ya da hiç değilse, kendimize bambaşka bir yaşama ortamı, ne bileyim sözgelimi, böyle çiçeklerle dolu, aydınlık bir ev yaratmaya çalışırdık...'' (Sayfa 21)

Sen en son ne okudun\ okuyorsun?


bir şeyler dinlemek istersen tıklayabilirsin.


17 Ağustos 2023 Perşembe

Nasıl Hissettiğini Tanımlamak.

Bazen nasıl hissettiğini tanımlamak gerçekten zor oluyor. Hislerini başkasına tanımlaman zaten imkansız gibi bir şey. Çünkü herkes ya kendi hislerinin peşine düşmüş, ya da hisler onların peşine. Bu senin için de geçerli. Herkesin içinde sen de varsın neticede. Tabi bazen onları başkalarına tanımlamak önemli gibi geliyor. Önemli değil demek çocukça bir böbürlenmenin ötesine geçmiyor. Tamam en güçlü sensin, en kendine yeten; ne yapalım? Bu benim bir yanılgım. En başta kendimi kandırdığım ama bir yerden sonra kül yutamadığım bir yanılgım.

Hislerin ve kendim dediğin şey de birbirine eşit şeyler değil. Sen hislerin değilsin, hislerin de sen. İkisi de değişir, ikisi de birbirinden etkilenir. Benim hislerim çoğu zaman karman çorman bir renk paleti gibidir. Tüm renklerin iç içe geçtiği, bir sürü karışmış renk. Hangi rengin hangi renklerden oluştuğunu bulmak bu nedenle çoğu zaman zahmetlidir. Bir yerden sonra renklerin dilinden anlarsın o ayrı. Ancak anlamak daha da kötü gelir bazen. Keşke sadece güzel renklermiş, kötü renklermiş deyip geçebilsem dersin; ama içten içe de bilirsin, aslında asıl istediğin şey bu değil. Sen bu özelliğini de seviyorsun. Belki kazandığın bu yeteneği. Renklerin dilinin şifresini çözmeyi.

Yine de bu çoğu zaman yalnız hissettiriyor. Renklerin dilini çözmen sana evrenin sırrını çözdürmez neticede. Bırak evreni, yanındaki insanın renginin sırrını bile bilemezsin. Herkesin renk paleti kendine özeldir. Herkes kendi paletinde denemeler yapar. Aslında asıl ustalık o renklerin nasıl oluştuğunu kavramak değildir. Bu, çoğu durumda senin için dezavantaj bile oluşturabilir. Zamanını alır, enerjini... Kafanı karıştırır. Şüpheye düşürür. Bu nedenle asıl marifetin bu renkleri kullanmak olduğu açıktır. Nasıl oluşmuşsa oluşmuş değil mi? Hem kuvvetle muhtemeldir ki ressamlar da deneye yanıla, bazen kazara güzel renkler keşfetmişlerdir. Peki o rengi güzel yapan aslında nedir? Resimdeki kullanımı. 

Bazı resimlerin tarihsel\ mitolojik okuması oluyor. Bilgi sahibi olmadan o resmi anlayamıyorsun. Bir resme bakmaktan keyif almak için bilgi de gerekmez aslında. Ama insan işte, yaptığı resim anlaşılsın da isteyebilir içten içe. Ben hep karman çorman resimler yapıyorum. Sanırım çoğu zaman belli bir sistemden yoksun, doğaçlama resimler oluyor bunlar. Keşiflerimin birer kolajı. Günün belli saatlerinde belli şeyler ekleniyor resme. Gün doğumu mahmurluğu, öğle güneşi bunaltısı, akşam serinliği ferahlığı, gece gizemi büyüsü. Bugünün renk menüsü, diyelim ki, bu oluyor. Yarınınki başka olacak. Dünkü de başkaydı. Önemli olan bunu fark etmektir belki de. 

Çiçeklerin ardına saklanmış bir figür bazen gizemli, bazen eğlenceli, bazen masum, bazen karmaşık, bazen hüzünlü, bazen sinsi, bazen yalancı, bazen dürüst, bazen kaçkın, bazen kaşif... gibi gelebilir. Bu izleyici için böyledir. Ama belki de çiçeklerin arasındaki bu figür aslında sadece kendisiyle ilgileniyordur. Resimdeki figürleri, izleyicileriyle ilişkilendirmek gerekmez neticede değil mi? Neticede, ressamın tam olarak ne düşündüğünü eleştirmenler bile yüzde yüz kesinlikle dile getiremez. Hadi düşünceler dile getirildi diyelim, peki ya hisler? Belki de zamanla ressamın hisleri resmin içinde eriyip gidiyordur ve geriye yalnızca o resmi izleyen bizlerin tek tek hisleri kalıyordur. Bu tek tek hisler tek tek başka resimler oluşturmak için ilham tohumuyla doluyordur. Renkler, resimler, ressamlar ve izleyiciler... Hepsi birdir belki de ilham denilen oluşumun içinde.

Aslına bakarsan boşluk hissi hakkında bir yazı yazmıştım. Çünkü hissettiğim en temel şeyin bu olduğunu düşünüyordum. Ancak bir şekilde içim rahat değildi; çünkü, boşluk dediğimizde herkes olumsuz hislere bürünmeye yatkınlık gösterecektir diye düşündüm. Oysa benim bahsettiğim boşluk hissi olumsuzluk anlamına gelmiyordu. İçeriğinde iç sıkıntısı taşıdığı muhakkak olmakla birlikte, olumsuzluk barındırmıyordu. Sadece var olan bir gerçeği ifade edecektim. Hissettiğim bir gerçeğimi. O yazımda boşluğu kabullenmek yerine; onu sıkıştırarak hacim vermeye çalışıp, onu farklı farklı şekillere büründürmek için çabaladığımızdan bahsetmiştim. En azından benim yaptığım buydu. Neşe, hüzün, öfke... Oysa boşluk bunların hiçbiri değildir. Boşluğun bir şeklinin olması da gerekmiyor muhtemelen. Tabii her yiğidin boşluk tanımlayışı da farklı olacaktır, onu bilemem.

Boşluğa bir şekil atamak, her ne kadar bu şekil zaman zaman farklı duygulara bürünüp biçim değiştirse de, bir çeşit kısıtlama ve dolayısıyla aldanma hali oluşturuyor. Oysa boşluğu bir nevi kara delik gibi düşünmek daha faydacı bir bakış açısına götürebilir bizi. Sonuçta kara deliğin içinden ne çıkacağı belli olmaz. Birtakım kozmik sırların alt metninde neler var belki fizikçiler bir gün açıklama yapar; ancak benim paralel Neptün evrenimden gözlemlediğim mecazi kara deliğim, bilinen fizik kurallarının aksine, içinden aynı Newt Scamander'ın* sihirli çantası gibi uçsuz bucaksız genişlikte ve ondan ayrışan yönüyle, içinden istediğimiz duyguları çıkarabildiğimiz ve istemediklerimizi geri dönüşüme gönderebildiğimiz bir portal oluşturabilir. Hacmi ilk bakışta küçük görünen bu kara deliğin içinde ne cevherler olduğunu sonuçta kim bilebilir... Biz. Ben dediğimiz kişi.

Boşluğu illa ki bir şeye dönüştürmeliyiz demiyorum. Ama boşluğun içinden de ihtiyacımıza yanıt verecek şeyler çıkarabiliriz diyorum. Tıpkı benim şu anda yazdığım yazının, seni bilmem ama, benim kafamdaki karmaşık sorulara ve sıkılgan ruh halime yanıt vermesi gibi.

Boşluğu halının altına süpürmek de bir seçenek tabi. Düşünmemek, Aman beya, demek. Ama bu benim pek işime yaramadı. Bence bu da bir nevi şekil değiştirtmek. Çünkü o halının altına itelediğimiz boşluk, sonra ileride başka suretlerle karşımıza çıkabiliyor. Bazen neşe gibi çıkıyor, sonra maskesini bir çıkarıyor ki meğersem çiçeklerin arkasındaki figür istilacı uzaylıymış. Bazen de hüzün gibi çıkıyor karşıma tabi. O zaman ben tam da zırıldanırken bir anda çiçekler toplayıp kapıma geliyor, üzülme diyor bu Boşluk. Bak işte yeni şeyler öğrendin, diyor. Böyle deyince bazen daha da zırıldanıyorum, bazen de sükunetle kabul ediyorum çiçekleri.

Belki de tek çözüm yolu sürdürmektir. ''Sürdürmeyi sürdürmek.''* Bir şeyleri düzene oturtmak ve devam etmek.


bir şeyler dinlemek istersen tıklayabilirsin.


16 Ağustos 2023 Çarşamba

Şeytanın Çırağı (Şiro Hamao) | Kitap Yorumu

Yazar: Şiro Hamao, Çevirmen: Nilay Çalşimşek,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitap iki öyküden oluşuyor. Bu iki öykünün ortak noktası birer cinayet vakasını konu edinmeleri. Kitaba da ismini veren Şeytanın Çırağı isimli ilk öyküde sevgilisini öldürmekle yargılanan bir suçlunun ağzından bir savcıya yazılmış mektubu okuyoruz. Suçlu ile savcı eski dostlar. Ana karakterin çarpık bir değerler sistemi olduğunu ilk bölümlerden anlıyoruz. Kişiliğindeki bu çöküntüyü de arkadaşının onu yalnız bırakmasına bağlıyor. Hukuk fakültesine giden arkadaşının ardında bıraktığı boşlukla baş etmesinde aşkın ona yardımcı olduğunu söylüyor. Aşık olduğu kadını öldürmekle suçlanan bu adamın içinde bulunduğu çetrefilli durumu kendi ağzından anlatmasını okuyoruz.

Onları Öldürdü Mü? isimli ikinci öyküyü bir savunma avukatının ağzından okuyoruz. Şehirde çok ses getirmiş bir cinayet vakasının zanlısının avukatı olan bu anlatıcı, medyaya yansıyan ve yansımayan yanlarıyla yaşanan korkunç cinayeti en başından anlatıyor. Genç bir çiftin kendi evlerinde öldürülmesi ve zanlının suçunu en ince ayrıntısına kadar itiraf etmesine karşın, bu vakada başından beri şüpheli durumların olduğunu düşündüğünü söylüyor ve saklı gerçekleri ortaya döküyor.


Bir çırpıda okunabilecek, oldukça akıcı bir dile ve sürükleyici kurguya sahip bir kitaptı. Her iki öyküyü de merakla okudum. Daha evvel bu yazarın kitaplarından okumamıştım. Ancak bu kitabı kitap hesaplarında ara sıra görüyordum. İthaki Yayınları'nın Japon Klasikleri Dizisi'ni yavaş yavaş da olsa okuyup bitirmek istiyorum. Bu nedenle de kitabı kütüphanede görünce heyecanlandım, mutlu oldum ve işte bir heves de okudum.

Öykülerde yaşanan olaylar birbirinden bağımsız olmakla birlikte, ifade ettikleri iletiler bakımından benzer özellikler taşıyorlar. Her iki öyküde de aslında çözüldü gözüyle bakılan vakaları okuyoruz. Bu noktada, zanlının suçun işlendiği ana kadar yaşadıklarını okumak ilginçti. Özellikle de zanlı konumundaki karakterlerin kişilikleri ve bu kişiliğin oluşmasına zemin hazırlayan etmenler net bir şekilde ortaya konmuştu. 

Japonya'da polisiye kurgunun temelini atan yazarlardan biri olarak kabul edilen Şiro Hamao aslında hukuk eğitimi almış. Öykülerini yazarken aldığı eğitimden ve bu alandaki kısa çalışma hayatındaki tecrübelerinden yararlandığı ifade ediliyor. Öykülerde işin bürokratik kısmı uzun uzun anlatılmıyor tabi ancak yazarın olayları ''adalet'' kavramının penceresinden ifade ettiğini söylemek mümkün.


Her iki öyküyü de merakla okumama karşın ilk öykünün işleniş biçimini daha çok sevdim. Şeytanın Çırağı isimli bu öykünün ana karakteri daha detaylı bir şekilde işlenmişti. Karakterin ruh hali ve olayların gidişatı kafamda daha net canlandı. Aynı zamanda bu beceriksiz sosyopatın ilginç bulduğum bir karakter olduğunu söyleyebilirim. İkinci öykünün ise final sahnesi beni ters köşe yapmakla birlikte, karakterlerin daha derin işlenebileceğini düşünüyorum. Sadece zanlı konumundaki kişinin değil, Michiko karakterinin de düşüncelerini detaylı bir şekilde okumak isterdim.

Öykülerin beni suç kavramı üzerine düşündürmesi kitaba dair sevdiğim bir özellik oldu. Bir kişi bir suçu işlesin veya işlemesin o suçu işleme potansiyeline ve isteğine sahipse, yine de tehlike arz edecektir. Bu durumda o kişi için, eğer ki gerekli tedbirler alınmazsa, potansiyel bir suçludur diyebiliriz sanırım. Özellikle de ilk öyküde suç ve suça teşebbüs kavramları üzerinde durulmuştu. 

Özetle, kitabı genel olarak beğendim. Her iki öyküyü de ilgiyle okudum. Japon Edebiyatı'nı ve polisiye öyküleri severlere önerebileceğim bir kitaptı diyebilirim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

15 Ağustos 2023 Salı

Okçu'nun Yolu (Paulo Coelho) | Kitap Yorumu

Yazar: Paulo Coelho, Çevirmen: Emrah İmre, Çizer: Murat Kalkavan,
Yayınevi: Can Yayınları

Tetsuya ünlü ve başarılı bir okçudur. Ancak inzivaya çekildiği dağ köyünde bu başarılarını saklamakta ve marangozluk yapmaktadır. Bir sabah uzaklardan gelmiş bir okçu, Tetsuya'ya meydan okur. Yabancıyı gören köylülerden biri, Tetsuya'nın kimliğine dair bilgi edinir ve bu başarılı okçudan kendisine okçulukla ilgili bilgiler vermesini ister. Kitap boyunca da Tetsuya'nın köydeki komşusu olan gence anlattığı öğretileri okuyoruz. Bu öğretiler okçuluk üzerinden anlatılsa da, hayatın geneline uyarlanabilecek; hedef belirlemek ve o hedefe ulaşmak için yapılabilecekleri kapsayan gerek maddi, gerek manevi düzlemdeki adımları anlatıyor.


Kitaptan geçtiğimiz olimpiyatlarda yazarın kitabını okçuluk alanında elde ettiği başarılar sonrasında Mete Gazoz'a adadığını açıklaması ile haberim olmuştu. Bu nedenle bu kitabı taaaa o zaman merak etmiştim. Aradan geçen bunca zamanda ise kitabı okumaya dair isteğimi unutmuşum. Açıkçası yazarın yazdıklarına karşı da -çok değil ama- birazcık önyargıyla yaklaşıyorum. Bunun sebebi ise yazarın çok didaktik bir üslupla okuyucusuna yaklaştığını düşünmem. Ben bir okur olarak ''bunun doğrusu budur'' şeklindeki bariz yaklaşımları okumaktan pek de keyif almıyorum. Bu nedenle de yazdıklarını okuyabileceğim ama okumak için can atmayacağım yazarlar kategorimde duran bir isimdi kendisi.

Kütüphanede gezerken bu kitap ilgimi çekti. Aslında okumak istediğim başka kitaplarla da karşılaşmıştım ancak bu kitabın baskısı çok hoş geldi. Kitap; Giriş, Dostlar, Yay, Ok, Hedef, Duruş, Ok Nasıl Tutulur, Yay Nasıl Tutulur, Kiriş Nasıl Gerilir, Hedefe Nasıl Bakılır, Atış Anı, Tekrar, Okun Uçuşu Nasıl Gözlemlenir, Yaysız Oksuz Hedefsiz Okçu, Kapanış bölümlerinden oluşuyor. Giriş ve Kapanış bölümleri dışındaki tüm bölümler aforizma tadında her sayfada kısa kısa öğretiler halinde yazılmış. Ara ara bu öğretileri betimleyen illüstrasyonlara yer verilmiş. Bu noktada kitabın çizeri olan Murat Kalkavan'ı da anmadan geçmek istemiyorum. Çünkü çizimleri çok beğendim.


Yukarıda bahsettiğim didaktik üslup bu kitapta da var. Neticede kitap öğretilerden oluşuyor. Ancak bu öğretiler daha çok bir ustanın öğrencisine anlattığı öğretiler düzleminde kalmış. Anlatmak ile aşılamak arasında da fark var; aslında benim anlatmak istediğim de bu nokta, bu ayrımın korunması. Bu kitapta bu sınırın korunduğunu düşünüyorum. Bu bakımdan öğretileri okumaktan keyif aldım.

Burada bahsedilen ok, niyetlerimizi simgeliyor. Hedef, adı üzerinde ulaşmak istediğimiz nokta. Yay; bize ait olan şeyler, bizden şeyler, içimizdeki heyecan bir nevi. Yayımız hep bizimle kalır. Örneğin Tetsuya okçuluk ile ilgili her şeyi geride bırakmasına karşın yayını yeni hayatında da saklamaktadır. Bu sayede okçulukta edindiği en temel kazanım olan heyecanını anımsar ve bu heyecanı diğer işlerinde de kullanması gerektiğini unutmaz.

Kitabı okurken ben de kendimi kendi okumu, yayımı ve hedefimi düşünürken buldum. Bazen bu üç temel unsuru belirlemek zor olabiliyor. Bazense, bu üç unsura da sahip oluruz da, bunları nasıl birbirleriyle ilişkilendirebileceğimizi bilemeyebiliriz. Kitapta bu durum Tetsuya'nın bakış açısından sade bir şekilde anlatılmış. Yormayan, sıkmayan ancak mesajını basitçe ve bence etkili de bir şekilde anlatan hoş bir kitap. Kısa sürede de okunabilir, başucu kitabı tadında ara vere vere de. Okurun tercihine kalmış. İlgisini çekenlere kitabı öneririm, ben beğendim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

14 Ağustos 2023 Pazartesi

Zaman Mini Mini Bir Kuş Olmuş Gölgelikte Etrafı İzliyor.


Film: Chungking Express (Wong Kar-wai, 1994)

Sana da olur mu, benim bazen kitap okurken aklıma okuduğum yerden bağımsız gibi görünen ama benim mükemmel hızda enteresan bağlar kuran nöronlarımın bir sürpriziyle zihnimin gerilerindeki bambaşka bir konu zihnimin ilk sekmesine geliverir. Böyle anlarda kitabımı kapatıp kenara koymam ama kısa bir es veririm. Kitap hala elimdedir. Uzaklara bakabilecek bir konumdaysam ne güzeldir. Neyse ki bu sefer öyleydim. 

Sabahtan beri hava çok sıcak. Aslında hafta sonundan beri. Geçtiğimiz sıcak hava dalgası daha da anlatılmaz aman bir daha yaşamayalım inşallah bir şeydi de, bu yeni dalgalar da dalga dalga üstümüze bindi sanki. Neyse ki rüzgar bizi terk etmedi. Rüzgar usul usul eserken biraz ferahladım. Aklıma bir şeyler geldi demin de dediğim gibi ama aniden karşımıza çıkan kısa videolar gibiydi; dikkat süremi çok da uzun kendine bağlayamadı. Dikkatimi dağıtan ilk şey canım rüzgardı. İkincisi ise karşı evin gölgeliğine konmuş mini mini bir kuştu.

Kuşlar beni eğlendiriyor. Ne yaparlarsa yapsınlar o şaşkın bakışlarıyla tatlı olmamaları imkansız gibi. Aslında kuş türlerini pek bilmem. Bazıları birbirine aşırı benziyor. Böyle anlarda babama sorardım. O da pek ayırt edici bilgi vermezdi sağ olsun ama o an o kuşun ne kuşu olduğunu öğrenir, hımmm der ve yine bir kez daha görünce bu kuş neydi acaba diye düşünürdüm. Tropikal ormanlarda da yaşamıyorum tabii; ancak etrafta dolanan kuşlar var neyse ki. Özellikle de bir arada olan kuşları gördüğümde çok heyecanlanırım. Onlar da rüzgarı ve etrafı hissederler sanki. Belki de rüzgarı ve etrafı hissetmeyi onlardan öğrenmişimdir kim bilir?..

Bu kuş tek başınaydı. Muhtemel ki o da biraz ferahlamak istiyordu. Gölgelik bir yerde durup kafasını bir o yana bir yana oynatıyordu. Bazen de sadece öylece durup etrafı izliyordu. Bu beni güldürdü. Beni güldüren şeyleri burada anlatmayı seviyorum. Bu tıpkı o anın fotoğrafını çekmek gibi hissettiriyor. Bu da eğlenceli. O kuş da eğlenceliydi. Aynı zamanda insanı bu an dediğimiz zamana çekiyordu. Kuşlar bence hep böyle. Sence de öyle değil mi? Bir evcil hayvanla geçirdiğin zamanı düşün; ya da sadece böyle yaşamdan sıradan bir anın öylece dikkatini çektiği zamanları. O zaman diliminde sadece bu anı yaşıyorsun. Sanırım bir beklentin olmadığı için. Olay öyküsü gibi olmuyor öyle anlarda hayat; durum öyküsü gibi oluyor. Eylemler değişiyor. Eylemler değişince his ve düşünceler de değişiyor. Ferahlıyorsun bazen. Yazın bile olsa ferahlıyorsun.

Bugünlerde gökyüzü yine ferahlatıcı değil. Sevgili mini mini kuşumuzu gördüğümde fark ettim. Karşıki dağlar ile gök aynı mavilikte. Her yer bir olmuş sanki. Sanki iki katmandan ibaret zaman o an. Yer ve gök. Yer gri, gök gri-mavi. Hava sıcak. Buna rağmen rüzgar ve kuşlar eğlenceli. Böyle anlarda o anı bırakıp kitabına dönmek en iyisi; veya işte her ne işle meşgulsen. Hayat yine olay öyküsüne dönssüüünn, demek yani. Böylece olay ve durum öyküsü arasındaki farkı anlayabilirsin. Bir şeyleri anlamak için başka bir şeyleri anlaman gerekir çoğu zaman. İşte aynı onun gibi.

Çoğu zaman istemediğim şeyleri düşünürüm. Bu şeyi istemem, derim, sıkıcı. Benlik değil dediğimiz durumları bulmak daha kolaydır da, benlik dediklerimizi keşfetmek zordur. Değillerimizi her şeyimizden çıkardığımızda asıl istediklerimiz de elimizde kalabilir tabi. Bir nevi eleme yöntemi gibi. Ancak bu uzun süren bir yöntem. Ekonomik değil; zamanını alıyor. İkisinin ortak noktası ise ben'im dediğimiz durumları keşfetmek sanırım. Mesela kuşlar düşünmez herhalde ne ben'im ne değil diye. Ben, diye bile düşünmez; uçar. Uçmayı bilir bir kuş. Bildiğin bir şeye o muydu bu muydu demezsin. Senin olan rahattır. Senin olan huylandırmaz. Senin olan rüzgar gibi hissettirir.

Oysa rüzgar da iki yönlüdür. Bazen ele avuca sığmaz. Onu tutmaya çalışmak nafiledir. Bazense o seni tutar. Hey, der, bak buradayım senin için. O an mutlu olursun. Belki mini mini bir dostunla kısa bir an'ı paylaşırsın. Kısa ve ferah bir an'ı. 

Zaman belki de budur. Kısa kısa bir sürü an. Oysa çoğu zaman bütün olarak tutmak isteriz zamanı. Tıpkı rüzgarı tutmak istemek gibi. Rüzgarı bir yere hapsedebilirsin bu doğru. Hava sıkıştırılabilir. Ancak bu da nafile bir çaba. Asıl kaynak değil. Bu bakımdan önemli olan kısa kısa anlar sanırım. Kısa kısa anlarda senin hangi durumları yaşadığın. Tüm bu anların birleşimi ise olayları oluşturuyor olmalı. Böylece sen oluşuyorsun, olmalı.

İstemediklerimle çok fazla zaman kaybettim. Bu haftayı istediklerimi düşünerek ve yaparak geçirmek istiyorum. Yazımı son okuduğum kitaptan bir alıntıyla kapatacağım: ''Eylem, görünür hale gelmiş bir düşüncedir.'' (Okçu'nun Yolu, Paulo Coelho).

Hoşça kal. 

:)


bir şeyler dinlemek istersen tıklayabilirsin.


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.