28 Şubat 2024 Çarşamba

Oz Büyücüsü.


''Kesinlikle kaybolduk,'' dedi, ''ve Zümrüt Şehri'ne giden yolu zamanında bulamazsak asla beynimi alamam.''
''Ben de kalbimi,'' dedi Teneke Adam. ''Oz'a gitmek için sabırsızlanıyorum ve kabul etmelisiniz ki yolumuz çok uzun.''
''Biliyorsunuz,'' diye söze girdi Korkak Aslan hafifçe inleyerek. ''Bir yere varamadan sonsuza dek yürüyecek cesaretim yok.'' (Oz Büyücüsü, L. F. Baum\ sayfa: 86)


-Yazı, kitaba dair spoiler içeriyor.-

Bu, kitaptaki en sevdiğim alıntı. Kitabın her bir karakteri bir şeyi arzuluyor. Korkuluk beyni olmasını, Teneke Adam kalbi olmasını... Aslan cesaretli olmayı. Dorothy ise köpeği Toto ile birlikte Kansas'a teyzesinin yanına dönmeyi istiyor. Tüm bu isteklerinin gerçekleşmesinin büyük büyücü Oz'a bağlı olduğunu, bu yüzden de onun yaşadığı şehir olan Zümrüt Şehri'ne gitmeleri gerektiğini düşünüyorlar. Ancak gerçekte ne Oz büyük bir büyücü, ne de Zümrüt Şehri zümrütten yapılmış... Hepsi düzmece. Kendilerinde zaten var olan veya olağanüstülükler olmadan da elde edebilecekleri şeyleri isteyen bu karakterler, çıktıkları zorlu yolculukta aslında bir yandan içsel bir yolculuk da yapıyor ve kendilerinin farkına varıyorlar.

Kitapta en önemli ve zorlu isteğin Dorothninki olduğu vurgulanıyor: Eve dönmek. Hepimiz hayatımız boyunca bir şekilde ''evimizi'', kendimizi ait hissedeceğimiz yeri, ''mutluluğu'' arıyoruz. Bazen bir amaçta, bazen bir kişide, bazense elimizle kavrayabileceğimiz başka başka nice varlıkta. Oysa ev aslında hep başladığımız yerde. Yolumuz uzun, evet. Bu uzun ve sonsuzmuş gibi görünen yolda cevabı kendimiz bulamazsak asla başlangıç noktamıza dönemeyiz. 

Teneke Adam, Korkuluk ve Korkak Aslan'ı kandırmak sahte büyücü Oz için kolaydı. Çünkü onlara zaten sahip oldukları ama farkına varamadıkları şeyleri kendisinin verdiğine inandırdı. Onlar, Oz'un yalanı sayesinde isteklerini gördüler; aslında bakmadıkları yerde, içlerinde olduğunu. Dorothy ise farklıydı. Oz onun dileğini yalanlarıyla gerçekleştiremedi. Dorothy'nin isteği bir parmak şıklatmasıyla gerçek olabilecek bir dilek değildi. Bu dilek Dorothy'nin sahip olduğu bir şey olmasa da, var edebileceği bir şeydi. Güney'in iyi cadısı sayesinde Kansas'a dönme yolunun en başından beri kendi elinde olduğunu anladı Dorothy. Yürüdüğü tüm o yollar, atladığı tüm o tehlikeler; Dorothy'nin Kansas'a dönebilmesi için aslında katlanması gerekmeyen durumlarmış gibi görünüyordu. Dorothy yine de üzülmedi. Çünkü çıktığı yolculukta edindiği arkadaşları, bu yolculuk sayesinde isteklerine kavuşmuştu. Üstelik Dorothy de, arkadaşlarıyla birlikte yaşadıklarından sonra, gerçekten de ''evini'' bulmuştu.

Cevaplar çok yakında olsa da, onu bulabilmek için uzun, belki sonsuzluk kadar uzun gelecek bir yolda yürümek gerekebilir. İyi, güzel şeyler zamanla olur İlkay, tıpkı bir çiçeğin günbegün büyüyüp yapraklarını açması gibi. Emek, zaman ve istek gerekir. Yoksa o çiçek solar. Solmasını istemezsin, değil mi?


Not: Bu yazımı 16.05.2021 tarihinde bir defterime yazmışım. Şimdi okurken burada da paylaşmak istedim.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


27 Şubat 2024 Salı

Yeryüzü Güncesi #9


''Hayatta en çok neyden korkarsın Ozan?''

''Bilmem... Ne! Bir anda sorunca insan şaşırıyor. Bir düşüneyim bakalım, acaba en çok neyden korkarım?..''

''Bööö!''

''Evet, senden korkuyorum hanımefendi. Ne yapacağın belli olmuyor...''

Genç adam başını iki yana sallayarak uzaklara daldı. ''Küçükken en çok kaybolmaktan korkardım,'' dedi bir an sonra.

''Kaybolmaktan mı?''

''Kaybolmaktan.''

''Neden ki?''

Genç adam bir süre daha sessiz kaldı.

''Ben de kaybolmaktan korkardım biliyor musun?'' dedi genç kadın. ''Pazarda!''

''Pazarda?''

''Evet, bir kere kaybolayazmıştım. Hatta bu kaybolayazma hikayem birkaç kez rüyama bile girmişti. Kayboluyordum, kimse olmuyordu etrafımda.'' Genç kadın yolduğu otlardan yaptığı düğümü dikkatlice inceledi. ''Sen de pazarda kaybolmaktan korkar mıydın?'' dedi sonra dikkatini elindeki otlardan ayırmadan. ''Bildiğimiz kaybolma halinden de farklı bir kaybolma korkusu verirdi bana.''

''Evet,'' dedi genç adam başını sallayıp ''gerçekten de pazarda kaybolmanın verdiği his daha farklı olmalı. Tabii pazarda kaybolma korkusunun verdiği his de.''

''Tanıdığın kişiler yanındayken kaybolmak daha rahatlatıcı olmalı aslında. Bulma ve bulunma olasılığın artıyor. Ama yine de 'ya bulunamazsam' diye de düşünüyorsun. Ben saklambaç oynamayı da sevmezdim biliyor musun?''

''Bulunamazsam diye mi korkuyordun yoksa?''

''Hayır ondan değil...'' Genç kadın tuttuğu nefesini bir anda bırakarak genç adama döndü. ''Bööö! Tamam tamam bakma öyle.'' Genç kadın, genç adamın rüzgarda dağılmış saçlarında ellerini gezdirerek devam etti. ''Aklımda hep ne zaman sobe yapacağım fikri dolanıyor da ondan.'' 

''Ebelenmekten mi korkuyordun yani?''

''Hayır o da değil. Sanırım bir an evvel gidip o duvara elimi yapıştırayım ve sobe sobe sobe diyeyim istiyordum. Aslında ebe olmakla ilgilendiğim de yoktu. Sobelemekle de. Hatta kazanmakla bile. Belki de bu nedenle saklambaç oynamayı hiç sevemedim. İlginç olmayan bir hikaye.''

''Aslında ilginç bir bakış açısıydı...''

''Yoksa sen, sen..''

''Ne ben?''

''Sen, felsefi çıkarımlarda mı bulunacaksın... Oy oy oy, yaşasın!'' Genç kadının göbeğinde uyuyakalmış Bezelyecik miyavlayarak gerindi ve ikiliden uzaklaştı. ''Kendine arkadaş da buldu. Ne çabuk büyüyor kerata...'' dedi genç kadın.

Bezelyecik tek miyavlama etmeden az ilerideki kediye doğru ilerliyordu şimdi. Bakışları keskin, kuyruğu gergindi. Rakibinin üzerindeki tek farklı renk, tek gözüne kocaman bir benek olmuş siyahlıktı. Bezelyecik bu beyaz kedinin yanına yaklaştı. İki kedi bir süre gözlerini kırpmadan birbirlerini izlediler. Çok geçmedi ki Bezelyecik ve sert bakışlarla bakıştığı rakibi, bir düellodan vazgeçmişçesine birbirlerinden uzaklaşarak birlikte uzakları seyre daldılar. 

''NBC karakteri gibi görünüyorlar...'' Genç kadının kahkahası genç adama da bulaştı. 

''Sahiden de ciddiyetle uzun uzun etrafı süzerlerken öyle görünüyorlar.''

''Hey Jack! Jack gel yavrum evladım...''

''Jack? Kedinin ismini Jack mi koydun?''

Jack pek oralı görünmüyordu. Üstelik Bezelyecik gururlu ve keskin bakışlarını az evvelki rakibine seslenen genç kadına çevirmişti şimdi. ''Miyavvvv!''

''Aman be Bezelyecik... Kardeş o kardeş.'' Ancak ne Bezelyecik, ne de Jack genç kadınla genç adama aldırış etmedi. 

''En azından artık anlaşıyor gibiler.'' Genç kadın omuzlarını silkerek genç adama döndü. 

''Jack'i ilk kez görüyorum.''

''Benim de üçüncü görüşüm falan. Ama hemen birbirimize ısındık...'' Genç kadın dudağının bir kenarını ısırarak kedilere baktı. ''En azından ben ısındım?''

''İsmi neden Jack? Yoksa Sparrow olandan mı alıyor ismini?'' Genç adam bir elini tek gözünün üstünden geçirdi. Genç kadın kollarını ovalayarak titreyen kalbini sakinleştirmeye çalıştı. Genç adamın kırışan göz kenarları üzerindeydi. ''Evet!'' dedi sonra heyecanla. ''Dıtdıt dıra dıtdıt dıra dıtdıt dıra dın. Dıtdıt dıra dıtdıt dıra...'' Genç kadın çantasının sapını genç adama sallayarak mırıldanıyordu. Bu melodilere genç adam da eşlik etti. Az sonra ikili o kadar çok güldü ki, başları vaktinden evvel yeşeren çimenleri buldu. 

''Dur...'' dedi sonra kahkahalarının arasından genç kadın, ''başını bunu koy.'' Örgü çantasını genç adama doğru uzattı. ''Merak etme içinde sert bir şey yok.''

Genç adam başını kaldırıp yün çantanın üstüne koydu ve hafifçe doğrulmuş genç kadını da yanına çekti. ''Neyse ki baya da büyük bir çanta...''

''Neyse ki...'' dedi genç kadın, genç adamın tuttuğu ellini havaya kaldırıp. Şimdi ikisinin elleri iç içe bulutlara uzanıyordu. ''Sobe sobe sobe!''

Genç kadın iç içe geçmiş ellerini, genç adam genç kadını izliyordu.

''Sobe,'' dedi genç adam genç kadına yavaşça.

Genç kadının bakışları da genç adamdaydı şimdi.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


23 Şubat 2024 Cuma

Siyah Lale (Alexandre Dumas) | Kitap Yorumu

Yazar: Alexandre Dumas, Çevirmen: Volkan Yalçıntoklu,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Hikayemiz bir katledilme olayıyla başlıyor. Hollanda halkı yönetim biçimini değiştirmek ve krallığı geri getirmek üzere ayaklanıyorlar. Görevlerinden alınan Witt kardeşler vatan hainliği ile suçlanarak vahşi bir şekilde katlediliyorlar. Witt kardeşlerden Cornelis'in vaftiz oğlu Cornelis van Baerle bir doktor ve aynı zamanda laleler üzerinde uzmanlaşmış bir çiçek üreticisi. Çiçek Üreticileri Derneği'nin düzenlediği bir yarışmaya katılmak için en büyük projesi olan siyah lale üretimi üzerinde çalışmaya başlıyor. Cornelis'in yan komşusu Boxtel de lale üretimi yapan hırslı bir adam. Komşusunun başarısını kıskanan Boxtel, Cornelis'in siyah lalesini ele geçirmek için gittikçe çirkinleşen hain planlar yapıyor. Bu planlar arasında Cornelis'i vatan haini olarak gösterecek bir komplo da bulunuyor. Boxtel'ın planı işe yarıyor ve Cornelis müebbet hapse mahkum ediliyor. Ancak genç çiçek üreticisi umutsuzluk içinde girdiği hapishanede kendine bir umut ışığı görüyor. Bizler de kitap boyunca siyah lalenin doğuş sürecini okuyoruz.

İnancın, umudun, azmin, kararlılığın ama en çok da aşkın öyküsü Siyah Lale. Evet evet aşkın. Aslında inanç hepsini kapsıyor gibi geliyor ama hayır; çünkü aşk, o en derinden gelen tutkulu pırıltılı his, inancı besleyen belki de en güçlü duygulardan birisi. Cornelis ilk önce bir fikre aşık oluyor: Siyah lalenin var olabileceği fikrine. Sonra bu fikri var etme yolunda karşısına çıkan ve ona inanan güzel Rosa için çarpıyor kalbi. Rosa, ona ve başaracağına inanarak Cornelis'in de inancını canlı tutuyor. En sonunda bu ikili, Rosa ve Cornelis, kendi kalplerindeki aşkları (tutkularını, inançlarını, amaçlarını) birleştirip ortaya daha büyük, daha büyüleyici bir şey koyuyorlar. 

Kitabı aslında geçtiğimiz yaz okumaya başlamıştım ancak malesef ki ilk bölümlerin yavaşlığı beni kitabı bırakmaya itmişti. Şimdi kitabı okurken de ilk bölümlerde olan olayları anlamlandırmak için sakin bir kafayla okudum. Zaten ilk birkaç bölümden sonra olaylar ilginç bir hal aldı ve kitabın anlatımı daha akıcı, kurgusu daha sürükleyici oldu benim için. 

Kitabı çok sevdim. Rosa ve Cornelis benim ''güçlü çiftlerim'' (power couple?) arasında yerlerini aldılar. Sizlere de önerebileceğim, güzel bir klasik.

Hoşça ve kitaplarla kalın.



19 Şubat 2024 Pazartesi

Yeryüzü Güncesi #8


Zaman ilerliyor, tik taklar duyulmuyordu. Zamanın ilerleyişini usulca duyuran, güneşti. Bulutlar, güneşle sarmaş dolaşlardı. Kah bulutlar güneşi gizliyor, kah güneş bulutları renklendiriyordu. Bulutların arasına dolan rüzgar, onları arada sırada dört bir yana dağıtıp hareketi sağlıyordu. Sanki, etraftaki tek canlılık belirtisi de buydu. Gökyüzündeydi. Bulutlar yavaş da olsa ilerliyorlardı. Oysa yeryüzü sabitti. Rüzgar ağaçların çıplak dallarının arasından yavaşça ilerleyip genç kadının saçlarını okşadı. Genç kadın buna karşılık vermedi. Oflama puflamayla bile. 

Bulutlar küme küme olmuş, gri mor pamuk tarlaları gibi her yerdeydiler. Genç kadının Milka'nın mor inekleri* rüyası gerçek olmuş gibiydi. Ancak Bezelyecik dışında bunu fark eden çıkmadı. 

''Falımda sorduğum soruya bir yanıt alamadım,'' dedi genç kadın.

''Fal mı? Ne zamandır falla ilgileniyorsun?''

''Bilmem. Aslında...''

''Aslında?''

''Bu benim için ilginçti biliyor musun Ozan? Sanki paralel bir evrendeki bir benliğim bir cadıymış da ben de kartlara çekilmişim gibi hissettim.''

Genç adam başını aşağı yukarı sallamakla yetindi.

''Ne! Saçmaladığımı mı düşünüyorsun?''

''Hayır canım ne münasebet. Sadece... Biri karşına geçip paralel evrenler ve cadılık deyince insan ne dese bilemiyor...''

Bezelyecik kimse fark etmeden usulca yerinden kalkmış, üstüne bir de gerinmiş ve yavaş yavaş genç adama sokulmuştu.

''Bezelyecik...'' dedi genç kadın hayal kırıklığı dolu bir sesle. Alt dudağını büzmüş, elini dramatik bir şekilde kalbine koymuştu. ''Kırıldı...'' diye fısıldadı. Dudakları daha da aşağı sarkmıştı. Adeta kocaman bir somurtkan yüzdü şimdi. ''Bugün bana hiç sarılmamıştın,'' diye devam etti, ''oysa... oysa şimdi ona sırnaşıyorsun... İncindim.'' Bezelyecik genç kadına yandan bakışlar atarak genç adama daha da sokuldu. Genç adam Bezelyecik'in tüylerini usulca okşuyordu. 

''O kadar iki büklüm oturuyorsun ki, Bezelyecik nereye uzanacağım bu sıkışıklıkta diye düşünüp benim yanıma geldi işte,'' dedi genç adam. ''Hem şaşkınım... Bulutları bile görmüyorsun. Oysa şimdiye koluma yapışman ve 'Ozaan baksanaağğğ' diye son dakika haberleri geçmen gerekiyordu.'' Genç adam ve Bezelyecik çattıkları kaşlarının ardına genç kadını hapsetmiş, her bir hareketini inceliyorlardı.

''Evet,'' dedi dalgınca genç kadın, ''bulutlar bugün de güzel...''

''Sen de öyle,'' dedi genç adam genç kadını izlerken. ''Çok güzelsin, bu somurtuk ifadenle bile. Ama ben seni özledim Aslı. Gülümsemeni özledim, ellerini kollarını sallayarak bir şeyler anlatmanı ve sesini olabilecek en tiz tonda kullandığın hararetli tartışmalarını...''

Genç kadın genç adamın koluna vurarak pofladı. ''Övdün mü gömdün mü belli değil...''

''Ama maşallah elin hala ağır...'' 

Sonra yüzlerine hafifçe birer gülümseme yayıldı. Bezelyecik'in görevi başarılı olmuştu.

''Bazen çığlık atmak istiyorum,'' dedi genç kadın. Sesi öyle sakin, yüzü öyle ifadesiz görünüyordu ki, genç adam başlangıçta genç kadının ne söylediğini anlamadı. ''Ama,'' dedi sonra derin bir nefes alıp ''Şimdi geçti.''

Genç adam ne demeliydi; genç kadını teselli mi etmeliydi, cesaret mi vermeli? Böyle bir ses tonu ve bu kelimeler birbirine öyle zıt görünüyordu ki, genç adamın endişesi bile gecikmeli olarak zihnine hücum etti. ''Nasılsın,'' diyebildi en sonunda. Bu soru ona çok orta yerde kalmış, iğreti ve gereksiz göründü ama genç kadına hiç öyle gelmemişti. Önce cevap, sonra soru gelmişti ancak ikisi de en başından beri ortadaydı. Tüm sorular ve cevaplar. İkili konuşmadan da oradalardı. Sadece şimdi dillendirmişlerdi, tersten de olsa.

''Bunu merak ediyordum ben de, bu sorunun yanıtını.''

''Peki cevabı aldın mı?''

''Evet. Bana kaçıyorsun dedi.''

''Kim?''

''Tarota bakan kişi, kim olacak?''

''Peki kimden kaçıyormuşsun?'' Genç adam alabildiği tüm yanıtları alabilmek için hiç duraksamadı. Normalde olsa genç kadın bin dereden su getirir de dosdoğru hiçbir sorusunu yanıtlamazdı. Bu sefer de farklı olmayacaktı.

''İlginç bir deneyimdi. Ne desem bilemiyorum. Sanki içimi okumuş gibi hissettim...''

''Peki,'' dedi genç adam. Pes etmeye hiç mi hiç niyeti yoktu. ''Hangi sorunun yanıtını alamadın?''

''Bulutlar...'' dedi genç kadın, ''rüzgar sayesinde mi hareket ediyorlar Ozan? Işık sayesinde mi bu kadar güzeller? Peki ya kendileri? Salt bulut olarak, ışıksız ve rüzgarsız, nasıllardır? Onları öyle düşünemiyorum... Sen düşünebiliyor musun? Bulutları nasıl görüyorsun?''

''Bulutlar...'' dedi genç adam, genç kadınınki gibi düşünceli bir tonda, ''onları izlerken ışığı ve rüzgarı düşünmüyoruz, en azından başlangıçta. Sadece onları görüyoruz değil mi? 'Aaaa ne güzel bulutlar' diyoruz. Sonra belki yanımızdakine göstermek istiyoruz, değil mi?''

''Miyavvvv.''

''Evet, Bezelyecik'e katılıyorum. İstiyoruz.''

''O halde,'' dedi genç adam, ''bulutlar zaten tek başlarına da varlar ve kendilerine ait, bulut olmalarından gelen, bir tanımları var Aslı.''

''Eeee?''

''Aslı...'' genç adam derin bir nefes alıp genç kadının gözlerinin içine baktı ''bulutlara bak. Sana benziyorlar.''

''Bu, iltifat mı?''

''Hayır, falcı veya 'tarot okuyucusu' değilim ama seni görüyorum ve bulutları da. İkiniz de aynı görünüyorsunuz.''

''Miyavvv''

''Bulutlar parça pinçik, düzensiz ve karanlık görünüyorlar.''

''Aynı zamanda morumsu tarafları da var sanki. Şurada başka renkler de görmüştüm...''

''Ozaaaannn!..'' Genç kadının gülümsemesi yüzüne bir anda dağılmıştı. Tıpkı bulutlar gibi. 

''Her yana hareket etmek istiyorlar. Belki de fazla meraklılar. Her şeyi keşfetmek istiyorlar. Belki de... Bu nedenle, ilerledikçe bazen kararıyorlar. Yine de güzel görünüyorlar. Sen hiç bulutlara çirkin der misin?''

''Aslında bazen çok gri olduklarında içimi karartıyorlar ve hemen geçip gitsinler, güneşe yol açsınlar istiyorum...''

''Yine de onları sevmediğini mi düşünüyorsun?''

Genç kadın suskundu. ''Sanırım hayır,'' dedi en sonunda. Şimdi o da genç adamın gözlerinin içine bakıyordu. ''Bulutları seviyorum...'' O anda genç kadın kalbini hissetti. Kalbinin ne denli sakin olduğunu. ''Seni de,'' dedi sonra, ''çok seviyorum Ozan. Sen benim...''

''İyi ki biri'msin,'' ikili aynı anda söylemişti bunu.

''Miyavvv.''

Bezelyecik de onları onayladı.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


15 Şubat 2024 Perşembe

Yakıcı Sır (Stefan Zweig) | Kitap Yorumu

Yazar: Stefan Zweig, Çevirmen: İlknur İgan,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Tatile çıkmış genç ve çapkın bir baronun, tatilini renklendirmek için bir partner arayışıyla başlıyor kitap. Çok geçmiyor, genç baronun gözüne bir anne ile oğul çarpıyor. Bu hoş kadınla yakınlaşmak isteyen baron, kadının on iki yaşındaki oğluyla arkadaş olmaya çalışıyor. Çok merak ettiği yetişkinlerin dünyasında kendine yer bulamayan ve ailesi tarafından ihmal edilmiş bu çocuk, kendisine ilgiyle yaklaşan bu yetişkinin dostça davranışlarından etkileniyor. İlk zamanlar güzel ilerleyen bu dostluk, baronun asıl emeline yakınlaştığı her günle birlikte bozuluyor ve kendini kandırılmış hisseden çocuk, kolay kolay bir köşeye itilmeyi kabul etmiyor. Kitap boyunca baronun bu ''tavlama'' planı sonrasında gelişen olayları okuyoruz.

Karakterlerin duygu ve düşünce dünyası tüm şeffaflığıyla karşımızdaydı. Baron narsist bir karakterdi. Anne oğul üzerinde uyguladığı politika aynıydı. İkisine de ''önemlisin'' mesajını ileterek kendi isteklerini, sanki onların istekleriymiş gibi göstermeye çalıştı. Sorumluluklarının, yorgunluğunun ve geçip giden yılların burukluğunun izlerini taşıyan anne, barona inanmayı gerçekten de kendi istiyordu. İç sesi ne derse desin, biri tarafından beğenildiğini, değerli görüldüğünü, dikkat çektiğini görmek egosunu okşamıştı. Öte yandan, çocuklar yetişkinlerden farklıdır. Kadının oğlunun tek istediği gerçek bir dostluktu. O da değerli görülme, öneminin olduğunu hissetme gibi duygu ve düşüncelerden haz almıştı ama çocuğun asıl istediği şey baronun dostluğuydu ve ona güvenmişti. Güveninin suistimal edildiğini fark eden çocuk, belki de barondan bile daha sinsi ve acımasız düşüncelere sahip oldu.

Bazı yazarlar var ki, okurunu bir kaşife dönüştürüyorlar. Yazdıkları dünya etrafını sarmıyor hayır, sen o dünyanın içine bodoslama dalıyorsun. Rüzgarın esişi, çatal bıçak şıngırtıları, sokaktaki hareketlilik, bulutların ardından bir görünüp bir kaybolan ay... Hepsinin arasında bir anda gezinmeye başlıyorsun. Bazı yazarlar tıpkı bir fotoğraf banyosu yapar gibi kelimelerini yan yana getiriyorlar ve o kelimeler okurun zihnine ulaştığında yan yana gelmiş pek çok fotoğraf gibi net bir şekilde hareket ediyor. Stefan Zweig da yaptığı betimlemeler ve karakterleri ile benim için canlı kelimeler yazan bir yazar. Bu kitabında da bahsettiğim bu etki mevcuttu.

Uzun süredir Stefan Zweig'tan bir şeyler okumamıştım. Onun karakterleri her seferinde etkiliyor beni. Karakterlerinin duygu ve düşünce dünyasını çok başarılı bir şekilde ortaya koyuyor. Hayran olduğum bir yazar ve yine etkileyici bir kitap. İlginizi çektiyse öneririm.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


14 Şubat 2024 Çarşamba

Karanlıktan Sonra (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap

Olaylar bir gece boyunca yaşananları anlatıyor. Mari isimli genç bir kadın önündeki kocaman kitabına gömülmüş bir şekilde karşılıyor biz okurları. Başlangıçta onun hakkında adı dahil hiçbir şeyi bilmiyoruz. Çok geçmiyor bir tanıdığı, Takahaşi, Mari'ye selam veriyor ve ikili aynı masada sohbet etmeye başlıyorlar. Mari, sessizliği bölündüğü için hoşnut değil ancak Takahaşi de gidecek gibi değil. Takahaşi, Mari'nin ablası Eri'nin liseden arkadaşı. İkili bir süre havadan sudan konuşuyorlar; bu sayede biz okurlar da karakterler hakkında bir şeyler öğrenmeye başlıyoruz. İkili ayrıldıktan sonra daha önce tanımadığı bir kadın Mari'nin yanına geliyor ve ondan yardım istiyor. Üstelik bu kadın Mari'nin ismini ve Çince bildiğini biliyor.

Kadın ile Mari, Alphaville isimli bir otele gidiyorlar. Burada müşterisi tarafından şiddete uğramış ve zor durumdaki Çinli bir kadına Mari ve otel personeli yardım ediyor. Öte yandan bu olaylarla eş zamanlı ilerleyen ikinci bir gerçeklik de var. Bu gerçeklikte Mari'nin ablası Eri'yi uyur vaziyette görüyoruz. Eri neden o durumda, onun bulunduğu varoluş düzlemi nasıl bir yer bilmiyoruz. Kitap baştan sona gözlemci bakış açısıyla anlatılmış. Kitabın yazarı da biz okurları gibi olayların ''görebildiği'' kadarını aktarıyor. Bu da kurguya gizem katan bir durumdu.


Kitapta Murakami'nin özgün tarzını görmek mümkün. Kitaba dair en sevdiğim durum da bu özgün hal oldu diyebilirim. Murakami'den okuduğum diğer kitaplarda da ilahi ve gözlemci bakış açısı bir arada kullanılmıştı ama ilk kez baştan sona yazarın da gözlemci olduğu bir anlatımla yazdığı bir kurgusunu okudum. Bu anlatım biçimi olaylara merak unsuru kazandırdığı gibi, kurguya bir film havası da vermişti.

Kitapta yer alan alternatif ve gizemli gerçeklik olayı, Murakami'nin okuduğum her kitabında var olan bir durum. Kendisinin paralel gerçekliklerde yer alan alternatif senaryolara ilgisinin olduğunu düşünüyorum. Bir karakter bu gerçeklikte x durumunda bir yaşam sürüyorken, aynı karakter başka bir gerçeklikte y şartlarına sahip olabilir gibi bir şekilde özetleyebilirim bunu. Sonuçta şu anda bu gerçeklikte bulunan ''ben'' ile diğer gerçeklik(ler)te bulunan ''ben'' aynı kişi olmayacağızdır. Peki ama, aynı gerçekliğin içindeki benliklerimiz de değişim geçirebilir mi? Ben dediğimiz varlık, değişen durum, şart ve düşünceler sonrasında aynı kalır mı, aynı yaşamı sürdürür mü? Kitapta aslında Mari karakteri üstünden de bu sorunun yanıtını gözlemlemek mümkün.

Yazarın kitapta geçen kurgusal otelinin ismi olan ve aynı zamanda Jean-Luc Godard'ın 1965 yapımı filmi Alphaville'den etkilendiğini düşünüyorum. Sanki anlatısına o filmde kullanılan anlatım tekniğinin etkisini katmaya çalışmış gibi geldi bana. Bu farklılığı sevsem de, kitabın anlatım bakımından zayıf kaldığını düşünüyorum. Sonuçta bu bir edebi metin, senaryo değil. Eğer ki tam olarak senaryo formatında yazılmış bir metin olsaydı, belki bir şey diyemezdim; ancak bir okur olarak edebi bir metinden beklentim edebi yönünün de göz ardı edilmemesi oluyor açıkçası. Bir filmde boşluklar olsa bile, anlatımdaki  bu boşluklar görüntüler, sesler ve oyuncuların performansı ile tamamlanabilir; ancak yazılı bir metnin anlatımında boşluklar olursa, olayların anlaşılması zorlanacak ve bu da metni zayıflatacaktır. Bir de tabii Murakami'den daha çok beğendiğim kitaplar da okumuştum. Yine de şans verilebilir. Özellikle de yazarın tarzını ve kitaplarını seviyorsanız.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

My Blueberry Nights (Benim Aşk Pastam) | Film Yorumu


Yönetmen: Kar-Wai Wong

Senarist: Kar-Wai Wong, Lawrence Block

Yapımı: 2007 - Çin, Fransa, Hong Kong


Ursula K. Le Guin'in Mülksüzler isimli kitabında çok sevdiğim bir cümle var: ''Gerçek yolculuk geri dönüştür,'' diye. Bu kısacık cümle aslında kendi hayatımızın kahramanı olduğumuz her birimizin çıktığı yolculuğu anlatıyor. Bir yerden başlıyor; belki uzaklara, belki yakınlara doğru ilerliyoruz. Bazen olduğumuz yerde sayıyoruz gibi hissediyoruz, bazen taaa kutuplara kadar kaçıyoruz. Günün sonunda ise dönüyoruz: Eve. Peki bıraktığımız ev ile bulduğumuz ev aynı mı oluyor? Değişen ne? Bir yere tatile giderken kapattığımız evlerimizi düşünelim; döndüğümüzde o evler bile biraz değişiyor değil mi? Bize belki daha farklı kokuyor, belki daha tozlu görünüyor... Belki de, daha rahat hissediyoruz. Giderken bıraktığımız ev bu kadar rahat gelmezken, döndüğümüzde bulduğumuz ev bizi sıcacık sarmalıyor belki. 

Ana karakterimiz Elizabeth (Norah Jones), sevgilisinin onu aldattığını sevgilisinin bir kafede yediklerinden öğreniyor. Sevgilisinden ayrılıyor ve evlerinin anahtarını kafenin işletmecisine bırakıyor. Ayrıldığı sevgilisini bir daha görmek istemediğini söylüyor. Ayakları onu eski evine götürse, gözleri artık ona yabancı olan bu evin camlarında gezinse bile Elizabeth'in kelimeleri bunları inkar ediyor. Sevgilisinden ayrılıyor ancak hissettiği acıdan ayrılamıyor. Her akşam o kafeye gidiyor. Her akşam kafenin işletmecisi Jeremy (Jude Law) ile sohbet ediyor. Jeremy de kalbinde bir ayrılığın burukluğunu taşıyor. Jeremy, ayrılıkların ardından artık istenmeyen anahtarları evin diğer sahiplerine teslim etmek üzere emanet alıyor. Ancak kimse artık bu anahtarları istemiyor. Jeremy sahipsiz anahtarları saklayan, yenmeyen turtaları her gün yapan ve evde bekleyen birisi. 

Bir gün Elizabeth evden ayrılıyor. Yaşadığı şehri bırakıyor ve bir yıl boyunca farklı farklı yerlere gidip buralarda çalışıyor, insanlarla tanışıp onların hikayelerini öğreniyor ve tüm bu yaşadıklarını Jeremy'e yazıyor. Jeremy, ev Elizabeth için. Elizabeth ise yolu gözlenen, Jeremy için. İkisi de farklı yerlere yolculuk yapıyorlar. Biri taaa ülkenin diğer ucuna kaçıyor, diğeri kalbinin taaa en içine. Çünkü böylece, bir daha yüz yüze geldiklerinde birbirlerine farklı şeyler anlatabilirler.

Film boyunca Elizabeth'in gittiği yerlerde yaşadıklarını ve Jeremy ile olan bağını izliyoruz.


''Kentten ayrıldığım gece buraya geldim. Ancak kapıdan ileriye gidemedim. Neredeyse içeri giriyordum ama biliyordum ki, aynı Elizabeth olarak kalacaktım. Artık o kişi olmak istemiyordum.''


Kaynak: Pinterest


+ Anahtarlar hala duruyor mu? 

- Bu konuda söylediklerini hep hatırladım. Asla atmamak gerektiğini, kapıları sonsuza kadar kapatmamak gerektiğini. Hala aklımda. 

+ Ama bazen, anahtarların olsa bile kapılar hala açılmıyor değil mi?

- Kapı açık bile olsa aradığın kişi orada olmayabiliyor Katya.


Sevgili kelimesi üzerine düşünüyordum. Elizabeth'in ''Sevgili Jeremy'' ile başlayan kartpostallarını. Elizabeth Jeremy'i hiç aramadı, ona hep yazdı. Bunu bilinçli olarak yaptı. Belki sesini duyarsa bu yolculuğa devam etmek konusunda pes edeceğinden korkmuştur. Belki yazmak, bir şeylerin daha kalıcı olduğu hissini vermiştir. Belki bulunmak istememiştir. Belki de kalbinden geçenleri birine anlattığını yazarak kendine gösteriyordur. Bu kartpostallar hep farklı farklı yerlerden gönderildi Jeremy'e. Jeremy'nin adresi belliyken, Elizabeth'inki belirsizdi. Bunun için Jeremy, ülkedeki her lokantaya aynı kartpostalı gönderdi, biri kendi Elizabeth'ine ulaşır belki diye. Hiçbiri ulaşmadı ama tüm o yazılar, tüm o birbirinin aynı yazılar, Jeremy'nin içinde bir yerlere ulaşmış gibi görünüyordu.

Sevgili, sevilen kişi. Orada olduğu bilinen kişi. Nerede olursa olsun, orada bir yerde, bu belli. Sevginin aktığı kişi. Kapılarını açtığın kişi. Belki anahtarın sahibi olan kişi. Ama bunun da ötesinde, onun için orada olduğun kişi. Kapıyı açtığında karşılaşacağın ve karşılayacağın kişi.

Filmin yönetmeni Kar-Wai Wong. Onun bu filmi ilk İngilizce ve Amerika'da geçen filmi. Üstüne, oyuncular da Hollywood'dan. Tamam tamam tamam, itiraf ediyorum... Filmi aslında uzun süre izlemeyi ertelemiştim ve tek sebebi de buydu. Yönetmenin kendine has tarzının bu popülaritenin içinde eriyeceğinden ve benim bunu göreceğimden endişe etmiştim, hatta ödüm kopmuştu. Ancak şimdi filmi izledikten sonra gördüm ki, kendi ritmini yakalamış sanatçılar her zaman yaptıkları işe bir ruh katıyorlar. Bütün bileşenler değişse bile ortaya çıkan sonuçta o özgün üslubu görebiliyorsun. Bu filme de Kar-Wai Wong'un elinin dediği çok belli. Belki o sert geçişler yumuşamış, belki karakterler Amerikalılaşmış; ama yine de onun eli değmiş, belli. Renk kullanımı, ışıklar, kamera hareketleri, hatta karakterlerin tarzı... Karakterlerin en basit hareketlerini bile sanata dönüştürüyor Wong Kar-Wai. Müzikler de güzel. Özellikle de filmin sonunda çalan şarkının melodisi dilime dolanmış durumda. Mırıldandığım bu melodiyle bir süre filmin etkisini hissedeceğim kesin.

Tam da yılın bu zamanına yakışan, hoş bir film. Öneririm.


my blueberry nights soundtrack dinlemek için tıklayabilirsiniz.


13 Şubat 2024 Salı

Millennium Mambo (Qian Xi Man Po\ Milenyum Dansı) | Film Yorumu


Yönetmen: Hsiao-hsien Hou

Senarist: T'ien-wen Chu

Yapımı: 2001 - Fransa, Tayvan


Vicky (Shu Qi) genç bir kadın. Filmin giriş sekansında onun sesini duyuyor, onun görüntüsüyle karşılaşıyoruz. Görüntü 2001 yılına ait, ses ise bundan on yıl sonrasına. Vicky 2001 yılında yaşadığı bir ilişkinin onun hayatında bıraktığı etkiyi bizlere anlatıyor. Zarar gördüğü, bu yüzden koptuğu ancak bir şekilde yeniden en başa döndüğü bir ilişkiyi. Milenyum Dansı, toksik bir ilişki üzerinden milenyum çağındaki değişken duygu ve düşüncelerin ilişkiler üzerindeki etkisini ortaya koyuyor.


Kaynak: Pinterest

''Hao-Hao'nun aynı kardan adam gibi olduğu hissine kapılmıştı. Güneş çıktığında yok olabilirdi.''


Vicky ile Hao-Hao'nun (Tuan Chun-hao) ilişkisinde bir şeylerin ters olduğunu daha ilk sahnelerde anlıyoruz. Hao-Hao Vicky'i sevmiyor, ona sadece bağımlı. Belki de Vicky'e hükmederek kendi kimliğini kendine ispat ediyor. Kendine ait bir hayatı yok, Vicky'nin de olmasın istiyor. İkisinin ortak bir hayatı olsun tabii; ancak kuralları Hao-Hao koyacaksa. Vicky'e güvenmiyor; güvenmemesi, Vicky'e olan bağımlılığını daha da arttırıyor. Vicky'nin üniversite sınavına gireceği gün, Hao-Hao sırf Vicky başka bir şehre taşınmasın diye onu uyandırmıyor. Sonra ikili birlikte yaşamaya başlıyorlar ve ortak bir düzen kuruyorlar. Ancak bu düzende Hao-Hao istediğini yapabilirken Vicky hep öteki. Evden kovulabilir, Hao-Hao gitmesini isterse. Eve geri gelir, eğer Hao-Hao gelsin isterse. Peki ya Vicky istemezse? Öyle bir şey olamaz Hao-Hao'ya göre; nitekim, olamıyor da. Çünkü Vicky de Hao-Hao'ya bağımlı.

Hao-Hao bağımlı bir kişilik. Madde, davranış, insan. Bu ilişki sadece Vicky'e değil, Hao-Hao'ya da iyi gelmiyor. Bir sahnede Vicky'e ''farklı dünyaların insanları olduklarını'' söylüyor. Birbirlerine iyi gelmediklerini kendisi de biliyor. Başka bir sahnede ise Vicky'e ''sana iyi gelmiyorsam ayrılalım'' diyor. Ancak sonra kafasını çevirip başka bir işe yoğunlaşıyor. Vicky'i bir kere bile dinlemeden. Belki de bu durum Vicky'nin de işine geliyor. Çünkü böylece hislerini pasif bir tutumla belli etmeye çalışmak yerine konuşmaktan kurtuluyor. Çok geçmiyor, hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyorlar. İlişkileri tıpkı Hao-Hao'nun plakları gibi görünüyor. Sadece kendi etrafında dönüp duruyor. Durunca başa sarıyor. Aynı müzik tekrar ediyor.

Vicky, Jack (Jack Kao) isimli bir adamla tanışıyor. On yıl daha yaşlı olan anlatıcı Vicky'nin sesi bizlere Jack'in Vicky'e hep arkadaşı gibi davrandığını söylüyor. Vicky'nin Jack ile olan ilişkisinde duygusal bir yan olsa da, romantik bir ilişki izlemiyoruz. Vicky belki de ilk kez değer gördüğünü hissediyor. Jack'in Vicky'nin hayatına girmesiyle Vicky'nin yaşamı yavaşlıyor. Çünkü belki de ilk kez, arzusuna kolayca sahip olamıyor. Beklemesi gerekiyor; sabır göstermesi, emek vermesi. Belki de vazgeçmesi... En önemlisi, eylemde bulunması gerekiyor. 

On yıl daha yaşlı olan ses, film boyunca biz izleyicileri yalnız bırakmıyor. Ses kah hüzünlü, kah umutlu. 2001 yılındaki genç Vicky'nin hislerini onun gelecekteki sesinden anlıyoruz. Filmin son sahnelerinde genç Vicky'i Japonya'da görüyoruz. Tabi ki arka plandaki sesiyle birlikte. Bu sahnelerde ses ile görüntü uyumlu görünüyor. Hislerini anlamlandırmış yaşlı ses ile kendini arayan genç görüntü. Ses, hayal kırıklığının burukluğunu taşıyor. Görüntü ise film boyunca ilk kez bu kadar mutlu görünüyor.

Uzak Doğu filmlerinde kullanılan renk paletini seviyorum. Bu filmde de sarı tonları hakimdi. Filmin her sahnesi fotoğraf karesi estetiğindeydi. Sırf bunun için bile filmi izlediğim için memnunum. Yavaş akan bir olsa da hikayesi insanı çekiyor. Aslında izleyenlerine çok farklı bir konu sunmuyor; ancak o konuyu öyle bir anlatıyor ki, izleyiciyi belki de bu anlatımıyla yakalıyor. Üstünde durmaya değer bir konu, özgün bir anlatım. Filmi ben çok beğendim. 


Millennium Mambo OST dinlemek için tıklayabilirsiniz.


11 Şubat 2024 Pazar

Yeryüzü Güncesi #7 | Kelime Oyunu 123


''En sonunda, çoğu zaman, doğrusu budur dediğim şeyler üzerinde düşünürken buluyorum kendimi.''

''Ve... Doğrunun başka bir şey olduğunu mu görüyorsun?''

''Hayır... Doğrusu gerçekten de 'bu!' dediğim şey çıkıyor.''

Genç kadın kahkahalar atarak bacaklarına sırnaşan kediyi kucağına aldı ve genç adamın şaşkın bakışları karşısında okşamaya başladı. ''Ah benim bu haklılığım ne olacak, değil mi Bezelyecik?'' Kedi, genç kadını onaylarcasına mırladı. Genç kadının okşadığı tüyleri kabarmış, gözleri kısık iki çizgi halini almıştı. Genç kadın, kediyi okşarken diğer yandan genç adama yandan bakışlar atıyordu. Genç adam sessizdi ancak çok geçmedi ki dudaklarına önce cılız, sonra gittikçe genişleyen bir gülümseme yayıldı. 

Güneş, Bezelyecik'in sarı turuncu tüylerinde ışıldıyordu. ''Peki sen ne düşünüyorsun,'' diye sordu genç kadın. 

''Bezelyecik mi, ben mi?'' dedi genç adam. Bakışları hala ikilinin üstündeydi.

''Hımmm, görünen o ki Bezelyecik de benimle aynı fikirde. Biz ikimiz...''

''Hep haklısınız.''

''Ben her zaman değilim tabii. Ama Bezelyecik...''

''Miyaavvv.''

''Haklı,'' dedi genç adam. Şimdi öne doğru eğilmiş, genç kadınla birlikte Bezelyecik'in yumuşak tüylerinin üstünde parmaklarını gezdiriyordu.

''Çok yumuşak, değil mi?'' dedi genç kadın. Tüm dikkati Bezelyecik'teydi.

''Öyle,'' dedi genç adam. Hala gülümsüyordu. Genç kadın, başını hafifçe kaldırarak bu gülümsemeyi inceledi. ''Bazı şeyler insanı farkına varamadan gülümsetiyor,'' dedi. Sesi öyle kısık çıkmıştı ki, kendisi bile bu cümleyi belli belirsiz işitti. Düşünceleri zihninden geçer geçmez kelimelere dökülmüştü sanki. Genç adam bakışlarını kediden ayırıp genç kadına çevirdi.

''Güneş her yerde,'' dedi genç kadın daha yüksek bir sesle. Boğazını temizledi ve bir elini gökyüzüne kaldırarak parmaklarının arasına dolan güneşi izledi. ''Bugünlerde hava...'' dedi sonra, ''sanki bahar gibi, değil mi? Baharı özlemiştim.''

''Ilık tabii ama yine de dikkat etmeli.''

''Sıkı giyinmeli değil mi?'' Genç kadın dudağını ısırarak genç adama baktı. 

''Evet yoksa üşütürsün... Aslı!'' Genç kadın bastırdığı kahkahasını bırakınca geriye doğru düştü. Bezelyecik gerinerek genç kadının kucağından atladı ve ikiliye onaylamayan bakışlar atarak genç kadının yünden çantasının üstüne uzandı. 

''Hep böyle yapıyor kerata,'' dedi sonra genç kadın. Kaykılarak oturuyordu şimdi. 

''Evet,'' dedi genç adam, ''hep böyle yapıyor kerata...'' Başını sallayarak kıstığı gözleriyle genç kadını izliyordu. Genç kadın oralı olmadan gözlerini kapattı. ''Ne zamandır seni dinlemiyorum Ozan,'' dedi sonra. 

''Yanımda müzik aleti yok.''

''Taşımak zor gelir tabii. Sonuçta başka başka işlerle uğraşıyoruz. Erken kalkıyoruz ve yarış başlıyor.''

''Tabii sen...''

''Ne var biraz aylaklık ettiysem...''

''Bir şey yok ama... Ben de seni dinlemiyorum Aslı, uzun süredir.''

''Ben de dinlemiyorum,'' diye mırıldandı genç kadın, ''uzun süredir.'' Sonra sesini yükseltti. ''Günün sonunda tokat gibi çarpar değil mi, dinlemediğimiz tüm sesler?''

''Çarpıyorsa şanslısın,'' dedi genç adam, ''ve etrafındakiler de.''

''Bu sıralar dinlemeye başlıyorum.'' Genç kadının gözleri kapalıydı. Gözleri kapalıyken daha rahat konuştuğunu fark etmişti. Genç adamın onu inceleyen bakışlarını görmediğinde cümleleri daha netti. Bu netliğine kendisi bile şaşırdı. 

''Kimi?'' dedi genç adam. O da hafifçe kaykılmıştı. Genç kadının saçlarında dolanan güneşi izliyordu.

''Gözlerini kapattığında,'' dedi genç kadın gözlerini aniden kocaman açarak, ''sanki zamandan bağımsızmış gibi oluyorsun. Acaba...'' dedi genç adamın onu izleyen yüzüne bakıp ''bunun nedeni gözlerimi kapatmam mı yoksa...''

''Kelimelerini açman mı?'' diye tamamladı genç adam.

''Ah... Evet!'' Genç kadın düşünceliydi. Yerinden doğrularak genç adamı hızlıca süzdü. ''Beni duydun mu?'' Genç adam, genç kadının saçlarının arasından parmaklarını geçirdi, bir süre ellerinde hissettiği güneşi inceledi ve ardından avucunu açarak bir yün parçasını genç kadına gösterdi. ''Evet; ama bu nedir Aslı?''

''Ah o mu? Sürprayyyzzz!''

''Ne?''

Genç kadın, çantasının üstünde huzurla uzanan Bezelyecik'i kucağına aldı ve yavaşça pışpışladı. Ancak bu gönül alma hamlesi pek de etkili olmamış gibiydi. Bezelyecik sırtını kamburlaştırdı ve uzun uzun gerindi. ''Üzgünüm Bezelyecik,'' diye mırıldandı genç kadın. Diğer yandan kendini affettirmek istercesine kediyi pışpışlamayı sürdürüyordu. Bezelyecik birkaç miyavlamadan sonra genç kadının kucağında dertop olarak gözlerini bir kez daha kapattı. 

Genç kadın derin bir nefes alarak genç adama döndü. ''İyi ki kızmadı,'' dedi sonra.

''Neden rahatını bozdun ki hayvanın?'' 

''Bu yüzden...'' Genç kadın çantasına elini sokup foşur fuşur sesler çıkarmaya başladı. ''Meraklandın değil mi?'' dedi sonra da. Dudakları yüzünün yarısına yayılmıştı. 

''Meraklandım,'' dedi genç adam sabırsız bir sesle. Gözlerini kocaman açmasa, bu abartılı ses gerçek bir merak bile sanılabilirdi. Ancak tabii, genç kadın istediği cevabı almıştı.

''Peki o zaman...'' Genç kadın çantasından çıkardığı hediye paketini genç adama uzattı. Ancak paketin bir ucu çoktan yırtılmıştı. ''Çok foşurdattım o yüzden sanırım...'' dedi sonra üzgün bir sesle. Genç adam kahkahasını tutamayarak atkıyı yırtılmış hediye paketinden çıkardı. ''Ben ördüm ha, yanlış anlaşılma olmasın lütfen...'' Sonra da atkıyı genç adamın boynuna doladı. ''Hatta buraya gelmeden evvel de...''

Genç adamın gülümsemesi sakinleşse de, izleri hala dudaklarındaydı. Bu izler bu kadar yakınındayken genç kadının kalbi ateşte yanıyormuşçasına sesler çıkarmaya başladı. ''Ateş'' dedi sonra genç kadın, ''nasıl ses çıkarır? Cızır cızır... cozur cozur?..'' Bunu belli belirsiz söylemişti ama genç adam onu yine duydu. Genç kadının hala atkının üzerinde olan bir elini avuçlarının arasına aldı ve göğsüne götürerek ''bunun gibi sanırım,'' dedi.

Genç kadın sanki hediyeyi kendisi almış gibi hissetmişti. Kalbinde hissettiği ateş, yüzündeydi. ''Doğum günün kutlu olsun, Ozan.''

Genç kadın, genç adam ve Bezelyecik güneşte ışıldayan kocaman bir yumak olmuşlardı şimdi.

- bölüm sonu-


Bir Kelime Oyunu etkinliğinden daha herkese merhaba. Bu haftanın kelimeleri; ateş, şaşkın, cılız, tokat ve zihin idi. Bu etkinlikte beş kelime veriyor ve içinde o kelimelerin geçtiği yazılar yazıyoruz. 

Umarım iyi okumalar olmuştur.

Hoşça kalın.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


10 Şubat 2024 Cumartesi

Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın (Cuniçiro Tanizaki) | Kitap Yorumu

Yazar: Cuniçiro Tanizaki, Çevirmen: Alper Kaan Bilir,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Bazen bazı kitaplar insanı dinginleştiriyor. O kitapları okurken sanki bütün sesler susuyor, diğer bütün görüntüler kayboluyor ve sen bir köşeye kıvrılmış o kitapla iç içe olmanın keyfini hissediyorsun. Bu kitap da kış veya bahar akşamlarının serinliğinde yumuşak bir battaniye gibi okurunu saran kitaplardandı. Sanıyorum ki içeriğini daha iyi anlatan bir kitap başlığı daha olamazdı. Kitapta sahiden de bir kedi, bir adam ve iki kadının öyküsü anlatılıyor.

Hikayemiz bir mektupla başlıyor. Şinako, eşinin uğruna onu terk ettiği Fukuko'dan evin kedisi Lili'yi ona vermelerini istiyor. Bunu Fukuko'dan istemesinin bir nedeni var; zira eski eşi Şozo, kedisi Lili'ye gönülden bağlı ve ondan bir anlığına bile ayrı kalmayı kabul etmez. Bu mektup Fukuko'nun kalbinde bir delik açıyor ve o delikten dışarı taktığı maskenin ardındaki hisleri çıkıyor. Fukuko evin kedisi Lili'den aslında hiç haz etmiyor, hatta kediyi kıskanıyor.

Kitap boyunca evin kedisi Lili'nin Şinako, Fukuko ve Şozo'nun bencil kararlarının sonucunca yaşadıklarını okuyoruz.


Kitap, Çevirmenin Önsözü başlıklı bir yazıyla başlıyor. Bu yazıda kitabın çevirmeni Alper Kaan Bilir'in iki ana başlıkta kaleme aldığı yazıyı okuyoruz. Yazının Birey başlıklı ilk bölümünde birey olmaya ve edebiyattaki birey anlayışına değiniliyor. Tanizaki ve Birey başlıklı ikinci kısımda ise Tanizaki'nin eserlerinde yer alan karakterlerin özellikleri hakkında bireyselleşme teması özelinde bir değerlendirme yapılıyor. Tanizaki'nin eserlerinin genelinde kendi kararlarını almayan, dahası bundan zevk alan karakterlerin ön plana çıktığı vurgulanıyor. 

Bu kitapta yer alan Şozo karakteri de bu genellemenin içinde yer alan bir örnekti diyebiliriz. Şozo sürdürmek istemediği bir evliliği başkasının müdahalesi olmadan sonlandırmayı bile göze alamayan bir adam. Bir gün annesinin ve yeni kayınpederinin yönlendirmesiyle eşi Şinako'dan ayrılarak yine çok da mutlu hissetmeyeceği başka bir evliliğe Fukuko ile başlıyor. Düzeni bozulursa karar alması gerekeceği için çok sevdiği kedisi Lili'nin ondan uzağa gönderilmesine bile sesini çıkarmıyor. 

Şozo bir tip değil esasında; bir karakter. Kendi kararlarını alamadığı için düşüncelerini de dillendirmiyor ve başkalarının yönlendirmelerine göre bir yaşam sürüyor. Bu nedenle de onun kişiliğine dair detayları ilk etapta seçemiyoruz. Şozo karakterini tanımak için onun verdiği kararlara değil, vermediği kararlara dikkat kesilmemiz gerekiyor. Çünkü vermediğimiz kararlarımız da aslında verdiğimiz başka kararları oluşturur ve her karar kişilik özelliklerimizi bize has dokularla özelleştirir. Şozo birey olamamış bir karakter olsa da, kendine has bireysel özellikleri bulunan bir karakter. Karısı Fukuko'dan korktuğu için kedisi Lili'yi gizli saklı görmeye gitmesi, evin dağınıklığından şikayetçi olduğu halde bunu eşiyle konuşmak yerine annesine dert yanması, dahası eski eşi Şinako'ya açıklama yapmamak için çok özlediği kedisi Lili'yle zaman geçirmekten vazgeçmesi... 

Kitapta en çok Lili için üzüldüm diyebilirim. On yılını birlikte geçirdiği dostu onu başka bir eve gönderdiğinde gerçekten bocalamış olmalı... Öte yandan Lili ve Şinako arasında yavaş yavaş kurulan bağı okumak güzeldi.

Velhasıl kelam benim genel olarak sevdiğim, akıcı bir dili ve merak uyandıran bir kurgusu olan; yormayan, sıkmayan, hoş bir kitaptı. Konusu ilginizi çektiyse sizlere de öneriyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

7 Şubat 2024 Çarşamba

Gölgeye Övgü (Cuniçiro Tanizaki) | Kitap Yorumu

Yazar: Cuniçiro Tanizaki, Çevirmen: Burcu Erol,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitapta yazar Doğu ile Batı toplumlarının düşünme ve hayata bakış şekillerindeki farklılıkları merkeze alarak bir karşılaştırma yapmış. Japonya'da kendini gösteren Batı'dan gelmiş modernleşme hareketlerine karşın yazar, mimariden sanata, yemeklerden giyime kadar Japon toplumunda önemli bir yeri olan gölge kavramını öne çıkarmaktadır. Her bölüm kendi içerisinde benzerlik barındıran örnekleri irdelese de, kitabın genelinde bir ''gölgeye övgü'' söz konusu. Kitabın türü için deneme diyebiliriz. Yazar düşüncelerini ifade ederken aynı zamanda 1930'lu yılların Japonyasında güncel olarak gördüğü bir soruna dikkat çekmeye çalışmıştır.

Yazar ''Doğu'' derken Uzak Doğu ülkelerini, ''Batı'' derken Avrupa ve Amerika'yı ifade etmektedir. Bir milletin hayata bakış açısı o toplumdaki her alanı etkilemektedir. Doğu toplumları tarih boyunca hep mistik ve gizemli görülmüştür. Yazar bu gizemin sebebini de gölgelere dayandırmaktadır. Doğu bir şeyleri apaçık göstermek yerine, saklar. Bu gizin içinde pek çok unsur vardır. Gölgeleri oluşturan şey zamanın, belki de zamansızlığın, izleridir aslında. Doğu, bir nesneyi yaşar. Yaşamak için o nesneyi kullanmaz, kullandığı nesneyi yaşar. Bu nedenle izler önemlidir Doğu için. Batı ise böyle değildir. Batı, her şeyi parlatmak ister. Aydınlatmak, cilalamak, öne çıkarmak, ışıl ışıl ve ''arzulanabilir'' yapmak. Peki nedir arzulanabilir olmak? Aslında burada bir ikilik ortaya çıkar. Doğu için gölgenin içinden süzülen ışıktır arzu. Her yerin ışıkla aydınlandığı bir yerde ışığın kıymeti bilinmez. Oysa gölgelerin arasından süzülen ışık, insana huşu verir. Merak duygusunu canlandırır. Bu merakla birlikte o nesne, hem kendinin hem de onun etrafındaki diğer öznelerin öznesi konumuna ulaşır. Ana karakter olur; yaşanır, izlenir, duyulur, tadılır, sevilir... Batı ise hep bir sonrakinin peşindedir. Bu nedenle de bir kaşiftir.


Doğu toplumları yazara göre elindekiyle yetinir. Gölgeler arasında kalmak bir zorunluluk olsa bile bu zorunlukta sevecek yönler arar. Gölgelerdeki güzelliği ortaya koymaya çalışır. Oysa Batı bunun tam tersini yapar. Aydınlatılmamış tek bir gölge, tek bir giz kalmasın ister. Bunun tabi ki pek çok yararlı yönü bulunmaktadır. Pek çok teknolojik buluş, pek çok takip edilecek yenilik Batı'dan çıkar; Doğu da Batı'ya ayak uydurur. Diğer bir deyişle çoğu zaman Doğu, Batı'nın ayak izlerini takip etmiştir. Bu noktada yazar, Doğu toplumları da kendi gölgelerinden yansıyan ışıklarından kendi yolunu aydınlatabilseydi, kendi kültürünü ve özünü koruyarak çağa yön verebilirdi minvalinde bir eleştiri getirmektedir. Basit ev aletleri, dekorasyon malzemeleri, gündelik basit zevkler bile aslında kültürel yapının temeli olan gölgelerin içine sızmakta ve Batı yavaş yavaş kendi kültürünü Doğu'ya işlemektedir.

Kitaba başladığımda bu içerikte bir kitap okuyacağımı düşünmüyordum. Yazar eleştirisini ortaya koyarken yaratıcı bir yol izlemiş. Değişen toplum yapısında gözlemlediklerini metaforlar aracılığıyla ortaya koymuş. Bu da dümdüz eleştirilerin yer aldığı bir metne nazaran, çok daha dikkat çekici ve çarpıcı bir metnin ortaya çıkmasını sağlamış. Benim için farklı bir okuma deneyimiydi ve bunu sevdim. Kitabın içeriği ilginizi çektiyse sizlere de önerebilirim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

Küçük İnsanlar & Büyük Hayaller\ Maria Montessori (Maria Isabel Sanchez Vegara) | Kitap Yorumu

Yazar: Maria Isabel Sanchez Vegara, İllüstrasyon: Raquel Martin,
Yayınevi: Martı Çocuk Yayınları

Martı Çocuk Yayınları'ndan çıkan Küçük İnsanlar Büyük Hayaller serisinin her bir kitabında tarihte yer etmiş ayrı bir sanatçı, yazar, bilim insanı vb. yer alıyor. Bu kitabın konusu ise eğitim alanında da adından sıkça söz ettiren bir çocuk doktoru olan Maria Montessori.

Maria Montessori, yaşadığı dönemin ötesinde bir kadın. Maria 1870 yılında İtalya'nın bir köyünde dünyaya geliyor. Maria okul çağına geldiğinde ailesi onun daha iyi bir eğitim alabilmesi için Roma'ya taşınıyorlar. O dönemde kadınlar bilimle ilgili yüksek okullarda eğitim görmüyorlar ancak Maria Montessori bir bilim okuluna girerek çocuk doktoru oluyor. Psikiyatri hastanesinde çocuklarla çalıştığı dönemde gözlemlediği yanlış ve yetersiz uygulamalar üzerinde çalışıyor ve bugün eğitim alanında kendi adıyla da bilinen Montessori eğitimini keşfediyor.

Montessori eğitimi çocukların kendi öğrenmelerini kendilerinin gerçekleştirmesi üzerine kurulu keşif temelli bir metot diyebiliriz. Burada amaç çocukların kendilerinin farkında olmalarını sağlayarak potansiyellerini keşfetmelerinde ve kullanmalarında yardımcı olmak. Maria Montessori bu eğitim çerçevesinde çeşitli uygulamalar yaparak hastanedeki çocukların hem zihinsel hem duygusal gelişimlerinin sağlıklı olmasını hedeflemiş. Bunun için çeşitli materyaller geliştirmiş ve farklı araç gereçler ile stratejilerden faydalanmıştır. Bugün de anaokulu yaş grubunun eğitiminde montessori metodunun kullanımıyla karşılaşmaktayız.


Kitap, bu seriden okuduğum ilk kitap. Pandemi dönemindeyken bir dersimde Maria Montessori'yi tanıtmak için onunla ilgili birkaç kitap almıştım. O zaman kendisi yerine başka birini tanıtmak durumunda kalmıştım ancak aldığım kitaplar kitaplığımda duruyor. Kitabı okuduğum için memnunum ancak kitabın çok genel anlatımlı olduğunu söylemeliyim. Kitap çok ince bir kitap. Hatta kitaptan ziyade tanıtım kitapçığı veya dergi eki formunda diyebilirim. İçinde çok genel bir şekilde Maria Montessori'nin kim olduğundan ve neler yaptığından bahsediliyor. Sayfalar yazılardan ziyade resimlerle dolu. Zaten anladığım kadarıyla bu seri hedef kitlesi olarak çocukları merkeze alıyor. İlham verici isimleri çocuklara tanıtmayı amaçlıyor. En azından bu kitap özelinde söylersem, çocuklar için ilham verici olabilecek hoş bir kitaptı. Ancak Maria Montessori ve montessori eğitimi hakkında bilgi edinmek isteyen birini tatmin etmeyeceğini düşünüyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


4 Şubat 2024 Pazar

Only Yesterday (Omohide Poro Poro\ Dün Gibi) | Film Yorumu


Yönetmen: Isao Takahata

Senarist: Isao Takahata

Yapımı: 1991 - Japonya


Çocukluk pek çoğumuzun kalbindeki bir bahçe. Ne zaman kendimizi çıkmazda hissetsek; belki ne zaman bir yere saklanmak istesek, bir yere kaçmayı düşlesek en sonunda vardığımız gizli köşe. Bu filmde de ana karakterimiz Taeko'nun (Miki Imai) çocukluğu ile 27 yaşında olduğu bugününde yaşadıklarını eş zamanlı olarak izliyoruz. 

Geçmişten bir anı karşılıyor önce bizi. Bir karne gününün ardından dört küçük kız öğrenci kendi arasında konuşuyor. Üçü tatilde neler yapacaklarından bahsederken, Taeko sessiz. Çünkü onun ailesi bir yere gitmeyecek, biliyor. Çocuk masumiyetiyle boynu biraz bükük, yine de ısrarcı. Eve koşup annesine tatile gitmek için lütfenlerini sıralıyor. ''Lütfen anne kırlara gidelim...'' Evin büyükannesi Taeko'nun bu haline sessiz kalmayarak ev halkına kaplıcalara gitmeyi öneriyor. Orada bir sürü hamam var, çok seveceksin deniyor küçük Taeko'ya da. Gerçekten de gittikleri yerde hamamdan bol bir şey bulamıyor Taeko. O hamam senin, bu hamam benim koşup oynuyor; ta ki sıcaktan bayılıncaya kadar.

Yetişkin Taeko bu anıyı yüreğinde taşıyarak işten izin alıyor ve kırlara tatile gidiyor. Orada çiftlik işleriyle uğraşırken on yaşındaki hali de hep kalbinde çarpıyor. Bizler de film boyunca yetişkin Taeko'nun anıları aracılığıyla küçüklüğünden bugününe taşıdığı duyguları izliyoruz.


Kaynak: Pinterest

Film yavaş bir tempoda akıyor. Hikayesi de basit ancak klişe olduğunu düşünmüyorum. Filmde bak sen şu işe tarzı mucizevi tesadüfler, zorlama mutluluklar, baygın hüzünler yok. Böyle basit ama duru hikayeleri seviyorum. Böyle kurgular beni de bir parçası yapıyor gibi hissediyorum. Filmi izlemek bana kendimi sanki tıpkı Taeko'nun gittiği gibi kırsal bir yerde bir dere kenarında yeşilliklerin arasında uzanmışım da gözlerim kapalı dış dünyadan kulağıma dolan sesleri hayalle gerçek arasında gidip gelerek dinliyormuşum gibi hissettirdi.

Bloğumun daimi okuyucuları filmi çok sevdiğimi elbette tahmin etmişlerdir diye düşünüyorum. Sanırım en çok da içinde kendi hislerimden bir şeyler görebildiğim kurguları seviyorum. Bu filmde de Taeko'nun hislerinde kendi hislerimden parçalar buldum. Ne zaman bir şeylerin yolunda gitmediğini, en basitinden içime sinmediğini, hissetsem beni de geçmişteki hallerim karşılar. Kah bana tamamlanmamış durumları hatırlatır, kah akıl verir. Hayatımda bana en çok yol gösteren kişi de bu anılarımdaki kendim olmuşumdur hep. 


''İstesek de istemesek de bir kelebek uçmadan önce tırtıl olarak yaşamak zorundadır. Belki de o günleri, tırtıl dönemimden geçtiğim için hatırlıyorumdur.''


Küçük Taeko çok sevimli, akıllı ve biraz da hüzünlüydü. İlk aşk, çocukluk arkadaşlıkları, aile ilişkileri, diğerlerinden farklı şeylere ilgi duymak, yalnız hissetmek, seveceğin bir şeyleri aramak, doğru olduğunu düşündüğün şeyi diğerlerine karşı savunmak... Hepimizin çocukken kalbi kırılmış, dudaklarımız aşağı doğru bükülmüştür. Belki gözyaşlarını tutmanın verdiği gururla karışık acı his yüzümüzü yakmıştır. Hepimizin yanakları al al olmuş, kalbi tatlı bir heyecanla küt küt atmıştır. Ayaklarımız ilk kalp çarpıntısıyla havalanmış, belki hatta kanatlanıp uçmuşuzdur. Hepimiz bazen sadece bir ''tebrik ederim'' cümlesini duymayı ummuşuzdur. Hepimiz bir şeylere heves etmiş ama o şey için istediğimiz izne karşılık verilen net bir ''hayır''a toslamışızdır. Bu filmde herkesin kendinden bir şeyler bulabileceğini düşünüyorum.

Çocukluk zor ve güzel bir dönem. Ancak her ne olursa olsun insanın içinde neşeyle karışık bir hüzün olarak nefes alıp vermeye yıllarca devam edebiliyor. Bu filmde de bu hissi çok net hissettim ve filme dair en sevdiğim durum da bu oldu. Taeko'nun korkularını, hüzünlerini ve sevinçlerini Toshio ile şeffafça paylaştığı sahneleri de aynı şekilde çok sevdim. Filmin çizimlerinin ve müzik seçiminin muhteşem olduğunu da eklemeliyim. Her detay düşünülerek her sahne özenle çizilmişti. Zaten yönetmen koltuğunda Isao Takahata var, lütfen. 

Basit bir konuyla etkileyici bir tat bırakan bir film. İzleyiniz efenim.


Only Yesterday OST dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Yaban Kazı (Ogai Mori) | Kitap Yorumu

Yazar: Ogai Mori, Çevirmen: Alper Kaan Bilir,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Japon Edebiyatı'ndan bir şeyler okumak her defasında içimde bahar rüzgarları estiriyor. Gerçekten; tüm kalbimde, tüm ruhumda hissediyorum bu hissi. Hele bir de söz konusu kurgu geçmiş zamanda geçiyorsa... Karakterler geleneksel kıyafetlerini giymiş salınıyorlar gözümün önünde. Konuşmaları, mimikleri, hal ve tavırları capcanlı karşımda beliriyor. Eksik olan tek şey başımın üstünden yağan sakura çiçekleri sanki. Böyle romantik bir ortama ışınlanıyor ruhum.

Bu kitabı okurken de tam olarak böyle hissettim. Normalde bir kitap beni ne kadar içine çekerse çeksin ''dünyadan koptum'' söylemini kolay kolay kullanmam. Çünkü dünyadan kolay kolay kopamam. Benim bir okur olarak dünyadan kopmam için, başka bir yere bağlanmam gerekir. Peki nereye? Tabi ki karakterlerin duygu ve düşüncelerinin arasına. Bu duygu ve düşünceleri berrak bir şekilde hissedilmem gerekir. Ancak bu sağlanırsa dünyadan kopup da okuduğum kurgunun dünyasına bağlanabilirim.

Bazen bize çok küçük gibi görünen şeyler aslında daha büyük olan bazı başka şeylerin nedeni olabilir. Yürüdüğümüz yol, iki küçük kuş, belki bir yaban kazı... Hepsi birbirinden bağımsız gibi görünür ancak günün sonunda bir bakarız ki yaşadıklarımız aslında tüm bu küçük şeylerin birbirine bağlanmasından ibarettir. Yürüdüğümüz yol bir aşkın umudu olabilir, iki küçük kuş trajik bir tanışmanın vesilesi ve bir yaban kazı, korku ile cesaret arasındaki ince çizgi.


O-Tama genç güzel bir kız. Bir adam bir gün onu ve yaşlı babasını kandırıp gözdağı vererek O-Tama ile evlilik hayatı yaşıyor. Ancak çok geçmiyor ki adamın bir yalancı olduğu anlaşılıyor. Bu genç kız hiçbir suçu olmamasına rağmen kendini çirkin bir durumun içinde buluyor. Yine de babası hep yanında. Baba kız kendilerine yeni bir düzen kurmaya çalışıyorlar. Çünkü onlar her ne olursa olsun bir aradalar ve yanlış bir şey yapmadılar. Başları dik.

Sağlam bağlara sahip bu baba kız yaşadıkları bu kötü günlerde daha da yoksul düşüyorlar. Çok geçmeden önlerine bir teklif çıkıyor. Suezo isimli bir adam O-Tama ile birlikte bir yaşam kurmak istediğini söylüyor. Tabii bu yaşam sır perdesinin ardında yaşanmak zorunda. Baba kız başlangıçta ne bu teklifin iç yüzünü, ne de Suezo'nun hayatını biliyorlar. O-Tama'nın düşündüğü tek şey yaşlı babasını rahat ettirmek. Bu nedenle teklifi kabul ediyor ve Suezo ile birlikte düzensiz bir ilişki yaşamaya başlıyorlar. Çok geçmiyor ki genç kadın, birlikte yaşadığı bu adamın yaşamına dair detayları öğreniyor. 


Kitabın trajik bir konusu olsa da, kitabı okurken puslu hislere kapılmadım. Hatta aksine, içimde hep bir umut vardı. Çünkü merak ettim. O-Tama'nın kalbinde filizlenen hisler acaba onu harekete geçirecek mi diye merak ettim. Acaba hisleriyle düşünceleri eş zamanlı hareket edecek mi, diye düşündüm. O-Tama'nın yaşadıkları zordu ama kolayı seçen de kendisiydi. Bu nedenle ona üzülmek yerine, onunla ilgili beklentiye girdim. Benim asıl üzüldüğüm karakter Suezo'nun daima hor gördüğü eşi O-Tsume'ydi... Öte yandan kitaptaki en üzücü bulduğum detaylardan birisi de, baba kızın arasındaki bağın zamanla zayıflaması oldu.

Okada ise kalbime sakuralar yağdıran karakterimdi. Böyle ferah ve ışıl ışıl hissettiren karakterler diğer karakterlerin de umudu oluyor değil mi? Tüm topu ona atıyor herkes. Okurlar, diğer karakterler, hatta çoğu zaman yazar bile. Oysa bu kitapta durum böyle değildi. Diğer karakterler çözümü Okada'da aradı. Keza bir okur olarak ben de... Yazarın bizlerle aynı fikirde olmaması kitaba dair en sevdiğim durum oldu diyebilirim. Hatta kitabı şimdiden yılımın favorilerinin arasına sokan da yazarın bu yaklaşımı oldu. Bir kurtarıcının öne çıkıp tüm sorunları çözmesi yerine herkesin yaptıklarının ve yapmadıklarının sonuçlarına katlanması fikri, üstüne düşündüğümde daha rahatlatıcı geliyor bana.

Velhasıl kelam, kitabı ben ilgiyle okudum. Konusu ilginizi çektiyse sizlere de önerebileceğim bir kitap Yaban Kazı.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

1 Şubat 2024 Perşembe

Şubat.


Bir varmış bir yokmuş... Hangi zamanda, hangi mekanda bilinmez; iki şövalye yaşarmış. Bu şövalyelerin biri beyaz atlı, diğeri kara atlıymış. İkisi de cesur, ikisi de güçlüymüş. Bu iki şövalye bir gün bir göreve çıkmışlar. Hayır hayır hayır, bizim bu şövalyeler rakip değillermiş -en azından Neptün arşivlerinde böyle geçmeyecek- hatta arkadaşlarmış. İkisi de bir şeyi arıyormuş, çok değerli bir şeyi. Bir çiçeği! Bu çiçeği daha evvel gören olmamış ama duyan çok olmuş. Hem, tüm efsanevi şeyler böyle değil midir; dilden dile hayali ve hayaleti dolaşır, sonra bunlar arzulara karışır ve tadam, belli mi olur, gerçeklikte madde halini buluverir. Bu çiçek ise henüz sadece manasıyla varmış. 

İki şövalye uzun bir yolculuğa çıkmış; dereleri, tepeleri, belki tehlikeli canavarlarla dolu yabancı diyarları geçmişler. En sonunda bir ormana varmışlar. Bu ormanda ilerlemek çok zormuş. Her yer yabani otlarla kaplıymış. Yine de şövalyeler pes etmemiş. Sonuçta o kadar uzun ve zorlu bir yoldan gelmişler. Eh, ormanı bulduklarına göre çiçek de buralarda bir yerde olmalıymış. Aramışlar taramışlar. Belki saatler, belki günler geçmiş. Zaman kavramları şaşmış, bitkinlikten yığılmışlar. Şövalyeler çaresizce yakarmış, yardım istemişler. Bir ses duyulmuş sonra; ulu, bilge bir ağaçtan.

Ağaç, şövalyelere neyi aradıklarını sormuş. Şövalyeler başlamışlar bu dillere destan büyülü çiçeği tarif etmeye. Ağaç, rüzgarda salınan yapraklarını şövalyelere doğru sallamış ve yaklaşabildiği kadar yaklaşmış: ''Burada öyle bir çiçek hiç yetişmedi ve yetişemez.'' Şövalyelerin kalan son umudu da paramparça olmuş. Kara atlı şövalye bu duruma çok sinirlenmiş. ''Ne vakit kaybı!'' diyerek hiddetle yerinden kalkmış ve yorgun atını çekiştire çekiştire oradan uzaklaşmış. Ancak beyaz atlı şövalye düşünceliymiş. Pes etmek istememiş. Mutlaka bir yolu olmalı, diye mırıldanmış kendi kendine. Belki hayalindeki çiçeği düşünmüş. Belki o da diğer şövalye gibi gitmeyi düşünmüş. Belki bu iki düşünce arasında volta atıp beklemiş, beklemiş. Sonuçta işin içinden çıkamamış. ''Neden'' diye sormuş bilge ağaca usulca, ''neden burada öyle bir çiçek yetişemez?'' 

''Çünkü'' demiş bilge ağaç bu sefer yapraklarını iki yana gererek ''görüyorsun ya, burada her yer yabani otlarla kaplı. Bir çiçek büyümek için günışığına sarılmayı ister, rüzgarın fısıltılarını duymayı ister, yağmurun taşıdığı besini kana kana içmeyi ve diğer canlıların arkadaşlığını ister. Oysa bu yabani otların altında bunların hiçbirine ulaşamaz. Bu yüzden de burada bir çiçek yetişmedi ve yetişemez.''

''Yani...'' demiş şövalye gözleri parlayarak, ''bu şartlarda demek istiyorsun değil mi bilge ağaç? Bu şartlarda mı yetişemez?'' 

''Evet, bu şartlarda yetişemez.''

Şövalye bu onayı duyar duymaz düşmüş omuzlarını gererek kollarını sıvamış ve işe koyulmuş. Etraftaki tüm yabani otları ayıklamış ve tohumlara yer açmış. Beklemiş beklemiş. Belki saatler, belki günler, belki aylar, hatta belki... Yıllar boyu! Sonuçta burası büyülü bir ormanmış ve aradığı büyülü bir çiçekmiş. Sonunda bir gün topraktan esneyerek yeryüzüne uzanan bir çiçek fidesi görmüş. Çok cılızmış ama çok güzelmiş. Şövalyenin gözleri -aman ha şşşş aramızda kalsın- yaşlarla parlamış. Çiçeği karşısındaymış.

Bu masalın konusunu çok severek dinlediğim bir tarot yorumcusundan öğrenmiştim. Nyks Tarot (tık tık) youtube kanalının ismi. Benim için farkındalık oluşturan güzel içerikleri olduğu gibi, kendisi de çok tatlı bir insan videolarından gördüğüm, dinlediğim ve bildiğim kadarıyla. Hangi açılımında bu masaldan bahsetti hatırlamıyorum ama dinlediğim andan itibaren bu masal bana çok anlamlı geldi. O tabii bu kadar uzatmamış, ana fikrini verecek kadar anlatmıştı. Ben biraz süsledim püsledim ve kendimce anlattım.

Kendimi bildim bileli fevri ve sabırsızım. Bazen bir şeyi bitirmeye bile tahammülüm olmuyor. Sıkılıyorum, bunalıyorum. Neden? Muhtemelen korktuğum için. Ben sevdiğim şarkıların bitmesinden bile korkarım. Kulağa -ve okuduğunuz için belki gözlere??- saçma geliyor biliyorum ama gerçekten çok sevdiğim şarkıları sonuna kadar dinleyemezdim. Bitince başa sarılır, olmadı döngüye alınır vs vs tabi o ayrı da, bilmiyorum işte. Bir şeyin bitmesinden korkarım, başlamasından korkarım. Bu yüzden de sabırsızım! Bir şey varsa vardır, yoksa kara atlı şövalye gibi küsüp giderim. Bu özelliğimi bilmem de bir erdem ve labirentin çıkış kapısı aslında. Bu sayede artık sevdiğim şarkıları son saniyesine kadar dinleyebiliyorum! Şaka şaka. Bu sayede daha cesur olmak için çabalıyorum.

Son okuduğum kitaplardan biri Mitoloji 101'di. Orada Herakles isimli bir kahramanın çıktığı bir macera anlatılıyordu. Herakles bir ölümsüz olan Zeus ile bir ölümlü olan Alcmene'nin oğluydu ve ölümsüzlüğü hak etmek için çaba harcamıştı. Herakles on görevi yerine getirmek üzere bir maceraya çıktı. Bu görevleri yerine getirirken kimseden yardım almamalıydı. Her şeyi ama her şeyi tek başına yapmalı, tek başına bir çözüm bulmalıydı. Bu yüzden de iki görevde başkalarından yardım aldığı için onlar iptal olmuş ve toplamda on iki zorlu görevi yerine getirmişti. Bu görevlerin hepsinde cesur olması şarttı ama cesaretini göstermesi için her seferinde fiziksel gücüne başvurması, birilerine saldırması gerekmiyordu. Hatta aksine, belki de cesur olup olmaması bu ayrımı yapabilmesiyle de ilgiliydi. Bazı görevlerde sabırlı olmalıydı, bazısında keskin zekasını kullanabilmeli ve pratik olmalıydı. Bir görevi vardı ki bu görev bana komik ve manidar gelmişti.

Bu görev dokuzuncu göreviydi ve yapması gereken şey, son derece acımasız bir savaşçı olan Amazonların kraliçesi Hippolyte'nin kemerini ele geçirmekti. Peki ama bunu nasıl yapacaktı? Hele de birbirine bu denli bağlı kadınlardan oluşmuş savaşçı bir toplumun içine girmiş tek erkek olarak? Saldırmalı mıydı, tuzak mı kurmalıydı, yoksa hırsızlık mı yapmalıydı? Herakles hiçbirini yapmadı. Sadece istedi. Evet evet, acımasız kraliçenin karşısına geçti ve ona kemerini alıp alamayacağını sordu. Kraliçe de kemeri Herakles'e verdi. Bu kesinlikle fazla kolay olmuş gibi görünüyor. Ama bence burada Herakles gerçek bir cesaret örneği sergilemişti. Sonuçta kim -hele de bir erkek olarak- Amazonlar kraliçesinin karşısına çıkıp da ondan kemerini ona vermesini isteyebilirdi ki? Yürek mi yemişti? Belki de Herakles yiyip gelmiştir, kim bilir...

Aslında hikayelerde her şey basit. Bu nedenle ne zaman içim karışsa okurum. Çok okurum. Böylece daha sabırlı olurum. Sonuçta bir anda koca kitapta yazanları zihnime çekemem. Okumak için de emek, sabır ve zaman gerekir. Okumak beni rahatlatır ve neden diye sorma cesaretini verir. Sonra yazarım. Çünkü yazmazsam tam olarak okumuş sayılmam. Gözlerim okur belki; ama o yazıları özümsemek için anlatmam gerekir. Anlatamazsam az anlarım. Anlatırsam çok. Bir de üstüne başkasıyla birbirimize anlatırsak, ohhoooo. En güzeli ve zevklisi de budur.

Bu yüzden anlamak ve anlatmak mühim. Açık olarak, net olarak sormak, cevaplamak. Bunun için sabırlı olmak gerekiyor. Sabırlı olmak için cesur olmak gerekiyor. Bence sabır, cesaretin yapı taşlarından birisi. Üstelik sabırla yoğrulmuş bir cesaret beraberinde bilgeliği de getiriyor. Neden olduğunu anlıyorsun. Nerede, ne yönde olduğunu; hatta en başta, ne olduğunu...

Bazen kendimi uçan bir balona benzetiyorum. Hangi rengim acaba? Daha bunu bile bilmiyorum. Bildiğim tek şey bazen oradan oraya savruluyormuş, bazen olmadık bir köşeye takılmış havada süzülüyormuş gibi hissediyor oluşum. Rüzgar çıktığında şaşıp kalıyorum. Belki bir el bana uzandığında da şaşırıyorum. Sanırım ben şaşkın bir balonum. Bazen bana rengim bile yok gibi geliyor. Bazen bu düşünceme ''atma Ziyaaaa'' diyorum. Bazen kendimi koruyasım geliyor ''hooopp dedik ağır ol'' diyorum. Sonra bir süreliğine ağırlaşıyorum ve yeryüzüne yaklaşıyorum. Bunun da aradığım şey olmadığını keşfediyorum. Uçmayı istediğimi düşünüyorum. Sonra ''hafifim, hafifsin, hafiffff'' diyorum ve bir hokus pokus oluyor, havalanıyorum. Aslında başlangıçta istediğim buydu ama şimdi de korkak yanım sızlanmaya başlıyor. Hem, aramızda kalsın ben de Neptün'ün bağrından gelen bir cadıyım falan ama, tüm hokus pokuslar sadece illüzyondur. Geçici çözüm yani. O yüzden gerçek bir şeyler gerekiyor. Bu sefer yeryüzündeki seslere odaklanıyorum. Daha da kafam karışıyor. Diğer balonlar nerede? Ah gerçekten bilmiyorum!

Bu şubat son dört yılın en uzun şubatı olacakmış. Vaoovvv. Bir gün daha uzun bir ay, sabır gerektiriyor. Ama bilirsen, neyi sevdiğini bilirsen, sabretmek o kadar zor olmaz. Öyle değil mi? Belki bir beyaz atlı şövalye veya bir uçan balon bu soruma yanıt veremez; ama bana böyle gibi geliyor.

Sana nasıl geliyor?

Güzel bir ay diliyorum.

Hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.



Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.