aylar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aylar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Kasım 2024 Cuma

Kasım 2024.


Merhaba! :)

Sana iki kocaman paragraf yazmıştım ama tek bir tuşla hepsini kolayca sildim. Sanırım hayat, bir şeyleri labirente döndürmek için fazla kestirme bir yol. O kadar vaktin yok işte, bilirsin. Labirentte olmak kolaydır. Böylece, hep oyalanırsın. Neticede labirentler bunun içindir. Oyalanmak için. Bir şeylerle oyalanarak zaman kaybetmek sıkıcı. Ben oynamayı seçiyorum. Bu, bir strateji oyunu da değil veya bir kumar veya bozulacak bir oyuncak. Bozulsa ne olur? Bozulur. Oysa her şey basittir. Bu kadar, basit. 

Bugün ödünç aldığım bir kitabı okudum. Sadece bir saat göz attım diyebilirim. David Burns'ün 10 Günde Özgüven isimli kitabı. Yazarın İyi Hissetmek isimli kitabını uzun zamandır okumak istiyordum. Bundan çok öncesinde kütüphaneden ödünç alıp okumaya da çalışmıştım ama okudum bitti tarzında bir kitap olmadığından dolayı kitabı sonra kitaplığıma eklemek üzere yarım bırakmıştım. 10 Günde Özgüven de İyi Hissetmek gibi içerisinde çeşitli konu başlıkları etrafında testler, çizelgeler ve öneriler barındıran bir kitaptı. İnsanın kendine yaptığı sabotajları gayet açık bir dille ifade etmiş ve bunu nasıl değiştirebileceğimize dair yöntem ve alıştırmalardan da bahsetmişti. Kitabı kendim alıp uzun bir sürece yayarak, başucu kitabı gibi okumak istiyorum ama o bir saatlik okuma sürecimde bile çeşitli aydınlanmalar yaşadım diyebilirim.

Bir şeyler için bahaneler üretiyoruz; ama bak, bu yıl bile neredeyse bitti. Oysa yeni yıl gecesi daha dün gibi aklımda. Kendime uğur kolyesi almıştım, kocaman bir yıldız görmüştüm ve havai fişekleri izleyip dilek tutmuştum. Bu yılın şanslı bir yıl olacağını ummuştum. Umut güzel bir kelime olsa da, dış dünyada gerçeklik bulması için adım atmak gerekiyor. Bense bu yılın da büyük bir kısmında mızıldandım. Açık konuşmak gerekirse, kendimi suçlamıyorum. Evet, demek ki biraz daha mızıldanmaya ihtiyacım varmış. Çünkü şu an bu satırları yazan kız olarak kendime baktığımda şaşırarak görüyorum ki, yeni yıla giren o kızdan bile çok farklıyım. Oysa arada sadece 10 ay var.

Yeni yıl için ise iki ay kaldı. Bu iki ayı hazırlık süreciyle geçirmek istiyorum. Youtubeda da bununla ilgili çeşitli videolara denk gelmiştim. Aslında bahsettiğim bu ''hazırlık'' sürecine ekim ayını da katmak niyetindeydim. Pardon... umudundaydım. Niyet daha farklı bir içeriğe sahip bir kelime. Bir şeye niyet ettiğinde artık ayağını adım atmak üzere kaldırmış oluyorsun. Beynine adım at komutu gidiyor yani. Oysa umut\ ummak, ucu açık bir kelime. Bir labirent gibi içinde kaybolabilirsin. Bahsettiğim videolarda (belirli bir link vermem doğru mu bilmiyorum çünkü bir kez bir içerik yapılınca sonra herkes yapıyor gibi ama ben şu videodan izledim) ise yeni yıl hedeflerini yeni yıla girmeden belirleyip daha şimdiden yapmanın -beyni de buna alıştırmak için- daha verimli olabileceği açıklanıyordu. Bence mantıklı. 

Bir de dün deri ceket giydim. Ah, en sevdiğim giysi türü! Deri her şeyi çok severim (tabii ki suni) ama deri ceket hep en favorim. Bir moda ikonu olmakla alakam yok ama deri ceketimin içimdeki gizli serseriyi açığa çıkardığına inanıyorum ahahah. Hem artık saçlarım da uzun. Nihayet! Sana yine saçımı kestireceğim diye mızıldanırsam beni uyar tamam mı, kardeşime güvenmiyorum. Ne zaman ''yeni bir ben!'' desem saçlarımı kestiririm -ve bu çok sık oluyor!- sonra da pişman olmam hayır, en azından hemen?, ama aradan bir ay falan geçince şey diyorum ''yaaa ne zaman uzayacak bu saç, uza artık, uza tatlım, uza güzelim'' ahahahha. Evet, kendimden bir şey isterken yağ çekerim ama işte biraz biyoloji, biraz fizik yasaları falan fişman, mecbur bekliyorum. 

Bu senenin başında da aynı şeyi yapmıştım. Uzun saçlarımı (ki aslında kendilerini seviyordum çünkü epey uzundu bu sefer) omzumda kestirmiştim. Kısa saçlıyken daha çok ''İlkay'' olduğuma inanıyordum. Gerçekten, bak cidden öyle sanıyordum. Hani, insanlar kendilerine bir şeyi yakıştırır da ''bu benim yaaa'' falan der ya, öyle bir aidiyetlik hissi değildi bu. Daha çok totem gibiydi. Hani sanki saçlarımı kestirince bana ve hayatıma sihirli değnek değecekmiş gibi. Tabi böyle fiziksel değişiklikler insanın havasını değiştiriyor, moda sokuyor bir süre ama bunun da son kullanma tarihi oluyor. Sen değişmedikten sonra, yeni saçın da zamanla sıradanlaşıyor. 

Bir arkadaşıma ''içimdeki serserinin'' kısa saçlıyken mi uzun saçlıyken mi daha çok yansıdığını sormuştum. O da bana uzun demişti de yıkılmıştım. Çünkü saçlarımı iki hafta falan önce kestirmiştim! ahahah. İçimdeki serseriden kastım da... -tabii bu şekilde ifade etmedim komik olmayalım öhöm- İlkay işte. İçimde eksik olan o ateş. Gençlik ateşi gibi mesela, evet. Harekete geçme ateşi gibi, evet. Mutlu olduğu şeyleri kabullenme ateşi gibi, buna da evet. Bir cadı gibiiii -böööö- evet! Ve evet, uzun saçlıyken daha çok bir cadıyım... bööööö! ahahah.

Sevgili okur. Ben bu aydan... malzeme istiyorum. Birbirine sürtüp ateş çıkaracağım. Şaka. Ben bu ay, bu aydan bir şey istemiyorum. Onu sadece olduğu haliyle kabul ediyorum. Biliyorum ki, o güzel bir ay. Gerçekten, kasımı düşününce sanki içimde bir kıvılcım çaktı gibi hissettim. Bunun büyümesi ve ısıtması için ise kendimden, planlı olmayı istiyorum. Kaçmamayı, oynamayı ve planlı olmayı istiyorum. Buna niyet ediyorum. Bizi, hepimizi, mutlu edecek ve bunun için kendimizden emin ve istikrarlı eylemlerde bulunduğumuz bir aya niyet ediyorum.

Güzel bir ay dilerim.

Hoşça kalın.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.





1 Ekim 2024 Salı

Ekim 2024.


Merhaba kış yıldızım. Yeniden bir aradayız. Senin kalbime verdiğin sağlamlığı özlemişim. Evet, sağlamlığı! Sen yerinde öylece ışıldarken, kalbim de yerinde usulca atıyor. Geçen yıl ile bu yıl arasında bile ne çok fark var değil mi? Yaz yıldızlarım kalbimde uçuşurken, aklımla pek ilgilenmemiştim. Hep de ilgilenmediğimiz anda bir şeyler değişir değil mi kış yıldızım? Bakmadığın ilk anda, kocaman ateş topları parlar. Belki de bu nedenle gözlerimizi göremiyoruzdur, ne dersin? Gözlerimiz parlıyor mu parlamıyor mu diye zırt pırt kontrol edebilme imkanımız olsaydı, pek tabii insanlar olarak bunu değerlendirmeyi es geçemeyeceğimiz için, zamanla parlaklığı görememeye başlamamız işten bile olmazdı.

Kış yıldızım. Ekim en sevdiğim ikinci ay. O da tıpkı nisan gibi bir baharın ikinci ve en yoğun ayı. Rüzgarsa rüzgar, bulutsa bulut, yağmursa yağmur, öksürükse hapşırık... her neyse, konumuz bu değil! Ama güneş hep orada. Kaşlarını çatmış bulutların boşluğundan faydalanıyor yumurcak. Sonra da kocaman gülümsüyor. Böylece her renkte ışıldıyor. Biliyor musun kış yıldızım... Şöyle kocamaannn bir gökkuşağı görmeyeli uzun zaman oldu. Hatta hiç görmüş müydüm onu bile anımsayamıyorum. Belki bir küçük... Her neyse! Kocamaaann bir gökkuşağının altından yürümem için neler mümkün...

Sevgili okur. Ne zaman hayatımı kendim için düzene sokma kararı alsam muhakkak bir minik test yiyorum. Evet, doğru okudun. Bunu artık ''test'' olarak değerlendiriyorum. Artık öyle pek üzüntüdür, hayal kırıklığıdır, bunalımdır vs'dirler beni kandıramıyor. O konuda kendi yörüngem kadarınca ihtisas sahibi oldum çok şükür. Ama yine de alttan derslerim var gibi görünüyor. Öfke, bazen en basit ama en kurnaz sorusunu soruyor. Son günlerde bu soruyla karşılaştım. Başta iyi yönetemiyor gibiydim ama sonra sadece kendimi seçtim. İnsan ne yaparsa, ne hissederse hissetsin, kendini seçmeli gibi görünüyor. Kendini seçtiğin anda en hınzır soruları bile yanıtlayabilirsin.

Pek sevgili ekim. Sana kollarımı kocaman açıyorum, sen de gördün. Yaz yıldızlarım da gördü. Kış yıldızımsa hep ışıl ışıl hisseder. Kalbime sağlamlık, cesaret ve neşe ver. Tıpkı gökkuşağının yedi rengi gibi, benim tüm parçalarımı varlığımdan gelen doğallıkla yükseltmeme destek ol. Seni seviyorum.

Seni de, sevgili okur.

Güzel bir ay diliyorum.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


1 Eylül 2024 Pazar

Eylül 2024.


Eylül ayını hep sevmişimdir. Bana aslında hep orta yolu bulmaya çalışan bir ahbap gibi gelir. Bir ayağı yazda, bir ayağı canım sonbahardadır. Bir gün takar takıştırır ve içi cıvıl cıvıl, yüzü pırıl pırıl bizi kucaklar. Bir başka gün ise biraz daha soğuk davranır. Yüzünden düşen bin parça olmasa da; hafif sararmalar, coşkulu uğultular, üç beş gözyaşı gibi belirtiler seçmek mümkündür. Kardeşi ekime yaklaştığı her yeni günde biraz daha mesafeli bakar yüzümüze. Öte yandan ben en çok o hallerini severim. Bir sonbahar ayı olduğunu hatırladığı, o havalı hallerini.

Bir ay olabilseydim, sonbahar aylarından olmak isterdim sanırım. İlkbaharın aylarını da düşünmüyor değilim; ama yok, sonbahar. Aslında bir kış çocuğuyum ama ne kışı, ne de yazı -üzgünüm- pek de sevmem. Her iki uç da bana pek bir dramatik gelir. Hele yaz... Gittiğine sevindiğim bir akraba olur sonbahara kavuştuğumda. Yazın yeri de ayrıdır tabii; belki de sonbaharı sonbahar yapan şeylerden biri de odur. Tüm hiddetini üzerimizden nihayet çekip de rüzgarlar usul usul saçlarımızı okşadığında anlarız sonbaharın geldiğini. Ah, hırka giymek istiyorum!

Artık geceleri serin. Bu bir tık buruk tabii benim için. Yaz gelirken bana çikolata getirir aslında. O kadar ardından attım tuttum ama... Pırıl pırıl çikolatalardır bunlar. İçimi yumuşacık yapan, beni mutlu eden çikolatalarım: Yıldızlar, eski dostlarım. Onları izlediğim her an, inancım artar. Kendime, hayata... Sanırım bu kadarı yeterli. Daha ne... Yaza dair en çok sevdiğim şey onları hasta olmadan rahatça izlemektir. Onlar bulutların ardındaki uzak evlerinde gizlenmeden, ben bulutların öbür tarafındaki bir eve çekilmek zorunda kalmadan; yazın onları rahatça izlerim. Yaz... Gittiğine üzülecek miyim ne?

Sonbahara hüzünlü müzünlü derler ama bence aslında şakacıdır. Ne zaman ne yapacağını kestirebilir misin? 

Güzel bir ay dilerim.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


1 Ağustos 2024 Perşembe

Ağustos 2024

'Müzik dinlerken yazma' becerimi kaybetmişim gibi görünüyor. Yoksa, bazı müzikleri dinlerken mi yazamıyorum? Bu benim bir becerim olmaktan ziyade, o (diğer) müziklerin mi bir becerisi? Öyleymiş gibi görünüyor. Öte yandan, sessizliğin, hayır!, sakinliğin de kendine has yetenekleri var. Bu sabah, erken kalkmanın yeteneğini hissettim. Biz bunu çoğu durumda ''güzellik'' olarak adlandırırız. Ancak ben bu yazımda ''yetenek'' olarak ele alacağım. Çünkü hissettiğim şey güzelliğin kendine has duruluğundan ziyade eşsizliğiydi. Başka bir sekmede bu konuyu ele alırsak, o halde söyleyebilmemiz çok olasıdır ki, güzellik de katman katmandır ve pek çok farklı niteliği bulunur. İşte! Yetenek de bunlardan biridir. Yetenek... Hımmm? Ne yeteneği? 

Sabahın seslerine kulak verecek, gerçekten kulağımızı çıkarıp bekleyecek, denli sabırlı olabildiğimiz takdirde çok ilginç şeyler duyabiliriz. Dışarıda, içeride, en içeride. İlkini dinlemek huzurludur. Yaşadığımızı hissederiz. Buradayım! der belki beynimiz. Bu dünyada, bu sabahtayım. İkincisini dinlemek bazen nahoş olabilir. Bi' susun be kardeşim iki huzurumuzun içine... Ya da tam tersi, keyiflidir. Sevdiğiniz birilerini duyarsınız; belki de tam da bu noktada, üçüncü kısım devreye girer: En iç. 

Dışarıyı dinlerken de bunu yapabiliriz. Gözlerimizi kapatmak bize yardımcı olabilir. Böylece sadece sesleri görürüz. İçeriyi dinlerken boşluğa bakmak faydalı olabilir. Zaten bunu gayri ihtiyari yaparız. Daha iyi duyabilmek içiiinnn. Daha iyi duyabilmek, daha iyi görebilmek, daha iyi dokunabilmek, daha iyi yiyebil- Daha iyi okuyabilmek, yazabilmek, sevebilmek... Sevebilmek sevebilmek sevebil... Tüm bu koro, daha iyi sevebilmemiz için midir yoksa?

Erken kalkmanın pek çok faydası var. Özellikle de ayın ilk gününde. İnsana, hareket etmek için heves veriyor. Heves hissini hissetmek için heves veriyor. 

Bu ay, heves dolu olalım! İçimizde bulunan tüm dahaları kabul edebilmek için.

Güzel bir ay dilerim.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Hayaletler, Raina Telgemeier (Çev.: Damla Kellecioğlu, 
Desen Yayınevi).


1 Temmuz 2024 Pazartesi

Temmuz 2024.


Önceden koşa koşa sana gelirdim. Şimdi yürüye yürüye geliyorum. (Tamam-) Önceden koşa koşa sana gelirdim. İçinde bulunduğum an'ı kelimelerden bir baloncuğa dönüştürüp içine seni de alabilmek için. Böylece, üstünden ne kadar zaman geçerse geçsin, o yazının topraklarına adım attığımız daha ilk anda, o yazıyla birlikte, o anda havalanacaktık. Bu yazılar çok vaov bir an'ı anlatmazdı ama yine de her an gibiydi işte. Vaov olan an mıdır, yoksa anların toplamı mı? Tamam kabul; bazen anların içindeki tek bir an vaov'dur, gerisi hatırlatıcı anlardır o kadar. Benim anlattıklarım hiç vaov bir an'ı temsil etmediler ama yine de yaşarken, kalbim vaov dediğinden dolayı, sana koşmuştum.

Gün ışığının cisimlere vuran yüzünü pek bir severim. Tam da batmadan evvel, son bir turuncu göz kırpışla vurduğu yeri analog fotoğraf makinesiyle çekilmiş bir fotoğraf karesine çevirir. Pek bir sanatsal olur en sıradan cisim. Dünyayı bu gözle görmeyi seviyorum. Gün ışığından gördüğüm usulle bakmayı yani. Her şeye böyle bakılmaz ama baktığın şeyi iyi seçebilirsen, o sıradanlıktan güzel eserler üretebilirsin. Sadece görerek bile. Düşünceler, duygular ve onların dışavurumları. Bence düşünce ve duygular onları dışa vurup vurmamamızdan da bağımsız olarak birer eserdir. Çünkü bizimdir; dışa vurulduğunda ise, bizden olur. Hala bizimdir ama onu algılayan kişi de gördüğü şeyde artık söz sahibi olur. Gün ışığının da eserleri vardır, işte yukarıda söyledim; ancak biz, her birimiz, onu farklı yorumlayabiliriz. Güneşten gelir, ondandır ama artık ona biz de kendi düşünce ve hislerimizden bir mana katmışızdır.

Gün batmaya yakınken tam yakınımda minik kuşlar uçuşuyordu. Tıpkı birbirlerine caka satar gibi gergin kanatlarıyla bir alçalıp iki yükseliyorlardı. Minik veya büyük hiç fark etmez, kuşları izlerken hep güleceğim gelir. Pek bir havalı ve pek bir masum görünürler. Tamam, bazen korkutucu da olabilirler ama kabul et, yine de tatlı küçük çocuklar gibiler. En havalı şeyleri söylerler, ancak bilge kulaklar onları sevgiyle dinlerler. Herkesin bilge kulakları olabilir. Bazı şeyleri kendimizden çok yükseğe koyarız. Oysa bence pek çok ''büyük'' olarak tanımlayacağımız şey, tüm bu sıradan anlarda gizlidir ve bence, onları o anda görebilmek, yaşamın fotoğrafını çekmektir. Onları o anda yaşamak ise... Hadi hadi cevabı ver diye bekliyorum - ...yaşamaktır.

İlk yıldızlar çıkarken de çok heyecanlanırım. Güneş nostaljik bir renge büründürürken dünyayı, bu ilk yıldızlar pek bir çekingen görünürler. Önce biri parlar, sonra onun çaprazındaki bir diğeri. Gökyüzü tatlı bir mavidir; yıldızlar da gümüşten noktalar olup yavaş yavaş yerlerini almaya hazırlanırlar. Tüm bu hareketlilik yaşanırken, kuşlar kendi hareketleriyle meşgullerdir. Alçalıp yükselen uçuşlarıyla ve hemen akabinde yükselip alçalan ve alçalıp yükselen ve yükselip... 

Bu ayın ilk günü de pazartesi gününe denk geliyor. Düzenli bir ay, sevdim.

Güzel bir ay diliyorum.

Hoşça kalın.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



1 Haziran 2024 Cumartesi

Haziran.

Her yeni ayın başlangıcı bana yeni bir yıla girerken hissettiğim hisse çok benzer bir heyecan verir. Bu his tıpkı... tıpkı... Bomboş bir sayfaya yazmaya başlamadan evvel hissettiğim hisse benzer! Öyle heyecanlı hissederim. Bu, bazen içim içime sığmıyor heyecanı olur. Bazen, çekingen bir kalp guruldaması. Bazense, telaşsız bir kabulleniş. Bu sonuncusu pek olmaz bana. Kulağa iyi bir şey gibi geliyor, yani pek olmaması. Ama öyle değil; çünkü, kabulleniş kelimesi de omuzlarını düşürmüş bir anlama gelmiyor. Bu daha çok sakin, sessiz, serin de sıcak da hissettirmeyen ve en sevdiğim yerlerden birinde, boş bir sayfanın karşısında olduğum için, iyi hissettiğim bir haldir.

Bu kabulleniş, aynı zamanda, uzun zaman kahve içmedikten sonra içtiğim ilk kahve gibi de hissettiriyor. Ama bu kafein yoksunluğunun verdiği his gibi değil. Hayır, kafein guruldaması gibi de değil; beyin guruldaması gibi de. Belki dalak falan? Ahahah, şaka! Burada hiçbir yer guruldamıyor. Sadece gecenin sesi var. Gecenin güzel sesi. Sanırım şanslı biriyim; çünkü şu an dikkat verdiğim ses gerçekten güzel. Klavye tıklamaları ön planda... sonra hemen ardından eski bilgisayarımın nefes alıp verişi ve sonra... Şaka-

Bugün yeni ayın ilk günü. Bu sence de huzurlu değil mi? Bir de üstüne haziran! Yeni mevsimin ilk günü. Tamam bu o kadar da huzurlu gelmemeye başladı şimdi kabul ediyorum yıl yarılanmış ama yine de... Bu sefer bir yerim guruldamıyor, eminim! Tek nefeste sonsuz bir cümle yazabilecek denli enerjiyim. Üç nokta... Nelere kadirsin!

Yaz mevsimini pek sevmem. Geçen yıl seviyorum demiştim ama yanılmışım. Yine de haziranı severim. Perhizi bilmem ama lahana turşusunu da severim o yüzden birbirine uymuyor gibi görünen sevdiğim kombinasyonları yargılama lütfen. 

Bu ay, güzel bir ay olsun. Hiçbir yerimizin guruldamadığı, bize ne sıcak ne soğuk ama kesinlikle ılık bir huzur hissettiren, bizi gülümseten bir ay. Tüm güzel şeyler gibi yani.

Sen ne hissediyorsun, haziran ayına dair?

Güzel bir ay diliyorum.

Hoşça kalın.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.

başka bir şeyler dinlemek için de tıklayabilirsiniz karar veremedim.


Bu, günbatımı ve de artık eskimiş bir fotoğraf sanki ama olsun;
güzel ya.


1 Mayıs 2024 Çarşamba

Mayıs.


Bizi mutlu eden küçük şeyler sözüne asla inanmıyordum biliyor musun? Bir şey bizi mutlu ediyorsa başkalarına göre küçük bile olsa büyüktür, gibi bir düşüncem vardı. Sanırım bu da bir çeşit beklenti oluşturuyor. Hiç kimsede değil, kendimizde. Oysa gerçekten de bizi mutlu eden küçük şeyler varmış. Eurovision şarkılarını dinlemek gibi. Bunu uzun zamandır yapmamıştım. Ama sonra bir tepki videosuna (tık tık :) denk geldim ve eskiden hissettiğim o Eurovision ruhu olayı bende yeniden canlandı. Sanırım bu tip küçük şeylerin bizi mutlu etmesi için kendi içimizde bile olsa büyük olmasına veya onları büyük olarak nitelendirmemize gerek yok. 

Aynı zamanda insanın kendiyle zaman geçirmesinin de çok özel ve güzel bir şey olduğunu düşünüyorum. Kendimle haddinden fazla zaman geçirmişimdir ama bunların kaçında gerçekten sadece kendimle buluşmuştum bilmiyorum. Muhtemelen pek azında. Oysa sevdiğin, hadi sevmesen bile tanıdığın olsun, biriyle buluştuğunda onunlayken başka bir şeyle ilgilenmek gerçek bir kabalıktır. Karşıdaki kişi de sıkılır, sen de. O halde kendimizle buluşurken de bunu hesaba katmalıyız diye düşünüyorum. Kendimizle buluşurken, yalnızca kendimizle buluşmalıyız.

Bu ayın, içimizde titreşen heyecanları kabuğundan çıkarmasını diliyorum. Bazen kendimi çok heyecansız hissediyorum. Oysa böyle değil biliyorum. Ben hep heyecanlıyımdır. Bu heyecan bazen toprak altındadır ama oradadır. Hem cırcır böcekleri bile... Ah! Konu aynı simgelere gelmeyecek korkma. Sadece diyordum ki, cırcır böcekleri bile gün yüzüne çıkıp milletin başını şişir, aman pardon serenat vermeden evvel, toprak altında titreşirlermiş. Bence heyecanlarımız da böyle. İçimizde titreşiyor ama uygun zamanda açığa çıkıyor. Biz bile ne ara oldu anlamıyoruz. Bunu zorlamanın da bir mantığının olmadığını görüyorum. Olacak olan oluyor. Küçük veya büyük; ama sanırım özünde güzel. Güzel güzel. Bize tatlı bir heyecan hissi yaşatan şeyler güzeldir. Sadece güzel. Belki de bir şeyleri nitelendirmek de yersizdir. Her şey olduğu gibidir işte. 

Güzel bir ay diliyorum.

Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



1 Nisan 2024 Pazartesi

Nisan.


Her yeni ay başlangıcında, derin bir nefes aldığımı fark ederim. Şimdi yazıma başlarken olduğu gibi. Kahve içmeden evvel de bazen bunu yapıyorum. Sevdiğim bir kitabı elime aldığımda da. Bir filmin sevdiğim bir sahnesi geldiğinde de. Fırında... Kek olduğunu fark ettiğimde de! Gökyüzüne kafamı kaldırdığımda da. Aniden bir şeyi hatırladığımda da. Ah tabii bir de otobüste yer bulduğumda da... Deriiinnn bir nefes alır, karnımda tutar ve bir anda bırakırım. Puuffffff.

Nisan ayı bana iki ağacın arasında dalgalandığım günleri hatırlatıyor. Bir ileri, bir geri - ayağınla hızını al ve tekrar! - bir geri, bir ileri... Bir ip, iki ağaç ve evdeki battaniye ile çarşaflar: İşte bir yelkenli! Belki gemim dünyanın en dayanıklı gemisi olmazdı ama gökyüzü tepemde uzanırdı. Mesela bak şimdi, gözlerimi kapatsam, deriiiinnn bir nefes alsam, ben de hemen o gemiye uzanırım. Sallanan ağaçlara ve gökyüzüne.

Bazen gökyüzünü izlerken elimi ileriye doğru uzatırım. Sanki oradaki bir şeye uzanır gibi. Elimi uzatınca dokunacakmışım gibi. Oysa tabi ki böyle bir şey olmaz. Sadece elim havada kalır; tıpkı gökyüzü gibi. Havada, öylece durur. Ama bak, rüzgar durmaz. Rüzgarı çok severim. Sinirli olmadığında. O sinirlendiğinde, ben daha çok sinirlenirim. Baksana gördün mü yaptığını, saçlarımı dağıttın! diye. Bunun dışında onu severim. Bana ışığı hatırlatır. Işık gibi, hızlıca yayılır. Sanırım sabırsız biri olduğumdan, bazen onlara özeniyorum. Oysa, Güneş'in ışıkları bile sekiz dakikada Dünya'ya ulaşıyormuş. Bir anda değil. 

Derin bir nefes aldığımızda... ve içimize çektiğimizde, algılamak isteğimiz o şeyi... İşte! Işıktan bile hızlı bir şekilde bize ulaşır. 

Nisan deyince aklıma kelebekler geliyor. Onların çiçekler arasında geçen nefesleri. Tüm ışığın ve rüzgarın arasında dalgalanan kanatları. 

Zaman hızlı, bu nedenle aylar kısa. Ama ben, nisanın güzel geçmesini dilerim. 

Işık gibi. 

Rüzgar gibi.

Hoşça kalın.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




1 Mart 2024 Cuma

Mart.

Kalbimmmm, kocaman bir... Bir... Pastane! En başta nasıldı hatırlamıyorum. En en en öncesinden bahsediyorum. Anılarımı anlattıkça uçup gittiklerini gördüm. Kötü olanlardan geriye his kırıntısı bile kalmadı. İyi olanlarsa şimdiki pastanenin inşasında temel oldular. Onları baya baya kardım, harç karar gibi. Bu uzun sürmüş bir iş gibiydi, gibi geliyor; ama uzun da sürmemiş gibi. Çok uzun sürseydi çimento vaktinden önce kururdu ve yine bir pastane inşa edemezdim. Yoksa eder miydim? Hımm, öyle olsaydı bir usta bulmam gerekirdi kesin. Çünkü ben bir usta değilim. Yine de, her şey bittikten sonra böyle oluyor sanırım; uçup giden şeyleri göremiyorum ama bundan çoook uzun zaman önce çoook uzak bir galakside..., aman yanlış oldu, bundan bir süre öncesinde bu galaksideki bir pastaneye sahip olduğumu ama o pastaneyi kaderine terk ettiğimi, sonra da her yerin örümcek ağlarıyla dolu olmasının beni şoka uğrattığını hayal meyal hatırlıyor gibiyim.

Böyle olunca, hani örümcek ağlarını falan görünce, o pastaneyi kaderine terk etmek daha kolay geliyor insana. Öyle bir pastaneye pastane sahibi bile hemen girmek istemiyor. Yoksa istiyor mu? Belki de bazı pastane sahipleri kollarını daha kolayca sıvayabiliyordur. Ben miskin bir pastaneciyim. Bu yüzden pastaneyi bırakıp yüzmeye gitmiştim. Bir bakardım ki, belki de, dalgalar beni başka bir kıyıya çıkarırdı ve artık pastaneci olmazdım! Dalgalara mı güvenmeliydim? Hayır hayır hayır. Bu da benim yapabileceğim bir şey değildi. Belki pastane işini bırakıp terzi olmaya karar verenler falan vardır, veya astronot veya ressam. Ama şansıma su da durgundu. Yoksa ben gittiğim yakada da bir pastane arayışına girerdim kesin. Oysa bu yakada zaten bir pastanem vardı ve beni bekliyordu. O halde ben neyi bekliyordum? Bilmiyorum. Şimdi bile bilmiyorum, biliyor musun?

Pastaneye gidip geldim tabii. Hiçbir zaman hevesim olmadı da diyemem. Aksine vardı! Başlangıçta çok vardı. Her şeyin başlangıcında. Birkaç başlangıçta... Bir sürü pasta yapmak istedim. Çilekli, çikolatalı ve başka başka pastalar öğrenmek. Belki kurabiye, belki hatta İzmir bombası bile yapardım. Niye olmasın, pastane bu. Ama yapmak istemedim. İstemememin de sebepleri vardı, tüm suçu kendime yüklemeyeceğim ama tüm sorumluluk yine de bendeydi. Bu pastane bana ait çünkü. Sahibi de, aşçısı da, garsonu da, kasiyeri de benim. Hatta tadımcısı da ben olacağım. Pastalarımı ilk ben tadacağım. Tadını beğenmezsem değiştiririm, değil mi? Bundan neden bu kadar çok korktum? Neden hep yanlış yapmaktan, hata yapmaktan bu kadar çok korktum? Usta olmadığım için mi? Usta bir aşçı, tatlıcı, pasta profesörü olmadığım için mi? Pastalarımı görenler beğenmezler diye mi? Yoksa daha pastalarım bile bitmeden, güzel olmayacaklarına kolayca ikna olabildiğim için mi? Peki güzel olmaları ne anlama geliyordu? Çilekli bir pastanın yanına başka meyveler koysam ve o artık çilekli bir pasta olmasa bile, yine de güzel bir pasta olamaz mıydı? Varsın çilekli pasta severler ve çileğin yanındaki diğer meyveleri sevmeyenler o pastayla ilgilenmesin, ne olacak? Cevap veriyorum: Hiçbir şey.

Heves. Ne güzel bir kelime. Nedendir bilmem, bu kelimeyi genelde olumsuz anlamda kullanılmış halde görmüşümdür. Oysa ne gariptir, kelimeler çift yönlüdür. Hislerimiz kelimeleri belirler. Bir dakika... Yoksa tam tersi miydi? Bu da çift yönlü. Zaten kelimeler bana çok köşeli geliyor son zamanlarda. Müzik dinlerken fark ettim bunu. Müzik, ne kadar sınırsız diye düşündüm. Herhangi bir ucu yok. Açıklama yapmasına bile gerek yok. Hislerin o müziği tanımlıyor zaten. Müzik de hislerini tanımlıyor biliyorum biliyorum. Ama tabula rasa yap beynini, boş bir pastane olsun kalbin de. İstersen postane de olur tabii. Bak bakalım o müzik ne mektuplar yazacak kalbine veya neyli pasta çıkacak en sonunda. Ne tuhaf... Değil mi? Kelimeler, tanımları getiriyor. Tanımlar sınırları. Oysa kelimeler bile müziktir özünde. Bir ses çıkar, yanına başka bir ses daha. Sonra hece dersin buna ve işte yan yana gelen tüm o sesler bir sürü tanım olur en sonunda! Neden? Oysa kelimeler de özgürdü en başta... Gerçi özgürlük de bazen esarete dönüşüyor, değil mi? Kelimelerimiz güzel bir müzik mi, yoksa kulağı mı tırmalıyor? Keşke tanımlardan önce, müziğimize dikkat etseydik; belki daha iyi olurdu.

Ben edeceğim. Çünkü güzel müziklerin çaldığı bir pastanem olsun istiyorum. Güzel mektupların geldiği bir pastane. Güzel pastaların olduğu. Güzel hissettiğim bir pastane.

Mart en sevdiğim mevsimin merhabası. Havalar şubatta da ılıktı ama ilkbahar hala yok meydanda. İlk çiçekleri görmek istiyorum. 

Güzel bir ay dilerim.

Hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.



1 Şubat 2024 Perşembe

Şubat.


Bir varmış bir yokmuş... Hangi zamanda, hangi mekanda bilinmez; iki şövalye yaşarmış. Bu şövalyelerin biri beyaz atlı, diğeri kara atlıymış. İkisi de cesur, ikisi de güçlüymüş. Bu iki şövalye bir gün bir göreve çıkmışlar. Hayır hayır hayır, bizim bu şövalyeler rakip değillermiş -en azından Neptün arşivlerinde böyle geçmeyecek- hatta arkadaşlarmış. İkisi de bir şeyi arıyormuş, çok değerli bir şeyi. Bir çiçeği! Bu çiçeği daha evvel gören olmamış ama duyan çok olmuş. Hem, tüm efsanevi şeyler böyle değil midir; dilden dile hayali ve hayaleti dolaşır, sonra bunlar arzulara karışır ve tadam, belli mi olur, gerçeklikte madde halini buluverir. Bu çiçek ise henüz sadece manasıyla varmış. 

İki şövalye uzun bir yolculuğa çıkmış; dereleri, tepeleri, belki tehlikeli canavarlarla dolu yabancı diyarları geçmişler. En sonunda bir ormana varmışlar. Bu ormanda ilerlemek çok zormuş. Her yer yabani otlarla kaplıymış. Yine de şövalyeler pes etmemiş. Sonuçta o kadar uzun ve zorlu bir yoldan gelmişler. Eh, ormanı bulduklarına göre çiçek de buralarda bir yerde olmalıymış. Aramışlar taramışlar. Belki saatler, belki günler geçmiş. Zaman kavramları şaşmış, bitkinlikten yığılmışlar. Şövalyeler çaresizce yakarmış, yardım istemişler. Bir ses duyulmuş sonra; ulu, bilge bir ağaçtan.

Ağaç, şövalyelere neyi aradıklarını sormuş. Şövalyeler başlamışlar bu dillere destan büyülü çiçeği tarif etmeye. Ağaç, rüzgarda salınan yapraklarını şövalyelere doğru sallamış ve yaklaşabildiği kadar yaklaşmış: ''Burada öyle bir çiçek hiç yetişmedi ve yetişemez.'' Şövalyelerin kalan son umudu da paramparça olmuş. Kara atlı şövalye bu duruma çok sinirlenmiş. ''Ne vakit kaybı!'' diyerek hiddetle yerinden kalkmış ve yorgun atını çekiştire çekiştire oradan uzaklaşmış. Ancak beyaz atlı şövalye düşünceliymiş. Pes etmek istememiş. Mutlaka bir yolu olmalı, diye mırıldanmış kendi kendine. Belki hayalindeki çiçeği düşünmüş. Belki o da diğer şövalye gibi gitmeyi düşünmüş. Belki bu iki düşünce arasında volta atıp beklemiş, beklemiş. Sonuçta işin içinden çıkamamış. ''Neden'' diye sormuş bilge ağaca usulca, ''neden burada öyle bir çiçek yetişemez?'' 

''Çünkü'' demiş bilge ağaç bu sefer yapraklarını iki yana gererek ''görüyorsun ya, burada her yer yabani otlarla kaplı. Bir çiçek büyümek için günışığına sarılmayı ister, rüzgarın fısıltılarını duymayı ister, yağmurun taşıdığı besini kana kana içmeyi ve diğer canlıların arkadaşlığını ister. Oysa bu yabani otların altında bunların hiçbirine ulaşamaz. Bu yüzden de burada bir çiçek yetişmedi ve yetişemez.''

''Yani...'' demiş şövalye gözleri parlayarak, ''bu şartlarda demek istiyorsun değil mi bilge ağaç? Bu şartlarda mı yetişemez?'' 

''Evet, bu şartlarda yetişemez.''

Şövalye bu onayı duyar duymaz düşmüş omuzlarını gererek kollarını sıvamış ve işe koyulmuş. Etraftaki tüm yabani otları ayıklamış ve tohumlara yer açmış. Beklemiş beklemiş. Belki saatler, belki günler, belki aylar, hatta belki... Yıllar boyu! Sonuçta burası büyülü bir ormanmış ve aradığı büyülü bir çiçekmiş. Sonunda bir gün topraktan esneyerek yeryüzüne uzanan bir çiçek fidesi görmüş. Çok cılızmış ama çok güzelmiş. Şövalyenin gözleri -aman ha şşşş aramızda kalsın- yaşlarla parlamış. Çiçeği karşısındaymış.

Bu masalın konusunu çok severek dinlediğim bir tarot yorumcusundan öğrenmiştim. Nyks Tarot (tık tık) youtube kanalının ismi. Benim için farkındalık oluşturan güzel içerikleri olduğu gibi, kendisi de çok tatlı bir insan videolarından gördüğüm, dinlediğim ve bildiğim kadarıyla. Hangi açılımında bu masaldan bahsetti hatırlamıyorum ama dinlediğim andan itibaren bu masal bana çok anlamlı geldi. O tabii bu kadar uzatmamış, ana fikrini verecek kadar anlatmıştı. Ben biraz süsledim püsledim ve kendimce anlattım.

Kendimi bildim bileli fevri ve sabırsızım. Bazen bir şeyi bitirmeye bile tahammülüm olmuyor. Sıkılıyorum, bunalıyorum. Neden? Muhtemelen korktuğum için. Ben sevdiğim şarkıların bitmesinden bile korkarım. Kulağa -ve okuduğunuz için belki gözlere??- saçma geliyor biliyorum ama gerçekten çok sevdiğim şarkıları sonuna kadar dinleyemezdim. Bitince başa sarılır, olmadı döngüye alınır vs vs tabi o ayrı da, bilmiyorum işte. Bir şeyin bitmesinden korkarım, başlamasından korkarım. Bu yüzden de sabırsızım! Bir şey varsa vardır, yoksa kara atlı şövalye gibi küsüp giderim. Bu özelliğimi bilmem de bir erdem ve labirentin çıkış kapısı aslında. Bu sayede artık sevdiğim şarkıları son saniyesine kadar dinleyebiliyorum! Şaka şaka. Bu sayede daha cesur olmak için çabalıyorum.

Son okuduğum kitaplardan biri Mitoloji 101'di. Orada Herakles isimli bir kahramanın çıktığı bir macera anlatılıyordu. Herakles bir ölümsüz olan Zeus ile bir ölümlü olan Alcmene'nin oğluydu ve ölümsüzlüğü hak etmek için çaba harcamıştı. Herakles on görevi yerine getirmek üzere bir maceraya çıktı. Bu görevleri yerine getirirken kimseden yardım almamalıydı. Her şeyi ama her şeyi tek başına yapmalı, tek başına bir çözüm bulmalıydı. Bu yüzden de iki görevde başkalarından yardım aldığı için onlar iptal olmuş ve toplamda on iki zorlu görevi yerine getirmişti. Bu görevlerin hepsinde cesur olması şarttı ama cesaretini göstermesi için her seferinde fiziksel gücüne başvurması, birilerine saldırması gerekmiyordu. Hatta aksine, belki de cesur olup olmaması bu ayrımı yapabilmesiyle de ilgiliydi. Bazı görevlerde sabırlı olmalıydı, bazısında keskin zekasını kullanabilmeli ve pratik olmalıydı. Bir görevi vardı ki bu görev bana komik ve manidar gelmişti.

Bu görev dokuzuncu göreviydi ve yapması gereken şey, son derece acımasız bir savaşçı olan Amazonların kraliçesi Hippolyte'nin kemerini ele geçirmekti. Peki ama bunu nasıl yapacaktı? Hele de birbirine bu denli bağlı kadınlardan oluşmuş savaşçı bir toplumun içine girmiş tek erkek olarak? Saldırmalı mıydı, tuzak mı kurmalıydı, yoksa hırsızlık mı yapmalıydı? Herakles hiçbirini yapmadı. Sadece istedi. Evet evet, acımasız kraliçenin karşısına geçti ve ona kemerini alıp alamayacağını sordu. Kraliçe de kemeri Herakles'e verdi. Bu kesinlikle fazla kolay olmuş gibi görünüyor. Ama bence burada Herakles gerçek bir cesaret örneği sergilemişti. Sonuçta kim -hele de bir erkek olarak- Amazonlar kraliçesinin karşısına çıkıp da ondan kemerini ona vermesini isteyebilirdi ki? Yürek mi yemişti? Belki de Herakles yiyip gelmiştir, kim bilir...

Aslında hikayelerde her şey basit. Bu nedenle ne zaman içim karışsa okurum. Çok okurum. Böylece daha sabırlı olurum. Sonuçta bir anda koca kitapta yazanları zihnime çekemem. Okumak için de emek, sabır ve zaman gerekir. Okumak beni rahatlatır ve neden diye sorma cesaretini verir. Sonra yazarım. Çünkü yazmazsam tam olarak okumuş sayılmam. Gözlerim okur belki; ama o yazıları özümsemek için anlatmam gerekir. Anlatamazsam az anlarım. Anlatırsam çok. Bir de üstüne başkasıyla birbirimize anlatırsak, ohhoooo. En güzeli ve zevklisi de budur.

Bu yüzden anlamak ve anlatmak mühim. Açık olarak, net olarak sormak, cevaplamak. Bunun için sabırlı olmak gerekiyor. Sabırlı olmak için cesur olmak gerekiyor. Bence sabır, cesaretin yapı taşlarından birisi. Üstelik sabırla yoğrulmuş bir cesaret beraberinde bilgeliği de getiriyor. Neden olduğunu anlıyorsun. Nerede, ne yönde olduğunu; hatta en başta, ne olduğunu...

Bazen kendimi uçan bir balona benzetiyorum. Hangi rengim acaba? Daha bunu bile bilmiyorum. Bildiğim tek şey bazen oradan oraya savruluyormuş, bazen olmadık bir köşeye takılmış havada süzülüyormuş gibi hissediyor oluşum. Rüzgar çıktığında şaşıp kalıyorum. Belki bir el bana uzandığında da şaşırıyorum. Sanırım ben şaşkın bir balonum. Bazen bana rengim bile yok gibi geliyor. Bazen bu düşünceme ''atma Ziyaaaa'' diyorum. Bazen kendimi koruyasım geliyor ''hooopp dedik ağır ol'' diyorum. Sonra bir süreliğine ağırlaşıyorum ve yeryüzüne yaklaşıyorum. Bunun da aradığım şey olmadığını keşfediyorum. Uçmayı istediğimi düşünüyorum. Sonra ''hafifim, hafifsin, hafiffff'' diyorum ve bir hokus pokus oluyor, havalanıyorum. Aslında başlangıçta istediğim buydu ama şimdi de korkak yanım sızlanmaya başlıyor. Hem, aramızda kalsın ben de Neptün'ün bağrından gelen bir cadıyım falan ama, tüm hokus pokuslar sadece illüzyondur. Geçici çözüm yani. O yüzden gerçek bir şeyler gerekiyor. Bu sefer yeryüzündeki seslere odaklanıyorum. Daha da kafam karışıyor. Diğer balonlar nerede? Ah gerçekten bilmiyorum!

Bu şubat son dört yılın en uzun şubatı olacakmış. Vaoovvv. Bir gün daha uzun bir ay, sabır gerektiriyor. Ama bilirsen, neyi sevdiğini bilirsen, sabretmek o kadar zor olmaz. Öyle değil mi? Belki bir beyaz atlı şövalye veya bir uçan balon bu soruma yanıt veremez; ama bana böyle gibi geliyor.

Sana nasıl geliyor?

Güzel bir ay diliyorum.

Hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.



1 Ocak 2024 Pazartesi

Ocak.

Yılın son günlerinde kendime bir kolye aldım. Yeni yıl yaklaştığı için hediyelik eşyalarla dolu tezgahlar açılmıştı. Ben de bu tezgahlara göz gezdiriyordum ve gözüm kolyelere takıldı. Bu kolyelerin ucunda doğal taşlar vardı. Oldum olası böyle spiritüalizme de kayan inançtır, manifesttir, totemdir şeylerine meraklıyımdır. Ben de kendime bir kolye aldım. O sırada hangi kolyeyi seçsem bilemedim ve karar vermem beş on dakikamı aldı. Böyle yazınca kulağa kısa gibi geliyor ama bir süre kararsız kaldım diyebilirim. Hem, hangi taşın tam olarak ne özelliği var onu da bilmiyordum. Hemen google'dım. Tabii bununla da bitmedi. Giysilerime de uyacak bir taş olsun istemiştim. :) Baktım işin içinden çıkamıyorum beni en çok çeken taşa uzandım. Akuamarin taşıymış bu aldığım. 

''Akuamarin taşı, sahibine güçlü bir enerji sağlar ve zihinsel berraklık, dinginlik ve huzur sağlar. Ayrıca stresi azaltmaya ve bireye daha yüksek bir farkındalık ve ruhsal uyanıklık sağlamaya yardımcı olabilir.'' yazıyordu google'da. Gerçi satıcı abla bana sitrin taşını önermişti. O da bolluk bereket, motivasyon vb. taşıymış sonradan öğrenmiştim. Onu mu alsaymışım diye bir süre düşünmedim değil. :) Ama yine de kolyemi çok sevdim. Aldığım zamandan beri de genelde boynumdaydı. Sanırım birbirimize ısındık.

Yeni bir yılın ilk ayı. Tanıdığım ve sevdiğim insanlara yılın son gününde yeni yıl mesajı gönderdim. Bu da benim enerjimi yükseltti. Onlar da bana güzel dileklerini ilettiler tabi. Güzel enerjiler vermek ve akabinde güzel enerjiler almak. İşte, asıl güzellik de burada. Bu yıl böyle geçsin sevgili okur. Güzel enerjiler verelim, güzellikler verelim kendimize, çevremize; sevdiklerimize, tanıdıklarımıza, tanımadıklarımıza, hayvanlara, doğaya... Sonra da güzel enerjiler alalım.

Güzel bir ay, güzel bir 2024 dilerim.

Çok sevgiler.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


1 Aralık 2023 Cuma

Aralık.

Kış eşikten geçti bile; ama ben sana bir çiçek uzatıyorum. Bu çiçeği bana küçük kuzenim uzatmıştı. Düşünceli, tatlı bir kız. Bu düşünceli ve tatlı kız, o geçmiş gitmiş anı işte şimdi düşündüğüm tatlı bir ana çevirmiş oldu. Sen de sever misin, sana bir şeyler uzatılmasını; ne tatlıydı diye düşüneceğin bir şeyleri almayı.

Almayı bilmek önemli. Çoğu durumda, hayatımızda olmasını istediğimiz şeyleri almayı bilmediğimizi düşünüyorum. Genelliyor muyum? Belki. Sen biliyorsan şanslısın. Ama bence herkes az veya çok biraz şaşkındır. İstediği bir şeyler ona verilse bile bocalayabilir. Bir şeyleri isteriz. Bazıları pek çok şey(ler)i ister hatta. Taşıyamayacağı kadar çok şeye sahip olmak isteyen insanlar da vardır. Sen nasılsın? Bana söylemene gerek yok. Açgözlü müyüm, tokgözlü müyüm? Bu terslikte bir iş mi var? Yoksa ama hep de işler ters mi?.. Öyle mi? Sahiden böyle mi? Veya böyle mi olmalı? Şöylesi olsa nasıl olurdu demeli mi? Bence tokgözlülük de en az açgözlülük kadar tehlikeli bir alışkanlık.

Bir ters bir düz kazaklar öreceğimiz ve Didem Madak şiirlerinin (işte bir hediye için tıklayabilirsin) sahlep eşliğinde güzel gideceği bir ay aralık. 2024'e kadar aralığın aralıklarından bakalım 2023'e ve hatta belki de ondan öncesine. O yıllarda kimdik? Bence bunu bir fark edelim. Ben her yıl değiştiğimi hissediyorum. Herkes her yıl değişir, bu bir gerçek. Ama ben cidden, her yıl, kökten değiştiğimi ve adeta yavaş yavaş başka birine dönüştüğümü düşünüyorum. Bu değişim hep vardı belki de; ama ben bunu ''almayı'' kabul ettiğimden beri, kendime daha çok değer veriyor, kendime saygı ve sevgiyle yaklaşıyorum.

Dünyaya da sevgiyle bakıyorum. Bunun pratiklerini yapmak önemli. Seninle pek çok Mutluluk Yazısı'nda buluşmuştuk hatırlarsan. O yazılarımda sana güzel bulduğum şeyleri göstermek için içimde bitmek bilmeyen bir heves ve heyecan vardı. Daha önceden de görmüyor muydum sanki dağı taşı çiçeği kediyi kuşu toprağı yıldızı Güneş'i Ay'ı... Daha önce hiç çikolatalı puding yememiş miydim? Birileriyle sohbet ederken gülmemiş miydim? Gözlerimi parlatan bir şeyler bulmamış mıydım? Hepsini yapmıştım. Hepsini yaptığımı idrak da etmiştim. Mutlu da olmuştum. Ama tüm bu mutlulukların kaynağının kendim olduğunu anlayamamıştım.

Küçük mutluluklar edebiyatı yapan biri değilim. Bazı durumlarda bunu samimiyetsiz bile buluyorum itiraf etmeliyim. Hem ''küçük'' yakıştırmasını da komik buluyorum. Kime göre küçük, neye göre küçük? Mesela bence yıldızlar evrendeki eeeeennnn büyük şeyler ve eeeennnn büyük mutlulukları yüreğime dolduruyorlar. Senin doldurmuyorlar mı? O halde neden onlar ''küçük mutluluk'' kategorisinde değerlendirilsin ki? Veya neden insan kendine ait hisleri ''hımmm şu his şu bölmeye, bu his şu bölmeye,'' diye buzdolabı yerleştirir gibi yerleştirsin? Sence de komik değil mi? Komik çünkü hayat bir bütün. Hepsi bir bütün. ''Büyük'' mutluluklar da, ''küçük'' mutluluklar da; işte sadece kocaman bir BEN ediyor.

Sanırım ben sevmeyi seviyorum sevgili okur. Her şeyi sevmiyorum. Ama sevmeyi seviyorum. Çünkü böylece sevdiğim şeyleri seven yanlarımı görüyorum. Böylece, kendimi seviyorum. Geçmişteki, her bir yıldaki, İlkayları da seviyorum. Gelecekte bugünüme bakarken de geçmişimde sevebileceğim bir İlkay bırakmak istiyorum. Hatta hayatımın ana amacı bu diyebilirim.

Sen kendinde gerçekten en çok neyi seviyorsun?

Peki sen geçmişten bugününe ve\ veya gelecekten bugününe seslensen; kendine ne derdin? Kendinde neyi görmek isterdin? Kendinde, benliğinden bahsediyorum, neyi görmezsen pişman hissederdin?

Hoşça kal.

Güzel bir ay dilerim.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.



1 Kasım 2023 Çarşamba

Kasım.

Sonbaharı özledim. Ama o bir türlü gelmiyor. Güneş hala her yanı sıcacık yapıyor. Yemyeşil ağaçların altında yürümek keyifli. Yine de, özledim işte. İnsan ansızın özlüyor. İnsan ansızın neyi özleyeceğini kestiremiyor. Biliyorum, böyle dedim ya, iki güne rüzgar daha bir kuvvetle yanımızdan koşturur; hava gri efektini, bulutlar duygusal hallerini yüzlerine geçirir. O zaman da yazı mı özlerim? Hayır. Üzgünüm yaz, ben senin bir ayağı eylülde bir ayağı ekimde hallerini seviyorum. Malum, mevsimler de kaydı. Eylül artık bir küçük yaz ayı. İsmi hüznü çağrıştırıyor ama kendisi tatlı mı tatlı.

Ekimi hatırlıyorum. Geçmiş ekimlerden bazılarını. Üşüyorum. Üstümde mutlaka bir ceket, hırka. Öğlenleri de aynı serinlikte. Tatlı bir sonbahar ayını anımsıyorum. Nisandan sonraki en sevdiğim ayı. Çünkü ben baharların ortasını severim, tam göbeğini. Baharları doya doya içime çekmek isterim. Oysa bu yıl ekimin de kafası karışıktı. Bana oyuncu bir veda busesi kondurup gidiyor o ayrı. Öpücüğünün kalp çarpıntısı kuru öksürüğümden yankılanıyor.

Kasım deyince aklıma ilkokuldaki mevsimler panosu geliyor. Karlı kışlar şehrime hep uzaktı kabul ediyorum. Ama hani kasım, baharın gerçekten son kısmı. Hani, kardan çocuk dahil tüm çocukların gülümsediği karlı bir kış gününün resmedildiği mevsime bizi daha da yaklaştıran, bir ayağı çoktan kışa adım atmış olan ay. Oysa şimdi hiç öyle hissettirmiyor. Biliyorum daha yaşamadan hükmünü verdim kasıma da. Belki bana alınacak ve vuuuu diye üzerimize rüzgarını koşturacak. Yine de özledim işte. Hayır, koşan rüzgarları değil; buram buram hissedilen bir bahar sonunu.

Her şey zamanında güzel değil mi? Bir şeylerin zamanı kaydığında olmuyor. Bazı şeyler için uygun anlar var. O an kaçtığında yine olur diye düşünüyorsun. Ama işte olmuyor olmuyor. Heyecanlanıyorsun, eylül geldi işte sonbahar diyorsun. Ama üstünde yazlıklarınla ayı bitiriyorsun. Sonra ekim geliyor. Diyorsun işte, şimdi olacak galiba. Oluyor gibi hissediyorsun. Biraz üşüyorsun nihayet. Özlediğin o his sana değip geçiyor. Sonra bir bakıyorsun yine tam olarak yazlıklarını kaldıramamışsın. Sonra kasım geliyor. Bu sefer... Diyecek oluyorsun. Bu sefer sahiden de gelecek o özlediğin mevsim biliyorsun. Ama onu iki ay beklemişsin. Artık geleceğini bilsen bile hevesin sönmüş. Zaten sonbahar da kısa sürecek belli, diyorsun. Bir anda kışa geçeceğiz. İstediğim bu değildi. İstediğin bu veya değil; sen baştan kendini zaten hazırlıyorsun. Beklemek istemediğin için. Hani gerçekten de bir anda kışa girsen, rahatlayacaksın bile. Çünkü heyecanlanmak da gözünü korkutuyor. Kısacık bir yaprak dökümü anını izlemek, kısacık hayatında kaç kez başına gelir? Kaç sonbahar gördün, kaç sonbahar daha göreceksin? Biliyor musun, hayır.

Gördüğümüz güzel şeyler ne kıymetli değil mi? Dün gece ansızın dolunayı gördüm. Aslında biraz küçülmüştü ama hala bir pinpon topu olarak gökyüzünde asılıydı. Çevresindeki gece bulutları bilinmeyen bir ülkenin haritasını çıkarır gibi parça parça her yandaydı. Onların ardından bir görünüp bir kaybolan Ay, sanki Neverland'ın işaret feneri gibiydi. Vaov, denilecek kısa bir şaşkınlık anı. Güzel şeyler beni bazen şaşırtıyor. Neden bilmiyorum. 

Bu sıralar gerginim. Kendimi gece bulutları gibi hissediyorum. Yine de Ay'ın ışığı orada biliyorum. Ay'ı ve böyle basit şeyleri gördüğümde hala heyecanlanıyor olmayı seviyorum. Çünkü bana benim işaret fenerim de bu gibi geliyor. Bu his benimle oldukça kaybolmazmışım gibi. Tabii, gibiyle biten cümlelere güven olmaz. Ama ben parçalı bulutlara ve ışıl ışıl bir Ay'ın güzelliğinin verdiği heyecana güveniyorum. 

Bu ay, heyecanlanmak istiyorum. Ama güzel bir heyecan olsun bu. Gergin değil. İçimi ısıtan bir heyecanı hissetmek istiyorum.

Herkese güzel bir ay diliyorum.

Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


1 Ekim 2023 Pazar

Ekim.


Tarihi gördüğümde kısa bir anlığına afalladım. Sahi, eylül de bitti ya... diye düşündüm. Bugünün tarihi bir yansıma gibi: 01.10. Tabii bir de sonuna 23'.

2023'ün son demlerindeyiz. Bir yılın daha nihayete erme mevsimi. Sonbahar belki de biraz böyledir ha, ne dersin sevgili okur? Belki de düşen tüm o yaprakları metaforik olarak algıladığımızda, elimizde deneyimler kalır. Bu deneyimlerin illa herkese bakın bakın diye göstereceğimiz şeyler olmasına bile gerek yok; sonuçta kimse, her ne kadar ilkbaharda sıklıkla ''bakın bakın çiçekler ne güzel'' denmesine karşın, sonbaharın uçuşan yaprakları için hüzün yakıştırması yapmak dışında ''bakın bakın yapraklar ne güzel uçuşuyor'' demez. En azından kolay kolay ve sıklıkla, demez. Oysa o yapraklar kendilerini bırakabilmek için uzun bir yol yürümüşlerdir. Elbette yorgunlardır; pek çok şey görmüş ve dinlemişlerdir. Onların serüvenine en çok da günışığı ve rüzgar şahittir. Bazen bu yapraklar, çiçek bebeklerini yağmur suyuyla beslemişlerdir. Bazen, günışığı eşliğinde uzun uzun gerinmişlerdir. Bazense onlara nefretle yaklaşan insanların nankörlüğüne şaşkın bir son bakış atmışlar belki...

Ağaçların yazın yatılı ağırladıkları cırcır böcekleri hala sezonu kapatmamış gibi duyuluyorlar. Yazın olduğu gibi çok sesli bir koro değil kulağıma çalınan ses; ama alttan alta gelen, kaçından çıktığından bile bihaber olduğum, bir gece şarkısı doluyor kulaklarıma. Bazı geceler cırcır böceklerinin sesi ninni gibi geliyor. Başka bir ses yok; sadece onun sesi ve tanıdık hissettiriyor. Dostça bir şarkı söylüyor. Onu en çok da geceleri dinlemeyi seviyorum. Eylül ayında bir ara hepsi susmuştu da ne çok üzülmüştüm. Artık sonbahar geldi, diye düşünmüştüm, olacak o kadar... Ama keşke olmasa... Keşke biraz daha onları dinleyebilseydim... Kalbimden geçen aslında sadece buydu. Sanırım içlerinden biri veya birkaçı, kalbimin bu küçük dileğini kırmadı ve yeniden ötüyorlar. Acaba bu ses başka bir şeye mi ait diye düşünüyorum. Ama hayır, ona ait. Sen de duyuyor musun? İlk kez bu ayda cırcır böceği dinliyorum, ilginç ve güzel. Sanki bana serenat yapıyor. :)

Bazı akşamlar uyuyakalıyorum. Böyle olduğunda gece uyanmam kaçınılmaz son. Böyle uyanışları seviyorum. Uyandığım ilk anda hala rüyamla sarmaş dolaşım, rüyamı hissediyorum. Aklımda bulanık bazı görüntüler oluyor ama onları belli bir anlam dizgesine sokabileceğim kadar anlamlı görünmüyorlar. Hani olur ya, bazı eski anılarımız aklımıza fotoğraf karesi gibi gelirler; başı veya sonu yok, sadece tek bir an'a dair görüntüler. Onları gerçekten yaşayıp yaşamadığımız durumu bir yana, zamanın solucan deliklerinden geçip zihnimizde beliren bu tek kare anlar bir şekilde etrafımızı kuşatır. Bir anlam versek de vermesek de, işte her yandadır. İşte, olmadık zamanda yaptığım uyuklamalarımdan uyandığımda ben de tam olarak böyle hissediyorum. Rüyamdan bazı kareler her yanda, ama ösym paragraf sorusu gibiler. 

Bazen bazı rüyalarımı çok net hatırlıyorum. Böyle olduğunda gözümü açtığım anda yaptığım ilk iş ses kaydı almak oluyor. Çünkü o rüya öyle filmvari oluyor ki, bundan ileride bana ilham çıkar diyorum. Uzun bir süredir ise hatırladığım tek bir rüyam yok. İlk uyandığım anda bile hepsini bir sis bulutu kaplamış oluyor. Dediğim gibi, kare kare bazı anlar... Ama öncesi veya sonrası yok. O hissi de seviyorum tabi. Uyur uyanık o hali. Gözümü açtıktan sonra da hala rüyadaymışım gibi hissettiğim o kısa an'ın verdiği hissi de seviyorum. 

Sonbahar yaprakları bence de hüzünlü. Tek bir anda dökülmeleri bize böyle hissettiriyor olmalı. Evet evet kabul ediyorum, kesinlikle hüzünlü. Yine de güzel. Sanırım, böyle tek an'a sığan şeyleri seviyorum. Çünkü o şey, aslında asla sadece tek başına o andan ibaret değildir. Oysa yaşadığı tüm o zamanları tek bir an'a sığdırabilecek kadar da özüne inebilmiştir. Hani bazen kısacık bir yazı okuruz da, tuğla gibi kitaplar okumuş kadar fazla hissederiz. Yazı mı fazladır acaba, bizim hislerimiz mi? Kelimeler bize dokunur, fazla olan hislerimize. Böylece, minicik bir dokunmayla bile etkileniriz. Tıpkı bir insanı gıdıklamak için kilit noktayı bulmak gibi. İşte sonbahar da bana böyle hissettiriyor. Tamam belki biraz karmaşık ama ben yediğim yemekleri bile karmakarışık yapıp tek bir tabakta toplamayı severim. Hem, hayatta ne tek tektir ki. Bir yaprağın dökülüşü bile, içinde pek çok doğuşu, büyüyüşü ve ölüşü barındırır.

Bu ay bana serenat yapan cırcır böceğim de gidecek biliyorum. Yine de son ana kadar benimle olduğu için mutluydum. Yapraklar yavaş yavaş kızarmaya başlasalar da, son ana kadar bizi bırakmayacak olan yeşil hallerini görebildiğim için de mutluyum. Hatırlayamadığım rüyalarımın verdiği hissin kısa bir anlığına bile olsa benimle kalmasından da memnunum. Hissettiğim tüm hisler için mutluyum. Asıl, hissetmediklerim bana hüzün verir çünkü...

Bu ay umarım kalbimizi güzellikle dolduracak hisleri deneyimleriz.

Güzel bir ay dilerim.

Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


1 Eylül 2023 Cuma

Eylül.

Kitap: Peter Pan - J. M. Barrie (Bilgi Yayınevi)

Dün gece gökyüzüne bakıp uzanırken gecenin ne kadar sessiz olduğunu düşündüm. Sanki zaman durmuş gibiydi. Tek bir ses yoktu. Tek bir hareket. Sonra onu gördüm. Parlak yüzüyle bana dönmüş güzel Ay'ı. Işıl ışıl parlayıp geceyi aydınlatıyordu. Gökyüzü onun ışığıyla aydınlanıyordu. Yıldızlar bile onun yanında sessizdi. Sanki tüm gece bir olmuş sadece onu izliyordu. Parlak, güzel Ay'ı.

Ay o denli güzel, özgür ve bir rüyaya benziyordu ki; hep yaptığım gibi onu parmaklarımın arasına almayı düşünmedim bile. Tüm o lekelerindeki ışıltıya baktım. Etrafındaki parlak haleye. Aydınlattığı gökyüzünün değişmiş rengine. Uzun bir yoldan gelmiş bu ışıklar beni neşelendirdi. Ay'ın ne kadar neşeli göründüğünü düşündüm. Ne kadar kendisi gibi göründüğünü. Ne kadar umursamazca seyahat ettiğini. Nasıl da herkesi selamladığını düşündüm. Onu o an sevmemenin mümkün olmadığını.

Susan ağustos böcekleri beni biraz hüzünlendirmişti. Zaman ilerlerken hep hüzünlenirim. Ancak dün gece Ay sanki bana bir hediye verdi. Işık huzmelerinden bir paket. İşte şimdi bu hediyeyi burada açıyorum. İçinden tatlı esintiler, turunculaşan yapraklar, başlangıçların heyecanlı telaşları ve tüm varlığımızı kucaklayan özgür kalp çarpıntıları çıkıyor. 

Bu ay derinlerimizde tuttuğumuz kara noktalarımızı sadece bırakalım. Kalbimizi tutsak eden tüm o hisleri. Aslında artık istemediğimiz, bize hizmet etmeyen, biz gibi hissettirmeyen, zamanda erimiş gitmiş her şeye veda edelim. Böylece yüzümüzü kendimize dönelim. Belki kraterlerle, lekelerle, gölge ve ışıkla dolu yanlarımıza.

Eylülün hepimize ferahlık getirmesini diliyorum.

Hoşça kalın.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


1 Ağustos 2023 Salı

Ağustos.

Ağustos böcekleri susmuş görünüyorlar. Pardon, dikkat kesilince yüksek fısıltıları duyulabiliyormuş. Bu yaz onların seslerini daha çok duyuyorum. Ağaçtan sesler korosu gibi bir ağızdan başlıyorlar sanatlarını icra etmeye. Bazen çok gürültülü oluyorlar, en yüksek notalara kadar çıkıyorlar; öyle olunca ben bile bir anlığına ''ah!'' oluyorum. Bu ah'ın içinde bir dizi memnuniyetsiz düşünce silsilesi de barınmıyor değil. Üzgünüm sevgili dostlarım üzgünüm...

Onlar da kendi aralarında bir çeşit mesaj iletiyorlar. Sınırlı bir zamana pek çok ses sığdırıyorlar. Bu yüzden onları ayıplamamalı, ahlamamalı, susmalarını ummamalı. Bir şeyler anlatmak istiyorlarsa bırakalım anlatsınlar. Zaten her canlı bir şekilde bir şeyler anlatmak istiyor sanırım. Kuşlar, kediler ve balıklar... Bazen beden dilleriyle iletişim kurarlarken yakalıyorum onları; veya yalnızca eğleniyorlar. Tabii bu da aynı kapıya çıkar. Çünkü bazen sadece eğlenmek için de iletişim kurarız. Bu da bir ihtiyaçtır hem günün sonunda, ortasında ve başında.

Kediler özellikle de geceleri tuhaf kişiliklere bürünüyor gibiler. Belki de sessiz sinema oynuyorlardır. Bazen kuşlar da sessiz sinema oynuyor gibi görünüyor. Bazense birbirlerine uçma becerilerini gösteriyor gibiler. Bir anda kanatlanıyorlar ve pike yaparak fiuuvvv. Balıklarda da durum farklı değil gibi. Bazen tek bir istikamette arkadaşlarının peşine takılıp yürüyüşe çıkıyorlar, aman pardon, yüzgece çıkıyorlar. Bazense yüzme becerilerini birbirlerine göstermeye çalıştıklarından mı bilinmez döne döne gluk gluk yapıyorlar. Keyifli görünüyor.

İnsanlar da farklı değil gibi. Bizler de iletişim kurmaya ihtiyaç duyuyoruz günün sonunda, ortasında ve başında. Bazen ağustos böcekleri gibi hiç susmadan aynı tekdüze sesle sürdürüyoruz konuşmamızı. Bazen susuyoruz, ağustos böcekleri susarken neler düşünürler bilinmez, ancak bizler bazen sadece düşünmemek için susuyor olabiliriz. Sanırım bazen konuşmak keyifli gelmiyor. O yüzden aralarda susuyoruz. Biz de yüzgece, aman kanada, aman yürüyüşe, çıkıyoruz. Çoğu zaman tekdüze bir yürüyüş oluyor bu. Bazen bir grubun ardına takılıp belli bir istikamette ilerliyoruz. Şansımız yaver giderse karşımıza yürüyüşümüzü bozacak bir şey çıkmıyor. Bazense yolda ilginç bir şeyler gözümüze ilişiyor. Bir yengeç! Akrep! Deniz anası? Olta! Hayır canım onlar balıkların sorunu. Neyse ki balık değiliz! Yine de bir karetta karettayla dost olmak isterdim... Bizim karşımıza daha farklı ama yine benzer şeyler çıkabiliyor. Bazen de bir şey çıkmıyor. Sanırım bu daha da korkutucu. Çünkü iletişim kurmayı eğlenceli kılmak için karşımıza bir şeylerin çıkması işimize yarıyor. 

Sanırım tekdüze bir yürüyüşten hep kaçmak istedim. Ancak bunu ne kadar çok istediysem o kadar çok tam göbeğinde buldum kendimi. Önüm, arkam, sağım, solum sobe; o halde ben de hareketsiz durayım da akıntıyla ilerlerim nasılsa. Keşke gerçekten bir ağustos böceği olsaydım. Onların ne dediğini anlamak bile daha kolay gibi. Bir amaca yönelik iletişimleri. Oysa ben, bunu ne kadar çok istersem isteyeyim, bir türlü yapamıyorum. Sebep nesnelerde değil. Amaç eksikliğinden olduğunu sanmıyorum. Hem nesneler sadece birer araçtır; günün sonunda, ortasında ve başında. Belki de anlamayı reddettiğim ve beni hayal kırıklığına uğratıp duran şey öznelerin de birer araç olmasıdır; günün sonunda, malesef ortasında ve başında. Bizi kendimize yaklaştıran araçlar. Hemen kötücül emelli düşüncelere ve oltalara balıklama atlamayalım lütfen.

İnsanlardan bir şeyler öğreniriz. Herkesten. Bazen bazılarının seslerine tahammül edemeyiz. Bazen bazılarının seslerini iki saniye sonra bile anımsamayız. Bazen bazı sesleri hiç unutamayız. Bazen bazı sesler bizimle olur. Onları istediğimizde duyabileceğimizin güvenini sanki biri kalbimize fısıldamıştır. Seslerini çok sevdiğim kişiler yok değil. Onların sesini duymayı çoook seviyorum. Onlarlayken sesimi duymayı çoookkk seviyorum. Yine de bazen... Bazen... Obur muyum acaba? Neden yetmiyor? Neden bir şey söyleyecekmişim de, unutmuşum da, ondan söyleyemiyormuşum rahatsızlığı kımıl kımıl içimde? Sanki yanlışlıkla bir deniz yılanı yutmuşum ve o içimde rahatsız bir dansa başlamış gibi. Ufuktaki deniz atı nerede? Hani at murattı?..

Havalar sıcak. Çok sıcak. Daha da sıcak olacak, diyooolar. Erimemeyi başarırsak eğer, bu ay ikinci bir amaç olarak ne yapsak acep? Buldum! Kelimeden sesler korosu olalım. İçimizdeki tüm kelimeleri bir veya birçok şarkıya dönüştüreceğimiz tek kişilik güzel bir orkestra oluşturalım. Fena fikir değil sanki ha, ne dersin?

Hoşça kal.

:)


bir şeyler dinlemek istersen tık tık, tık tık.


1 Temmuz 2023 Cumartesi

Temmuz.

Bu sıralar üstümde bir ''bitse de gitsek'' hali var. Ney bitsin, neye gitsek, kiminle gitsek, ney\ kim-siz gitsek, hiç mi hiç bilememekteyim. Sadece bir sıkılganlık, bunalganlık ve yeter artık gidel(y)im hali.

Bazen gitmeyi de kalmayı da istemez ya insan; işte ben de öyleyim, hiçbir şey(i) istemediğim bir evredeyim. Ayın yeni ay evresinde! Hiçbir şey görülmüyor. ''Hey Güneş, neredesin?'' Adımın anlamı da bu biliyor musun? Ayın ilk hali, yeni ay. Çocukken birisi bana ''adının anlamı ne'' diye sorduğunda, ona ''ilk ay işte'' derdim ''yazıldığı gibi, başka bir anlamı yok.'' 

Ay. Pek bir severim kendisini. Ay'ı sevmek demek, Güneş'i de sevmek demektir aslında değil mi? Aysız Güneş düşünülemez, düşünüle-bilinemez. Bazı şeyler böyle sanırım. Ay'ı seviyorsan, Güneş'i de sev gibi. Güneş'i sevmek için Ay gerekmez mesela. Güneş, Aysız da var olabilir. Ama ben Ay'ı seviyorum kardeşim, ne yapayım. Demek ki bir şeyleri sevebiliyormuşum. Hımm bu iyi. Yaşam belirtisi.

Sevgi böyle değil mi? Bir şeye sevgi duymanın temeli, o şeye ilgi duymaktan geçiyor. Hiçbir şey ilgini çekmezse, hiçbir şeyi sevemezsin de. Ama dur bir dakika! İlgini çekmeden de sever misin? Sevebilir misin? Bence hayır. Sence? Bak mesela; Ay, Güneş sayesinde görünüyor ama benim ilgimi Güneş değil Ay çekiyor. Eee ne yapacağız şimdi? Bir nedenin öncülü diye, o öncülü de mi sevmem gerekli? İlgimi çekmiyor. Faydacı da değilim. Sadece Ay'ın bende uyandırdığı his hoşuma gidiyor ve bu nedenle Ay'ı seviyorum. Bu kadar. Sevgi basit bir şey. Basit nedenlerle dolu bir şey. Sevgi nedensizdir olayı vardı bir de değil mi? Saçma. Nedeni var işte, söyledim. Basit masit; ama nedenli. Yoksa ne yani, önümüze gelen her şeyi mi sevelim ohooo. İlgimi çekiyor, bana kendimi iyi hissettiriyor. Bu nedenle Ay'ı seviyorum. Güneş'ten bana ne? -mecazen canımmm, alınma sevgili Güneeeşşş, seni de seviyorum <33 :)-

Bir keresinde bir Ağaç Ev'de buna benzer bir konuyu konuşmuştuk. Tam olarak bu soru değildi ama buna benzer sevgi ile ilgili bir konuda bir bloggerla polimiğe girdiğimi hatırlıyorum. :) Sanırım o gün savunduklarımın, bugün çok da arkasında değilim. Bu komik. Sevginin nedensiz olabileceğine inanıyordum. Yani buradaki ''neden''den kastım bir kazancının olması, menfaat elde etmek falan değil. En basitinden, bir şeyi sevmek için o şeye ilgi duymalısın! Ah ne yaratıcı bir yanıt... Ama dur, toparlıyorum şimdi.

Bir şeyi sevdiğinde, aslında o sevme hissini seversin değil mi? O his, o his önden gelir. Belki sonra ''neden'' olarak belirttiğim bu ''sevme hissi''nin yerini sadece sevilen kişinin veya şeyin bizzat kendisi alır, ama en azından en başta o hissi seversin. O hissin oluşması için ise ilgi duyman gerekir. Bu ilgi çok çeşitli yollarla oluşabilir. Bazen bir sorumluluktan dolayı başlar. Bazen ihtiyaçtan dolayı. Bazen kendiliğinden başlar ve sana kendini iyi hissettirir. Bir canlıyı seversin, bir nesneyi, bir eylemi... İşte neyi istersen. Bu da ''insan ne ile yaşar'' mevzusuna döndü iyice. Sanırım buna da cevabım sevgi olurdu. Hayır hayır, pembe gözlüklerimi çıkararak yanıtlıyorum bu soruyu. Cidden, insan sanki özünde sadece bununla yaşar gibi. Evet, susuz ve besinsiz de yaşayamaz. Oksijensiz ve diğer gerekli olan tüm o maddesel koşulların eksik olmasıyla da yaşayamaz. Evet, aynı zamanda insan çok fazla zaafı olan mızmız bir varlıktır; bu nedenle de çeşitli yönlerden sıkça kırılır, bozulur, onarılmaya ihtiyaç duyar. Ama özünde insan, asıl, sevgisiz yaşayamaz sanki. Bin yıl da kalsa önünde, bir yıl da; başka bir insanın ona bakarken gözlerinde beliren ışıltıyı hissetmeden yaşamışsa, bu ne kurak bir ömür olur! Ben en çok o ışıltıyı bana veren kişilere minnettar olurum sanırım hayatta ve en çok da o ışıltıyı hissedebileceğim bir varlık veya eylemi bulduğumda yaşadığımı hissederim. Yoksa ne önemi var ki tüm bunların? Doğ, büyü ve öl. Bu kadar mı? Ne sıkıcı! 

Bir şey sevmeden de yaşarsın sanırım. Ama dedim ya, ne sıkıcı olurdu bu! Korkunç! Hayatı eğlenceli yapan şey bu sanırım. ''Aaaa şu Ay ne ilgi çekici.'' ''Vaoovv, şu kebelek, aman kelebek, ne güzelmiş.'' ''Bu kitabı neden bin yıldır okumayı ertelemişim acaba?'' ''Açken sen sen değilsin, yediğin yemek de sadece yemek değil; oh nihayet doydum.'' ''Çok sıcaaak! Neden bu kadar sıcak! Yaşasın limonatte veya limonatteli dondurma!'' ''Bloğuma hoş gelmiş, beş gitmişsen canım okurcuğum!'' ''İyi ki varsın canım bff'im, kardeşim, anam, babam, kendim ve artık her kim iyi ki var ise...''

Son günlerde hiç yaşam belirtisi göstermiyorum. Bir ara kendimi tamamen yok edeyim demiş, hazır buradan bile koparılmışken, kendimi diğer sosyal mecralardan da bir kısa es verip koparıvermiştim. İşte yok oldum! 21. yüzyıl da sıkıcı bir zaman dilimi bence. Ne işim varsa burada, her neyse(m). Instagramda dolaşırken bir ara bana kusmalar geliyordu. Bilmiyorum, sanırım her şeyden koptuğum evrenin yükseliş aşamasıydı o an. Sonra biraz münzevi hayatı yaşadım. Ama olmuyor olmuyor tabi. Gündem pek iç açıcı olmasa da, takip edemiyordum ve geri kalıyordum. Mağarada da yaşamak istemem. O yüzden geri döndüm. Her yere! Bu garipti. Benim de bir ortam yok valla.

Ama ne diyordum?!?! İşte, sonra her yere döndüm ve blog yazarken nefes aldığımı hissettim. Dünya varmış dedim. Bloğumu bir ufak turlayan herhangi biri, yalnızca bir hafta önce döndüğüme inanmaz sanırım. Veya inanır, bilmiyorum. Sadece, şunu diyorum; nefes aldım. Ama yine de ev gibi değildi. Ben de yazı yazdım; evime benzesin diye. Yazlık gibi, kışlık gibi. Kaçmak için, bir ev işte. Olmadı. Eskisi gibi hissettirmiyor. Yine hoş, sevimli. Ben gibi ve bencesi en önemlisi. Ama ne bileyim, sanırım bırak kalsın böyle desem daha iyi. Belki de böyle olması gerekiyordur. Çok da evim olmaması. Kendimi de kandıramadım işte. Ne kadar yazı yazsam da olmuyor. Belki de daha derin bir nefes almam gerekiyor. Sonra o nefesi başka başka yazılarıma üflemem ve başka başka yazılara hayat vermem gerekiyor. Burasının bana can suyu olduğu kesin. İçime heyecan verdiği, gözlerime en olmadı kıvılcım verdiği. En çok da sen ziyaretime geldiğinde. Çok mutlu oluyorum bak cidden. Sen kimsin bilmiyorum; ama ben tüm misafirlerimi severim. Sen gelmesen bile yazarım sanırım. Ama sen geldiğinde daha güzel olur. Bir bahçe düşün mesela şimdi. Sen o bahçeyi görmesen de o bahçe var olmaya devam eder. Veya gökyüzü. Sen ona bakmasan da o vardır. Veya bulutlar. Her bulutu her an göremezsin; ama bulutlar vardır! Bu blog da var olur. Ben oldukça, o da olur. Ama sen oldukça, daha güzel olur. Daha farklı açılardan varlık bulur. Can bulur, anlam bulur. Bu yüzden önemlidir; bir şeyi başkalarının da görmesi, bilmesi, hatta mümkünse sevmesi. O zaman anlamı genişler çünkü. Bu yüzden diyorum ya, nefes alarak da yaşarız; ama o nefesi genişleterek yaşasak, daha güzel yaşamaz mıyız? Sevdiğimiz her şey, bizi genişletir; nefesimizi, genişletir. Bunu diyorum hani. Nefes alarak yaşarız, severek yaşarız. Yaşayarak nefes alırız ve işte yaşarken severiz. Yaşarken sevmeliyiz.

Hareket eden her şey yaşar. Ay da. Hareket eder, hep belirsiz kalmaz. Yeni ay olur; hilal, ilk dördün, dolunay, son dördün... -şu bilgiyi çıkarmak için beynimi zorlamam peki :P- Yani durmaz, döner durur. Dünya da döner, Güneş de. Ay da. Böylece değişirler. Kah azalırlar, kah büyürler. Tamamlanırlar diyecektim de; var mı öyle bir dünya? Bak mesela, Tarotta son kart Dünya'dır. Çember, tamamlanma, bitiş. Kahramanın son durağı. Hellüüüğğ, uyan geldik! Sonra yine sıfırıncı kart olan Budala alır sözü. Dağ başını duman almış, diye. Köpeğiyle birlikte yeni yolculuklara paraşüt açar. Valla bak, paraşüt açıyor. Kendini cumburlop atıyor yollara. Dağ, tepe, uçurum... Allah ne verdiyse. Sonra pek çok kartı geçiyor. Pek çok şey öğreniyor. Büyüyor. Bir yerde tıkanmış olması, onun büyümesini engellemez ki. Orada tıkandığında bile aslında öğrenmez mi? Öğrenir elbet. Herkes her şeyi aynı sürede öğrenemez ya canım? Hem, uygun şartlar sağlanırsa her öğrenci öğrenebilir! Budala da böyle işte. Dünya'ya ulaşana kadar pek çok şey öğreniyor. Sonra bitmiyor, hızını alamıyor ve ''ben yeni bir yolculuğa çıkacağım!'' diyor. Onun varoluş amacı bu çünkü. İstese de duramaz.

Budala da, Ay da, Güneş de, Dünya da; döner ama durmaz. Her dönüş başka bir yeri gösterir onlara. Başka bir var oluş biçimini. Varlık halini. Böyle düşünmek ilham verici geliyor bana. Önceden eski bloğumda ayın ilk gününde ve dolunay zamanlarında iki ayrı yazı yazardım. Şimdi bunu yapmama gerek yok sanırım. Dolunay bir tamamlanış değil çünkü. Sadece bir durak. Ama ben durmamalıyım. Şu an duruyor olsam bile, biliyorum ki, yaşayan hiçbir şey duramaz, istese bile.

Bu ay çok sevelim mi? Ah lütfen öyle yapalım, çok çok çok sevelim. Bir şeyleri. 

Bunu deneyelim.

Hoşça kal.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.