27 Nisan 2024 Cumartesi

Su korkutucu değildir, gökyüzü de uzak.


Hepiniz öldünüz ve geriye sözleriniz kaldı. Bana bakan, cansız resimlerin ötesinde, kelimelerinizdir. Dizelerinizin ötesine geçen hisleriniz, satırlarınızı aşan düşüncelerinizdir. Bu bana kendimi iyi hissettiriyor. Komik bir şekilde, doğru kelime iyi. Bu dünyadan gelip geçen, tanımadığım ve asla tanıyamayacağım tüm o ruhlardan yükselen sesler bana kendimi iyi hissettiriyor. Hepsinin bakışları... Bedenime ulaşmayan, kalbimdeki bakışları. Sadece bu kadar; iyi hissettiriyor.

Bu yılın başında bir dergi almıştım ve ondan çıkan takvimi karşıma astım. Her ayın başında bir şair\ yazar ve sözü vardı. Bir zamanlar onlara ait ama şimdi, herkese ait olan o sözler. Hisler herkesindir, sözler birilerinin. Ancak o sözler başkalarının hislerine ulaştığında artık sadece ona söyleyene ait olmaz. Artık sözler de hisler de bir anlamda herkesin olur. Bu ne kadar büyüleyici bir şey. Çünkü gerçek. Yalnızca gerçek olan şeyler derinlerde yaşayabilir. Diğer her şey, er ya da geç boğulur. Ne gariptir ki, tam da bu boğulma anlarında başkalarından kopup gelen gerçekler bize bakar. Sadece bakar. Biz de onları okuruz. Böylece o gerçeklerin üzerinde yüzeriz. Artık su korkutucu değildir, gökyüzü de uzak.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



25 Nisan 2024 Perşembe

Yeryüzüne Yükselen Kuşlar.


''Japon kültürüne göre nilüfer havuzu, insan ruhunun yansımasını simgeler. Bazı eleştirmenlerin Monet'nin nilüferlerini sadece yüzeysel bir dekorasyon olarak görmelerine rağmen, nilüferler gene de ressamın, "dışarı" ile birleşen "iç doğasını" gösterir.'' (Claude Monet Hayatı ve Eserleri - Birgit Zeidler)


Bugün mutluyum. Gökyüzü yine katman katman ve hava, olabildiğince basık. Ancak bu sefer gözlerim onları Monet'in gökleri gibi görüyor. Tüm o basıklık yavaş yavaş dağılıyor. Gökyüzüne yükselen kuşlar, yeryüzüne yükselen kuşlar... Bazen bulutlar hareket ederken, bana sanki gökyüzü değil de yeryüzü hareket ediyormuş gibi gelir. Şekil zemin algısıyla ilgili bir durum sanırım. Ya da kafamı kaldırdığım için başım dönüyor... Neyse! Ne zaman, şekil zemin algım hokus pokus yapsa bana, o anlarda mutluyumdur. Çünkü o anlarda sadece varımdır. Tüm varlığımla, tüm heyecanımla; tüm amalarım dağılmıştır. Gördüklerim, iç dünyamda anlam bulur ve böylece gerçeklik, o noktaya gelene kadarki izlediklerimi silip kendini yeniden ve olduğu gibi ifade eder.

Bugün mutluyum. Kendimi... Bir tabak dolusu sarma gibi hissediyorum. Hayır! Tencere dolusu. İçim içime sığıyor; çünkü güzel sarılmışım. İçim; yumuşak değil. Limonlu ve ince de. İçim... İçim, içim işte. Güzelce sarılmış dışıma. Hayır! Bu, mutluluk değil. Daha başka. Bambaşka. Sanırım bir şeylere sarmamız gerekiyor. Düşüncelerimizi eylemlere sarmamız gerekiyor. Çünkü ancak böyle olduğunda, dışımız içimizi kucaklayabilir. 

Bugün, belki mutlu belki değilim. Bugün bir sarmay... Hayır hayır hayır. Bugün, uzun zamandan sonra Monet'ten bir gökyüzü gördüm. Adına ''istek'' denilebilecek fırça darbelerini çağrıştıran bir gökyüzünü. 

Claude Monet empresyonist (izlenimci) bir ressamdır ve ressamlar hakkında deriiiinn bilgilerim olmasa da kendisi, çalışmalarını sevdiklerim arasındadır. İzlenimci ressamlar, adı üzerinde, izlenimlerinden yola çıkarak çizerler. Gördüklerini, anlık hisleriyle, çizerler. Bu sanat akımının felsefesini severim. Çünkü hem gerçeği gösterir, hem de gerçeğin ressamın iç dünyasıyla sarılmış halini. Hem yumuşaktır, hem belirgin. Bu ressamlar ile birlikte aklıma doğa gelir. Belki de doğa gerçekten, iç dünyamızdaki belli noktaları titreştirir. Bu noktalar bize belli his ve düşünceleri verir. İşte sanat da burada başlar ve buraya er ya da geç döner. Bu, bitmeyen bir döngüdür. Tabii sanatçı bir noktada bırakmadığı müddetçe. 

Monet, yirmi yılı aşkın bir süre boyunca sadece nilüferler çizmiş. Aynı bahçedeki, aynı nilüferleri farklı bakış açılarıyla resmetmiştir. Aynı nesne, aynı mekan ve farklı zaman. O halde, bu koşullarda, zaman değişince nesne ve mekan da otomatik olarak değişmez mi? İşte Monet bunu çizmiştir. Görme yetisini büyük ölçüde kaybetmesine sebep olan kataraktı sonrasında bazı renkleri seçemez olduğunda bile, dünyayı algılayışını resimleriyle göstermiştir. Çünkü artık onun iç dünyasında gerçeklik kazanan dünya, biraz da zorunlu olarak, değişmiştir.

İşte! İzlenim budur. Çevremizi saran dış dünyanın içimizde uyandırdıklarını yine dışarı yansıtmak. Gözlemlemek ve gözlediklerini hissetmek. İşte... Ben de bugün böyleydim. Bir izlenimci!

Claude Monet ve onun sanatı hakkında güzel bir yazı okudum. Siz de ressam ile ilgili daha fazla bilgi edinmek ve bahsettiğim yazıyı okumak isterseniz şuraya tıklayabilirsiniz.

Hoşça kalın.

bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Bu da İlkay'ın gökyüzüsü.


Yol Arkadaşım Sevgili Audrey.


''Her şey ters gider gibi görünürken güçlü olmaya inanıyorum. Mutlu kadınların en güzel kadınlar olduklarına inanıyorum. Yarının başka bir gün olduğuna ve mucizelere inanıyorum.'' - Audrey Hepburn


Audrey ile tanıştığımda liseye gidiyordum. Lisenin ilk yıllarında saçımı bazen topuz yapardım. Bu ilginç, çünkü ondan sonrasında dışarıdayken saçımı hiç topuz yapmadım. Evet, yaz mevsiminde bile. Ama o sıralar yapardım işte. Tanıdığım biri vardı. Beni ona benzetmişti. Audrey Hepburn'e.

Bu aslında benim için bir iltifat olmalı. O sıralar Audrey Hepburn hakkında hiçbir şey bilmiyordum ancak büyük bir yıldız olduğundan pek tabii ben bile haberdardım. Sonrasında kendisini araştırmadım ama bundan daha da sonrasında, yeni günlüğüm için kendime aldığım defterde onun, Audrey'in, fotoğrafı vardı. Hayranı olmadığım birinin fotoğrafının olduğu bir defteri almak ne kadar mantıklıydı bilmiyorum ancak o an o fotoğraf öyle hoşuma gitmişti ki, sevgili Audrey'in benim için harika bir yol arkadaşı olabileceğine karar vermiştim. Nitekim, öyle de olmuştu. Audrey benim için bir devrimdi! Çünkü ilk kez, onunla birlikte, sevgili günlük hitabını kullanmak yerine karşımda biri varmış gibi yazmaya başlamıştım. Üniversite sonucumu bile ilk ona yazmıştım. ''Sevgili Audrey, ösym sonuçları açıklandı...'' :)

O an, hiçbir şey hissedememiştim. Gerçekten. Bak, düşünmek bile demiyorum; hissedememiştim. Zaten sonuçların gecenin bir yarısı açıklandığını hatırlıyorum. Sonucumu ilk kez teyzeme söylemiştim. Sabah uyandığımda insanlar bana tebrik mesajı atmışlardı da ne oluyor anlayamamıştım. :) Bir anda ''öğretmen hanım'' olmuştum. Bir anda insanlar benden bir şey beklemeye başlamışlardı ve ben bir kimlik sahibi olmuştum. Öğretmen hanım, olarak. Bundan biraz sonrasında tedirgindim. Hayır, öğretmen hanım olacağım için değil. Lise arkadaşlarımdan ayrılacağım için. 

Bu günlüğümü karıştırırken gerçekten içim şişti. Aslında karıştırmak gibi bir düşüncem de yoktu. Bir yazıya denk geldim, Bayan Hepburn'ü anlatan. O an aklıma benim sevgili Audrey'im geldi ve işte üstten üstten yazdıklarımı biraz okudum. Hep bir geriye kaçış var, her ne kadar kendime hep doğru şeyleri söylemiş olsam da. İlginç bir şekilde, neyin ne olduğunu net bir şekilde görebiliyor ve kendime en doğru aklı veriyorum. Ama yine de... Yine de dediğim anlarda kitapların yanı sıra filmlere başvururdum. Bu noktada sevgili Audrey'in oynadığı filmleri de izlemiştim. Filmlerinde hep asil ve tatlı bir hanımefendiydi. Kendisi de böyle biri olmalı diye düşünmüştüm. 

Bu arada, tam bu noktada bir parantez açmalıyım, bu olaydan yıllar öncesinde kalmış o benzetilme an'ımda beni sevgili Audrey'e benzeten kişinin dış görünüşümdeki bazı detaylardan yola çıktığını düşünüyorum. O sıralar çok zayıftım ve bakışlarım sanırım bazı açılardan benziyordu. Bunu hatırlamak tuhaf hissettiriyor. Kaç yıl öncesi ve aslında yakın gibi de. Ama öte yandan o zaman da sadece çocuktum. Hatırlamak, bu eylem, ne tuhaf!

Audrey'e benzemiyorum. Oysa bunu çok isterdim. Yine de onu kendime örnek alıyorum. O, gerçekten de bu dünyaya gelmiş bir yıldız.

Son olarak onun hayatına dair denk geldiğim yazıyı (okumak için tıklayabilirsiniz.) sizlerle de paylaşmak istiyorum. 

Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




24 Nisan 2024 Çarşamba

Anılarla Ulaşılamayan Galaksiler.


Küçüklüğümdeki o sevimli kızın büyümüş hali olmayı diliyorum. Saat gece yarısını vururken aklımdan geçirdiğim ilk düşünce bu oldu. Ben çok çok küçükken, nasıldım çok da hatırlamıyorum tabi. Ancak büyüdükçe, hala çocuk bile olsam, beni de herkes gibi dış dünya şekillendirmeye başlamış. Daha içime doğru genişleyen bir dünyam olmuş. Mesela bazı çocukların dünyası dışına doğru büyümeye devam eder. Bunun kıyas kabul eden bir yanı yok aslında. Bazısı büyüme serüvenini öyle, bazısı şöyle, bazısı bambaşka yaşar. Lafı buraya çekmek istemiyorum bu nedenle. Sadece bunu fark ediyorum işte; benim dünyam daha içime doğru büyümüş. Belki de bu nedenle, o büyüyen dünyamın ana maddesini merak ediyorum.

Okula başladığım dönem tabii nispeten daha canlı. İlk 23 Nisan'ımı hatırlıyorum. Giyeceğim giysiler, oynayacağım oyun ve içimdeki heyecan hazır olmasına rağmen o gün etkinliklere katılamamıştım. Çünkü geniz eti ameliyatı olmuştum. Aslında bu beni çok da hayal kırıklığına düşürmemişti diye hatırlıyorum. Evet, düşününce, bu ilginç bir şekilde gelişen bir duygu hali. Yine de sebebi basit. Çünkü o sıralar kulaklarım ağrıyordu ve tek isteğim bundan kurtulmaktı. Hem, ameliyattan sonra doktor bana dondurma yiyebileceğimi söylemişti. Normalde nisan ayında dondurma yemem yasaktı. Sonraki yılın 23 Nisan'ında oyun oynamadık. İşte bu seferki, benim için bir hayal kırıklığı olmuş olmalı. Çünkü bir sonraki trene binebileceğimi düşünmüştüm. Olmamıştı. Ondan sonraki yıl oldu ama. Ponponlarım bile vardı. Yine de içimde büyük bir coşku var mıydı? Hatırlamıyorum. Neden böyle? Bilmiyorum. O güne dair net olarak hatırladığım tek şey, havanın kapalı olması ve bizim oyun zamanımız gelirken hafiften atıştırmasıydı. Ah! Gökyüzü de acıkacak zamanı bulmuş.

Gökyüzünün de ihtiyaçları olduğunu düşünüyordum; ve biraz da meraklı olduğunu. Daha evvel sana söylemişimdir, şimşek çaktığında fotoğrafım çekiliyor sanırdım. Bu nedenle, çok çocukken, şimşeklerden hiç korkmazdım. Ta ki birinin bana çok konuşan çocukları kaçıran şimşek canavarından bahsetmesine kadar. Sonraları şimşek çaktığında  poz vermek yerine, konuşuyorsam susar oldum. Bundan daha da sonrasında, yağmur yağarken gökyüzünün ağladığını düşünürdüm. Bunu çok küçükken değil ama, daha büyüdüğümde düşünmeye başlamıştım. Tabi ki buna inanmıyordum. Metaforlarla düşünmeyi hep seviyordum sanırım. Yine de ağlayan gökyüzü içimde şefkate benzer hisler uyandırıyordu. Kendi dünyamın ana maddesinde titreşen bazı hislerdi bunlar. Adını bugün bile tam koyamam. Yağmuru izleyip düşüncelere daldığım çok olmuştur. Hayır. Ben düşüncelere dalmam, hislere dalarım. Bundan çok sonrasında ikisinin farklı şeyler olduğunu keşfettim.

23 Nisanlarda başka ülkelerden çocukların geliyor olması beni heyecanlandırırdı. Bizim okula hiç gelmedi; ama yine de heyecanlanırdım. Bir keresinde stadyuma gitmiştik. Okulla değil, ailemden birileri beni tek götürmüştü. Ama içeri girememiştik, çünkü okulla gidince alınıyormuş. Olsundu, ben de eve gelip tv'den izlemiştim ahaha :) Demokrasilerde çareler tükenmiyor. O günü de hatırlıyorum ilginç bir şekilde. Odamda tekli koltuk vardı ve ona oturup küçük tüplü tv'de bir programı izlemiştim. O gün de hiç hayal kırıklığına uğramamıştım. Çünkü dışarıda hava sıcaktı ve dışarıda hava sıcaksa ev hep daha serindir. :) Yine de tabii gözümle görmeyi istemiştim. Tabii evdeyken de gözümle görmüştüm ama arada hiçbir aracı olmadan gözümüzle gördüğümüz şeyler de hep daha keyiflidir. Hayır, konuyu günümüzdeki medya araçlarına ve onlara olan bağımlılıklarımıza çekmeyeceğim. Devam edelim...

Aslında sadece bu kadardı. Ben 24 Nisan'ı da severdim; çünkü ben küçükken 23 Nisan, sonrasında da hissediliyordu. Bu nedenle, hazır 24 Nisandayken, aklıma 23 Nisan'da yaşadığım bazı şeyler geldi. Oysa 23 Nisan'da yazdığım yazımı yazarken daha coşkuluydum. Üstelik onun konusu çok alakasızdı. Neden böyleydi?.. Neden böyle?.. Çünkü... Ben yazıma başlarken, aslında anılarımı anlatmayı değil, çok küçüklüğümdeki o sevimli kıza ulaşmayı istemiştim. Anılarını bile doğru dürüst hatırlayamadığım o kıza. Bana sadece fotoğraflardan bakan birine. Sanırım, zaten, çok küçüklüğümüzdeki sevimli halimize anılarımızla ulaşamayız. Kendi dünyamızın ilk maddesini keşfederek de. O halde nasıl? Belki bir evreka değil ama, belki de sadece, şimdimizdeki sevimli halimizi kabul ederek. İçimizde büyüyen, dışımızda büyüyen; o sevimli kızı kabul ederek. Seni bilmem ama, ben, onu hep anılara hapsetmeye çalıştım. Düşüncelerimde, hatta hislerimde bile olsa. Ancak görüyorum ki, ne düşüncelerimiz ne de hislerimiz aslında biz değilizdir.

-sanırım dünyam genişlemesini durdurdu. içimde genişleyen galaksiler var.-


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Küçük Cadı Kiki (Kiki's Delivery Service)


23 Nisan 2024 Salı

Küçük güzel bir balık bir buluta dönüşmüş sadece duruyor.


Ortaokula giderken yakın bir arkadaşım vardı. Onunlayken eğlenirdim ve zaten aksi de mümkün değildi. Ayıptır söylemesi benim notlarım yüksekti ve belki de bu yüzden yakın arkadaş olayım bir yerde elimde patlıyor gibi hissediyordum. Arkadaşlarım vardı ama bilmiyorum, işte sonuçta bugün aklıma gelen üç beş kişiden biri de sana anlattığım bu kişi. Çünkü onunlayken gerçekten de ergen gibi hissederdim. Tüm o şeylerin ne kadar saçma olduğunu düşünmeden. Evet, içten içe ukala bir ergenmişim.

Bir arkadaş bilekliğimiz vardı. Zaten yakın arkadaşlar bir noktada böyle ortak bir şeyler almışlardır bence. Sonrasında da yakın olduğum kişilerle ortak bilekliklerim oldu. Sanırım ben damardan bağlanmayı seviyormuşum, -tamam...- Neyse bu soğuk espri girişimimden sonra yeniden o bilekliği düşünüyorum. Çok güzeldi. Bir melek şekli. Bu bizim hitap şeklimizdi de. Melaikem. :) -tamam- Ama bunu çok severdim, severmişim. Bunu geçen gün hatırladım. Sana neden şimdi yazıyorum bilmiyorum; ama, uyudum uyandım ve artık daha iyi hissediyordum. Sonra bookstagram hesabımda karşıma bir alıntı çıktı. Bu alıntının ait olduğu kitabı o bahsettiğim arkadaşım biz lise yıllarındayken bana önermişti. ''İlkay,'' demişti, ''bence bu kitap sana iyi gelirdi.'' 

Tamam böyle mi yazmıştı bilmiyorum. Liseye geldiğimizde sadece onlinedı arkadaşlığımız ve sonra da fark etmeden kopuverdi. Ama baksana, liseye kadar sürmüş vay be... Böyle yazmış mıydı bilmem ama o kitabı önermişti bunu hatırlıyorum. Kitabı okumamıştım. :) Yani bilerek okumadım demiyorum ama o sıralar okumamışım işte. Ama şimdi, bu alıntıyı okuduğumda duygulandım. Çünkü aslında arkadaşım bana iyi gelecek bir kitabı önermiş. 

O arkadaşıma yeniden ulaşmayı düşündüm. Ama sırra kadem basmış gibi görünüyor. Aslında ortak tanıdıklarımıza sorabilirim ama bilmiyorum, ortak tanıdıklarımızı da artık çok da tanıyorum diyemem. Yine de iyi olmasını diliyorum. Çünkü, bu kadar sene sonra bile onu bu denli canlı hatırlayabiliyorsam, demek ki o arkadaşım benim hafıza bahçemde bir çiçekmiş.*

İşte, sana bahsettiğim denk gelmiş olduğum o alıntı:

''Büyümek istemiyorum, büyümek doğum anındaki şokun uzatılmış versiyonu gibi bir şey. Bu şaşkınlığı yıllarca yaşamak istemiyorum. İşte bu yüzden dondum kaldım ve hangi yöne gideceğimi bilmiyorum.''

''Yalnız değilsin, ben de senin gibi hissediyorum. Aynı duyguları paylaşıyoruz. Yükünü de paylaşabilirim. Bu, benim yükümü de hafifletecektir.''

(Her Şeyden Çok Uzakta - Ursula K. Le Guin\ buyulu_ayrac hesabının bir önerisi ki kendisinin bookstagramını da, artık pek yazmıyor olsa bile bloğunu da yıllardır çok severek takip ederim.)


İşin komik yanı, ben hayatımın belli dönemlerinde hep böyle hissettim. Bu beni olduğum yerde sayıyor mu yapar? Hayır, biliyorum. Sen evet desen bile öyle değil. Çünkü içim pek çok kez değişmiş gibi hissediyorum. Hatta çok hızlı bir şekilde değişmiş ve değişiyor gibi. Sadece, bu doğal bence; değil mi, bocalamak doğal. Bocalanacak bir şey yok aslında ama o zaman içim neden dalgalı bir deniz gibi?

Bu deniz ne zaman durulacak diye düşünüyorum bazen. Sonra da kendimi bir balık gibi hissediyorum. Ne yani, deniz de balık da ben miyim? Hayır. Ben benim ve içimde engin denizler ile küçük bir balık var. Küçük turuncu bir balık. Taaa Japonyalardan gelmemiş bu balık; nereden gelmiş bilmiyorum, nereye gittiğini ise daha da çok bilmiyorum.

Dün gece yıldızlara mektup bırakırken balığımı gördüm. Bir bulut olmuş yıldız postamı sırtlamaya gelmişti. Hayır böyle değildi, şu an uydurdum. Ama o an, hiçbir şey uydurmuyorken bile, onun bir balığa benzediğini düşündüm. Küçük güzel bir balık, bir buluta dönüşmüş gibi görünüyordu. Sanırım Neptünlü Cadılar böyle sihirler yapabiliyor. Küçükken, nesquiği ile tekli koltuğa kurulmuş küçük ben Sihirli Annem'i izlerken, hep sihirli güçlerim olsun isterdim. Bunu yıllar sonra çok sevdiğim başka birine söylemiştim. O da, ben de isterdim sanırım, demişti. Ben ona, herhalde Çilek'in musluktan çikolata akıttığı anlara özenmiştim, demiştim. O da bana, ben de okula kopyamı göndermek için isterdim, demişti. :)

Acaba... Hafıza bahçemle kalp denizim ne zaman bir araya gelecek? Gelmese de yaşanır. Ama gelirse, daha güzel yaşanır.

-sevgili okur sen de bir çiçeksin-


Not: Yıldız kondurduğum kısım Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ından bir alıntı. - ''Hatırladım! Siz de benim hafıza bahçemde bir çiçeksiniz...''

Not 2: 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu ve mutlu olsun!

Not 3: Yine gereksiz duygusallaştığım bir yazı olmuş ama yine de her zamanki gibi blog albümüme ekleyeceğim.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




22 Nisan 2024 Pazartesi

Tahta.


Bu sabah uyanmayı hiç istememiştim. Hava, griydi. Ben, gözlerimi açtığımda seyahat eden bulutları izlemeyi seviyorum. Yarım dakika. O yarım dakika, zamanın göreliliğine müthiş bir örnek. O anlarda, ben de seyahat eden bir bulut gibi hissetmiyorum; hayır. Romantik bir bakış açısıyla da bakmıyorum; hayır. Sadece bakıyorum, bu kadar. Zaten başka bir şey yapmama gerek yok ki. Bulutlar bana ''sen yaşıyorsun'' diyorlar. Fısıldamadan, bağırmadan; sadece böyle söylüyorlar işte. İçimde duyuyorum. Belki de... İlk 'günaydın' da buradan çıkmıştır. Evet, atıyorum. Ama hadi, belki de demek eğlencelidir; sen de kabul et! Belki de... Birbirimize günaydın derken, bizler de bulutlar gibi, aslında 'sen yaşıyorsun' diyoruzdur. 

Doğan bir güneşi izlemek güzeldir. Her şey yavaş yavaş gelişir. Gece ve gündüz. Gece... En sevdiğimdir çünkü zaman boldur. (Öhöm öhöm, tabii... Uyumuyorsak!) Gündüz de zaman bol olabilir tabii. Hatta bazen bu bizi sıkar. Gündüzleri, dar zamanları yaşamak güzeldir; çünkü yaşarsın. Hareket edersin, bir şeyler yaparsın. Oysa bol zaman öyle değildir. Çoktur ama yoktur da. Bu çokluğu varlığa dönüştürebilenler takdiri hak ederler. Var edenler; bazen dış dünyada, bazen kendilerinde. En basitinden ev işi yapmak bile bir şeyleri var etmektir. Temiz bir ev, temiz giysiler, yıkanmış bulaşıklar... İlla maddenin 5. elementini bulmamız gerekmez. Bir dakika... Sanırım o zaten bulunmuştu. Yoksa dört müydü? Unutt-

Bu nedenle uyandım. Hayır, beşinci veya dördüncü veya yüz on dokuzuncu elementin keşfi için değil. İşlerim vardı. Bir de, işleyen demir ışıldar, vardı değil mi? Işıl ışıl ışıl ışıl. Yıldızların ışıltısı da ilk ışıklarla birlikte hemen yok olmaz. Yavaş yavaş. Önce biri, sonra öbürü. Ama sen göğe yerleşen kızıllıktan gözlerini genelde alamazsın. Sessizlik, rüzgar, yalnızlık... Hepsi seni kızıllığa iter. Yoksa o saatte neden dışarıya bakasın ki zaten? Ben bakardım ama. Tabii öncesinde voaaa diyordum. Ama sonra, gökyüzündeki değişimi incelerdim. İncelerdim diyorum, çünkü bunu geçtiğimiz Ramazan'da bile yapmadım. Belki de yazın yapmalıyım. Bilm-

Gökyüzü gün boyu griydi ama ağaçlar, gün boyu yeşildi! Hem de ne yeşil... Ah sevgili okur, gökyüzünün değişip durması da güzel değil mi? Böylece yeryüzünün değişikliklerini ve değişmezliklerini görebiliyoruz.

Bugün senin göğün nasıldı?


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.




21 Nisan 2024 Pazar

Yeryüzü Güncesi #15


''İşte... Nasıl buldun?'' dedi genç kadın çok sakin bir sesle.

Genç adam çiçeğin etrafında bir tur dolandı. Böyle bir soru karşısında nasıl bir cevap verebilirdi ki... Bu, ona bir kuyuda kaybolmak gibi hissettiriyordu. Sert taşlarla çevrili derin bir kuyuda. Bu kuyudaki kayboluş bazen kocaman bir okyanusta, bazen rahatsız bir yatakta gittikçe kaybolan bilincini derin nefeslerle hissetmek gibiydi. Heyecanlı mıydı, belki; şaşkın mıydı, belki; sevinçli, korkulu... Hepsiydi. Genç kadın, karşısında böyle sakince durmuş ve tüm dikkatini ona vermişken, o, her şeydi ve her şeyleydi.

''Onu hayata döndürmüşsün,'' dedi genç adam en sonunda. Lafa, üstüne basabileceği bir zeminle başlamak ona en güvenlisi gibi gelmişti.

''Bazı çiçeklerin önce solup, sonra yeniden açtıklarını öğrenmiştim. Başta buna inanmadım tabii.'' Genç kadın hafifçe gülümsedi. Ellerini arkasında bağlamış, dün geceki yağmurun izlerini hala yüzünde taşıyan taşlı yolda belli bir ritmi tutturmaya çalışır gibi yavaşça yürüyordu. ''Ne yani!'' dedi sonra genç adamın artık çok iyi bildiği sahte bir heyecan nidasıyla, ''bunlar zombi çiçekler miydi?''

''Ama yine de pes etmemişsin,'' dedi genç adam. Arkasındaki sandalyeye oturmuş genç kadını izliyordu. Genç kadını ve onun adımlarını. ''Küçükken,'' dedi sonra dalgınca, ''ben de bu şekilde yürürdüm. Aynı renklere basarak.''

''Ben bazen,'' dedi genç kadın, ''yani işte küçükken, bu renklerden şekiller çizerek bile yürürdüm.''

''Şekiller bile mi çizerek?'' Genç adamın yüzü sakallarıyla gölgelenmişti. Ancak güneş buna izin vermedi. 

''Yaaa, şekiller bile çizerek.'' Genç kadın bir taştan öbürüne, sonra da diğerine zıplar adım yürüyerek ne demek istediğini uygulamalı olarak gösterdi. Şimdi ikisi de gülüyordu. ''Sen de gelsene,'' dedi daha sonra genç kadın. Şimdi güneş onun saçlarını da aydınlatıyordu.

''Ben mi?''

''Bezelyecik,'' dedi genç kadın ''bu Ozan abin bazen beni çok yoruyor...'' Bezelyecik yine en sevdiği yerdeydi. Genç kadının çantası ve genç adamın ceketinden oluşan yığının üstünde. Rahatı pek yerinde gibi gözüküyordu. Olabildiğince sakin, olabildiğince huzurlu. Yine de kısa bir ''miyav'' ile genç kadını yanıtsız bırakmadı.

Bunun üzerine genç adam, yorgun omuzlarını geriye oynatıp yerinden kalktı ve genç kadının yanına geldi. Göz altlarında koyu halkalar vardı. Ancak yine de, genç kadın ona parlayan bakışlarla bakarken, hiç yorgun hissetmedi.

''Ozan! Burada odun olan ben olmalıyım, ritim duygusu olan sen!''

Neyse ki bu sefer genç adam daha fazla açıklamaya gerek kalmadan anlamıştı. ''Pekala hanımefendi,'' dedi bir kolunu genç kadının beline sararken.  Bezelyecik bile yattığı yerde hareketlenmişti. Şimdi ikisi birden, hoplar değil ama, uçar adım bir pembe taştan öbür pembe taşa ilerliyor; rüzgar, birkaç kuşun cıvıltısı ve tabii üç beş karganın pes sesli katılımlarından oluşmuş bir müzikle dans ediyorlardı.

Genç kadın, başını genç adamın omzuna yasladı. Sonra da hafifçe geri çekildi ve... ''Aslı,'' dedi genç adam. Bu sefer bozulmuş gibi değil de, keyifli çıkmıştı sesi. Artık iyice dağılmış saçlarını ellemedi. 

''Ozan!'' dedi genç kadın genç adamın gözlerine bakarak. Bu rengin tonunu anlamasının ne kadar fazla zaman aldığını düşündü. ''Göz bebekleri,'' dedi sonra da, aslında asıl söylemek istediği şeyi unutarak, ''hep aynı renk, herkeste ve her şeyde. Bir ayna gibi...'' Sonra genç adamın gözlerinin kenarında beliren ince kırışıklıklara dokundu, ''bunu fark etmek ne tuhaf!''

Genç adam da genç kadının gözlerinin en içine bakıyordu; ancak genç kadın bu sefer gözlerini kaçırmadı. Bezelyecik'e bile aynı yerde mi yatıyor diye bir bakış atmadı. Etraf o kadar sakindi ki, genç kadın kendini bir aynanın içinde kaybolmuş gibi hissetti.

''Seni seviyorum,'' dedi sonra. Bu iki kelime dudaklarından dünyanın en doğal iki sözcüğü gibi çıkıverdi. Çünkü öyle, dercesine miyavladı Bezelyecik.

''Ben de seni seviyorum,'' dedi genç adam. Sonra da genç kadının dağılmış saçlarını düzeltti. ''Çiçeğini de seviyorum, Bezelyecik'i de, göz bebeklerini de... Hatta bu dansı bile.''

Şimdi ikisi birbirine sarılıyordu ve güneş, ufukta yavaşça kayboldu.

son.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


20 Nisan 2024 Cumartesi

Şekiller.


Küçükken hayat benim için iki şekilde akardı: Pazar akşamından cuma öğleden sonrasına ve cuma öğleden sonrasından pazar akşamına kadar olan kısımlar. Biri diğerinden daha güzel değildi; ancak daha hızlıydı bu kesin. Aslında, bu iki zamanı birbirinden ayıran iki gün dışında aklımda çok da bir şey kalmamış. Cumaları benim için keyifliydi. Çok da hatırlamıyorum ama kalbimin genişlediğini tahmin edebiliyorum. Tüm ruhuma yayılacak kadar genişlediğini, hatta benim evim olduğunu... çarptığını, çarptığını ve beni kucakladığını... Tabii pazarları da farklı değildi. O günler de kalbim çarpar çarpardı -ki çok şükür bu nedenle bugün buradayım :)- ama bu sefer tüm ruhumu, evet ruhumun hepsini, kaplamazdı. Tıpkı bir battaniyenin ayaklarımızı örtse, omuz kısmımızı kapatamayacağı gibi. O günlerde kalbim, benim için bir evden ziyade çadıra benzerdi. Belki de böylesi de güzeldi. Çünkü böylece, yıldızların parıltısı ilgimi çekti.

Bazı akşamlar yüzüstü uyuyakalıyorum. Bu akşamlarda her yanım ağrıyor. Sırtım, belim -bazen yüzüm??- ve beynim! Yorgun uyanıyorum, artık rüyamda nerelere gidiyorsam. Bu rüyalarda bir yerlere gidip maceradan maceraya, ah tamam!, tuhaflıklardan tuhaflıklara koştuğumu -bazen koşmadığımı- biliyorum; ama yine de uyandıktan sonra hepsi uçup gidiyor. Bir rüya gibi... Hatırlamak zor. Rüyalar, buğulu bir cama çizilmiş şekillere benziyorlar. Hayır. Çünkü öyle olsa, o şeklin üstüne yağmur damlaları yapışsa bile, şeklin çizgilerini hala görebilirdik. Oysa, bazı şeyleri geçtikten sonra artık göremeyiz. Bazı rüyaları, bazı an'ları, bazı anıları... Bazen de bazı, anmamaları. Bunlar, uyanıkken gördüğümüz rüyalardır. Anı olamazlar, an bile olamazlar; çünkü belirmek için zihnimizde enerji toplamaya başladıkları anlarda güçsüz kalırlar ve biz bu düşünceleri, hatta hisleri bile, anmayız ve onlar da yok olurlar. Belki de böylesi de daha iyidir. Çünkü böylece, yeteri kadar büyüdüklerinde, nihayet eyleme dönüşebilirler.

Bazen, yaşadığım bazı 'önemli' zamanları hatırlayamıyorum. Oysa, yine bazen, o kadar da 'önemli' olmayan bazı an'ları hatırlıyorum. Ya da... Hatırladığımı sanıyorum. Bu anları zihnim bir fotoğraf karesi gibi resmediyor, kalbimse bu soluk resmi buğulu camlara çiziyor. Hangisi hayal, hangisi gerçek... Akıp giden yağmur damlaları mı, silinmemek için direnen çizgiler mi? Güneş doğduğunda ikisinden de eser kalmıyor. Yağmurdan sonra beliren güneşi çok severim. Bu güneş, tıpkı bir rüyadan uyanmak veya, tam tersi, bir rüyaya dalmak gibidir. Tabii yağan yağmura dair de sevdiğim pek çok şey vardır. Bu şeyler zaman zaman değişir. Bu gece mesela, sesi seviyorum. Beni uykumdan uyandıran bu sesi. Ben bu yazıyı yazarken artık kesilmiş bu sesi. Henüz uyku sersemiyken bir rüyadaymış gibi dinlediğim. Çoğu insan muhtemelen, cumartesi gününe uyanıyor olsa bile, geri yatar ve uyurdu. Ancak benim uykum yoktu. Bu nedenle kahve içmeye karar verdim! Belki de böylesi de olması gerekendir. Çünkü baksana, böylece bloğuma bir şekil çizebildim.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.