29 Kasım 2023 Çarşamba

Japon Sevgili (Isabel Allende) | Kitap Yorumu

Yazar: Isabel Allende, Çevirmen: İnci Kut, Yayınevi: Can Yayınları

Alma ve Ichimei'nin yarım asırdan fazla süren aşk hikayesini işleyen kitabın arka planında 2. Dünya Savaşı sahnelerine şahit oluyoruz. Her şey İrina isimli Moldova göçmeni genç bir kadının bir huzurevinde hasta bakıcı olarak işe girmesiyle başlıyor. İrina çalıştığı bu yerde oldukça etkileyici ve yanına yaklaşması bir o kadar zor olan Alma isimli yaşlı bir kadınla tanışıyor ve ek iş olarak bu kadının sekreterliğini yapıyor. Bir yandan Alma'nın yardımcılığını yaparken, diğer yandan Alma'nın torunu Seth ile birlikte Alma'nın anılarını derleme işinde görev alıyor. Kitapta geriye dönüş tekniği kullanılarak zaman sıçramaları yapılmış. Kitaptaki olay akışı doğrusal çizgide bir zamanda ilerlemiyor. Yeri geldiğinde kitaptaki olayların şimdiki zamanı olan 2013 yılında yaşananları okuyor, yeri geldiğinde Alma'nın çocukluk ve gençlik yıllarına gidiyoruz.

Alma, henüz sekiz yaşındayken İkinci Dünya Savaşı'nın olumsuz etkilerinden korunmak için nazilerin işgal ettiği Polonya'dan teyzesi ve eniştesinin yaşadığı ABD'ye göç ediyor. Ailesini geride bırakmak zorunda kalan küçük Alma, ABD'de teyzesi, eniştesi ve kuzenleriyle birlikte yeni bir yaşama başlıyor. Bu aile zamanla onun da çekirdek ailesi oluyor. Ailesinden ve yuvasından uzak düşmek zorunda kalmış bu küçük kız, yeni yaşantısının ilk yıllarında çok zorlanıyor. Her ne kadar teyzesi ve eniştesi onu kendi çocuklarından ayırmasalar bile, Alma evini özlüyor. Onun bu zor günlerinde ona iyi gelen iki kişi bulunuyor: Kuzeni Nathaniel ile bahçıvanın oğlu Ichimei. Bu iki çocuk aynı zamanda Alma'nın yaşamında kilit rol oynayacak iki isim oluyor.


Kitabı çok severek ve merakla okudum. Kitabı elime aldığım her seferde acaba ne olacak diye düşündüğümden elimden bırakamıyordum. Kitap içeriğinde bir aşk hikayesini işliyor olsa da, aslında tarihi olayları konu ediniyor. Alma'nın çocukluk ve gençlik yıllarını kapsayan İkinci Dünya Savaşı yılları, savaşın toplumsal ve bireysel etkilerini görmemizi sağlıyor. Kitapta nazilerin işgalleri daha geri planda tutulurken, ABD'nin ülkedeki Japon kökenli insanlara uyguladıkları politikalar daha ön planda işlenmişti. Açıkçası bu benim için yeni bir bilgiydi. İkinci Dünya Savaşı'nda ABD'nin Japonlar üzerinde gerçekleştirdikleri uygulamaları bu kitap sayesinde öğrendim. 

2. Dünya Savaşı yıllarında Pearl Harbor Saldırısı'nın ardından Japon kökenli Asyalı insanlar ister ABD vatandaşı olsunlar, ister olmasınlar ABD hükümeti bu insanları toplumdan tecrit ederek kamplarda göz altında tutuyorlarmış. Ichimei ve ailesi de Japonlar. Bu nedenle onlar da alelacele bu kamplara götürülüyor ve hayatları altüst oluyor. Savaş, dünyanın diğer ucuna kaçmış Alma'nın bu yeni evinde de sevdiği insandan ayrı düşmesine neden oluyor. Kitabı okurken savaşın yıkıcı etkilerini görüyoruz.

Kitaptaki karakterleri genel olarak sevdim. Alma'yı da çok sevdim. Ancak Alma'nın özel yaşantısında yaşadıklarını onaylamıyorum. Bu benim için bir ilkti bile diyebilirim. Normalde Alma nefret ettiğim tüm davranışlara başvurmuş, önyargıyla yaklaşacağım bir karakterken, onu en başından itibaren sevmiştim. Kitapta yaşananları adeta bir gözlemci olarak izlemişim gibi hissettim. Yer yer duygudaşlık hissetsem de, genel olarak olayları onaylıyorum\ onaylamıyorum bakış açısından çıkarak, daha geniş bir pencereden okudum. Ayrıca şunu da eklemeden geçmek istemiyorum; bence Alma gerçekten şanslı bir karakterdi. Sevdiği ve gerçekten sevildiği, üstüne üstlük sevildiğinden emin olduğu, bir yaşam sürdüğü için Alma'yı en şanslı karakterlerden biri ilan ediyorum.

Kitapta Alma'nın yaşam öyküsünün yanı sıra diğer karakterlerin yaşadıklarını da okuyoruz. İrina her ne kadar yan karakter gibi gözükse de, onun yaşadıkları da kitapta önemli yere sahipti. O da Alma gibi çocukluğunu başka bir savaşın etkisinin sürdüğü topraklarda geçirmişti. Moldovalı olan İrina, Transdinyester Savaşı'nın yaşandığı yıllarda doğmuştu. Ancak o, Alma gibi şanslı değildi. İstenmeyen bir çocuk olarak dünyaya gelmek, fakirlik, çocukluk yıllarında yaşadığı cinsel istismar, psikolojik ve fiziksel şiddet... Onun hikayesini burada uzun uzun anlatmayacağım ama tüm bunlar malesef ki gerçek hayatta da var olan durumlar. 


Alma ile İrina'nın bir araya gelmesinin bu bakımdan ikisine de yardımcı olduğunu düşünüyorum. Vermeyi bilmeyen yaşlı bir kadın olan Alma ile almayı bilmeyen genç bir kadın olan İrina'nın birbirlerinden çok şey öğrendiklerini düşünüyorum. Kitapta farklı kuşaklardan karakterleri bir arada görüyoruz. Ama burada bir kuşak çatışmasından ziyade, insanın yaşam evrelerinin altı çiziliyordu. Gençken her insan aynı olmadığı gibi, yaşlıyken de aynı değildir. Kimisi 25 yaşında 55 yaşında gibi davranırken, kimisi 85 yaşında 25 hisseder. Ancak önemli olan sanki bu da değildir. Belki de önemli olan tek şey, geriye dönüp baktığında sahiden yaşanmış bir hayatı görmekten başka hiçbir şey değildir.  

Bunun yanı sıra, Alma'nın torunu Seth ile İrina sahnelerini de tatlı bir heyecanla okudum. Kitap genel olarak gerçek hayattan kopmadan olayları kurgulaştırsa da, Seth'in bir hayal ürünü olduğuna eminim... Değilse de, 777. :)

Kitabı ben çok sevdim. Merak edenlere öneriyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

28 Kasım 2023 Salı

Konuşan Bulutlar.

Kitap: Kör Baykuş - Sadık Hidayet (YKY)

Artık o kadar da sık beni ne mutlu eder diye düşünmüyorum. Endişelenme, kendimi kötü hissettiğimden değil. Tabi bu durum ilk başta kulağa çok da sağlıklı gelmiyor. Neticede insan hisseder. İnsan, kendini iyi hissetmek ister. Bunun için düşünür düşünür. İster isteyerek, ister istemeden; insan hep düşünür. Kendini mutlu edeceği yolları bulmak ister. Çoğu durumda aradığını sanarak bakınır. Bazı durumlardaysa gerçekten arar. Bazen el yordamıyla, bazen planlarla. Bazense hibrit bir şekilde. Yine de ben düşünmüyorum işte. Bir süredir bu konuda düşünmediğimi fark ettim. İşin komik yanı, bunu yine bulutlarla göz göze geldiğim bir anda fark ettim. 

Gökyüzü sanki kalbimle konuşuyor gibi geliyor bazen bana. Benimle değil hayır, kalbimle. Ama bunda da düşünülmesi gereken şeyler var. Bu ikiliği oluşturan nedir ki? Ben ve kalbim. İkisi aynı şey değil mi sonuçta? Biri, diğerini kapsıyor. Kapsıyor mu? Bir şeyi kapsayan diğer şey, kapsadığı şeyle bir bütün değil midir? Olmalı mıdır, yoksa olmamalı mı? Bütün mesele bundan mı ibarettir? Yoksa meseleleri mesele etmemek ana mesele midir?

Burada tabi kan pompalayan bir organı kastetmiyorum. Onun atışını hissetmeyi kastediyorum. Kalp ile yürek eş anlamlı mıdır? Kalbi yürek yapan bu his midir? Kalbin kalp olduğunu fark etmek, onu yürekleştirir mi? Aradaki köprü, beyin midir? Beynin algıladığı hisleri anlamlandırdığı ölçüde kendimiz oluyoruz sanırım. Tabi bazen hatalı çeviriler olabiliyor. Bence beyin bir simultane çevirmeni. Anında çeviri yapıyor. Bu nedenle bazen başta çevirdiği şey sondakiyle değişkenlik gösterebiliyor. Hislerimizi olumsuz tanımlamaya başlayıp olumluya döndüğümüz olabiliyor. Veya tam tersi. Veya hiçbiri. Hiçbiri? Bu imkansız, biliyorum. Bana da bulutlar söyledi. Aheste aheste gezinirlerken. Pişşşt, dediler; ve işte hikaye bundan ibaret. 

Metrodan yukarı çıkarken kafamı kaldırıp gökyüzünü izlemeyi çok seviyorum. Özellikle de bulutlar seyahat ediyorlarsa, değmeyin o hisse. Çevrilmiş hisler içinde en sevdiklerimden birisi de bu biliyor musun? Güzel bir şeyi beklentisizce izlerken oluşan o his. Beynimin düşüncelere çevirdiği hisler arasında başı çekiyor. Ya da düşünceleri hislere çevirdikleri arasında. İkisi birbirine karışıyor. Dış dünyada gördüklerimizi durmadan anlamlandırıyoruz. Ben çocukluğumdan itibaren hep çift yönlü çeviri yapmaya çalışmışımdır. Evet, diye düşünür beynim, bak, dünya sana bunları söylüyor İlkay. Sonra da dünyaya döner, ona bak demez tabi, sadece döner ve benim söylediklerimi dünyaya yansıtır. Bu herkes için böyledir, o ayrı. Bunu bazen fark ederiz, bazen etmeyiz. Dünya bizi, biz dünyayı şekillendiririz. Kendi dünyamızı. 

Ben bunu çocukken bile fark ederdim. Bu yüzden çarpı iki üç beş on kat suçluyum. Fark etmesem belki kabahatimin bir özrü olabilir. Ama yine de bunu büyütmemeli biliyorum. Belki de bu yüzden düşünmeyi bıraktığımı sanma yanılgısına kapılmayı ummuşumdur. Yani işte biliyorsun, beni ne mutlu eder doşonmoyorom. İyi düşünme, beynin düşünür. :) Olay bundan ibaret işte. Bana da bulutlar söyledi. Yürüyen merdiven beni yukarı çıkarırken başımı kaldırdım. Gökyüzü ikiye bölünmüş gibiydi. Bir yanı kalın bulut kütleleriyle kaplıydı. Diğer yanında bulutlar birbirlerine az çekilin nefes alalım diyerek parçalanmış ayrı ayrı seyahat ediyorlardı. Vaov, diye düşündüm. Onlar da bana pışşşttt, dediler. Bu ''pışşşt''ın anlamı, ''bizi seviyorsun''du, bu kesin. 

Beni sevdiğim şeyler mutlu ediyor sevgili okur. Güzel bulduğum şeyleri seviyorum ve bu şeyler beni mutlu ediyor. Sanırım benim kalbimi yüreğe çeviren anahtar bu.

Peki seninki ne?

Hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


27 Kasım 2023 Pazartesi

Gülen Yüz.

Buğulu camlara gülen yüz çizmeye bayılırım. Sen de sever misin bir şeyler çizmeyi? Evin camına, otobüs camına, tren camına?.. Yağmurlu havalar da bir şekilde içimi gülümsetiyor sanırım. Bilmiyorum, evet bazen mızıklanıyorum, evet evet evet, hepsini kabul ediyorum... Ama yine de yağmurlu havaları seviyorum. Bir dakika... Ama ben güneşli havaları da seviyorum! O halde... Sadece birini mi seçmeliydim? İşte, ikisini de seviyorum. 

Güneşli günlerde bir yerlere gülücük kondurmama gerek kalmıyor. Çünkü zaten Güneş'in kendisi gökyüzüne konmuş kocaman bir gülen surat. En çok da bahardan bahara sevimli geliyor bana. Yazın bu gülüş pek bir hinleşiyor. O zaman onu görmemek için kaçıyorum, kaçıyorum. Yazcılar alınmasın... Çünkü yazı da, kışı da seviyorum. Kalbimin bir yanı yaz köşesi, bir yanı kış köşesi... Ama ortadaki baharların her ikisi!

Sonbaharı pek yaşayamadık sanki. Direkt yazdan kışa ışınlanmışız gibi hissediyorum! Tamam tamam biraz abarttım kabul ediyorum. Ama bir küçücük fıçıcık içi çok da dolu olmayan ünlemcik bunlar. Aslında bundan dolayı pek de bir duygu hissetmedim. Hatta aksine, sıcağa sırtını dayamış ılık günlerin uzun sürmesi hoşuma bile gitti. Şimdi havaların soğuması da aynı şekilde. Sıcak, soğuk ve tekrar soğuk ve sıcak. Bu, güzel bir döngü değil mi? Kocaman bir gülen surat gibi.

Sizin oralar kar havasını aldı mı? Burada yağmur yağıyor. Çooook yağıyor. Yağmur damlaları pencerelerin sırtına şap şap vuruyor. Bu sesi seviyorum. Bu his sanki, güzel bir şeyin yakında olduğunu bilmek gibi. Güneş gibi bir his. Hava aydınlıkken Güneş orada mı diye bakmazsın değil mi? Çünkü bilirsin, Güneş oradadır. Onu arayıp özel olarak bulmana gerek yok.

Bugün bir ara masmavi bir gökyüzü bulutların ardından kendini gösterdi. Bu, bir tuvale çizilmiş bir resim gibiydi. Kalın gri bulut kütlelerinin arasından nereden çıkacağı belli olmayan bir mavilik... Ama mavi desem hafif kaçıyor. Böyle güzel bir maviyi çok sık görmüyorum. Neden böyle? Yağmurdan olmalı. Yağmur, yeryüzü gibi gökyüzünü de parlatmış olmalı. Yağmurdan sonra her yer parlar değil mi? Ağaçlar, çimenler veya çalılar, gökyüzü... İnsanlar ve saklanmış gülen yüzlerimiz... Hepsi parlar. 

Yağmurlu havalarda pencere buğularına gülen yüz çizmeyi seviyorum. Bu sanki, bulutların ardına saklanmış masmavi bir gökyüzünü sobelemek gibi. 

Bu hafta bütün gülen yüzleri sobelemek istiyorum. Tüm Güneşlerin kalbimde doğmasını. Hepimizin kalbinde doğmasını.

Güzel bir hafta dilerim.

Hoşça kal.



bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


22 Kasım 2023 Çarşamba

Vanya Dayı (Anton Çehov) | Kitap Yorumu

Yazar: Anton Çehov, Çevirmen: Ataol Behramoğlu,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Hayatlarından memnun olmayan karakterlerden oluşan dört perdelik bu oyun, bir çiftlikte geçmektedir.  Karakterlerin hepsinin kendince uğraştığı şeyler vardır ancak hiçbir karakter hayatta gerçekten istediği amaçlar uğruna çalışmaz. Oyuna da ismini veren Vanya dayı (Voynitski), boşa geçip gitmiş gençliğini dile getiren bir karakterdir.

Emekli bir profesör olan Serebryakov, ömrünü akademiye adamıştır. Ancak hasta ve yorgun düştüğü yaşlılık yıllarında istediği ilgiyi göremez. Belki de bu nedenle hep hasta ve yorgundur... Serebryakov'un kendinden bir hayli genç eşi Yelena Andreyevna güzel ve alımlı bir kadındır. Çevresindeki herkesi güzelliğiyle etkiler. Ancak Yelena da ömrünü kendinden uzakta, boş avuntu ve anlık tatminlerle tüketmektedir. 

Profesörün ilk evliliğinden olan kızı Sonya akıllı ve çalışkan bir genç hanımdır. Taşra hayatına sıkışıp kalmış bu genç kadını heyecanlandıran tek şey, kasaba doktoru Astrov'dur. Astrov orta yaşlarında, yakışıklı, duyarlı ve çalışkan bir hekimdir. Tüm yaşamı işi olmuştur. İşinden arta kalan zamanlarda ise kasabayı ağaçlandırmak için uğraşır. O da kendini tıpkı Sonya gibi kendinden oldukça farklı ve duyarsız olduğunu düşündüğü insanların arasında sıkışmış olarak görür. İdealistliği yıllar içinde yavaş yavaş sönmüştür.

Kitapta içinde bulunduğu tekdüze yaşamı kabullenmiş iki karakter bulunur: Evin yaşlı dadısı Marina ile yoksullaşmış bir toprak ağası olan Telyegin. İkisinin de teslimiyetçi bir yapıda olduğunu görürüz. Yaşamlarını olduğu haliyle kabullenmişlerdir. Diğer karakterler ise içlerinde hala bir şeylerin değişebileceğine dair umut taşımaktadırlar.


Kitabı diğer Çehov oyunlarını olduğu gibi ilgiyle okudum. Bu oyunun pek çok kişiye hitap edebileceğini düşünüyorum. Çünkü pek çok kişinin kendinden parçalar görebileceğini, malesef ki, düşünüyorum. Hepimiz yaşamlarımızı öyle ya da böyle sürdürüyoruz. Ancak bu, ''öyle gelmiş böyle de gider'' bakış açısı, yaşamımızın merkezinde yer aldığında kendi yaşamımızdan uzakta bir yaşamı bir çeşit alışkanlıkla sürdürmek durumunda kalıyoruz. Sonra geçip giden yıllar beraberinde gençlik yıllarını da götürdüğünde bir suçlu bulma ihtiyacı içinde panikliyoruz. Oyunun karakterlerinden biri olan Voynitski'nin (Vanya dayı) yaptığı da buydu. Boşa geçirdiği yılları için bir suçlu aramak. Suçlu bulmak çoğu durumda kolay olsa da, geçmiş gitmiş durumları geri getirmediği apaçık. Belki de bu noktada şunu düşünmeliyiz diye düşündüm kitabı bitirmemin hemen ardından: Kendi yaşamım için tam şu anda ne yapabilirim? Tam şu anda...

Kitabı okurken karakterlerin tam da bulundukları andan itibaren kendi yaşamlarını seçmelerini diledim. Oldu mu dersiniz... Devamı kitapta diyelim.

İlgisini çekenlere kitabı öneriyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

20 Kasım 2023 Pazartesi

Dönen Dünya.

Yolculukları çok severim. Hele de gün batımına karşı olanları. Yol kayıp giderken diğer her şey de hareket halindedir. O an sanki ben değil de, diğer her şey geçip gidiyor gibi hissederim. Bu bana çok hoş gelir. Gözlerimle hepsini yakalamak isterim. Bir çeşit yakalambaç oynamak gibi.

On yaşında olmayı seviyorum. Çocuklarla bir aradayken on yaşında gibi davranmayı yani. Onlarla konuşmak keyifli. Çünkü her şeyin gerçek anlamını kullanıyorlar. Saçma olan şeyleri saçma olarak görüyorlar. Hiçbir şeye asla kılıf bulmazlar. Yaş ne kadar küçükse, bu yetenek o kadar büyüktür tabi. Ama ben en fazla on yaş civarına inebiliyorum. Yaptığım en eğlenceli ve ufuk açıcı sohbetler çocuklarla yaptıklarım oluyor. Oysa kendi on yaşımı hiç hatırlamıyorum. Yani işte, bedenimin ve zihnimin gerçekten on yaşında olduğu zamanları. Nasıl bir çocuktum hatırlamıyorum. Hatta bazen bazı şeyleri başkası yaşamış gibi hissediyorum. Oysa hafızam da kuvvetlidir bilirsin. Çoğu şeyi hatırlarım. Ansiklopedi gibiyimdir; hepsini kronolojik olarak sıralayabilirim bilenem. Ama yine de, bazen yabancılaşıyorum işte. Tıpkı tekerleklerin altından kayıp giden yollar gibi geliyor anılarım bana. Onlarla yakalambaç oynadığım uzun bir dönem de yaşamıştım. Ancak sanırım bu oyundan sıkıldım. Her şey sıkılmamla başladı zaten. Böylece başka bir şeyler yapmayı akıl edebildim.

Peki yıldızları izlemeyi sever misin? Gözünü onlara uzun süre dikersen oldukları yerde döndüklerini görmeye başlıyorsun. En olmadı böyle böyle böyle ileri geri sallanıyorlar. Küçükken etrafımda dönmeyi severdim. Sonra da bir yere oturur veya uzanır etrafı izlerdim. Böylece dünya dönerdi. Her şey dönerdi. Yıldızlar da dönüyor gibi hissediyorum. Yıldızları izlediğimde hiç yaşımda hissediyorum. Çünkü 5 yaşımda da, 15 yaşımda da, 25 ve hatta olur ya belki 75 yaşımda da aynı şeyleri hissedeceğimi biliyorum.

Yaparken hep aynı şeyleri hissettiğin bir şeyler var mı? Veya izlerken? Ama iyi şeylerden konuşalım. İyi hissettiren şeylerden. Sana kendini ne iyi hissettirir? Ne zamansız hissettirir? Neyi izlerken hiç yaşında olursun? 

Bazen bazı duyu organları birbirine karışır değil mi? En azından edebiyatta karışıyor. Bir bakıyoruz bir karakter gözlerini kocaman açarak neredeyse soluk alıp veriyor. Bir bakıyoruz bir karakter kulaklarıyla hissediyor. Duyu organlarımız bazen duygu dünyamızla paralel ilerlemiyor gibi hissedebiliyoruz. Duygularımız çok geldiğinde hepsi birbirine karışıyor. 

Çoğumuz duygularımızla saklambaç, duyularımızla yakalambaç oynarız. Bense körebe oynuyorum bazen. Bazen de elim sende. Oysa şimdilerde... Aklıma çok eskilerden bir oyun geliyor. Hatırlayamadığım on yaşımdan. Güzellik mi, çirkinlik mi, havuz başında mankenlik mi? Hangisiiiii? Hatırladın mı bu oyunu? Ne güzel oyunlar vardı değil mi? Şimdilerde çocuklar oynamıyor demeyeceğim. Evet, belki daha az oynuyorlar ama yine de bu oyunu en son geçtiğimiz sonbaharın başlangıcında pencereden içeri dolan seslerle duymuştum. 

Oyun nasıl oynanıyordu tam olarak hatırlamıyorum. Her şey bölük pörçük. Belki de googlelamalıyım. Çünkü merak ettim. Sanırım burası, güzel ve çirkin pozların iç içe geçtiği dönen, hep dönen, kah kaçtığımız, kah yakalandığımız, ama hep gözlerimizi sımsıkı yumup göz kapaklarımızın ardından ne çıkacağını merak ettiğimiz masmavi bir Dünya. 

Artık havalar soğudu. Tam da tahmin ettiğim gibi, bir anda. Kendine çok dikkat et.

Bu hafta, dönen dünyayı kabul etmek istiyorum.

Güzel bir hafta dilerim.

Hoşça kal.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


19 Kasım 2023 Pazar

Gizli Bahçe (Frances Hodgson Burnett) | Kitap Yorumu

Yazar: Frances Hodgson Burnett, Çevirmen: Osman Çakmakçı,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Küçük Mary yalnız bir çocuktur. İlgisiz anne ve babası onun bakımını Hintli yerlilere bırakmıştır. Sevgisiz büyüyen ve etrafa emirler yağdırmaya alıştırılmış bu küçük kız, küçük kızlardan beklenmeyecek ölçüde aksi ve memnuniyetsizdir. Hindistan'da baş gösteren kolera salgınında ailesi dahil herkesin ölümüne şahit olan Mary'i askerler ıssız bir evde bir başına bulurlar. Kimsesiz bu küçük kızın hayattaki tek akrabası İngiltere'deki eniştesidir. Hindistan'dan İngiltere'ye giden Mary'i pek çok sürpriz bekler. Yüzlerce odası olan yasaklarla dolu bir malikane, duvarlarla çevrelenmiş bir sürü bahçe, kambur ve korkutucu bir enişte, geceleri koridorlardan yükselen ağlama sesleri... Ve on yıldır tek bir kişinin bile adım atmadığı, girilmesi kesinlikle yasak olan gizli bir bahçe. Kitap boyunca Mary'nin İngiltere'deki bu yeni evinde yaşadıklarını okuyoruz.


Bir kitap ne kadar çok sevilebilirse Gizli Bahçe'yi o kadar çok sevdim. Kah üzüldüm, kah güldüm. Ama en çok da heyecanlandım. Kitabı okurken içimi tatlı bir heyecan kapladı. Bazı kitaplar okurlarına bazı değişik hisleri hissettirirler. Yaşamda kısa bir anlığına duyulan ama tüm benliğimizde hissedilen huzur anları gibi. Bu kitabı okumak tıpkı yavaş yavaş kızıllaşan bir gökyüzündeki günün ilk ışıklarının doğuşunu izlemeye benziyordu. Mary tanıdığım hiçbir küçük kıza benzemiyordu. Ama yine de o da tüm çocuklar gibi meraklıydı. Yeni evinde keşfedilecek şeylerin peşinden giderken onun da yavaş yavaş ışıldamaya başladığına tanık oldum. Tıpkı kuzeni Colin gibi.

Kitap çocuk edebiyatında özel bir yere sahip olsa da aslında yazıldığı ilk dönemde yetişkinler için yazılmış. Kitabı okuduğumda bunun nedenini anladım. Bence de kitabı büyük küçük her yaştan okur okuyabilir ancak özellikle de yetişkinlerin bazı yerlere ayrıca dikkat ederek okuması gerektiğini düşünüyorum. Mary, Colin ve Dickon'un aracılığıyla çocukların 'Sihirli' dünyasına bizi davet eden bu güzel kitap, bizlere bildiğimizi düşündüğümüz ama bilmiyor gibi davrandığımız şeyleri gösteriyor. Çocukların parayla satın alınabilecek onlarca şeyden önce en en en başta sevgi ve ilgiye ihtiyaç duyması ve insanın da her ne kadar bu gerçeğe sırtını dönse bile, doğanın bir parçası olmasından mütevellit doğaya kendini açtığında baharda canlanan ağaçlar gibi canlanması gibi şeyleri gösteriyor. Ayrıca hayatımızı pozitif düşüncelerin olumlu, negatif düşüncelerin olumsuz etkilediği fikri de kitapta işlenen ve katıldığım bir diğer durum.

Benim için Gizli Bahçe, okurunu daha iyi bir insan olması için dürtükleyen kitaplar kategorisine giren, hoş bir kitaptı. Velhasıl kelam, bu kitabı herkesler okusun. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

13 Kasım 2023 Pazartesi

Tonsürton Yaşam.

Kitap okumayı özlemişim. Ama bak öyle zamanının ucuyla okumak değil. Kitabı almak, şöyle dolu dolu okumak ve onun içinde kaybolmak. İşte böyle okumayı özlemişim. Okumak gibi okumayı. Kurgu eserleri böyle okumak güzel kafa yapıyor. Rahatlıyorsun. Gençleşiyorsun resmen bu kadar da fark ediyor. Kitap okumak bence tarihte bulunan en muazzam şeylerden biri. Sembollere anlam katmak ve onları birleştirmek birleştirmek ve hikayelerden yeni yeni başka hikayeler üretmek. 

Kitaplar bize onlarca, yüzlerce, hatta binlerce farklı evren sunuyor. Hepsinin kendi içinde dinamikleri var. İster kurgusal bir metin okuyalım, ister bilimsel; hepsi, beynimizin kıvrımlarında hoplayıp zıplıyor ve biz bir küçük okurlar da beynimizin bize teşekkür ettiğini hissediyoruz. Çok yorgun olduğumuzda yetti gayri diye düşünebiliriz, eğer okumak bir zorunluluksa falan; ama yine de okumanın tadını alan, ama bak ne dedim başta şöyle okkalı dolu dolu okumanın tadını alan, bir okurun o tattan vazgeçmesi mümkün mü? Tabi ki hayır! 

Ne demiş Wittgenstein, ''dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.'' Ne şanslıyız ki, sadece isteyelim. Okumayı isteyelim ve elimize bir kitap veya bir pdf alalım ve sadece okuyalım. Böylece beynimizin kıvrımları o kelimeleri sünger gibi çeksin ve genişleyen dünyamızda bir anlığına bile olsa istirahat edelim. Bu hafta sonu dinlendiğimi hissettiğim bir hafta sonuydu. Maşallah baya da uyumuşum. Hafta içinde yine uyumam artık. :)

Cumartesi gecesi tam da denizin ortasında fırtınaya yakalanmış bir geminin içindeymiş gibi hissettiren gök gürültülü sağanak yağışlı, şimşekli, korkulu, en olmadı tedirgin edicili, bir yağmur yağdı. Sezonun en dolu dolu yağmuruydu diyebilirim. Neredeyse kış geldi gelecek ama sonbahar yağmurunu bile hissedemedik. Veya ben hissedemedim bilmiyorum tabi senin his dünyan nasıl, senin oralarda havalar nasıl falan.

Tabi hiç fırtınalı bir gecede denizin ortasında gemi yolculuğu yapmadım ve yapmak ister miydim emin değilim. Yapsaydım, cumartesi gecesi hissettiğim gizemli ve fantastik etkiyi hissedebilir miydim; tabi bundan da emin değilim. Muhtemelen olsa olsa midem bulanırdı... Ama cumartesi gecesi kendimi fantastik bir evrende gibi hissettim iki dakikalığına falan. O iki dakikada dalgalar, aman yağmur taneleri, pencereyi döverken, göklerden parlayan flaşlar, işte şimşekler canıımm, yeryüzünün fotoğrafını çekiyordu. O sırada poz veremedim tabi. Çünkü elektrikler gitmese bari diye düşünüyordum. Diğer yandan da ''bu havaya da bir Harry Potter filmi iyi giderdi haaaıııaa,'' diye aklımdan geçiriyordum ama vakit bunun için, ve benim için bile, sanırım biraz geçti.

Sizin oralara da yağmur yağdı mı sevgili okur? Bitmek bilmeyen uzuuunn bir yazdan sonra yağmurun bu denli şiddetli gelişi değişikti benim için. Değişikten kastım ne emin değilim. Ama zaten bazen bazı şeyleri bilmeyiz. Sadece hissederiz. O an değişik hissetmeyi sevmiştim. Biraz ürkütücü bir yanı olsa da, ton sür ton yaşamıma, tabii benim bereket versin hala son nefesini vermemiş çocuksu ve ne zaman hortlayacağı belirsiz hayal gücümün de yardım ve teşviğiyle, renk gelmişti.

Bu hafta böyle bir hafta olsun. Değişik değil, hayır. Değişiklikleri sevmem. :) 

O halde ne? O halde şu... Ton sür ton yaşamımızı renklendirecek, farklı ve hatta belki de cırt bir renkte güzel bir aksesuar gibi hoş bir his kombin edelim gündelik akışımıza. Ya da gündelik akışımız kombin etsin, biz de yaşayalım. Bu ikinci seçeneği daha çok sevdim. Daha kolay geliyor kulağa. 

Sen nasılsın?

Güzel bir hafta dilerim.

Hoşça kal.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


11 Kasım 2023 Cumartesi

Vişne Bahçesi (Anton Çehov) | Kitap Yorumu

Yazar: Anton Çehov, Çevirmen: Ataol Behramoğlu,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Kitapta, Rusya'nın değişen toplumsal, politik ve ekonomik düzenine uyum sağlayamayan bir ailenin yaşadıkları anlatılmaktadır. Evin babası ve küçük oğlunun ölümüyle Rusya'yı terk eden L. Andreyevna ve ailesi, yıllar sonra evlerine geri dönerler. Ancak hiçbir şey bıraktıkları gibi değildir. Dahası aile, servetlerinin büyük bir kısmını kaybetmiştir. Çok kıymet verdikleri vişne bahçesi dahil, ellerindeki mülkler teker teker satılmaktadır.  Bahçenin akıbeti hakkında değişen düzene uyumlu kararlar alamayan, eski toplum düzeninde ve eski güçlü günlerinin hayalini sürdürmekte direten aile zor günler geçirmektedir.


Kitap bir çırpıda okunabilecek akıcı bir dile ve sürükleyici bir işleyişe sahip bir tiyatro metni. Ancak gelelim görelim ki, kitapta okumayı beklediğim o sarsıcı etkiyi pek de hissedemedim. Kitabın tiyatro olarak sahnelenmiş halini izlemenin daha etkileyici olabileceğini düşünüyorum. Çehov'un daha etkileyici bulduğum eserlerini de okumuştum. Bu kitapta ise konuşmalar daha ziyade nükteye kayan, daha hafif etkilere sahip diyaloglardan oluşuyordu. Bu diyalogları okumak keyifliydi orası ayrı ama daha derin işlenmiş bir metin okumayı ummuştum diyebilirim.

Kitapta özellikle de Trofimov karakterinin konuşmaları üzerinden Rus toplumunun yapısını görebiliyoruz. Bu durum diğer karakterlerin topluma ne kadar uzak ve ne kadar kendi dünyalarında olduğunu da daha net görmemizi sağlıyor. Aynı şekilde en dipten bir bey olmaya kadar yükselen Lopahin karakterinin aldığı akıllıca kararlar da, önemli olanın şartlara uyumlu hareket etmek olduğunu gösteriyordu. Babası ve dedesi köle olan Lopahin, köleliğin kaldırılmasının ardından yükselen burjuvazinin getirdiği yeniliklere uygun adımlar atarak ilerlerken; aile, ellerinde avuçlarında bir şey kalmamasına karşın, eski düzeni sürdürmekte diretiyordu. Andreyevna'nın kardeşi Gayev'in eski varlıklı günlerini canlandırmak için düşündüğü beceriksiz girişimler de olaylara gülünç bir yan katmıştı. Ailenin yaşlı uşağı Firs, köleliğin kaldırılmasını bir çeşit felaket olarak nitelendiren, eskinin güvenli limanlarını özgürlüğe yeğleyen bir adamdı. Firs üzerinden kanıksanmış eski düzenin etkilerini, diğer çalışanlar üzerinden ise değişimin etkilerini görebiliyorduk. 

Bana göre kitabın açık ara en etkileyici kısmı, ağaçların kesildiği kısımdı. O kısımlarda yerinden sökülen ağaçların seslerini neredeyse duydum diyebileceğim kadar etkilendim. Yerinden sökülen ağaçlar, köklerini geride bırakan aileye gönderme yaptığı gibi; bir devrin sona erdiğini ve geçmişin izlerinin her yönüyle, hatta acı verici denebilecek ölçüde, silindiğini de vurguluyordu.

Vişne Bahçesi, ironili anlatımıyla güzel bir toplumsal eleştiri olsa da, benim için ortalama bir kitap oldu. Okunabilir mi, tabi ki hatta keyifle. Ancak mutlaka okunmalı mı, ilgilisine diyelim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)

6 Kasım 2023 Pazartesi

Uçan Denizanasının Tüm Halleri.

Uzun zamandır hayal kurmuyorum. Sanki elimden bazı bağlar kayıp gidiyor gibi hissediyorum. Bu, bir kayığın denize açılması gibi. Bir kayığın denize açılmasıyla, bir geminin denize açılması aynı mıdır? Kayık için deniz, özellikle de ay ışığında, kocaman bir okyanus gibi görünüyordur sanırım. Bir gemi nispeten daha rahat olabilir. Onun daha çok yolcusu, daha çok şamatası olur; dikkati dağılır. Ama kayık küçüktür, kaç kişi onunla birliktedir? Aslında sadece denize odaklanmak da güzel olmalı. Bazen eğer kayık kıyıya iyi bağlanmamışsa, üzerinde hiç yolcu olmasa bile gevşek iplerinden sıyrılıp kendi kendine kayıp gidebilir. Usulca, ay ışığının aydınlattığı lacivert yolda. Deniz yolculuğu kafa karıştırıcı. Malum, yol her yanda.

Havalar hala sıcak diye kem küm ettim ama bu havaları seviyorum. Ne giyeceğim şimdi diye düşünmek kafamı karıştırıyor orası ayrı ama güneşi hissetmek güzel. Son yıllarda en çok böyle havaları seviyorum. Güneşli ve bulutlu, masmavi havaları. Yağmurları da seviyorum tabi; ama maviliğe geçit vermeyen göğü kaplamış gri bulutlar, sanki gökyüzünü baskılıyor gibi geliyor bana. Sonra da içimi baskılıyorlar. Hem, böyle sıkışık tepişik üst üste binmiş bulutlar da pek bir sıkılgan görünüyorlar. Eminim onlar da mavi gökyüzünde bir o yana bir o yana koşmak isterlerdi.

Bulutların dağılması ilginç. Bu sabah kahvaltı ederken uçan bir denizanası görmüştüm. Ciddiyim, gökyüzünde yüzüyordu. Onu sana da göstermek isterdim ama o an yemek yemeyi tercih ettim üzgünüm. Sonra da zaten denizanası şekil değiştirdi ve puf, başka bir şeye dönüşe dönüşe kadrajımdan çıktı. Gökyüzünü gözlemlemek çok eğlenceli. Böyle bir iş olsaydı sanırım en iyisi ben olurdum. Aaaa bak neyi fark ettim, aslında hayal kurmuşum sanki. Bir şeylere bakıp hikayeler uydurmak hayal kurma kapsamına girer mi sence sevgili okur? Böyle yapa yapa kendi hayatımızdan da hayaller biçebilir miyiz? Uçan denizanaları bize bilgece öğretiler sunar mı? Yoksa bize bir şeyleri mi hatırlatırlar yalnızca? Yalnızca? Ne küçümseyici bir ifade gibi geldi iç sesime şimdi bu kelime. Bir şeyin yalnızcalık taşıması, tek bir durumu anlatması, onu daha değersiz mi yapar? Ah, yine konuyu dağıtıyorum pardon... Ne diyordum? Uçan denizanasından öğrendiğim bir şey var... (sürpriz yumurtaaa :) -tıkla yani işte- Varmış yani. Bak, sana anlatırken duydum onun sesini de. Sen de duydun mu, kelimelerin arasından fısıltılar yükseliyor. 

Bulutlar istedikleri şeye dönüşebiliyorlar gök okyanusunda yüzerlerken. Denizanası bunun öncesinde belki de Van Gölü canavarı falandı. Bilemeyiz. Sonrasında kırık bir kalbe dönüşmüştü. Sonrasında iki parçaya bölünmüş bir su damlasına. Ah evet doğru okudun. İki parçaya bölünmüş bir su damlası. İki su damlası bir zamanlar bir su damlası olabilir. Sonra onlar da bölünürler ve işte üç dört beş on... Kalabalık olurlar. Tek bir denizanası bir sürü şey olur gökyüzünde yol alırken. Tıpkı çözülen gevşek iplerini peşinden sürükleye sürükleye ay ışığında ilerleyen bir kayık gibi, gökyüzünde dağıla dağıla ilerleyen başka şekiller olmuştu denizanası da. Belki de onun fotoğrafını çekmemiş olmam daha isabetli olmuştur ne dersin? Böylece sadece onu değil; onun tüm hallerini görebildik. Beraberce.

Sen nasılsın?

Güzel bir hafta dilerim.

Hoşça kalın.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


4 Kasım 2023 Cumartesi

Past Lives | Film Yorumu


Yönetmen: Celine Song

Senarist: Celine Song

Yapımı: 2023 - Güney Kore, ABD


''Kore’de bir tabir var. In-Yun. ‘’Yazgı’’ anlamına geliyor. Ya da ‘’Kader.’’ Ama bilhassa insanlar arasındaki ilişkiyi ifade eder. Sanırım Budizm ve reenkarnasyondan geliyor. Sokakta birbirinin yanından geçen iki yabancının kıyafetlerinin birbirine sürtünmesi In-Yun’dır. Çünkü bu, geçmiş yaşamlarında mutlaka bir ilişkileri olduğu anlamına gelir. Eğer iki insan evlenirse bunun In-Yun’ın 8000 katmanı sayesinde olduğu söylenir. 8000’i aşkın yaşamın.'' 


Kaynak: Pinterest

Nora (Greta Lee) ve Hae Sung (Yoo Teo) yakın iki arkadaştır. Bir gün Nora'nın ailesinin Kore'den Kanada'ya göç etmeleri ile birlikte ikili birbirinden ayrı düşer. Aradan geçen on iki yıldan sonra birbirlerini internetten bulurlar ve sanal yollarla görüşmeye başlarlar. Ancak Nora'nın Amerika'da, Hae Sung'un ise Kore'de bir hayatı ve planları vardır. Kendilerine bir hayat oluşturma telaşında olan bu iki gencin yolları bir kez daha ayrı düşer. Bu ayrılığın ardından geçen on iki yılın ardından ikili artık orta yaşlarına gelmiştir ve yolları bir kez daha kesişir. 

Buna yazgı mı denir emin değilim. Ancak bazen yüreğimize dokunan bazı insanlar olur. O insanları hayatımızın bir döneminde tanırız. Bu kısacık bir zaman dilimini kapsasa ve hatta başkalarına göre elle tutulacak kadar büyük yaşantılar yaşanmasa bile, bazen bazı kişiler kalbimize dokunur. Tıpkı In-Yun felsefesinde geçen ''kumaşların sürtünmesi'' gibi. Belki de yüreklerin kumaşları birbirine uyar ve bu temas ile birlikte kalbimizde iz kalır.

Filmi çok severek izledim. Benim için uzun olan bir süredir film izlememişken, şimdi gerçekten izlemekten keyif aldığım bir filmi izlemek iyi geldi. Kendimi yenilenmiş hissediyorum desem yeridir. Aslına bakarsanız filmin çok sıradan bir konusu var. İki çocuğun yolları ayrılır ve yıllar sonra birbirlerini bulurlar. İlk aşk mı? Evet ama bundan ibaret değil. Replikler ''vaov' demelik değil veya çok farklı bir bakış açısı da sunmuyor film. Sadece hissettiriyor. Bazı filmler böyledir. Sadece hisleri verir. Karakterin bir bakışında görürsün o hissi. Bazen söylediklerinde ama en çok da sustuklarında görürsün. Araya giren sessizliğin süresi bile anlamlıdır bazen. Pek çok ''vaov'' diyeceğimiz replikten daha çok sarsar izleyicisini. Bu film böyleydi benim için. Yaklaşık iki saatin nasıl geçtiğini hiç mi hiç anlamadım. Benden size hafta sonu için bir öneri olsun o halde.

İyi seyirler.

:)


Past Lives 2023 (Original Motion Picture Soundtrack) dinlemek için tıklayabilirsin.


3 Kasım 2023 Cuma

Yeryüzü Güncesi #6 | Kelime Oyunu 121


''Çok bekletmedim değil mi?''

''Yok canım,'' dedi genç kadın oturduğu yerde gerinerek, ''sadece biraz kök saldım ve işte şimdi de, hopbala, dal veriyorum. Hayatıma bitki olarak devam edeceğim.'' 

Genç kadın yerinden zıplayarak genç adamın boynuna sıkıca sarılmıştı.

''Sarmaşık olarak mı?''

''Evet!'' Genç kadın kollarını daha da sıkıca doladı. ''Sadece seni özledim Ozan,'' dedi sonra da.

Genç adam genç kadının aşağı kıvrılmış dudaklarına bakarak gülümsedi. ''Ben de seni özledim Aslı,'' dedi ''çok.'' Genç kadının gözleri ışıldadı. Başka bir şey söylemeden hızla arkasını döndü ve etrafında döne hoplaya yürümeye başladı. Genç adam da hemen yanında ona ayak uydurmaya çalışarak yürüyordu. Şimdi ikisinin de dudakları güneşe dönüktü. 

Bir an sonra genç kadın, ''bugünün anlam ve önemine dayanarak seni affediyorum!'' dedi geri geri yürürken. 

''Aaaa sahi... Bugün... Ya bugün evet... Bugün ne olmuştu ki?''

''Ozan!''

''Ah pardon... Hatırladım!''

''Hele bi' unutsaydın!'' Genç kadın yumruklarını sıkmış, genç adama tehditkar bakışlar atıyordu.

''Bugün Dünya Kediler Günü'ydü!''

''Hayır Ozan! Dünya Kediler Günü'nü taaaa doğum gününde kutladık ya.''

''Evet evet hatırladım! Pastamı Bezelyecik ile birlikte üflemiştik.''

''Tamam!'' dedi genç kadın heyecanla, hiçbir şey duymamış gibi. Bir yandan da kollarını iki yana açmış yanından geçtikleri ağaçlara dokunuyordu. ''Şimdi şaka bitti. Bugün ne olmuştu söyle bakalım.''

''Aklıma taaa lisedeki tarih hocam geldi,'' dedi genç adam uzaklara bakarak. ''O da böyle bakalım lım lım der ama sorguya çekerdi.''

''Ozan! Saklanabilirsin ama cevap vermekten kaçamazsın. Ben kül yutmam!''

''Dünya Supangle Günü!''

''Cık cık cık.''

''Kurabiye?''

''Aç mısın?''

''Bal kapağı?''

''Ozan!''

''Ah pardon o Cadılar Bayramı süsüymüş,'' dedi genç adam. Sonra da genç kadını süsün asılı olduğu kafeye yönlendirdi. ''Galiba canım tatlı çekti. Oturalım mı?''

''Ona ne şüphe...'' dedi genç kadın iç çekerek.

''Anlamadım?''

''Oturalım, diyorum.'' dedi genç kadın kelimeleri vurgulayarak. Aşağı dönük dudakları yeniden yüzüne yerleşmişti. Genç adam gülmemek için dudaklarını ısırdı.

''Ama burası güzel bir yer,'' dedi sonra genç kadın.

''Ama?''

Genç kadın genç adama aldırmadan devam etti. Rol yaptığını biliyorum, diye geçirdi içinden. Yani umarım rol yapıyorsundur. Roldür rol. Roldür, değil mi? 

''Rol!''

''Ne rolü Aslı?''

''Yani gooolll!''

''Aslı'' dedi genç adam gülerek ''iyi misin?''

''İyiyim ya, burası böyle Antik Roma meydanlarına benzemiyor mu?'' dedi ilerideki meydanı göstererek. ''Buradaki binalar hep tarihi baksana. Tarihi yapıları çok severim. Böyle taştan binaları. Fotoğraflaması keyifli oluyor.''

''Öyle gerçekten. Hoş binalar var ve şurası da hoş bir açıklıkmış da...''

''Ne yesek, acaba?''

''Bunun golümüzle, yani konumuzla, ne ilgisi var... Acaba?''

''Pardon! Menüyü alabilir miyiz?'' dedi genç kadın elini havaya kaldırarak.

''Tabi efendim,'' diyen garson ortadan kayboldu.

''Yani Ozancığım, böyle maçları, müsabakaları, etkinlikleri, böyle antik özellikler gösteren meydanlarda izlesek ne güzel olmaz mıydı?''

''Futbolu mu?''

''Gladyatörler de antik tiyatrolarda dövüşüyorlardı.''

''Evet Aslı...''

''Tamam! Şaka bitti. Haydi söyle bakalım bugünün anlamını?''

''Dünya Gladyatör Dövüşleri Günü!''

''Umutsuz vakasın...''

''Birazdan geliyorum'' diyen genç adam da tıpkı garson gibi anında ortadan kayboldu.

''Bugün ne kadar da gizemli...'' dedi genç kadın kendi kendine. Bir yandan da kıstığı gözleriyle ortadan kaybolan garsonu arıyordu. ''Herkes...''

Genç kadın oturduğu yerden dışarıyı izlemeye başladı. Yapraklar nihayet sararmıştı. Ama yeryüzü yerine hala gökyüzünü kucaklıyorlar, diye düşündü. Masmavi gökyüzünü görünce genç kadın havanın sıcaklığını anımsamış gibi ceketini çıkarmaya karar verdi. Ceketini sandalyesine asıp önüne döndüğü anda karşısında genç adamı buldu.

''Ozan! Korkuttun beni...'' Parmağıyla dişine dokunup kafasını havaya kaldırdı. ''Bugün,'' dedi sonra kafası hala kalkık bir şekilde gökyüzünü izlerken ''hava çok güzel değil mi?''

''Evet,'' dedi genç adam genç kadını izlerken, ''çok güzel, hep güzel...'' Gözleri ışıl ışıldı. Sanki kalbinin çarpıntısı gözlerine yansımış gibiydi. Sanki ruhu, diye düşündü sonra da, bana gösterdiği her güzel şeye yansıyor gibi. 

''Değil mi?'' dedi genç kadın. ''Bu sıralar hava hep çok güzel.'' Sonra da bakışlarını genç adama çevirdi ve ''aman maşallah maşalllaahhh'' dedi. 

Garson elindeki menüyü ikilinin önüne bıraktı. ''Buyurun efendim.'' 

Garsona ''teşekkürler,'' diyen genç kadın genç adama doğru eğilerek ''de, bir menü için fazla kalın değil mi sence de?'' diye fısıldadı.

''Öyle gibi değil mi? İçini açalım bakalım ne varmış?''

''Bakalım lım lım, lım! Ozan!''

''Aslı!''

''Bu, ilk baskısı! Ve imzalı! Ve notlu ve! Ozan!'' Yerinde hoplayıp duran genç kadın aniden ayağa kalkarak genç adama sıkıca sarıldı. ''Bu günü unutmadığını biliyordum! Çok teşekkür ederim! Çok teşekkür ederim! Çok...''

''Ben de seni çok seviyorum Aslı.'' diyen genç adam genç kadını hafif ama sıkıca sararak kollarında tutuyordu. ''Sadece minik bir hediye işte. O yüzden bari sürpriz olsun diye düşündüm.''

''Minik mi? Minik mi?''

''Ama mutlusun, buna sevindim.''

''Bu, hayatımda aldığım en güzel hediyelerden birisi.'' dedi genç kadın gözleri dolu dolu. ''Çünkü hatırlamışsın. Çünkü yıllar boyunca hiç unutmamışsın...''

Genç adam yalnızca gülümsemekle yetindi. Gülümsemesi, diye düşündü genç kadın, tıpkı masum bir çocuk gibi.

Genç adam ve genç kadın güzel bir kasım gününde kaderin ağlarını örmesi sonucu tanıştıklarında, genç adam oldukça asabi, genç kadın oldukça enerjikti. İkili birbirlerinden ayrıldıklarında ise durum tersine dönmüştü. Genç adam bu bir türlü susmayan sinir bozucu kıza sinir olduğunu sanırken yüzüne yerleşmiş olan gülümsemeyi fark etmişti. Genç kadın ise o günün muhteşem geçeceğini defalarca olumlamış ve karşılaştığı türlü aksiliklere rağmen umudunu korumuşken, bu kaba ve somurtuk kişiye sinir olmuştu. Onları bir araya getiren trafikti. Evlilik teklifi merasimi için tüm trafiği durduran bir çifti izlerken ikili yan yana gelmişti. 

''Ne sinir bozucu!'' demişti genç adam iç çekerek. ''Sadece sorumsuzluk başka hiçbir şey değil!''

Genç kadınsa yüzünde gülümsemesiyle parmak uçlarına yükselmiş genç çifti izlemeye çalışıyordu. ''Yine de bir anı... Bugünü hep hatırlayacaklar.''

''Eninde sonunda bitecek bir şey için niye bu kadar tantana yaparlar anlamam.''

''Neden bitsin ki? İleride çocuklarına bile anlatabilirler bu an'ı.''

''Evet tabi, sonra da tektaşın ne kadar küçük olduğunu, masrafın ne kadar büyük olduğunu birbirlerine sayıp dökerler bir kavgalarında.''

''Ya neden kavga etsinler hasta mısınız?''

''Sadece gerçekçiyim.''

''Yaaa, şiir okuyor adam...''

''Kim?''

''Damat.'' Genç kadın kocaman gülümsüyordu. Şimdi yerinde hoplamaya da başlamıştı. Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyor gibi görünüyordu.

''Gereksiz şov bence.''

''Ne duygusuzsun!''

Genç adam ilk kez genç kadına bakmıştı. ''Pardon?''

''Boş versene...''

''Yani diyorum ki, illa trafiğin ortasında mı şiir okumalıydı?''

''Yani evet orası öyle ama...''

''Bak işte haklıyım. Bunlar gereksiz şeyler. İki yıla her şey unutulacak. Şiir de, duran trafik de. Gidecekleri yere geç kalanlar zaten çoktan unutuldu da... Neyse artık.''

''Ama o hisler unutulmayacak. Şu dizeleri biri size söylese eminim umursamazsınız ama size söyleyen kişiyi umursadığınızda dizeleri hatırlamak bile değil, hisleri hatırlamak önemli olur. Hem bazı şiirler en unutkan insanların bile içine işler.''

''Şiir seviyor gibisiniz,'' dedi genç adam ilk kez ilgilenmiş bir şekilde.

''Bazılarını diyelim.''

''Yazmayı mı, okumayı mı? Yoksa birinden dinlemeyi mi? Yani romantik hayaller kurmak için falan.''

Genç kadın genç adamın dokundurmasını umursamadan omuz silkti. ''Kitapları karıştırırken güzel şiirlerle karşılaşmayı. En çok bunu severim. Onları sadece okumayı değil, ansızın karşılaşmayı. Hem bu şiirin yer aldığı kitabın baskısı bile bulunmuyor artık.''

''Öyle mi? O zaman internetten okursunuz, kitaptan okumak niye bu kadar önemli ki?''

''Çünkü işin numarası orada, çaktın!''

''Gereksiz bence.''

''Odun...''

''Efendim?''

''Yok bir şey. İyi günler.''

''Nasıl iyi olacaksa gün artık. Geç kaldım.''

''Sağ olun, bana da iyi günler... Nasıl olacaksa artık!?!''

Sonraki günler ikili pek çok kez daha karşılaşsa da birbirlerine karşı olan hisleri uzun süre aynı kaldı. Sinir bozucu bir merak. Şimdiyse aradan geçen yıllardan sonra ikili birbirlerine sıkıca sarılmıştı ve genç adam genç kadına şiir okuyordu.



Bu haftanın kelimeleri; antik, minik, sarmaşık, evlilik, ruh idi. Kelime Oyunu etkinliği ile beş kelime seçiyor ve içerisinde bu kelimelerin geçtiği öykü, şiir, deneme vb. türlerde yazılar yazıyoruz. Siz de kelime verebilir, siz de yazılar yazabilirsiniz. Kelime vermek ve sevgili Deeptone'un yazısını okumak için şuraya tıklayabilirsiniz.

Bu hafta olaylar gerçekten spontane gelişti. Ben yazarken çok eğlendim. Umarım sen de okurken eğlenmişsindir sevgili okur. Sevdiğin bir şiir varsa onu bizimle yorumlarda paylaşabilirsin. Belki ismini, belki şairini veya belki birkaç dizesini. Bu arada istersen Aslı'nın bahsettiği şiiri de tahmin edebilirsin. (Spoiler: Tüm tahminler doğru çıkacak çünkü spesifik bir şiir belirlememiştim. Yani çekinme yazmaktan. :)

Bu arada trafiği durduranlara ben de sinir olurum... Şiiri trafiğin ortasında değil, kimseyi etkilemeyecek yerlerde okuyabilir, evlilik teklifimizi insanları gidecekleri yere geç kaldırtmadan da yapabiliriz. -kamu spotu :)-

Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Şifacının Kalbi (Duygu Emanet) | Kitap Yorumu

Yazar: Duygu Emanet, Yayınevi: Kitap Müptelası Yayınları

Ölüm Terzisi yıllar sonrasında yeniden gücünü toplayarak yeryüzüne inmenin planlarını yapar. Etkisi altına aldığı çıraklarıyla karanlığını her yana ulaştırmaya çoktan başlamıştır. Dünya olanca hızıyla karanlığa teslim olurken, kötülük ve umutsuzluk her yana yayılır. Ülkenin dört bir yanından gelmiş Ruh Budayıcılar, Bilge Akbara'nın söyleyeceklerini merakla beklemektedirler. Karanlığın yayılmasını geciktirmek için Ruh Budayanların önlerinde fedakarlık isteyen büyük bir seçim vardır. Çünkü Ruh Budayanlar, diğer insanlardan farklıdırlar. 

Hayatlarının belli bir döneminde güçleri açığa çıkan bu özel görevli insanların fiziksel özellikleri gibi hayatlarının akışı da değişir. Bu insanlar güçlerini diğer insanların yaşamlarını kolaylaştırmak ve içlerindeki iyiliği açığa çıkarmak için kullanırlar. Tıpkı Şifacılar gibi. Şifacılar da özel güçlere sahip insanlardır. Şifacılar, insanların fiziksel ve zihinsel acılarını iyileştirme yeteneğine sahip empatik, şefkatli ve fedakar insanlardır.

Karanlıkla olan savaşta Ruh Budayanlar, Şifacılar, olağanüstü yeteneklere sahip diğer türler ve insanlar bir arada omuz omuza savaşacaklardır. Her şey Bilge Akbara'nın kararıyla başlar: ''Felaket kapıya dayandı ancak yıkımı önlemek için hala bir şansımız var. Bu kez budanacak ruhlar sizinki olacak ve ruhlarınızdan tohum elde etmek icap edecek. Havaya, suya, toprağa gömülecek olan tohumlarınız iyilik ağını oluşturacak ve felaketi erteleyecek'' (sf: 13).

Ruhlarını tohum olarak teslim eden Ruh Budayanlar yeryüzünün farklı köşelerinde hasat edilmeyi beklerler. Yaydıkları titreşim karanlığı yavaşlatmakta ancak yok edememektedir. Şifacı Ubin, Prens Çelekan, karanlığa hapsolmuş Rubaro ve savaşçılardan oluşan özel bir grup, ruh tohumlarını bir araya getirip Ölüm Terzisiyle savaşmak üzere uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkarlar. Kitap boyunca da bu grubun başından geçenleri okuyoruz.


Kitabı büyük bir heyecanla okumaya başladım ve merakla da okumayı sürdürdüm. Bu heyecanımın sebebi ise kitabın yazarının, yazılarını okumayı çok sevdiğim bloggerlardan biri olan sevgili Duygu Emanet olmasıydı. Kendisinin bloğuna ulaşmak için şuraya tıklayabilirsiniz. Öncelikle kendisini tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyorum. Sonralıkla ise :), kendisine bana imzalı bir kitabını hediye ettiği için bir kez daha çok teşekkür ediyorum. 


''Umudu hayal edin sadece.''


Kitapta en sevdiğim durum, olayların geçtiği atmosferin anında etrafımı kaplaması oldu diyebilirim. Her şeyi sanki ben de o mekandaymışım gibi algılayarak okudum. Aynı şekilde karakterlerin doğal oluşu da sevdiğim bir diğer durum oldu. Karanlık ve aydınlığın iç içe geçtiği bir kurguda çeşitli özelliklere sahip birbirinden farklı karakterlerin yer alması, olayların sürükleyiciliğini artırmıştı. Ubin'in dostluğu, Çelekan'ın karizması, Rubaro'nun azmi (ve tatlılığı diyerek genelleyelim de spoiler olmasın :) ve İnume'nin cesur ve aynı zamanda utangaç kişiliği bana çeşitli duyguları bir arada hissettirdi. Özellikle de kitabın sonlarına doğru olayların nasıl bağlanacağını öğrenmek için merakla sayfaları çevirdim. Kitaba dair getirebileceğim eleştiri ise, bazı olayların çok hızlı geçilmiş olduğunu düşünmem diyebilirim. Bazı bölümlerde çok fazla olay art arda verilmişti. Bu noktalarda olayların biraz daha birbirinin içine geçmesi ve yavaşlaması, olayların daha açık olması açısından daha iyi olabilirdi diye düşünüyorum.


Benim beğendiğim bir kitap oldu. Yaratıcı bir kurguya ve akıcı bir dile sahip olduğunu düşünüyorum. Yazarımızın başka kurgularını okumayı da heyecanla bekliyor, ilgisini çekenlere bu kitabı öneriyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


1 Kasım 2023 Çarşamba

Kasım.

Sonbaharı özledim. Ama o bir türlü gelmiyor. Güneş hala her yanı sıcacık yapıyor. Yemyeşil ağaçların altında yürümek keyifli. Yine de, özledim işte. İnsan ansızın özlüyor. İnsan ansızın neyi özleyeceğini kestiremiyor. Biliyorum, böyle dedim ya, iki güne rüzgar daha bir kuvvetle yanımızdan koşturur; hava gri efektini, bulutlar duygusal hallerini yüzlerine geçirir. O zaman da yazı mı özlerim? Hayır. Üzgünüm yaz, ben senin bir ayağı eylülde bir ayağı ekimde hallerini seviyorum. Malum, mevsimler de kaydı. Eylül artık bir küçük yaz ayı. İsmi hüznü çağrıştırıyor ama kendisi tatlı mı tatlı.

Ekimi hatırlıyorum. Geçmiş ekimlerden bazılarını. Üşüyorum. Üstümde mutlaka bir ceket, hırka. Öğlenleri de aynı serinlikte. Tatlı bir sonbahar ayını anımsıyorum. Nisandan sonraki en sevdiğim ayı. Çünkü ben baharların ortasını severim, tam göbeğini. Baharları doya doya içime çekmek isterim. Oysa bu yıl ekimin de kafası karışıktı. Bana oyuncu bir veda busesi kondurup gidiyor o ayrı. Öpücüğünün kalp çarpıntısı kuru öksürüğümden yankılanıyor.

Kasım deyince aklıma ilkokuldaki mevsimler panosu geliyor. Karlı kışlar şehrime hep uzaktı kabul ediyorum. Ama hani kasım, baharın gerçekten son kısmı. Hani, kardan çocuk dahil tüm çocukların gülümsediği karlı bir kış gününün resmedildiği mevsime bizi daha da yaklaştıran, bir ayağı çoktan kışa adım atmış olan ay. Oysa şimdi hiç öyle hissettirmiyor. Biliyorum daha yaşamadan hükmünü verdim kasıma da. Belki bana alınacak ve vuuuu diye üzerimize rüzgarını koşturacak. Yine de özledim işte. Hayır, koşan rüzgarları değil; buram buram hissedilen bir bahar sonunu.

Her şey zamanında güzel değil mi? Bir şeylerin zamanı kaydığında olmuyor. Bazı şeyler için uygun anlar var. O an kaçtığında yine olur diye düşünüyorsun. Ama işte olmuyor olmuyor. Heyecanlanıyorsun, eylül geldi işte sonbahar diyorsun. Ama üstünde yazlıklarınla ayı bitiriyorsun. Sonra ekim geliyor. Diyorsun işte, şimdi olacak galiba. Oluyor gibi hissediyorsun. Biraz üşüyorsun nihayet. Özlediğin o his sana değip geçiyor. Sonra bir bakıyorsun yine tam olarak yazlıklarını kaldıramamışsın. Sonra kasım geliyor. Bu sefer... Diyecek oluyorsun. Bu sefer sahiden de gelecek o özlediğin mevsim biliyorsun. Ama onu iki ay beklemişsin. Artık geleceğini bilsen bile hevesin sönmüş. Zaten sonbahar da kısa sürecek belli, diyorsun. Bir anda kışa geçeceğiz. İstediğim bu değildi. İstediğin bu veya değil; sen baştan kendini zaten hazırlıyorsun. Beklemek istemediğin için. Hani gerçekten de bir anda kışa girsen, rahatlayacaksın bile. Çünkü heyecanlanmak da gözünü korkutuyor. Kısacık bir yaprak dökümü anını izlemek, kısacık hayatında kaç kez başına gelir? Kaç sonbahar gördün, kaç sonbahar daha göreceksin? Biliyor musun, hayır.

Gördüğümüz güzel şeyler ne kıymetli değil mi? Dün gece ansızın dolunayı gördüm. Aslında biraz küçülmüştü ama hala bir pinpon topu olarak gökyüzünde asılıydı. Çevresindeki gece bulutları bilinmeyen bir ülkenin haritasını çıkarır gibi parça parça her yandaydı. Onların ardından bir görünüp bir kaybolan Ay, sanki Neverland'ın işaret feneri gibiydi. Vaov, denilecek kısa bir şaşkınlık anı. Güzel şeyler beni bazen şaşırtıyor. Neden bilmiyorum. 

Bu sıralar gerginim. Kendimi gece bulutları gibi hissediyorum. Yine de Ay'ın ışığı orada biliyorum. Ay'ı ve böyle basit şeyleri gördüğümde hala heyecanlanıyor olmayı seviyorum. Çünkü bana benim işaret fenerim de bu gibi geliyor. Bu his benimle oldukça kaybolmazmışım gibi. Tabii, gibiyle biten cümlelere güven olmaz. Ama ben parçalı bulutlara ve ışıl ışıl bir Ay'ın güzelliğinin verdiği heyecana güveniyorum. 

Bu ay, heyecanlanmak istiyorum. Ama güzel bir heyecan olsun bu. Gergin değil. İçimi ısıtan bir heyecanı hissetmek istiyorum.

Herkese güzel bir ay diliyorum.

Hoşça kalın.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.