30 Aralık 2024 Pazartesi

2024'ün Ardından.

Merhaba, nasılsınız? Beni soracak (veya sormayacak) olursanız... Ben heyecanlıyım. Sevdiğim şeylerden bahsetmeden evvel zaten içim hep kıpır kıpır olur. Bir de yıl sonu dökümünü kastediyoruz hadi ama... Bu yazıyı yaklaşık on gün evvel yazmaya başladım. O günden beri aklıma geldikçe yazıya bir şeyler ekliyor ekliyor çıkarıyorum. Bir yazıyı, hele de bir blog yazımı, böyle zamana yayarak gıdım gıdım yazmak (tahmin edersin ki) pek de benlik bir şey değil. Çünkü bir an evvel lafa girmek ve içimdekileri paylaşmak istiyorum. Öte yandan, yılın son günü gelmeden bunu yaparsam, yılın son gününe kadarki günlerde -olur ya- keşfedip çok seveceğim şeylere de ayıp olacak... Ah bu nasıl bir çıkmaz! Ahahahah, sonuçta dayandım. Yok mu bir tebrik? Tamam, yeni yıl kutlamalarına daha bir gün var ama sıkıldım. Aynı zamanda artık listeye bir şeyler ekleme beklentisinde olmak da istemiyorum. Bu yılım bu kadardı işte, tatmin oldum! Hem belki yeni yıl listesi falan oluşturuyorsan bu yazımda sana hitap edecek bir şeyler bulabilirsin; hem belki yeni yıl listeme senin bırakacağın yorumla bana ilham olacak bir şeyler ekleyebilirim. Ah bu da heyecanlı!

Bu yazımda sizlerle 2024 yılı içerisinde neler okudum, neler izledim ve bunlar arasından favorilerim neler oldu bunları paylaşacağım. Sizler de benimle yorumlarda buluşursanız çok mutlu olurum.


OKUDUKLARIM

Bu yıl 58 kitap okumuşum. Geçen yıldan 15 kitap daha fazla. Hatta yanılmıyorsam (çünkü pek kıymetli arşivime bakmadım) son 5-6 yılın okuma anlamında en verimli yılı bu yıldı benim için. Alkışlar alkışlar! Tabii ben sayıya pek önem vermiyorum artık. Bakın bu kendimi kandırma cümlem de değil; çünkü yine iyi kötü bir şeyler okumuşum hani. Hatta fena bir sayıya da ulaşmamışım. Ortalamaya vurursak her hafta bir kitap, artı bonus altı kitap okumuşum yıl içinde. Bereket versin. Öte yandan dediğim gibi bu sayının bir önemi de yok. Örneğin aralık ayında sayı olarak yine baya kitap okudum ama hepsi inceydi. :) Aralık ayında gerçekten bana bir okuma aşkı geldi. Ama kalın kitapları okumayı da gözüm yemediğinden, yıllardır kitaplığımda bekleyen ince kitapları aradan çıkarmaya karar vermişim (ve kütüphanede gözüme çarpan ince kitapları...). Vallahi ben de farkında değildim bu kararın ama güzel de oldu hani. Neyseee. Benim asıl önem verdiğim ve bu yıl başarabildiğim durum ise niteliksel olarak zengin içerikli bir okuma süreci geçirmem oldu diyebilirim. Bu yıl farklı ülkelerin edebiyatlarından, ilk kez okuduğum yazarlardan ve düşünce dünyamı zenginleştiren kitaplardan okumalar yaptım. 

''En'' dediğimizde ben hep donakalırım. Ama en dediğim on, ay hadi on beş olsun... Tamam! İşte sizlerle 2024 yılında okuyup ''en'' çok beğendim dediğim on beş kitabı herhangi bir sıralama olmaksızın paylaşıyorum (sayılar kolay takip edelim diye - yoksa hepsini beğendim). Aralık ayı dengeleri çok bozdu vallahi. Aralıkta okuduğum kitapların genelini beğenmişim, kararlarım şaştı hangisini seçeyim diye. Darısı 2025'e inşallah, aldım kabul ettim 777. :) 

Kitap ve yazar isimlerinin üzerlerine tıklayarak ilgili kitabın yorumuna bloğumdan ulaşabilirsiniz. Tıkladığınız an yorum yazıma ışınlayacağım sizi. Hokuuss pokkuuss...

Not: Bu sıralamaya sadece ilk kez bu yıl okuduğum kitapları dahil ettim. Daha önceki yıllarda okuduğum ve sevdiğim için bu yıl tekrar okumuş olduğum kitaplar listeye dahil değil. Aksi halde haksızlık olurdu. Ama yıl boyunca okuduğum ve izlediğim çoğu şeyin yorum yazısını bloğuma yazdım. Onlara da göz atmak istersen bloğumu dilediğince gezebilirsin. 


1. Kadınlar Ülkesi, Charlotte Perkins Gilman.

2. Siyah Lale, Alexandre Dumas.

3. Yüreğinin Götürdüğü Yere Git - Susanna Tamaro.

4. Portobello Cadısı - Paulo Coelho.

5. Küçük Ağaç'ın Eğitimi - Forrest Carter.

6. Çoluk Çocuk - Patti Smith.

7. Naif. Super (Erlend Loe).

8. Uygarlığın Ayak İzleri 3: Batı Resminde Aşk ve Bazı Küçük Felaketler, Celil Sadık.

9. Paçinko - Min Jin Lee.

10. Raşomon - Ryunosuke Akutagava.

11. Bir Noel Şarkısı - Charles Dickens.

12. Berlinli Apartmanı - Yaprak Öz.

13. Noktürnler - Müziğe ve Günbatımına Dair Öyküler, Kazuo Ishiguro.

14. Adem'den Önce, Jack London.

15. Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk - Wilhelm Genazino.


Bu yıl aynı zamanda 1000Kitap uygulamasını (reklam değil) aktif olarak kullandığım bir yıldı. Oraya okuduğum her şeyi kaydettiğim için sitenin bana sunduğu yıl sonu istatistiği doğru. Bunu söylüyorum çünkü siteyi kullandığım önceki iki yılda daha evvel okuduğum kitapları da kaydettiğim için yıl sonu listem doğru değildi ve istatistikleri bu nedenle net görememiştim. Bu yıl ise hangi yazarı, hangi ülkenin edebiyatını, kaç kitapla, kaç puan vererek vs okumuşum çeşitli kategorilerden bunu takip edebildim, bu da tabii güzel oldu. İşte o istatistikler:


genel rapor.


en çok okunan yazarlar.


en beğendiğim kitaplar(mış).


dil ve ülkelere göre.


ilk 6 ayım.


ikinci 6 ayım.

İçlerinden okudukların, okumak istediklerin veya şimdi görüp meraklandıkların var mı? Okudukların varsa onları sen nasıl bulmuştun?



İZLEDİKLERİM

Bu yıl çok çok çok az film izledim. Ne kadar okuduysam, o kadar izlememişim özellikle de son yıllarımı düşündüğümde. Dediğim gibi okuduğum ve izlediğim çoğu şeyi bloğumda yorumladım zaten. ''İzlediklerim'' etiketine tıklayarak da (bu yazımın altındaki etiketler kısmında da bulabilirsin) izlediğim yapımların yorumlarına ulaşabilirsin (ulaşırsan oradan da ses ver iki kelimenin sohbetini yazalım!). Bunun dışında seninle 2024'te izleyip beğendiğim yedi filmi paylaşacağım şimdi. Herhangi bir beğeni sıralaması olmaksızın yazıyorum. 

Film isimlerinin üzerlerine tıklayarak ilgili filmin yorumuna bloğumdan ulaşabilirsin. Hemen ışınlanacaksın, hemeenn.


1. Only Yesterday (Dün Gibi), Isao Takahata, 1991.

2. My Blueberry Nights (Benim Aşk Pastam), Kar Wai-Wong, 2007.

3. Frances Ha, Noah Baumbach, 2012.

4. Postman Blues, Hiroyuki Tanaka (Sabu), 1997.

5. Paris, Je T'aime, 22 farklı yönetmenin filmi, 2006.

6. The Love Witch, Anna Biller, 2016. (yorum yazısı blogda yok)

7. His Three Daughters, Azazel Jacobs, 2023.


Bu yıl ne anime, ne dizi, ne mini dizi izledim. Bu yıl direkt izlemedim anlayacağın. Her neyse! Yine de bir dizi izledim ve beğendim. Herkes de beğenmeyecektir bu diziyi ama yazmazsam bir arkadaşıma ihanet etmişim gibi falan hissederim. Dizi isminin üstüne tıklayarak yorum yazıma (yine) ışınlanabilirsin.

Fleabag.



DÜŞÜNDÜKLERİM

Bu yıl çok bunaldığım, gri düşüncelerle boğuştuğum, bazen ağlamaktan içimin çıktığı, daha evvel hiç bu kadar yalnız hissetmediğimi düşündüğüm (ki bak bu benim için başarı oldu ahahah *-*), panik atak belirtileri verdiğim, kafamı topladığım, kalbimi dağıttığım, yıldızları tutmak için debelenmeyi bırakmaya ısındığım, kendimi sevme yolunda boyut atladığım, ne istemediğimi anladığım, mızıldanmanın faydasızlığını dinlediğim, affettiğim, beklentisizliğin dayanılır hafifliğini keşfettiğim, gündemle birlikte içimde öküzlerin tepindiği, geçmişte özlenecek bir şeylerin olmadığını kendime kanıtladığım, geleceğe umutla olmasa da bakmam dışında bir seçeneğin olmadığını algıladığım, şimdinin dayanılır ağırlığının huzurunda yazılar yazdığım bir yıl idi. 

Bu yıl çok fazla yazı yazdım. Biliyorum, ben blog yazarlığındaki varlığımın başlangıcından beri hep çok yazı yazmışımdır. :) Ama bu yıl, sana karşı çok dürüsttüm. Böylece, kendime karşı dürüst olmadığım noktaları keşfettim. Bu nedenle zırt pırt yazılarımı kaldırdım, sildim, tuhaf şeyler oldu. Biliyorum, aslında bunlar kimseyi de ilgilendirmiyor ama ne bileyim... Buradaydın ya, sana o yüzden bunu da açıklamak istedim. 

Bu yıl sanırım büyüdüğüm yıldı. Ocak ayının başında doğum günüm var. Yeni yıl biraz da yeni bir yaşın heyecanını içinde taşıyor benim için. Daha önce hiçbir yaşıma gireceğim için bu kadar paniklememiş, bu kadar heyecan duymamıştım. Tabi bunu belki doğum günümde bir yazımla anlatırım (belki anlatmam bilmiyorum :) ama şunu biliyorum ki... Ben sadece kendimi bilebilirim ve benim bildiklerime göre diğerlerinin bildikleri ve değer verdikleri şeyler uyuşmayabilir. Benim çok değer verdiğim kişilerin veya durumların başkalarınca benim verdiğim değer kadar değerli görülmemesinin beni yıkacağını düşünürdüm. Oysa öyle değilmiş. Başka zaman olsa beni üzecek, kıracak bazı şeylerin beni kırmadığını tam da az evvel öğrendim. Biliyor musun, bence ben gerçekten de herkesin hayatında olması gereken biriyim (bunu bana başkaları da hep söyler ve sonra başka bir şeyi tercih etmeyi seçerlerdi sağ olsunlar). Ama içimdeki ışığı o kadar bol keseden dağıtıyorum ki, o ışık değerini kaybetmese de (varlığından), kıymet bilinmiyor. Bu da aslında aynı kapıya çıkıyor. Bazı şeyler için benim gözümde emek verilmeli, gerçekten bir yıldız gibi parlatılmalı. Parlayan bir şey hep içimde yaşar benim. Oysa herkes ve her şey için bu böyle değil. Yıllar boyunca bunu anlamakta hep çok zorlanmışımdır. Ama artık anlıyorum. Bu nedenle sanırım artık kendimi bir daha hiç yalnız hissetmeyeceğim.

2025 için not bırakır isem: Akışta ve açık olmalı. Bir şeyleri tutmak yorucu. 2024'te öğrendiğim en net şey buydu. 2025'in güzel geçeceğine inanıyorum, öyle de olsun.

Hedeflerimi buraya tek tek yazmayacağım. Sadece şunu söyleyebilirim ki, her yeni günde kendimin en yeni versiyonu olduğumu bilerek adımlar atmayı hedefliyorum.



Sen neler yaptın? Neler hissettin? Neler düşündün?

Nasılsın?

Bu yıl okuduğun en sevdiğin kitap neydi? En sevdiğin film? Dizi, anime? Şarkı?

Bu yıl karşına çıkan en güzel şey neydi? Bu yıl oluşturduğun en güzel şey veya?

2025 sana ne getirsin istersin? Sen 2025'e neler götüreceksin?

2025 bittiğinde bu yılı nasıl hatırlamak istersin? Bunun için neler yapabilirsin?


Mutlu yıllar.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.

bonus.



Aramızdaki En Kısa Mesafe (Barış Bıçakçı) | Kitap Yorumu

Yazar: Barış Bıçakçı, Yayınevi: İletişim Yayınları

Kitap beş kişilik bir ailenin yıllar boyunca yaşadıklarını ailenin ortanca çocuğunun gözünden anlatıyor. Kitabın içeriğinde aktarılan olaylara baktığımızda kitabın 1980'li yılların gergin atmosferinde başlayıp 90'lı ve hatta belki 2000'li yıllara kadar süren olayları kapsadığı görülüyor. Önce bir çocuğun kırılganlığıyla başlıyor anlatım. Bu çocuğun bir kardeşi oluyor. Annesi yalnız, baba ortalıkta görünmüyor. Her bölüm zaten kısacık ve bu kısa bölümlerin hepsinde anlatıcı da olan ana karakterin bir anısına ortak oluyoruz okurlar olarak. Soğuk, katı ve kuralcı bir baba; yalnız, yorgun ve arabulucu bir anne... Pek bir yetenekli, pek bir hayran olunası abi; yaramaz yumurcak erkek kardeş. Kuzenler, arkadaşlar, anneanne, babaanne... Ve anlatıcı. Bu ailenin ve anılarının arasında kendine bir yer arayan ortanca çocuk olan anlatıcı.

Kitabın basit bir dili ve olay örgüsü olsa da, yazar kilit noktalara değindiği için ana karakterin tüm kırgınlığı, hüznü, özlemi ve nostaljik mutluluğu bir okur olarak bana geçti. Bu kitabı yıllar önce okumuş, içeriğini unutmuştum. Hem kısa diye, hem de hatırlamak için bir kez daha okumak istedim. Çok da beklentiye girmeden, sakin bir şeyler okumak ve okurken dinlenmek için okunabilir diye düşünüyorum. En azından kitabın benim üstümdeki etkisi buydu.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


29 Aralık 2024 Pazar

Kızıl Veba (Jack London) | Kitap Yorumu

Yazar: Jack London, Çevirmen: Levent Cinemre,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Kitap, büyük Kızıl Veba salgınından sonra yaşananları anlatıyor. 2013 yılında bir anda tüm dünyaya hızla yayılan bu salgında hastalığın bulaştığı kişi kısa sürede tüm vücudunun uyuşması, kızıllaşması ve son olarak kalbinin durmasıyla hayatını kaybediyor. Bulaş oranı yüksek olan bu hastalık kolaylıkla insandan insana bulaşıyor ve dünya genelinde bir karmaşa yaşanıyor. Panik ortamı oluşuyor ve bu nedenle asayiş ve düzen bozuluyor, göçler başlıyor ve toplu ölümler gerçekleşiyor. Tüm bu karanlık günleri bize salgından altmış yıl sonrasında salgını genç bir adamken yaşamış olan yaşlı bir adam anlatıyor. Yaşadığı o karanlık günleri uygarlığın çöküşünden sonra doğmuş olan yeni dünyanın çocuklarına anlatarak biz okurları hem felaket sonrası dünyası hakkında bilgilendiriyor, hem de salgınla birlikte dünyayı esir alan yozlaşma ve yok oluş sürecini gösteriyor.

Kitap 1910 yılında, yüz yıl sonrası hayal edilerek yazılmış. Kitabı benim gözümde en etkileyici yapan durum da aslında bu. Jack London bu kitabı yazarken pek tabii kendi okuduklarından, danıştığı bilir kişilerden ve kara veba salgını dahil tarihteki büyük salgınlardan ilham ve referans almış; ancak, kendisi kitabını yazdığı o yıllarda bizzat hiç büyük bir salgını deneyimlememiş. Deneyimlemediği bir durumu, hele de bu durum gelecek zamanda geçerken, bu kadar etkili bir şekilde anlatabilmesi ise onun güçlü bir yazar olduğunu gösteriyor diye düşünüyorum.

Bu kitabın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan ilk baskısı 2020 yılının temmuz ayındaymış. Yani biz 21. yüzyıl insanlarının da bir salgını deneyimlediği yıllar. Yazar, yüz yıl sonrasının gelişmişlik oranını isabetli bir şekilde hayal edememiş (hadi ama adam nereden bilsin internet nedir, cep telefonu nedir, uçak nedir...) ama insan doğası asla değişmediğinden dolayı uygarlığın çöküşüne hız kazandıran insanın bencil eylemlerini başarılı bir şekilde anlatmış. Biz belki bu kurgusal dünyanın yaşadıkları kadar büyük çaplı bir sarsılma neyse ki yaşamadık ama; bir düşününce, sahiden de, insanların ne kadar bencil, ne kadar kurnaz, ne kadar kötü kalpli olabileceklerini gördük, değil mi? (tabii bu zamana kadar bunu bilmeyen masum biriydiysek...) Aynı şekilde kitaptaki panik hali ve bu halin yaptırdığı bazen saçma, bazen akıllıca ama nahoş eylemler de cabası.

Yakın bir zamanda yazarın Adem'den Önce isimli kitabını okumuş ve şurada da yorumlamıştım. O kitabında yazar uygarlığın çok öncesinde yaşamış mağara insanlarının yaşamlarını anlatıyordu. Bu kitabında ise uygarlığın çöküşünden sonra hayatta kalmış ve doğmuş mağara insanlarının yaşamlarını anlatmış. İki kitabı yakın zamanlarda üstelik geçmiş ve gelecek kronolojisi devam edecek şekilde okumuş olmam da benim için güzel bir tesadüf oldu. Jack London'un biyografisini okuduğumda kendisinin küçük yaşlardan beri okumaya meraklı olduğunu ve özellikle de Darwin ve Nietzsche gibi yazarların fikirlerinden etkilendiğini öğrendim. Gerçekten de şu ana kadar okuduğum kitaplarında hep bir evrimsel süreç mekanizmasının kurguların temelinde yer aldığını fark ettim. 

Güçlü olanın hayatta kaldığı bir dünyanın en temel kuralı olan doğal seçilim terimini yazar kurgularının odak noktası yapıyor gibi görünüyor. Bu durum; çabalayarak yükselen karakterin girdiği yeni ortama adapte sürecini de içerisinde taşıyan kurgusu Martin Eden'de de böyleydi, bilmediği sert bir coğrafyanın iklimine adapte olmaya çalışan bir köpeğin yaşadıklarını anlatan Vahşetin Çağrısı'nda da. Adem'den Önce ve Kızıl Veba isimli kitapları zaten direkt doğal seçilim, evrim, adaptasyon gibi kavramları merkeze alarak oluşturulmuş kurgular. Özellikle de bu iki kitabında yazar, dil kavramı ve becerisi üzerinde duruyor. Uygarlık ile dil gelişimi ve dil gelişimi ile düşünce gelişimi arasındaki doğru orantıyı kurgularının içerisine yediriyor. Özellikle de yeni dünyanın çocuk ve gençlerinin tek heceli sözcüklerden oluşan kendilerine has dillerinin olduğu kısımları okumak manidardı benim için. Ben de yeni bir dünyanın genci olsam da, sosyal medya dili diyebileceğim z kuşağı dilini tam olarak anlayamıyorum. 

Bu yüzyılda doğan ve doğacak çocuklar artık yeni bir kültürün içine doğacaklar. Bu geçmişte de böyleydi ve gelecekte de böyle olacak bir düzen bunun farkındayım ve geçmiş savunucusu hiçbir zaman da olmadım. Her çağın kendine has nimetleri olduğu gibi, eksi yanları da var. Bu çağın eksi yanı ise uyuşmak. Yazar kitabında somut, baya baya mikroplarla yayılan bir hastalığı tarif ediyor. Ama bu kurgusal hastalığın semptomlarını düşündüğümde günümüzde bu hastalığı mecazi olarak yaşadığımızı görüyorum. Tüm bedenin gittikçe uyuşması, hissizleşmesi ve bu uyuşukluğun son raddede kalbe ulaşarak kişiyi öldürmesi... 21. yüzyıl insanı ruh vebasına yakalanmış gibi görünüyor, sence de öyle değil mi? :)

Bu noktada sizlere bir şeyi itiraf edeceğim. Galiba biraz aşık oldum. Hayır, bir karaktere değil; direkt Jack London'a ahahahah. Müthiş bir adam gerçekten. Hayatıyla ilgili bilgi edindikçe bu hayranlığım daha da arttı. 2025 yılında onun okuyabildiğim kadar çok kitabını okumak istiyorum. Otobiyografik özellikler taşıyan kurgusu Martin Eden'i de bir kez daha okumak istiyorum (çünkü bundan yaklaşık 7 yıl önce falan okumuştum, unuttum). Beni en çok üzen durum ise yazarın henüz 40 yaşında hayata veda etmesi. Ah, biraz daha yaşasaydı yazabileceği o müthiş kurguları düşününce içimde ağlama isteği oluşuyor... :(

Özetle, kitabı beğendim. Kısa, akıcı ve ilgi çekici bir kitap. Ayrıca kitabın son sayfalarında çevirmenin eklediği notlardan oluşan bilgilendirici bir kısım bulunuyor. Bu kısımda kurguda geçen bazı yerler, alıntılar ve fikirler hakkında yazarın hayatı ekseninde bilgiler verilmiş. Bu kısmı okumak da güzeldi.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


26 Aralık 2024 Perşembe

Bizim Büyük Çaresizliğimiz (Barış Bıçakçı) | Kitap Yorumu

Yazar: Barış Bıçakçı, Yayınevi: İletişim Yayınları

Bu kitap için iki yakın arkadaşın, iki dostun, öyküsü diyebiliriz. Aralarda bir yerde onların öykülerine tatlı bir esinti olarak bir hanım kızımız da dahil oluyor olmasına ancak, bu aslında Ender ile Çetin'in öyküsü.

Nihal, Çetin ile Ender'in çocukluk arkadaşları Fikret'in kız kardeşi. Anne babasının ölümünün ardından Nihal, tek başına kalıyor. Abisi Fikret'in Amerika'da kurulu düzeni var, abisinin oraya dönmesi gerekiyor. Nihal üniversiteyi bitirene kadar ona göz kulak olacak bir büyük gerekli. Bu büyükler kitabın da anlatıcısı olan Ender ile Çetin oluyor. Nihal gençliğinin verdiği tazelik ve yaşadıklarının verdiği buruklukla bizim ikilinin yaşamında parlıyor. Bazen günü aydınlatan bir güneş, bazen geceyi hüzünlendiren bir yıldız gibi.

Bu bir aşk hikayesi gibi görünüyor. Ama kimin kime veya neye aşkının hikayesi, zamanla bulanıklaşıyor. Çetin ile Ender orta yaşlı iki adam. Nihal ise daha yirmisinde. Üstelik Nihal onlar için kardeşleri gibi olmalı, hem yakın arkadaşlarının da kardeşi. Öte yandan Nihal, hayatlarının griliğindeki bu iki adam için bir hatırlatıcı. Gençliklerinin, çocukluklarının... Hatta birlikte yaşadıkları anılarının. Zamanı geriye alamazsın ama peki ya anıları? Onları geri alabilir misin? Onları tekrar yaşayabilir misin? Basbaya deneyimlemeyi kastediyorum? Ender de bunu kastediyor. Ender de Çetin de Nihal'i seviyor. Ben buna aşk demezdim ama zaten aşk nedir ki? Bu bile tartışmalı.

Ender de, Çetin de Nihal'i bir kır papatyasını izler gibi seviyor. Gün doğumunu ya da batımını izler, pazar kahvaltısının heyecanını izler, dünya kupasındaki gol sevincini izler gibi... Sadece izler gibi seviyor. Nihal'in toyluğunu, kalp kırıklıklarını, sevinçlerini ve bilmedikleri her şeyini izliyorlar sadece. Onda kendi gençliklerini ve umutlarını gördükleri içindir belki de. Çünkü bir yaşamı yeniden yaşayamazsın; ama belki başka biri aracılığıyla bu uçucu hissi izleyebilirsin. Belki de aşk da böyledir. İçindeki özlem ve umutlarını karşındaki kişide görmek, buna hayranlık duymak ve izlemek izlemek... Bu pencereden bakarsak evet, ikna oldum gibi gibi, bu biraz iğreti de dursa bir aşk hikayesi olabilir.

Bu kitabı liseyi bitirdiğim yıl okumuştum ilk kez. Altını çizdiğim satırları görünce birkaç tutam duygusallaştım. Şimdi üstüne bir o kadar, hatta daha bile fazla, satırın altını çizdim. Bir ara oturdum ağladım. Kitabı ilk kez okuduğumda ne düşünmüştüm hatırlamıyorum ama kitabın bende yeni bir şey keşfetmenin hoş tadını bıraktığını hatırlıyorum. O dönem benim için farklı ve güzel olan bir sürü kitap okumuştum. O kitapların tadı hala damağımda (üzerinden altı yıl geçmiş). Bu kitap da öyleydi işte, içeriğiyle değil ama kendine has ruhuyla bana dokunmuştu. O zaman anlamamıştım, şimdi anladım (gibi gibi). O zaman, kitabı ilk okuduğumda, çok bir şey düşünmemişimdir muhtemelen. Daha ne yaşamıştım ki? Hiç. Hoş, şimdi de çok deneyimsiz gibiyim. Ama kavrama yeteneğim güçlü (gibi gibi). Ondan olacak, bu seferki okumamda daha çok şey gördüm. Kitabın ön planında ve reklamında aşk olsa da, ben en çok dostluğu sevdim. Ender ve Çetin'in dostluğunu. Zaten onların çaresizliği Nihal de değildi; yaşamadıkları veya yaşarken anlayamadıkları hisleri alıp götüren zamandı.

Böyle durumlarda insanın kendi özünden parçaları bu ikili ilişkilere verdiği için bağ kurduğunu düşünürdüm. Oysa şimdi görüyorum ki, aslında bir şey almak veya vermek değil bu; bu, senin anıların. Senin hayatın. En güzel anlarını, en buruk anlarını yaşaman; bazen birebir, bazen anlatarak. Bu yüzden dostluklar kıymetli. Bu yüzden aşk kıymetli. Ve bu yüzden ben; Ender, Çetin ve Nihal üçlüsünden bir aşk hikayesi çıkmadığını düşündüm ve düşünüyorum. Belki bir aşkın hayali denilebilir buna. Belki geçmiş aşkların hayali. Belki gelecek bir aşkın hayali; o kişiyle bile değil o hisle ilgili bir hayal. Bilmiyorum; burada ana karakter olan anlatıcı (ve kitabın yazarı) bir erkekti neticede. En duygusal ve şairane düşünen erkek bile bir kadın gibi düşünmez muhtemelen. Özellikle de aşk hakkında.

Bu, benim sevdiğim bir kitap. Ayrıca bu kitabın benim için özel bir yanı da var. Yıldızlı gecelere farklı bir şekilde bakmamı sağlamıştı.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


24 Aralık 2024 Salı

Dublinliler (James Joyce) | Kitap Yorumu

Yazar: James Joyce, Çevirmen: Fuat Sevimay,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitap on beş öyküden oluşuyor. Bu öykülere genel olarak Dublin, Dublin'in insanları ve bu insanların düşünce ve his dünyasından oluşan bir atmosfer hakim. İrlanda ilgimi çeken bir ülke. Neden ilgimi çekiyor emin olmamakla birlikte, İrlanda dendiğinde kulaklarım havaya bir dikilir. Bu nedenle kelimeler aracılığıyla da olsa Dublin sokaklarında gezinmek, şehrin atmosferini solumak ve insanlarının düş ve düşünce dünyası hakkında fikir sahibi olmak güzeldi. 

Bazı yazarların isminin gerçekten bir ağırlığı oluyor. En azından benim için bu bazı isimler, kitaplara yaklaşımımda etki sahibiler. Dublinliler, okumak için uzun zamandır aklımın bir köşesinde olan bir kitaptı ancak kitapla kütüphanede karşılaşmasaydık bir bu kadar süre daha kitabı okumayacağımı biliyorum. Bunun nedeni yazarın dilini anlaşılmaz bulacağıma dair geliştirdiğim ön yargımdı. James Joyce'un kendine has, özel ve özgün bir anlatımı var o ayrı, ancak bu anlatım -en azından bu kitabı için- anlaşılmaz veya dolambaçlıdan ziyade kapsayıcı sıfatıyla ifade edilebilir benim açımdan.

Kapsayıcı derken kastettiğim durum ise şudur ki; öykülerde bir okur olarak kendimi direkt olayların göbeğinde, sanki orayı karakterler kadar iyi biliyormuşum, o olaya karakterler kadar hakimmişim, hatta o karakterleri belki yakından belki uzaktan görmüşüm tanımışım gibi bir hava hakimdi. Daha öykünün en başından itibaren beni sarıp sarmalayan ''kapsayıcı'' hava buydu. Belki bu durum bazı okurların kafasını karıştırabilir (bir ihtimal); ancak benim çok hoşuma gitti. Bu durum benim gözümde okuru da olayların bir parçası yapma özelliğini beraberinde getiriyordu. Bu nedenle James Joyce ile tanışma kitabımdan memnunum. 

Öykü severlerin sevebileceğini özellikle düşündüğüm, hoş bir kitaptı. Kitabı bitirdiğimde sanki tüm bu öyküler tek tek kurgular değil de, bir bütünün parçası gibi yerleştiler zihnimde. Film uyarlaması olsa onu da çok severek izlerdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


23 Aralık 2024 Pazartesi

The Little Rascals (Küçük Afacanlar) | Film Yorumu


Yönetmen: Penelope Spheeris

Senarist: Paul Guay, Stephen Mazur, Penelope Spheeris, Mike Scott, Robert Wolterstorff

Yapımı: 1994 - ABD


''El ele verip çalışırsak her şey mümkün olur dostum!''


Kaynak: Pinterest

Kızlara Uyuz Olan Erkekler Kulübü'nün bir üyesi olmak için iki temel şartı yerine getirmek gerekiyor: Erkek olmak ve kızlardan nefret etmek! Kulübe bir kızın katılması kesinlikle yasak. Kulüpte konuşulanlar ise daima kulüp üyeleri arasında kalır. Kulüp binası ve arabası sadece, evet, kulüp üyelerindir. Ancak kulübün bu katı kurallarına ihanet eden birisi ortaya çıkıyor: Alfalfa (Bug Hall). 

Alfalfa küçük kalbini Darla'ya (Brittany Ashton Holmes) kaptırıyor. Arkadaşlarının onlara ihanet ederek bir kızla vakit geçirmesi üyeleri sinirlendiriyor ve Alfalfa'ya bir ders vermeye karar veriyorlar. Alfalfa ile Darla'nın kulüp binasındaki piknik planını sabote ediyorlar. Bu olayın ardından kulüp binasının yanmasının da içinde olduğu bir dizi beklenmedik olay yaşanıyor.

Film boyunca bu afacanların kendilerine yeni bir bina inşa etmek için atıldıkları macerayı ve eski dostları Alfalfa'yı yeniden aralarına katma çabalarını izliyoruz.

Küçükken çocukların genelde hem cinsleriyle oyunlar oynayıp vakit geçirmesi sık rastlanan bir durumdur. Ben de küçük bir kızken kızlarla oyunlar oynamayı tercih ederdim. Öte yandan kız çocukların erkek çocuklar hakkında, erkek çocukların da kız çocuklar hakkında bazı yargılara sahip olması da sık rastlanan bir diğer durum. Bu filmde de kızlar erkeklerin pis ve kaba, erkekler kızların temiz ve cici olduklarına emindi! Bu nedenle de birbirlerinden kesinkes uzak duruyor, birlikte oyun oynama düşüncesini akıllarına bile getirmiyorlardı. Ancak yaşadıkları bazı olaylar, düşündükleri her şeyin çok da doğru olmayabileceğini onlara gösterdi.

Kulübün başkanı Spanky'nin (Travis Tedford) idolü olan ''dünyanın en iyi sürücüsünün'' bir kadın olduğunu öğrendiği an çok tatlıydı. Ayrıca dostça yaklaşan kızlar ve düşmanları olan erkekler ile yaşadıkları maceralar, kulüp üyelerinin arkadaşlık ilişkilerini gözden geçirmelerinde büyük etkiye sahip oldu. 

İzlerken gülmekten yanaklarımın ağrıdığı, çok sevimli ve komik bir filmdi. Küçük afacanları ve küçük hanımları mıncırma düşüncesi de hep aklımın bir köşesindeydi. Çok tatlılardı gerçekten. Bu filmi sanıyorum ki daha evvel de izlemişim. Bazı sahneleri bana çok tanıdık geldi. Ama zaten tekrar tekrar tekrar izlenebilecek, mutlu eden bir film. Ruh halimi anında olumluya çevirdi.


The Little Rascals (1994) Theatrical Trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


19 Aralık 2024 Perşembe

Sarı Duvar Kağıdı (Charlotte Perkins Gilman) | Kitap Yorumu

Yazar: Charlotte Perkins Gilman, Çevirmen: Sevda Deniz Karali,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitap dört öyküden oluşuyor. Bu öyküler sırasıyla; Sarı Duvar Kağıdı, Ben Cadıyken, Büyük Morsalkım, Sallanan Sandalye. Öykülerin genelinde karanlık ve gotik bir tema ve korku unsurları hakim. Bu öykülerde ana karakter olarak karşımıza kadınlar çıkıyor. Bu kadınlar farklı yaşamlara ve kişiliklere sahip kadınlar ancak hepsinin ortak noktası olarak hapsedilme unsurunun ön planda olduğunu görüyoruz.

Kitaba da ismini veren Sarı Duvar Kağıdı isimli öyküde tatile çıkmış ve kiralık bir konakta konaklayan evli bir çiftin öyküsü anlatılıyor. Öykünün anlatıcısı olan kadın karakter depresyonda olmasına karşın, depresyonu sinir bozukluğudur gibi üstünkörü bir teşhisle önemsenmiyor. Ana karakter yazmayı, düşünmeyi seven birisi ancak tam da bu sevdiği eylemler nedeniyle kendini kötü hissettiği söyleniyor ve yazması ona yasaklanıyor. Bu kadın karakter ile kitabın yazarı Charlotte Perkins Gilman arasında benzerlikler bulmak mümkün. 

Kitabın girişinde önsöz formunda yer alan ve yazarın kaleminden çıkmış 1913 tarihli Sarı Duvar Kağıdı'nı Neden Yazdım? başlıklı yazıda da yazar bu öyküsündeki ana karakterin yaşadığına benzer bir depresyon sürecinden geçtiğini ve ona ''dinlenmek'' yerine, ''çalışmanın'' iyi geldiğini ifade ediyor. Öyküde yer alan kadın karakter aslında iyi huylu ve ortalama üstü geliri olan bir eşe sahip. Oysa ana karakterin ''sahip olmak'' istediği şey bu değil. Ana karakter kiraladıkları bu konakta yatak odası olarak kullandıkları odanın dökülmüş sarı duvar kağıdında hareket eden çeşitli şekiller görüyor. Bu şekillerde parmaklıklar ardından çıkmaya çalışan bir kadın görüntüsü olduğunu ifade ediyor. 

Bu karakterin direnişi ve özgürlüğünü eline almaya karşı duyduğu istek daha pasif bir şekilde ilerliyor diyebilirim. Karakterin eylemlerini açık bir şekilde görmediğimiz gibi, düşüncelerinde de bastırılmış bir başkaldırı göze çarpıyor. Ana karakterin depresyonunun sebebi, hayatındaki en küçük bir durumda bile kendi kararını alamayışı. Kendi sağlığı söz konusu olduğunda bile başka herkesin ''onun iyiliği için'' fikri var. Ancak ana karakterin istediği ''iyi olma hali'' bu değil. O, kendi iyiliğini istiyor; başkasının onun için düşündüğü iyiliği değil.

Bu öyküde üstünde durmaya değer bulduğum bir diğer nokta ise ana karakterin kendi içinde verdiği savaş. Sarı duvar kağıdı başlangıçta onu fazlasıyla rahatsız ediyor, hatta o odada durmak istemiyor. Ancak sonraları bu hapsedilmiş kadın şeklinin hikayesini çözmek için karşı konulmaz bir merak duymaya başlıyor. Bu merak onu bağımsızlık isteğine götürecek yolun da başlangıcı. Evet, ana karakter henüz bağımsız olma yoluna bile çıkmıyor aslında. Onun için ilk adım, bağımsız olma isteği. Sarı duvar kağıdının şekillerini gün ışığında değil de ay ışığında daha net görebilmesi ise başka bir ayrıntı. Gece olup da dikkatini dağıtacak her şey ortadan çekildiğinde kendi hisleriyle yüzleşme fırsatı buluyor ana karakter. 

Ben Cadıyken isimli ikinci öyküde de karşımıza anlatıcı olarak bir kadın karakter çıkıyor ve bir dilek dilemesiyle başlayan yaşadığı fantastik olayları anlatıyor. Burada da yine bastırılmış, sindirilmiş ve aslında bunu kabullenmiş kadın karakterlerin sesi olan ve sistemdeki yanlışları bir cadı edasıyla dile getiren bir kadının yaşadıklarını okuyoruz. Tarihte cadılardan neden sadece kadın olarak bahsedilmiştir? Çünkü kadınların gücü, baskı ve kurnazlık yoluyla güç elde eden diğerlerini korkutmuştur da ondan. Bu nedenle bu kadınlar cadı damgası yiyip taşlanmışlar, ötekileştirilmişler ve bir başınalığa terk edilmişlerdir (tabii eğer o kadar şanslılarsa!). 

Cadıların büyülü güçleri olduğu ve bazı olağanüstü değişiklikler yapabildikleri de rivayet edilir. Bu öykünün cadısı da bazı sihirli güçlere sahip oluyor. Bunun adı, istek. Öfkeyle dilekler diliyor bu cadı. Zulmedenlerin, hak yiyenlerin ve kandıranların ilahi adaletlerini bulmalarını diliyor. Kendi gücünün farkına çok geç varan bu ana karakter, son olarak bir şey daha diliyor: Diğer kadınların da güçlerini fark etmelerini! Ancak bir insanın iradesine giremez, onu kendi istemedikçe değiştiremezsin. Bu noktada bu öykünün benim gözümde en dikkate değer yanı göze çarpıyor. 

Kadınların bastırıldığı, sindirildiği ifade ediliyor. Peki bu bastırılan, sindirilen kadınlar bunun farkında mı veya buna dur demek istiyorlar mı gerçekten? Bastırılma, sindirilme deyince de çok dar bir pencereden bakıyoruz. Bu öyküde ise benim en hoşuma giden yan, bu pencerenin ortadan kaldırılması. Bastırılan kadın deyince sadece eve tıkılan, fiziksel şiddete maruz kalan veya kültürsüz vs kadınlar aklımıza gelmemeli. Evet o da var; bu sorunun temeli zaten psikolojik manipülasyon. Manipülasyonun ise türlü çeşitli yolları bulunuyor. Bunlardan biri de o kadına pek çok şey verip (Sarı Duvar Kağıdı isimli öyküde de bunu görmüştük) özgürlüğünü almak. 

Burada kastedilen ''özgürlük'' aslında kişinin ''benliğini'' çalmak, el koymak. Kadınların benliklerini istedikleri gibi şekillendiren otoriteler mevcut. Üstelik bu öyle bir alışkanlığa dönüşmüş durumda ki, manipüle edildiğimizi bile bazen anlamayabiliriz. Kişi kendi içinde mutlu ve huzurluysa durum değişir ancak manipüle edilmiş olduğu gerçeği değişmez. Bu öyküde de bakımlı, zengin ve havalı kadınların da aslında bu bahsettiğim manipülasyona uğramış olabilecekleri ve seslerinin bu şekilde alınabileceği, baskının baskı dediğimizde akla gelmeyen anlamıyla da yapılabileceği, ifade ediliyor. 

Özgürlüğün geniş bir tanım aralığına sahip olduğunu ancak özünde benlik gibi başka bir kavrama dayanarak sorgulamasının yapılabileceğini düşünüyorum. Ben ne kadar cadıyım veya ben cadı olmayı göze alabilir miyim sorusu bu noktada önemli diye düşünüyorum; özellikle de bu öyküyü okuduktan sonra. Öykünün ana fikrini sevmekle birlikte, karakteri için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Zalim ve bencil bir karakterdi çünkü (bazı istekleri hoş değildi). Keşke bu kurgu ve karakter daha farklı oluşturulsaydı. O zaman gerçekten güçlü bir öykü olacağını düşünüyorum. Bu haliyle öykü vermek istediği mesaj ile çelişkiye düşüyor bence ya da tam olarak vermek istediği mesaj bu; emin değilim. Gücü eline geçiren onu kendi bencil istekleri için de kullanır mı? Eleştirdiği durumları, belki ''iyi niyetle'' belki değil, kendisi de yapar mı? Bunu sorgulamamı da sağladı.

Büyük Morsalkım isimli öyküde ise yine olağanüstü özelliklere sahip eski bir konağa tatil için yerleşen (bu sefer) iki çiftin yaşadıkları anlatılıyor. Bu konağın geçmişinde de bir kadın karakter bizleri karşılıyor. Zaten ''perili'' bir konağın geçmişinde mutlaka acı çeken insanlar olur, değil mi? Bu konağın geçmişinde de acı çeken genç bir kadın var. Bu kadın toplumun ve ailesinin genel kabullerine uymadığı için bebeğinden ayrılıyor, hapsediliyor ve perili bir konağın acı çeken ruhu oluyor. Acı çeken bir ruh, özgürlüğü alınmış bir ruhtur. Bu öykü aslında kitaptaki en basit öyküydü diyebilirim. Hatta öyküyü ilk okuduğumda bana çok alelade gelmişti. Oysa üstüne düşündüğümde beni en çok üzen öykünün Büyük Morsalkım olduğunu fark ettim. Bazı acılar köklü bir bitki gibi derinlere uzanıyor. Bu öyküde de bir kadının huzur bulmayan ruhunun öyküsünü okuyoruz.

Sallanan Sandalye isimli öykü ise kitaptaki en akıcı ve merak unsurunun ön planda olduğunu düşündüğüm öyküydü diyebilirim. Bu öyküde genç iki gazeteci arkadaşın taşındıkları kiralık odada yaşadıklarını okuyoruz. Bu odada sallanan, rahat ve eski bir sandalye var. Bu sandalyeyi evin dışarısından pencereden izlediklerinde güzel sarı saçlı genç bir kızın sandalyede sallandığını görüyorlar. İki delikanlı bu kızdan resmen büyüleniyor ancak kızı sadece evin dışından pencere aracılığıyla görüyorlar. Kıza asla ulaşamıyorlar ve bu imkansızlık iki genci önce birbirine düşman ediyor, sonra da akıllarını başlarından alıyor. 

Bu öyküde diğer öykülerden farklı olarak anlatıcımız bir erkek karakter. Öykünün ana karakteri olarak bu erkek karakteri veya iki erkek karakteri düşünebiliriz ilk etapta. Ancak ben bu öyküde de, her ne kadar anlatıcısı olmasa da, ana karakterin bir kadın karakter olduğunu düşünüyorum. Öykü boyunca bizim de hakkında iki delikanlının bildiğinden fazlasını öğrenemediğimiz genç kızın aslında olayların tam merkezinde yer alarak ana karakter olarak karşımıza çıktığını düşünüyorum. Çünkü zaten diğer iki karakter de çok geçmeden bu kadın karakter yörüngesinde hareket etmeye, onun bir parçası olarak var olmaya başlıyorlar. Bu bakımdan burada genel kabulde ''güçlü'' kabul edilen bir kadın karakterden söz edebilir miyiz? Hayır. Çünkü bu, edilgen bir güç. Bu kadın karakter de kendi gücünü ancak erkek karakterler üzerinden diğerlerine gösteriyor. Oysa buna ihtiyacı yok. Çünkü zaten kendi başına ''büyüleyici'' bir karakter. Onu ''büyüleyici'' bulan seyirciler var diye büyüleyici değil yani; zaten ''öyle'', zaten kendisi olarak güçlü.

Açıkçası yorum yazısı yazmaya başlamadan evvel kısa bir yazı yazacağımı düşünmüştüm ancak yazmaya başlayınca düşüncelerimin sandığımdan çok daha fazla olduklarını fark ettim. Bu durum beni de şaşırttı diyebilirim. Bu yılın başında Charlotte Perkins Gilman'dan Kadınlar Ülkesi (yorum yazısına gitmek için tıklayabilirsin) isimli kitabı okumuş, çok beğenmiştim. Yazar feminist bir yazar ve yaşadığı ve düşüncelerini açıkça yazdığı yılları (1900'ler civarı) göz önünde bulundurduğumuzda cesareti, dirayeti ve çabası takdire şayan. Onun bir asrı aşkın bir zaman önce kaleme aldığı sorunları biz hala yaşıyoruz ve bu durum insanı düşüncelere sürüklüyor...  Bu öykü kitabında dile getirdikleri de üzerinde durmaya değer. Bende kesinlikle yeni pencereler açtı da diyebilirim. Ancak buna karşın kitabın anlatımının daha etkili olabileceğini de düşünüyorum. Kaldı ki yazarın bunu yapabildiğini Kadınlar Ülkesi kitabında da görüyoruz.

Sarı Duvar Kağıdı içerik olarak başarılı, anlatım olarak yetersiz bulduğum bir kitap oldu. Anlatımın kapalı ve mecazlarla dolu oluşu ise yazarın dile getirmeye çalıştığı mesajlara her okurun ulaşmasını zorlaştırabilir diye düşünüyorum. Yine de genel olarak beğendiğim ve çağına göre fazlasıyla yenilikçi bulduğum bir kitap oldu.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Adem'den Önce (Jack London) | Kitap Yorumu

Yazar: Jack London, Çevirmen: Pınar Kür,
Yayınevi: Can Yayınları

Kitap, rüyalarında Paleolitik (Eski\ Kaba Taş) Devri'nde yaşadığını gören bir adamın anlattıklarından oluşuyor. Bu anlatılar, bin yıllar öncesinde yaşamış bir bilincin bıraktığı genetik mirasın biraz da fantastik unsurlarla birleştirilerek aktarımı denebilir. Ana karakter gündüzleri 21. yüzyılın normal yaşantısını yaşarken, geceleri ilk insanlardan olan bir adamın bedeninde, onun deyimiyle, Genç Dünya'da yaşıyor. Bu rüyalar o kadar canlı rüyalar ki ana karakter için, rüyasında deneyimlediği bilinci ikinci kişiliği olarak, yaşadığı ilginç deneyimi ise kişilik bölünmesi (ki bu ifadenin psikolojideki terimsel anlamını kullanmadığını ana karakter de söylüyor) olarak ifade ediyor.

Yazar Darwinci bir bakış açısından yola çıkarak insanoğlunun dünya üzerindeki evrimsel sürecini merkeze aldığı bir serüvene çıkarıyor hem ana karakterini, hem de biz okurlarını. Bu kitap uzun zamandır kitaplığımda, ondan da uzun zamandır aklımda olmasına rağmen okumayı ertelemiştim. Bunun sebebi kitabın dilinin karmaşık olacağını düşünmemdi. Nedendir bilinmez, böyle bir düşünce geliştirmişim kitaba karşı. Oysa kitabı okuma sürecim bu öndüşüncemin tam tersi şekilde, fazlasıyla akıcı bir şekilde gerçekleşti. Hatta kitabı elimden bırakamadım desem yeridir. Her detayı hem boşluk bırakmayacak ayrıntılarla örülmüş, hem de merakta bırakacak bir işleyişte ilerleyen bir kurguydu. Yazarın bu kurguyu yazarken evrim, genetik, biyoloji ve hatta psikoloji hakkında araştırma yapmış olduğunu düşünüyorum. Bu da kitaba olan hayranlığımı artırıyor. Be adam, diyorum sevgili Jack London'a, sen nerden buldun nerden düşündün böyle bir kurguyu pes! -ve şapka çıkarıyorum-.

Yazar sanki gerçekten de taş devrinde yaşamış veya ana karakter gibi rüyalarında ikinci bir hayat olarak taş çağındaki yaşamı deneyimlemiş gibi canlı betimlemelerde bulunmuştu. Kitabı okurken ben de bir okur olarak kendimi vahşi ormanlar, yırtıcı hayvanlar, Ateş Adamlar, Ağaç Adamlar ve nicesinin arasında buldum. Kitapta ifade edilen Ateş Adamlar'ın en gelişmiş insansı tür ve istilacı olarak ifade edilen Homo Sapiens, Ağaç Adamlar'ın en kaba ve gelişmemiş olan, ağaçlarda yaşayan ve işbirliğinden yoksun Homo Erectus (ki bundan emin değilim - sadece bir tahmin) ve kitabın ana karakteri de olan anlatıcının deneyimlediği bilincin türünün ise Neandertal olduğunu düşünüyorum.

Bu kavramları ilk kez üniversitede bir dersimde geçen dilin kökeni ve nasıl ortaya çıkabileceği konusu ve sorusu bağlamında araştırmıştım. Dil gelişimi gerçekten de beyin gelişimini ve hem bireysel hem de kolektif gelişimi etkileyen, hatta sıçrama yaptıran bir etken. Çünkü dil gelişimiyle birlikte iletişim doğmuş. İletişim ise işbirliğini, zaman kavramını ve düşünce üretimini oluşturmuş. Kitapta da kurgu içerisinde bunlara değiniliyor. Ayrıca satır aralarında modern insanın bin yıllar sonrasında bile hala beceremediği ve işine gelmediği için eksik kaldığı organize olmama, örgütlenmeme, haksızlığa ses çıkarmama, barbarlık, şiddet vb. gibi (malesef) koruduğu özellikleri eleştiriliyor.

Kitabı okurken üzerinde düşündüğüm bir diğer soru ise ''bilinç nedir'' sorusuydu. Ana karakter bir çeşit doğaüstü etkinin veya psikolojik bir sanrının etkisiyle bu rüyaları görmüyordu. Ana karakter çocukluğunun hatırlayabildiği en erken zamanından itibaren her gece rüyasında kendini başka bir bedenin içinde başkasının bilinciyle yaşadığını ifade ediyordu. Bu bilinç aktarımını reenkarnasyon kavramıyla da açıklamıyordu, ki bu noktada ''ruh göçü'' olarak da ifade edilen ve mistisizme kayan bir ''inanç'' olan reenkarnasyon terimi üzerinde de düşündüm. Yazarın ifade ettiği ikinci kişilik veya kişilik bölünmesi ifadeleri ise bu noktada devreye giriyor (bunları psikolojideki anlamıyla kullanmadığını söylemiştim). Ana karakter gerçekten de genlerine kodlanmış atasal anılarını hatırlıyor olamaz mı rüyalarında? Ana karaktere göre durum sahiden de böyle; ancak bu düşünce biçimi fantastik veya mistik sebepler bulmaktan daha çok heyecanlandırdı beni. Çünkü bilincin ne olduğu ve sınırları mevzusu bana tüm bunlardan çok daha güçlü, çok daha ilginç ve hatta çok daha fantastik geldi.

Beni etkileyen bir kitaptı. Kitabı okurken hem eş zamanlı olarak hem de bir kenara bıraktıktan sonra üstüne düşündüğüm çok şey oldu. Beni en çok etkileyen noktalardan biri ise henüz soyut düşünme becerisine sahip olmayan bu ilk insansı türlerin, doğal olarak, sadece somut etkilerden korkması ve ne kadar güç durumda olurlarsa olsunlar yaşama içgüdülerinin aşırı güçlü olmasıydı. Onların acıları yaralanma, düşme, açlık, soğuk vb. gibi nedenlerle oluşan somut acılardı. Oysa modern insanın acısı, acıdan ziyade bir çeşit ızdırap gibi görünüyor diye düşündüm. Bu insansılar gecenin içindeki avcılardan korkarlarken, biz insanlar gecenin bizdeki çağrışımlarından korkuyoruz. Onlar elleriyle tuttuklarıyla yetinirken, bizler sonrasını düşlüyoruz. Bizi geliştiren de bu; aynı zamanda bize ''ızdırap'' veren. Modern insanın hayata bağlılığı bu insansılarınki kadar güçlü değil, diye düşündüm kitabı okurken. Bizler acı çekiyoruz, çünkü var oluşu kaldıramıyoruz. Onlar acı çektiler, çünkü varlıkları kolayca hasar görüyordu.

Kitabın isminde geçen ''adem'' ise ''insan'' demek. Kitap, henüz insanın bildiğimiz haliyle var olmadığı bir çağı anlatıyor. Eğer ki evrim vs konularından tetikleniyorsanız kitap size göre olmayabilir. Ancak bunun dışında bu yıl okuduğum en ilginç kitaptı diyebilirim Adem'den Önce için.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


15 Aralık 2024 Pazar

Havuçkafa (Jules Renard) | Kitap Yorumu

Yazar: Jules Renard, Çevirmen: Ebru Erbaş,
Yayınevi: Can Yayınları

Bu kitabı gördüğüm ilk günden beri okumak istemiştim. Bana tanıdığım birini anımsatmıştı Havuçkafa. Zeze'yi. Daha kitabı okumadan ondan hoşlanmıştım. Hatta üstüne az düşünsem ve hayal kursam, severdim bile. Sonra, kitapla bir yerde karşılaştım. Aaaa sen de mi buradaydın Havuçkafa, oldum. Kitabı o gün de alıp okuyamadım. Sonra, bir kütüphane rafında bir daha yolumuz kesişti onunla. Sevdiğin birini ansızın yolda görürsün ya, işte öyle yüzümde güller açtı. Aldım sarıldım kitaba. Bu sefer bir kahve höpürdetmeden bırakmayacaktım. Öyle de yaptım. İki kupa devirdik birlikte. Ama anlaşamadık. Zeze'ye benzemiyormuş Havuçkafa. Tanıdığım diğer yaramaz, afacan, hadi belki hınzır çocuklara da. Belki biraz Hayalperest'in Neftalisine. Ama o kadar nahif değil bizim oğlan. Yine çocuk; çocuk hep çocuk tabi. Ama bilemiyorum. Bu kitap beni çok sinirlendirdi.

Havuçkafa beş kişilik bir ailenin üçüncü ve son çocuğu. Bir abisi ve bir de ablası var. Babası daima meşgul olduğundan ailesine karşı ilgisiz. Annesi ise fazla ilgili, özellikle de Havuçkafa'yla. Abi Felix tembel ve alaycı. Abla Ernestine soğuk ve sinsi. Tabii Havuçkafa'ya göre öyleler. Havuçkafa'nın kızıl saçları, çilli yüzü, sıska bir vücudu var. İsmini görünümünden alıyor. Gerçek ismini ise ailedeki herkes unutmuş. Havuçkafa'nın kendine has bir varlığı yok bu ailede, bir ismi bile yok... Babasıyla ava çıkıyor, hala yaşayan av hayvanlarına son darbeyi indiriyor, geceleri zifiri karanlıkta bahçeyi kolaçan ediyor, az yiyor, kilitlendiği odada altını pisletiyor... Okulda bile sevilmiyor Havuçkafa. Sadece öpülmek istiyor. Biri ona sarılsın istiyor. Ava çıkmaktan nefret ediyor. Daha çok yemek yemek istiyor. Ona iyi davranan tek kişi vaftiz babası ama o da yaşlı ve hep onunla kalamaz. Kendi düşüncelerini söylemediğinde azarlanıyor. Kendi düşüncelerini bulup söylediğinde susturuluyor. Havuçkafa, kimliğini bulmaya çalışıyor ''çocuk haliyle.'' Ama muhtemelen buna fırsat bulamadan büyüyecek. Peki büyüdüğünde nasıl biri olur böyle yetiştirilmiş bir çocuk?

Havuçkafa beni çok üzdü. En azından onun ismini olsun öğrenmek isterdim. Yalnızlık içinde bir kenara sinen, ihmal edilmiş bir çocuk. Keşke her çocuğa sarılan biri olsa. Hiçbir çocuk böyle ilgisizlik, sorumsuzluk ve sevgisizlik içinde büyümek zorunda kalmasa. Bölümleri kısa kısa olduğu için kitabı kısa sürede okudum. Yine de içim rahat değil. Havuçkafa'yı neden daha detaylı tanıyamadığımızı anlayabiliyorum. Çünkü ailesi bu kadarına izin verdi ona. O da kendini yazarın bize onu tanıttığı kadar tanıyor, ondan. Yine de, işte, onun iç dünyasını keşfetmek isterdim. Öfkesini, hüznünü, sevincini. Her şeyi yüzeysel ve göstermelik yaşayan bir ailenin görünmeyenleriyle anlatılan öyküsü aynı zamanda Havuçkafa. Ayrıca kitabın yazarı Jules Renard'ın çocukluğuna dair otobiyografik özellikler de taşıyan bir kitapmış. Bu da kitabı asıl ilginç yapan durum bence.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


14 Aralık 2024 Cumartesi

Noktürnler - Müziğe ve Günbatımına Dair Öyküler (Kazuo Ishiguro) | Kitap Yorumu

Yazar: Kazuo Ishiguro, Çevirmen: Zeynep Erkut,
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları

Bazı kitaplar bana hiç ummadığım bir günde çok güzel vakit geçirmek gibi hissettiriyor. Büyük büyük şeyler olmuyor belki, hayatımın akışı da değişmiyor. Ama o güzel günde içime öyle güzel hisler doluyor ki, üzerinden günler, aylar, hatta yıllar geçtiğinde bile o günü anımsadığımda aynı hissin tadı ta derinliklerimden yükseliyor. İşte! O kitaplardan biri de Noktürnler oldu benim için.

Noktürn ne demek açıkçası bilmiyordum. Müzikle ilgili bir terim olduğunu tahmin etsem de, anlamını öğrenmek için googlamam gerekti. Noktürn; ''içli, duygulu, romantik anlatımı olan, özgürce bestelenmiş müzik parçası'' demekmiş. Kitapta beş öykü yer alıyor. Bu öykülerin hepsi müziği, müzisyenleri ve müzikseverleri konu ediniyor. Kitapta yer alan öyküler sırasıyla; Aşk Şarkıcısı, Come Rain or Come Shine, Malvern Hills, Noktürn, Çellistler. Kitabın ismini ayrıca bir öykünün başlığı olarak görsek de, aslında kitaptaki tüm öyküler kitabın ismini karşılayan anlama sahipler. Bu öykülerdeki karakterlerin ortak noktası (müzisyen olmaları dışında :), içlerindeki tutkuyu arayan, bulan veya bulmak istediğini bulan karakterlerden oluşması. Tıpkı içli, romantik ve özgürce bestelenmiş, insanın içine işleyen parçalar gibi bir his verdi bana öykülerin hepsi. Ayrıca bu öyküleri okurken sanki birbirinden bağımsız bölümlerden oluşan bir mini dizi izliyormuş veya iç içe geçmiş bağımsız hikayelere sahip hoş bir film izliyormuş gibi hissettim. Bu öykülerin uyarlandığı bir film izlesem muhtemelen severim de bu arada. :)

Aşk Şarkıcısı isimli ilk öyküde, çocukluk anılarında yer etmiş ünlü bir müzisyenle rastlantı eseri tanışan bir sokak müzisyeninin bir gün içinde yaşadıklarını okuyoruz. Come Rain or Come Shine isimli ikinci öyküde, üniversite arkadaşlarına yatılı misafirliğe giden bir adamın eski dostlarının yaşamındaki çalkantının içinde yaşadıklarını okuyoruz. Malvern Hills isimli üçüncü öyküde, genç bir müzisyenin tatil için ablası ve eniştesinin işlettiği butik otelde müzisyen bir turist çiftle yaşadığı olayı okuyoruz. Dördüncü öykü olan Noktürn isimli öyküde, bir saksafoncunun müziğini duyurmak için sınırlarını bir hayli zorlaması sonucu yaşadığı macerayı okuyoruz. Bu arada bu öykü ile ilk öykü arasında bağlantı bulunuyor. Öyküler birbirinin devamı olmasa da, ilk öyküdeki bir karakteri bu öyküde konuk oyuncu olarak görüyoruz. Son olarak Çellistler isimli öyküde ise genç bir çellistin, gizemli bir kadının akıl hocalığını alması sonucu yaşadıklarını okuyoruz.

Dediğim gibi öykülerin genelini beğendim. Öykülerin genelini değerlendirdiğimde benim için geri planda kalan öykü Çellistler oldu. Come Rain or Come Shine ve Noktürn isimli öyküler ise bana çeşitli duyguları art arda yaşattıkları ve beni baya baya kahkahalı güldürebildikleri için yıldızladıklarım oldu diyebilirim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


9 Aralık 2024 Pazartesi

Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk (Wilhelm Genazino) | Kitap Yorumu

Yazar: Wilhelm Genazino, Çevirmen: Süreyya Turhan,
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

Karakterlerin ön planda olduğu kitapları okumayı ayrı bir seviyorum. Böyle kitaplarda bizzat kitabın kendisi o karaktere teslim ediliyor ve biz okurlar da o karakterin gözünden kitapta yer alan dünyayı ve düşünceleri deneyimliyoruz. Gerhard Wahrlich ise Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk'un anlatıcısı. Gerhard bir hayli şahsına münhasır bir karakter diyebiliriz. Kendisi felsefe eğitimi almış ve Heidegger felsefesi üzerine doktora tezi yazmış bir çamaşırhane müdürü. Birlikte yaşadığı sevgilisi Traudel ile monoton giden ilişkisine Traudel'in bebek isteği gölge düşürüyor. Gerhard içinde yaşadığı hayattan fersah fersah uzakta olan, bu uzaklıktan kaçmak için ise dış dünya üzerine fikirler üreten bir adam.

Gerhard burnu havada bir tip. Ancak söz konusu kendi hayatı olduğunda pasif agresif tepkiler vermek dışında hayatının kontrolünü eline almıyor. Tepkisizlik veya saçma da olsa alakasız bir tepki vermek onun dış dünya, ve belki de iç dünyası, için en büyük silahı. Çalıştığı işin, ne okuduğu bölümle ne de karakteriyle alakası yok. Otellere gidip çamaşırhanenin reklamını yapmak onun gibi içe kapanık ve üstüne kibirli bir adam için ölüm gibi bir şey. Ancak işini bırakma sorumluluğunu almak da cesaret edemediği bir durum. 

Gerhard'ın cesaret edemediği bir diğer durum ise sevgilisiyle açık, net ve dürüstçe isteklerini ifade ettiği bir iletişimde bulunmak. Traudel'i seviyor mu bilinmese de, ona fazlasıyla alışkın olduğu ve bu nedenle güvenli limanından ayrılmak istemediği açık. Buna rağmen sevgilisinin isteklerine, beğenilerine, düşünce ve heyecanlarına hep bir burun kıvırmayla yaklaşıyor. Traudel onun için hayatının parçalarını, belki de kendi parçalarını, dağılmaktan koruyan bir güç gibi. Ancak bu gücün, pek tabii kanlı canlı bir insan olmasından dolayı, isteklerinin olması Gerhard'ı korkutuyor. 

Gerhard, hayatının monotonluğundan kaçmak için dış dünyanın ayrıntılarına dikkat kesilmeyi seçiyor. Kendi hayatının sorumluluğunu eline almayı son ana kadar reddediyor. Her şey hakkında muhakkak bir fikri olsa da, kendisi hakkında hiçbir fikri yok. Belki de bir felsefeci olmasının getirdiği bir özellikle olayları, durumları ve hatta kişileri hep neden-sonuç ilişkisiyle ele alıyor. Her durum için bir fikri ve olası bir senaryosu var. Çünkü böylesi, hayatının bilinirliğinin korkutuculuğunu önemsizleştirmesinde ona yardımcı oluyor. O, dümeni eline almazsa onu bekleyen geleceğinden çok korkuyor. Kitap boyunca bu karakterin ailesiyle hatıraları, toplum, beklentiler, kadın-erkek ilişkileri, evlilik ve tüm bunları da kapsayan ''varoluş'' üzerine düşüncelerini okuyoruz. Gerhard dış dünyanın varoluşuna kaçarak kendi varoluşunu keşfetmeyi ya da unutmayı amaçlıyor; sonuçta ikisi de bir kaçış ve bir yere varıştır.

Kitap uzun zamandır kitaplığımdaydı. Açıkçası ince bir kitap olduğu için okumaya başladım. İçeriğinde beni neyin beklediğini kitaba daha evvel de başlamış olduğum için (o zamanlar farklı işlerle uğraşırken yarım bırakmıştım) üç aşağı beş yukarı biliyordum. Gerhard'ı yer yer ukala ve sevimsiz bulsam da, ilginç bir karakter olduğu su götürmezdi. Gerhard'a sinir olmamın nedeni hödüklüğü, bilmişliği veya sorumsuzluğundan bile kaynaklanmıyordu. Ona kızmamın ve kurulmamın asıl sebebi, hayatında onu anlamış, tanımış ve buna rağmen sevmiş bir kadın bulunmasına rağmen, her fırsatta (belki de sadece kendine uzak ve düşman olduğu için) onu kırması ve kendinden uzaklaştırmasıydı. Bir noktada Gerhard'ın toksikliğine o kadar dayanamadım ki kitaba bile ''kaç kurtul abla'' vs cümleler yazarken buldum kendimi...

Kitabın yazarı olan Wilhelm Genazino da sosyoloji ve felsefe eğitimi almış. Bu kitap kendisinden okuduğum ilk kitap oldu ve ana karakterinin (bana göre) tüm toksikliklerine rağmen kitabı beğendim, sevdim ve kısa sürede okudum. Altını çizdiğim çok fazla cümle oldu ve her ne kadar Gerhard beni sinir etse de, düşünce dünyasının genişliği, gözlem yeteneği ve tespitleri beni etkiledi diyebilirim. (Kitapta cinsellik temasının da bulunduğunu not olarak geçmeliyim).

Gerhard'ın kurmak istediği ''Sakinleştirme Okulu'' projesi de özgün bir fikirdi. Düşünce dünyasında yaşayan bu karakterin isteyerek ve somut bir eylemle harekete geçtiği tek yer de bu okul projesini hayata dökme girişimiydi. Bu okulun içeriğini biz okurlara açıkça anlatmasa da, okulun ana temasının mutsuzluk dolu bir dünyada kendi mutluluğunu inşa etme becerisi kazanma olduğunu Gerhard'ın düşüncelerine bakarak söyleyebiliriz.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


6 Aralık 2024 Cuma

Berlinli Apartmanı (Yaprak Öz) | Kitap Yorumu

Yazar: Yaprak Öz, Yayınevi: Maceraperest Kitaplar

Yeni bir mekan, bizlere yeni bir hayat fırsatı sunar. Berlinli Apartmanı'ndaki yeni dairesine taşınan Oya için de bu böyleydi. Bir günlük sayfasıyla başlıyor kitap. Oya, apartmana taşındığı ilk gününde bir heves kendisinden bahsetmiş bu ilk sayfalarda. Ona her zaman destek olan abisi Ozan ile abisinin eşi ve kendisinin yakın arkadaşı Funda'yla tanışıyoruz daha ilk anda. Çünkü Oya'nın en değerlileri onlar. Bir de tabii, çevirileri. Oya bir çevirmen. Bu yeni evinde de onu en çok rahat rahat çeviriler yapacak olmak heyecanlandırıyor ya zaten. Yeni ev, yeni çeviriler ve yeni saçlar! Hem, laf aramızda, yeni saçlarıyla da az biraz Audrey Tautou'ya benziyormuş hani. Günlük sayfasına ilk gününden şu satırları not düşüyor Oya: ''Ah, kendi evim gibisi yok. Çok mutluyum Berlinli Apartmanı'nda, yeni evimde.'' Tabii bu satırları yazan heyecanlı Oya'nın, kendisini çevirdiği cinayet ve dedektiflik konulu öyküleri aratmayacak olayların içinde bulacağından haberi yoktur henüz.

Sonraki sayfada Berlinli Apartmanı'ndaki günler başlıyor. Oya başına gelen her şeyi en başından itibaren biz okurlarına anlatıyor. Bu apartman adıyla, hikayesiyle ve en önemlisi sakinleriyle oldukça farklı bir bina. Yıllar evvel yaşanmış bir aşk öyküsünden alıyor adını apartman: Berlinli Apartmanı. Sakinleri de bir hayli şahsına münhasır: Oğlu Rauf ile yaşayan emekli bankacı Ahsen Hanım, genç ve güzel balerin Elif, daireyi ofis olarak kullanan soğuk nevale ortaklar Kaan ile Barbaros, çılgın hanım teyze Faruka, pırlanta kardeşler Matild ile Natali ve apartman yöneticisi babacan amca Bünyamin Bey. Tüm bu tuhaf komşularını da, evini de çok seviyor Oya. Ancak bir gün yavru kedi Fatoş'un ağlamalarını takip ediyor ve kendisini gizemli olaylar zincirinin ana karakteri olarak buluyor. Artık Oya'nın bir cinayeti çözmesi gerekmekte!

Korku filmlerini yalayıp yutmuş, peş peşe Christieler, katil biyografileri, polisiyeler çevirmiş ve üstüne üstlük en sevdiği oyun Katil Kim? olan bu genç kadın, apartmandaki katilin kim olduğunu bir an evvel bulmalıdır. Aksi halde katil onu bulacaktır. Neyse ki Oya bu zorlu macerada yalnız değildir. Tek sorun, kime güveneceğini bilmemesidir.

Kitaba bayıldım! Zaten çok uzun zamandır hem bu kitabı, hem de kitabın yazarı Yaprak Öz'ün başka kitaplarını okumayı çok istiyordum. İlginçtir, bazen bazı kitapları beğeneceğimi daha okumadan biliyorum ve sonunda yanılmıyorum da. Bu kitabı da en başından beri heyecan, merak ve ilgiyle okudum. Basit bir dili, akıcı bir kurgusu var. Mini dizi formatında dijitalde bir uyarlaması (tv dizilerinin iki saat süresi kurguyu bayardı - ki bence yazar da buna izin vermezdi) ya da film uyarlaması olsun çok isterdim\ isterim. Zaten kitabı da film izler gibi okudum desem yeridir. Yazarın başka kitaplarını da (umuyorum ki artık bu kadar bekletmeden) okumayı çok istiyorum. 

Bu arada... Kiki! Kitaptaki favori karakterimsin.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


5 Aralık 2024 Perşembe

Bir Noel Şarkısı (Charles Dickens) | Kitap Yorumu

Yazar: Charles Dickens, Çevirmen: Çiçek Eriş,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Bazı kitaplar bana pek çok duyguyu peş peşe hissettiriyorlar. Hal böyle olunca zincirleme tepki gösteriyorum. Gözlerimin dolmasıyla dudaklarımın kıvrılması aynı ana denk geliyor. Kaşlarımın çatılmasıyla duruşumun dikleşmesi... ''evet!'' ile ''hayır!'' nidaları... Bazı kitaplar bize bizi heyecanlandıran bir kurgu sunuyor. Bazı kitaplar ilgi çekici bir karakter. Bazı kitaplar ise, Bir Noel Şarkısı'nda olduğu gibi, bizlere hem sevmediğimiz hem de içten içe sıcaklık duyduğumuz (bunu kendimize itiraf etmesek de) bir karakterin öyküsünü anlatıyor. Belki de tam da bu nedenle hem öykü hem de karakter ilginçleşiyor gözüm(üz)de. Karakteri sevmeme sebebimiz belli oluyor da... hani o bir yanımızı tıklatıp duran sevme hali var ya, işte o nereden geliyor ola ki? Karakterin ileride bir an ''iyi biri'' olacağına inandığımızdan dolayı mı? Belki de sadece yolun sonunun aydınlık bir yere çıkma ümidiyle bir yanımız karakteri bağrına basıyordur. Belki bu yolla, hani olur ya, kahramana yolculuğunda -bir okuru olarak- cesaret veriyoruzdur.

Ebenezer Scrooge, yolunun daha en başındayken aksi, cimri ve yalnız bir adamdı. Sadece kendine hizmet eden bile değil; kendi için de iyi olan her şeye ve herkese karşı öfke dolu biriydi. Kalbinde yalnızca sayabildiği ve saklayabildiği, ancak asla dokunamadığı şeylerin yeri vardı. Harcamadan biriktirdiği parası, buz gibi ve kullanmadığı odalarla dolu kocaman malikanesi, daima karanlık ve soğuk ofisi... Scrooge'ya ait her şey soğuk ve tek başınaydı sanki. Çatık kaşları asla yumuşamaz, dudaklarının kenarlarına neşenin kırıntısı uğramazdı. O kadar paranın içinde yoksulları görmez, yakınına sokulmaya ve onu sevmeye çalışanları bile ittirirdi. O, kesinlikle katlanılmaz bir adamdı! Tam da Noel arifesinde yolculuğu başladı.

Noel'den, her güzel şeyden olduğu gibi, nefret eden Scrooge kendini evine kapatıp uyumayı planlıyordu. Ancak huzursuz uykusunu daha da huzursuz edecek fantastik bir olayın başına geleceğinden -pek tabii- bihaberdi. Yıllar evvel ölmüş ortağı Jacob Marley'in hayaleti ona hoşuna gitmeyecek ama onu ''iyileştirecek'' bir haberle görünmüştü. Kaskatı bir adam olan Scrooge için bile zincirler içindeki eski ortağının hayaletini görmek şok edici bir durumdu. Marley de Scrooge'den aşağı kalmayacak denli bencil, somurtkan ve bu ikisinin doğal sonucu olarak yalnız bir yaşam sürmüştü. Ölü bedenine dolanmış zincirler onun yaşamda dokuduğu ipliklerdi ve aynı şeyi sevgili eski ortağının da yaşamaması için burada, ölü haliyle onun tam da yanı başındaydı. 

Marley, Scrooge'a onu tam da o gece üç farklı Noel ruhunun (geçmiş-şimdi-gelecek) ziyaret edeceğini ve onların söylediklerine kulak vermesi gerektiğini, aksi halde sonunun kendisinin ve diğer tüm yaşarken ölü olmayı seçenlerin başına gelenler gibi olacağını dehşetle gösterdi. Ölü bir adamı bile dehşete sokan bu durum, Scrooge'yi açıkçası pek de etkilememişti. Yine de her gece ölü arkadaşını görmüyordu ve bu hengameden kurtuluşu yok gibi görünüyordu. Bir an evvel hayaletleri karşılayıp kurtulmayı ve ertesi gün (evet Noel'in ertesinde!) erkenden soğuk ofisine gidip asla harcamayacağı daha fazla para kazanmayı umuyordu. Ve ilk hayalet geldi...

Bu hayalet geçmişin ruhuydu ve geçmişin nostaljisini üstüne neşeyi ve umudu anımsatan bir gencin simasıyla giymişti. Bu ruh ile Scrooge, Scrooge'nin de çocuk ve genç olduğu Noellere ziyarete gittiler. Evet, bir zamanlar Scrooge gibi aksi ve buz gibi bir adam bile çocuktu ve kalbinde sevgiyi taşıyordu. Bu gerçekle hem biz okurlar, hem de Scrooge ürperdik. Bu noktada benim için asıl dikkate değer kısım, Scrooge'nin yaşadığı zorluklara karşı hissettiği yalnızlık ve hayal kırıklığı hislerini, yıllar içinde katı bir kalbe dönüştürdüğünü görmekti. Soğuk yetimhane odalarında yalnız geçirdiği Noeller, genç kalbini yaşlandırmış ve gözlerini kör etmişti.

İkinci ruh şimdinin Noel ruhuydu. Şimdi yaşanan her an gibi olduğundan gösterişli ve büyüktü. Gittiği her yere -onu görebilenler için- bereket, umut ve hayal götürdü. Scrooge ise şimdisinde kaçırdıklarıyla yüzleşti bu yolculukta. Şimdisinde oluşturduğu Scrooge profilinin diğerlerinin üzerine düşürdüğü gölgeyi izledi. Bu umut dolu ve eğlenceli şimdide kendine yer bulmak istedi. Ancak kasvetli yaşamında böyle bir ferahlığa henüz yer açmamıştı. Bunun için defalarca şans ayağına gelmiş olsa bile, bunu bir gün bile yapmamıştı. Bu noktada benim asıl ilgimi çeken şey şimdinin ne kadar da uzun ve eğlenceli olabileceğiydi. Seçtiğimiz takdirde, geçmişin ve geleceğin gölgelerini aydınlatabilme gücüydü.

Üçüncü ve son ruh ise geleceğin Noel ruhuydu. Bir hayli hırpalanmış Scrooge'yi siyah cübbesi ve soğukluğuyla şaşırtmayı başardı. Gelecek bir gölgeydi ve Scrooge'ın gölgesi fazlasıyla soğuk, yalnız ve biçare hissettiriyordu. Eğer şimdisinde ipleri eline almazsa bu yaşına kadar yaşadığı yaşamının kararlarının ona vereceği geleceği dehşetle izledi. Scrooge bu ilginç rüyadan uyandığında ortağı Marley'e, Noel ruhlarına ve varlığına -belki de hayatında ilk kez- şükretti.

Kitabı çok sevdim. Anlatımı eğlenceli ve akıcı, konusu (yine) eğlenceli, sarsıcı ve manidardı. Bence bu kitabı, özellikle de hazır aralık ayındayken, herkes okumalı. Kararlarımızı gözden geçirmemizde bize bir kabusun dirilticiliği ve bir rüyanın sınırsızlığıyla yardımcı olabilir. Çünkü şimdi, aslında geçmişin ve geleceğin ruhunun birleştiği bir yerden başka bir şey değildir.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


2 Aralık 2024 Pazartesi

An Almost Christmas Story (Bir Yeni Yıl Hikayesi) | Kısa Film Yorumu


Yönetmen: David Lowery

Senarist: Jack Thorne

Yapımı: 2024


''Hiç bir Noel hikayesini Noel hikayesi yapan şeyin ne olduğunu düşündünüz mü? Bazıları hikayenin Noel zamanında geçmesi yeterli der. İşte bu kadar. Noel ruhu hikayeye yansımış olur ve sadece bu kadar. Ama bana göre daha fazlası olmalı. Yılın bu zamanları nasıl hissettiğinizi biliyorsunuz. Biraz mutlu, biraz üzgün. Belki kelimelere dökemiyorsunuz. Ama belki denerseniz şarkıya dökebilirsiniz.''


Kaynak: Pinterest


- Sen ne tür bir ormanda yaşıyorsun?
+ Evinden bu kadar uzağa nasıl geldin?
- Buraya yakın mı?
+ Kanadına ne oldu? Kırıldı mı? 


Yeni yıl dediğimizde aklımıza ne gelir? Bitişler, başlangıçlar, hayal kırıklıkları ve tabii ki umutlar... Belki çam ağaçları, belki süsler, pek tabii parlak ışıklar. Gülen yüzler, buruk kalpler, heyecanlı geriye saymalar... Bir yerlerden başka yerlere yetişenler, renkli vitrinlere dalıp gidenler... karlı yollarda, sıcak bir koltukta yılın son zamanlarını hissedenler. Tüm bu çeşitliliktir belki de bizlere coşku veren. Hissettiğimiz, düşündüğümüz ve yaşadığımız bu çeşitlik. Yeni bir yıla adım atmak mıdır kutlanmaya değer olan, yoksa koca bir yılın bitişi mi? Her ne olursa olsun, yeni yıl var olduğu haliyle bile insanın kalbine dokunur. Çünkü bizlere bir hikaye anlatır. 

Film de bir yeni yıl hikayesini konu ediniyor. Kaybolmuş küçük bir kız (Luna) ile kaybolmuş küçük bir baykuşun (Moon) karşılaşmalarını ve eve dönüş yolunda yaşadıklarını izliyoruz. Zaten yaklaşık 20 dakikalık kısacık bir film. Öyküsü de öyle çok dallı budaklı değil. Ama artık çizimlerinden midir nedir, kalbimi daha ilk dakikalarından kazanmıştı. Dostluğu, yuvayı, yolculuğu, neşeyi, hüznü, keşfetmeyi ve belki de en çok da yeni yıl ruhunu anlatan tatlı bir filmdi. Hatta keşke şöyle tıpkı animasyondaki çizimler gibi illüstrasyonlarla dolu bir kitabı olsa da okusam diye düşündüm filmi izlerken. Sıcak ve hoş bir öykü. Aralık ayı için de güzel bir seçim olabilir. İlgisini çekenlere öneriyorum.


An Almost Christmas Story | Official Trailer izlemek için tıklayabilirsin.

John C. Reilly - The Spirit of Christmas dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.