9 Ekim 2024 Çarşamba

Uygarlığın Ayak İzleri 3: Batı Resminde Aşk ve Bazı Küçük Felaketler (Celil Sadık) | Kitap Yorumu

Yazar: Celil Sadık, Yayınevi: Epsilon Yayınevi

Uygarlığın Ayak İzleri serisinin bu üçüncü kitabında Celil Sadık, aşkı merkeze alarak biz okurları sanatta ve zamanda bir yolculuğa çıkarıyor. Kitap; Batı Resminde Aşk, Ve Bazı Küçük Felaketler, Aşkın Acının ve Devrimin Kadını: Frida Kahlo olmak üzere üç kısımdan oluşuyor. Her üç kısımda da aşk hissinin farklı görünümlerini merkeze alan resimlere yer verilmiş ve bu resimler yalın bir dil ve sembollerin okunmasıyla açıklanmış.

Celil Sadık bir sanat tarihçisi. Uygarlığın Ayak İzleri serisinde ise her ciltte farklı bir temayı işleyerek sanatseverlere farklı bir perspektif sunuyor. Bu ciltler seri halinde ifade edilse de, her ciltte farklı bir tema merkeze alındığı için sırasız bir şekilde okumanın da mümkün olduğunu düşünüyorum. Örneğin ben ilk ciltten sonra şimdilik ikinci cildi pas geçerek (çünkü henüz temin etmedim), konusu beni çok heyecanlandırdığı için direkt bu üçüncü cildi okudum.

Şimdi de sizlerle kitapta yer verilmiş ve beni en çok etkileyen eserlere göz atmak ve hislerimi paylaşmak istiyorum.


''Evet mi? Hayır mı?'', Edmond Leighton (1890).

Kitapta Edmond Leighton'un aşkın görünümlerine dair resmettiği bir dizi resmine yer verilmiş. Beni en çok etkileyen iki resminden birisi buydu. Bu resimde pek de büyük harflerle yazılmaya değer -pek tabii bu, kişiye göre değişir ama- ''destansı'' bir aşk sahnesi göremiyoruz, değil mi? Ancak genç çifte gidip de bunu sorsak, eminim alacağımız yanıt çok farklı olurdu. Genç adamın yüz ifadesine baksanıza... ya genç kadının. Bu resmi gördüğüm anda gülmeye başlamıştım. Çünkü gerçek bir resim olduğunu düşündüm. Hayatın içinden destansı bir an olduğunu. Çiftin hisleri resmen yüzlerinden okunuyor. Bazı resimleri okumak için mitoloji ve tarih bilgisi gerekebiliyor. Belki sembol okuma becerisi, sembollerin sanattaki yeri vs. Oysa bu resmi okumak için yalnızca onu görmemiz yeterli, değil mi? Bu resimde beni en çok etkileyen nokta resmin orta yerine konumlandırmış karakterlerin hikayesinin apaçık belli olmasıydı. Bu doğallık ise beni güldürdü. Hem... belki de aşk da sadece böyledir, diye düşündürüyor bu resim beni, belki de bazen sadece böyle... böyle... her hareketinden okunur. İsteklerin, keşkelerin, kırılmaların, umutların...


''Gölge'', Edmond Leighton (1909).

Ve işte burada da ''destansı'' bir aşk. Bu eseri okumak için biraz bilgi gerekli. Resim, hikayesini bir Antik Yunan efsanesinden almaktaymış. Öncelikle soruyu size yöneltmek istiyorum: Bu resimde siz ne görüyorsunuz? Okumaya devam etmeden evvel resmi şöyle bir inceleyip bir hikaye uydurun bakalım. Beni resim -ve hatta fotoğraf- sanatında en çok heyecanlandıran şeylerden biri de budur biliyor musunuz? Resimlerin öyküsünü bulmaya çalışmak. Varsın bu ilk bakışımızda gerçeği görmeyivereyim, diye düşünürüm. Bazen ilk bakışta sadece hissedersin, beynin devreye giremez. Bazense beynin art arda kurgular sıralar. Bazı sanat eserleri öyle, bazısı böyle hissettirir bana. Mesela yukarıdaki resim his grubundaydı benim için, bu resim ise bir destan uydurmama neden oldu. Belki de çeşitli hislerimizin ve bu hislere dair kurgu uydurma becerimizin sınırları, aşkı yaşama veya yaşamayı umma konusundaki tutumumuz hakkında da bizlere bilgi veriyordur, kim bilir...

Bu resimde savaş nedeniyle ayrılmak zorunda kalan bir çifte yer vermiş ressam. Ayrılık başlı başına destansı bir durumdur belki de yaşayanlar için, bu nedenle olacak, izleyenlere hep bir merak verir. Bu çift yeniden kavuşabilecek midir? Bu bilinmez, ancak o an gelene kadar genç kadın genç adamın gölgesiyle avunmaya bile razıdır. Bu nedenle de onun gölgesini resmeder. Bu resim aslında genelde başka bir mekan ve atmosferde resmediliyormuş. Kapalı mekanlarda, belki daha farklı hislerle. Oysa bu resimde ressam, çifti belki de ayrılmalarından hemen önceki ana ışınlamış. Arkada ise şövalyenin gideceği uzak denizler var. Kimileri için umut olan bu simge, kimileri için özlemi ifade ediyor. Belki de bu genç kadın için ikisinin iç içe geçtiğini söylemek mümkün olabilir.



''Yasaklı Kralcı'', John Everett Millais (1851).

Bu resimde de ayrılmak zorunda kalan bir çift görüyoruz. Genç kadın sevgilisini, onu arayanlardan saklıyor. İkisinin baktığı yön aynı. Genç kadın genç adamı ziyarete gelmiş olabilir mi? Genç adam özlemle genç kadının ellerine tutunmuş. Daha doğru bir ifadeyle, resmen açlık ve susuzlukla.

Ressam Kraliyet Akademisi Okulları'nda eğitim görmüş ancak sonrasında buna aykırı resimler yaparak tepki çekmiş. Sonrasında yeniden akademiye uygun, üstelik fazla başarılı resimler yapıp akademinin başkanı olmuş. Bu resminde ise başka bir sanat eserinden, Vinzello Bellini'nin Püritenler (I Puritani) isimli operasından, etkilendiği ifade ediliyor. Sanatın bu besleyici ve genişleyen yönü bana hep keyif vermiştir.

Ama aslında bu resmi sevmedim biliyor musunuz? Evet, şaşırdınız mı? Sevmedim. Her ''destansı'' aşkı da sevmeli miyim ya canım? O zaman bu resmi neden mi paylaştım? Çünkü resmin teknik yönünü gerçekten etkileyici buldum. Keza aynı şekilde duyguların karakterlerin yüzünden ve vücut dillerinden okunma şeklini de. Resmi sevmeme nedenim ise... Bu resimde sen ne görüyorsun sevgili okur? Peki bu gördüğün şey ile senin aşk tanımın uyuşuyor mu? Aşıklar ayrılabilir evet, ama bu resimde ben tehlike temasını buram buram hissediyorum. Beyin, parçaları birleştirmeye de bayılıyor değil mi? Aşk tehlikelidir, mesajını sinsice fısıldıyor bu resim sanki. Oysa bence aşk, çifti saran korku atmosferinde değil, genç adamın tedirgin bakışlarının ardından bile görünen tutkuda kendini gösteriyor. Sence?


''Aşıklar'', Rene Magritte (1928).

Yine destansı bir hikayeyi konu ediniyormuş gibi görünen bir resim. Önceden bu resmi gerçekten severdim. Resimdeki figürler beni sorgulamaya ve bir hikaye uydurmaya yeterdi. Tıpkı ressamının istediği gibi. Resim, sürrealizm akımının etkisiyle oluşturulmuş. Bu akımda genellikle birbiriyle alakasız nesne ve figürler bir araya getiriliyormuş. Bu resimde ise yüzleri örtülü iki figürün öpüştüğü anı izliyoruz. Fazla klostrofobik görünüyor sanki.

Her ne kadar ressam bunun doğru olmadığını ifade etse de, bu resmin ressamın çocukken yaşadığı üzücü ve travmatik bir olayın izlerini taşıdığı sanat tarihçi ve yorumlarınca ifade ediliyormuş. Ressam henüz bir çocukken, intihar eden annesinin denizden çıkarılmış görüntüsüyle karşılaşmış. Bu sahnenin ressamın kimi eserlerinde kendini gösterdiği, dediğim gibi her ne kadar ressam bunun doğru olmadığını söylese de, ifade ediliyor. Aynı zamanda ressamın asıl amacının eserleri ile izleyenlerini şaşırtmak olduğu da ifade ediliyor. Resme baktığımızda gerçekten de afallıyor, belki rahatsız oluyoruz değil mi? Sonra belki de bir merak hissi bizleri esir alıyor. Bu da ne diyoruz, bu insanların neden yüzünde ''örtü'' var?

Bu eseri sevme sebebim bu merak etme ve dilediğimce bir hikaye uydurabilme özgürlüğümdü. Şimdi sevmeme sebebim ise yukarıda Yasaklı Kralcı isimli eserde de ifade ettiğime benzer bir şekilde, resimde vurgulanan hisler ile benim aşk tanımımın uyuşmaması diyebilirim. Aşk bu kadar klostrofobik, korkutucu, baskılayıcı ve ölümcül olmak zorunda değil. Onu böyle algılamamız gerekmiyor. Aşk, ben olgusunu öldürerek biz yapma çabasından ziyade; iki ben'in toplamıyla biz yapmak ve sonrasında biz'in de büyüyerek gelişeceği bir ''yaşam'' çağrışımı olabilir. 

Sanırım artık ''destansı'' veya ''felsefi'' aşk temaları ilgimi çekmiyor. Büyüdüm mü ne...


''Kadife Elbiseli Otoportre'', Frida Kahlo (1926).

Frida zor bir yaşam sürmüş ve eserlerinde tıpkı bir günlük tutarcasına kendini işlemiş bir ressam. Çok genç yaştayken o zamanki sevgilisi Alejandro ile bir tramvay kazası yaşıyor. Pek çok kişinin öldüğü bu kazada Frida çok ağır yaralanıyor, aylarca hastanede sayısız ameliyat geçiriyor ve sonrasında bile bu kazanın etkilerini tüm yaşamı boyunca yaşıyor. Bu eserini ise kazanın fiziksel etkilerini hissettiği dönemde yapmış. Burada sağlıklı bir genç kadın görüyoruz. Gözlerinde ne var sence sevgili okur? Frida bu resminde sevgilisine bakıyor olabilir mi? 

Frida'nın beni çok üzen pek çok resmine yer verilmiş kitapta. Hepsinde de yaşadığı acıların izlerini görmek mümkün. Ancak beni en çok etkileyen bu resmi oldu. Bunun sebebi bu resmin derin bir umut ve hayal kırıklığını bir arada yansıtması diyebilirim. Kazadan sonra ondan ayrılan aşkına hasta yatağında yaptığı bu resimle bakıyor Frida. Kitabın yazarı Celil Sadık'ın ifade ettiği üzere belki de ayrıldığı sevgilisine resmi aracılığıyla sağlıklı haliyle bakıyor ve sadece sevilmek istiyor.

Bundan sonrasında da bu istek Frida'nın peşini bırakmıyor. Kendi gibi ressam olan Diego Rivera'ya sağlıksız denebilecek ölçüde büyük bir özveriyle bağlanıyor. Onun hayatını resimlerinden okumak ayrıca üzücü ve kırıcıydı diyebilirim...



''Shalott'un Leydisi'', John William Waterhouse (1888).

Seninle paylaşabileceğim pek çok resim yer alıyordu kitapta. Açıkçası başlangıçta hangilerini göstersem bilemedim. Sevdiğim bir şey olamayagörsün, onun içimde uyandırdığı heyecan hissi herkeslere göstermek, anlatmak istiyorum. Ama bu yazımda genel olarak düşünce dünyamda şekillenen ama henüz kelimelere dökemediğim noktaları tanımlamak için bana yardımcı olabilecek eserlerden bahsettim. Yazımın başlarında da belirttiğim üzere, resim sanatının en çok da öyküyü bulmaya çalıştığım kısımlarını seviyorum. Böylelikle, belki de, kendi içimden çıkmak isteyen öykülerin varlığını da keşfediyorum.

Seninle son olarak paylaşmak istediğim resim John William Waterhouse'un 1888 tarihli bu resmi: Shalott'un Leydisi. Bu resimde de bir efsane konu edilmiş (Kral Arthur efsanesi). Resimdeki genç kadın yıllarca bir kulede esir kalmış. Onun laneti asla dışarıyı görmemekmiş. Bu kulede yıllarca dokuma yapmış ve hiç dışarıya bakmamış. Ancak, dışarıyı aynalardan izlediğinde başına bir şey gelmediğini keşfetmiş ve dış dünyayı aynalar aracılığıyla izlemeye başlamış. 

Bir gün bu leydi bir şarkıyı işitmiş ve bu sesin sahibini çok merak etmiş. Aynalardan gördüğü şövalyeye aşık olmuş ve lanetini unutmuş. Peki lanet neymiş dersin? Ölüm. Böyle yaşamak mı daha acıdır dersin, yoksa ölmek mi? Genç kadının bunu düşünmeye zamanı bile olmamış. Şövalyeden öyle çok etkilenmiş ki, onu gördüğü daha ilk anda laneti unutmuş ve dışarıya bir ayna aracılığıyla değil, kendi gözleriyle bakmış. Sonra da laneti hatırlamış...

Bu resmin altında yatan ve kadına yüklenen kalıp yargıları aktaran tema açıkçası umurumda değil. Kitapta resmin odaklandığı noktanın ''Viktoryen edebiyatında aşkı ve cinsel zevkleri için rahibeliği terk eden kadın'' temasının işlendiği söyleniyor. Zaten kitapta yer alan resimlerin altında yatan temaların çoğunda bu var: (genellikle) kadın ve ona yasaklanan aşkı. İnsanoğlu aşkı neden bu kadar uzağına, ancak aynalardan görebileceği bir noktaya konumlandırmış ki? Açıkçası bu sorunun yanıtını merak da etmiyorum. Sadece gördüğüm bu. Hala daha, günümüzde de, gördüğüm bu. Bir şeylerden korkuyoruz. Kendini savunmaya odaklanarak aynalardan izliyoruz dış dünyayı. Peki sonra ne oluyor?

Resimde gördüğümüz sahnede genç kadın kaderini kabul ediyor ve yıllarca esir olduğu kuleden nihayet çıkıyor. Lanet çoktan gerçekleşti ama umurunda değil. O, aşkı gördüğü nehirde usul usul ilerliyor.


Resimlerin hepsini sevmedim ama hepsi üzerinde düşündüm ve hikayelerini ilgiyle okudum. Bazen rastgele bir sayfa açıp karşıma çıkan resmin öyküsünü değerlendirdim, bazen sadece dümdüz okudum. Bundan sonrasında da rastgele açacağım sayfalardaki resimlerin öyküsünü okuyacağımı düşünüyorum. Bilgilendirici, ilgi çekici ve akıcı bir kitaptı. Serinin diğer kitaplarını da mutlaka okuyacağım. Sanata ilgisi olanlara kitabı önerebilirim, ben çok sevdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.




2 yorum:

  1. Aşıklar tablosu, Zülfü Livaneli’nin bir kitabında kullanılmıştı diye hatırlıyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet bir kitabının kapağında vardı. Kitabı okumadım ama ben de ilk kez orada görmüştüm. :)

      Sil

Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.