30 Aralık 2023 Cumartesi

2023'ün Ardından.


Mutlu yıllaaarr sevgili okurlarım! Bir yılın daha sonuna geldik. Geçirdiğimiz bu yıla elveda, yeni yıla merhaba diyeceğiz. İşte bu yazı da 2023 yılına bir veda partisidir! Her neyse. :) Yılın dökümünü çıkarmak adettendir. Bu yazımda 2023 yılında okuduklarıma, izlediklerime, düşündüklerime ve hissettiklerime yer verecek; belki ucundan kıyısından hedeflerimi çıtlatacağım.


OKUDUKLARIM

Bu yıl 43 kitap okudum. Son yıllarda genelde 40 civarında okuyorum. Eski İlkay'ı düşündüğümde kötü ama kendi içinde bakarsak güzel bir sonuç bence. Zaten sayı da önemli değil benim için. Bu yıl güzel yazarlar ve kitaplar keşfettim.

Aşağıda herhangi bir sıralama yapmaksızın 2023 yılında beynime ve kalbime güneşin sıcaklığını ve ışığını veren kitapları seninle paylaşıyorum. Mor renkli yazılanların yorumu bu blogda bulunuyor. Diğerleri Titanik gibi batan bloğumun enkazında kaldılar. Zaten bol keseden puanlama yaptım ve beğendiğim tüm kitapları seninle paylaşıyorum. Önerime uyup okursan, sonra ziyaretime gel de kitap hakkında konuşalım olur mu cancağızım.

Bu yılın okuma anlamında beni en çok tatmin eden yönü bazı yazarlarla tanışmam oldu. Öhöm, aman kitaplarıyla işte canıımm. Örneğin; Anton Çehov, Sylvia Plath, Matt Haig, Francess Hodgson Burnett, Claire Keegan (üzgünüm Sevgili Bayan Keegan listede yoksunuz ama sizin kelimelerinizi tanıdığıma sevindim; sizi de inşallah 2024 partisine buyur ederiz...)

Aynı şekilde bazı karakterlerle tanışmak da beni aşırı mutlu etti. Örneğin; Bayan Mary Pek Aksi (ama pek de tatlı <3), aynı şekilde Mary'nin ekürileri Colin ve Dikon, Peteeerr (Pan olan; resmi olarak ilk kez bir araya geldik, geç olsun güç olmasın...), Sevgili Esther (seni anlamayı istemezdim Esther ama malesef anlıyorum.), hiperaktif Kalp ve mantıklı Beyin <33, Midori (İmkansızın Şarkısı listeye giremese de Midori girmeli, kendisine günlük atfedecek kadar onu sevdim ^-^), evet bu kadarmış galiba.

Her neyse, başlayalımmm.


En bi' çok favorilerim:

Peter Pan - James Matthew Barrie, Bilgi Yayınevi.

Uygarlığın Ayak İzleri - Celil Sadık, Epsilon Yayınevi.

Bu Beden Benim Evim - Rupi Kaur, Pegasus Yayınları.

Mülksüzler - Ursula K. Le Guin, Metis Yayınları.

Sırça Fanus - Sylvia Plath, Kırmızı Kedi Yayınevi.

Gizli Bahçe - Frances Hodgson Burnett, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Beyin: Senin Hikayen - David Eagleman, Domingo Yayınevi.


İZLEDİKLERİM

Bu yıl çok bi' şey izlemedim zaten. Ama izleyin bence dediklerimi sıralama olmaksızın dümdüz paylaşıyorum. Yine mor renkli yazılanların üstüne tıklayarak yorum yazılarıma ışınlanabilirsiniz. Ve işte:


Everything Everywhere All at Once (Daniel Kwan, 2022)

Im Juli (Fatih Akın, 2000)

The Secret of Moonacre (Gábor Csupó, 2008)

Alice in the Cities (Wim Wenders, 1974)

Better Days (Kwok Cheung Tsang, 2019)

The Adventures of Sharkboy and Lavagirl (Robert Rodriguez, 2005)

Dancer in the Dark (Lars von Trier, 2000)

Melancholia (Lars von Trier, 2011)

La fille sur le pont (Patrice Leconte, 1999)

Past Lives (Celine Song, 2023)

Roman Holiday (William Wyler, 1953)


HİSSETTİKLERİM, DÜŞÜNDÜKLERİM VE ÖĞRENDİKLERİM

Özellikle de yılın en çok sevdiğim zamanı olan ilkbahar döneminde bu yıl çok üzgündüm. Her gün ağladığım bir dönem vardı. Bazen kendimi bir matruşka bebeğine benzetiyorum. Kendimi ne kadar açarsam açayım hep yeni bir bebekle karşılaşıyorum. İşte, bu yıl bir bebekle daha karşılaştım. O bebeğin doğması gerekti sanırım. O yüzden ruhsal sancı çektiğim bir dönem yaşadım. Daha evvel hiç böylesini görmemiştim. Bana pek çok şey keşfettirdi ama kendimi boğuluyormuş gibi de hissettim. O dönemde en çok istediğim şey birine sarılabilmekti. Sanırım en çok da bunun için ağladım. Hatta sanırım sadece bunun için ağladım. Sonra bir şeyler değişti. Sanırım matruşka olayının eğlenceli bir yanı olabileceğini keşfettim. Zaten kendimi bir kaşif olarak değerlendiriyorum ben. Bu yüzden bazen bir şeyleri çok derinden hissetmem için kendime özellikle izin veriyorum.

İlkbaharın öncesinde, yani kışın, babaannem vefat etti. Bu da beni çok üzmüştü. Çok yaşlıydı ve sanırım acı çekiyordu. Bunu yazmak bile bana haksızlık gibi geliyor. Çünkü bir insan kaç yaşında olursa olsun, güzel bir gökyüzünü bir sabah daha izlemek ister. Bu yüzden çok ağlamıştım. Ne kadar ağlarsam ağlayayım üzüntüm geçmiyordu. Aklıma hep ''benim muallimim gelmiş'' deyişi geliyordu. İlk maaşımla ona bir şeyler alamadığım için de üzülmüştüm. Beni muallim olarak göremediği için. Onun cenazesi kalkarken kış günü olmasına rağmen hava o kadar güzeldi ki bir anda ağlamaya başladım ve sonra hiç duramadım. Şimdi bile bu durum kalbimi kırıyor. O gün başka cenazeler de hemen yanı başımızda kalkıyordu. Öyle masmavi bir gökyüzünün altında cenazeler defnediliyordu.

Bu olaya niye değindim bilmiyorum. Seninle pek çok şey paylaşsam da somut olaylar paylaşmıyorum. Belki de arada sırada paylaşmalıyım, bilmiyorum. İnsanlarla bir şeyler paylaşmaya ihtiyaç duymamayı öğrenmek bile çok zor olmuştu. Daha ziyade güzel şeyleri paylaşmayı seviyorum. Veya benimle ilgili değil, dünyanın kendisiyle ilgili olan şeyleri. Sanırım kendimden bir şeyleri paylaşmak, çıkardığım matruşkalarımı göstermek demek gibi bir şey benim için. Bundan çekindiğim falan da yok. Sadece, bu kadar emek vererek birbirinden ayırdığım ve varlığını fark ettiğim matruşkalarımı birine göstermek benim için değerli bir şey ve bu değeri kim hak ediyor seçebilmek de zor. Yine de, beni anladın mı şimdi? Bu yüzden sarılmak istediğim çok az kişi var diye düşünüyordum işte.

Tamam tamam bu sisli hava dağılsın. Üzülelim diye yazmadım. Ama madem bir kere üzüldük, biraz daha üzülelim. İlkbahara geri dönelim. İlkbahar başında bookstagram hesabım çalınmıştı. Sonra geri aldım ve o hesabı kapattım. Çünkü hem tanıdığım herkes hesabı şikayet etmişti, hem de hevesim kaçmıştı. Zaten çok etkileşim de almıyordu. Baştan başlarım diye düşünmüştüm. Ama sonra bir çocuğu büyütmek gibi emekle büyüttüğüm, benimle birlikte büyüyen ve her anıma şahit olan, çok sevdiğim bloğuma dair de çalınma girişimi oldu. Bir olaylar döndü, kesin döndü ama ne oldu onu da tam anlamadım. Evimin içinde hırsız var gibi hissettiğim için yazı yazmak içimden gelmiyordu ve sonunda bloğumu kapattım. Bu da beni boşluğa düşürdü. Çünkü zaten mutlu değildim. Biraz bile mutlu değildim. Mutluluk Yazıları yazmakla insan mutlu olmaz. Yine de çabalıyordum. Sonra sarılmak isteyeceğim, sarıldığım bir şeyi, kim olduğunu bile bilmediğim biri elimden almaya çalıştı. O yüzden başlarım böyle işe deyip bloğumu sildim.

Yazın buraya başka bir isimle geri döndüm biliyorsun. Bu benim için bir çeşit reenkarnasyon gibiydi. :) Yazı bu yüzden çok sevdim. Tüm dayanılmaz sıcaklarına rağmen çok ama çok sevdim. Çünkü yazmak, ah yazmak, benim hayattaki eeeeennnnn büyük tutkum. Yazarken nefes aldığımı hissediyorum. Yazarken uçuyorum, koşuyorum, yüzüyorum ve ışık gibi, rüzgar gibi hafifim ve özgürüm. Kimse beni tutamaz, hiçbir şey bu hisle kıyaslanamaz benim için. Sonra yine yazın, çok sevdiğim birisiyle aram düzeldi. Yeniden güçlendim. 

Sonbaharda yüksek lisans yaptığımı fark ettim. Daha önceki dönemde online bir şekilde ders almıştım. Bir de ben ara dönemde yüksek lisansa başladığımdan başladığım dönemin derslerini almıştım daha evvel. Yani her şey benim için tepetaklaktı. Sonbaharda bu tepetaklaklığı çok net fark ettim. Sadece benim değil, benimle aynı durumda olan yarı dönemde başlayan diğer tanıdıklarım da aynı şekildelerdi. Çünkü bizim sürecimiz daha farklı işliyordu. Adapte olmak da cabası. Çünkü ilk dönemin dersleri araştırma teknikleriyle ilgili, daha giriş daha bak yüksek lisans yapacaksın, tez yazacaksın gibi gibi tadında derslerken; ikinci dönemin yani benim geçtiğimiz dönem aldığım dersler daha alana dönük derslerdi. Hal böyle olunca ben bocaladım. Tez konusu seçimim de biraz tuhaf bir süreçti. Bundan sonraki dönemde yani 2024 boyunca inşallah tez yazacağım. Korkuyorum. Yine de kendime güveniyorum. Hem, en iyi tez bitmiş tezdir diyorlar. Başarılı olmak için çabalamak dışında bir hedefim ve düşüncem yok bu konuda.

Peki şimdi, şimdi mi nasıl hissediyorum?..

2020 yılına gireceğimiz zaman içimde belki küçük ama güçlü bir umut filizi vardı. Kendim için kararlar almıştım. O yıldan beklentim vardı. İlk kez umut etmeye cesaretim vardı. Ama bu umut, bu güzellikler, dışarıdan gelecekti bana. Böyle düşünüyordum. Bir şey bana gelecekti ve ben kendimi iyi hissedecektim. Fırsatlar, başarı, güzel zamanlar, belki aşk? Olmadı. Hiçbiri olmadı. Sonra da umut etmedim.

Şimdi, 2024 yılına girerken, vay be dört yıl geçmiş şaka da maka derken, bu sefer beklemiyorum. Çünkü biliyorum. Dışarıda ne olursa olsun, bazı şeyler içeriden dışarıya akar. Umut dışarıda değil. Mutluluk dışarıda değil. Hepsi içeriden dışarıya ve işte ancak öyle yeniden içeriye akıyor. İzin vermeyi öğrenmeye başladım. Sevmeye izin vermeye, umut etmeye izin vermeye, mutluluğa izin vermeye, almaya izin vermeye... Bu benim için çok zordu biliyor musun? Gerçekten çok zordu. Bazı insanlar için tüm bunlar ne kadar doğal diye düşünürdüm. Ben neden öğrenmek zorundayım? Bu haksızlık! Hadi sırtımı sıvazlaya(y)ım. Bu kafadan çıkmayı öğrendim, sevgili okur. 

Öğrendiğim en net şey ise, ben bir şeyler üretmeliyim. Yeterince tanıdım kendimi, yeterince şey keşfettim dışarıdan oradan buradan. Benim sevdiğim şeylerden bir şeyler üretmeye ihtiyacım var. Neye ihtiyaç duyduğumu artık biliyorum. Aradığım o şeyi, galiba buldum. Kendimi Harry'nin altın Snitch'i yakaladığı andaki şaşkınlığını ve oh be'sini yaşıyor gibi hissediyorum.


HEDEFLERİM

Bu kısım beni utandırdığı için 2024'ün sonuna geldiğimiz bugünlerimde bu kısmı sildim. Evet, mızıkçıyım, evet evet ondanım... 2025'te ve sonrasında hedeflerimi ulu orta yazmayacağım. Öyle olunca cılız hevesim de sönüyor onu anladım.


Şu sözü kulağıma küpe etmek: ''Yaşlandıkça, iki elinizin olduğunu, birinin kendinize, diğerinin başkalarına yardım etmek üzere hazır beklediğini fark edeceksiniz.'' - Audrey Hepburn.

Şu alıntıyı bileklik veya halhal yapmak: Pek kolay görünüyordu; çocuklar önce yerden zıplayarak, sonra da yataklarının üstünden atlayarak uçmayı denediler ama her seferinde yukarı gideceklerine aşağı düştüler. John dizini ovuşturarak, "Pekâlâ Peter, nasıl yapıyorsun bunu?" diye sordu. Peter, "Yalnızca güzel, muhteşem şeyler düşünmelisiniz," diye açıkladı, "böylece düşünceleriniz sizi havaya kaldırır." (Peter Pan, J. M. Barrie)


Peki senin, senin, yeni yıldan istediğin şey nedir? Noel Baba gerçekten bir hediye paketini sana uzatsa (bu, kocamaaannnn bir paket de olabilir, küçük de, rengarenk de, şeffaf da ^-^), içinden ne çıksın isterdin?


MUTLU YILLAR! <33


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


28 Aralık 2023 Perşembe

Zamanı Durdurmanın Yolları (Matt Haig) | Kitap Yorumu

Yazar: Matt Haig, Çevirmen: Kıvanç Güney,
Yayınevi: Domingo Yayınevi.

Bazen kendimizi bir anımızın içinde buluruz. Bir anda gerçekleşen zamanda bir yolculuktur bu. O anı, yaşarken çok önemsiz gelen bir ana ait olabilir. Muhtemeldir ki, öyledir. O ana ait izler birer fotoğraf karesi gibi art arda zihnimizde birbiri ardına sıralanır ve biz bu karelerin sıraya girip etrafımızda dönmesini izleriz. O anı tekrar yaşayamasak da, o anın içinde olma hissini tekrar hissedebiliriz. Peki en fazla ne kadar geriye gidebiliriz? Belleğimiz ne kadar geriye gidebilecek kapasiteye sahiptir? Peki ya yolun sonu, şimdimize kadar yaşadığımız yıllar, düşününce aslında ne kadar da kısadır değil mi? 

Tom Hazard için durum farklı. Kendisi 40'lı yaşlarının başlarında görünen, olabildiğince sıradan bir tarih öğretmeni. Yaşlı köpeği Abraham dışında hayatında kimse yok. Yeni taşındığı Londra'da tanıdığı kimse yok. En azından içinde bulunduğu yüzyılda tanıdığı. Tom aslında 439 yaşında bir Alba. Albalar isimlerini albatros isimli bir kuş cinsinden alıyorlar. Çok eskiden albatrosların çok uzun yaşayan yaratıklar olduğu zannedilirmiş. Kendilerine Alba ismini veren bu insan topluluğu ise yaşlanmama hastalığına sahipler. Evet evet yaşlanmama, hastalığı? Ergenlikte belirtilerini göstermeye başlayan bu kurgusal hastalık, bir ömür boyu sürüyor ve kişinin çok yavaş yaşlanma belirtisi göstermesine neden oluyor. Yavaş derken kelimenin tam anlamıyla ''yavaş'' olmayı kastediyorum. 70'li yaşlarında gösteren bir Alba'nın aslında 900 yaşında çıkması bizi bu bakımdan şaşırtmamalı.


Bu insanlar çok yavaş yaşlansalar da ölümsüz değiller. Tarih boyunca pek çok ölüme sebep olmuş veba, kolera, çiçek vb. gibi hastalıklara bağışıklıkları bulunuyor; ancak bu insanlar da vurulma, düşme, darbe alma, hatta yaklaşık 1000'li yaşlarında yaşlılıktan ölme gibi sebeplerle ölebilirler. Bu insanların sayısı genele göre az olmakla birlikte, azımsanmayacak sayıda denilebilir. Batıl inançlar ve cadı avlarının bir hayli yaygın olduğu devirlerde yaşamış pek çok Alba bulunuyor. Bu batıl inançlar nedeniyle diğer insanlar tarafından cadı, büyücü, iblis, lanetli olarak görülen bu insanlar, yüzyıllar boyunca bir hayli tehlikede yaşıyorlar. Modern çağın gelmesi ise cadı avını bitirmiyor. Çeşitli deneyler, tımarhaneye kapatılma vb. gibi durumlar, modern çağın tehlikeleri. Bu nedenle de Albaları toplayıp bir çatı altında birleştiren bir kuruluş var. Bu kuruluşa girmek var, çıkmak yok. Her sekiz yılda bir Albalara bir hayat hediye eden bu kuruluş, ödeme olarak Albalardan bazı görevleri yerine getirmeleri istiyor.

Kitap boyunca Tom'un hayatının dönüm noktalarını yaşadığı Londra'ya yıllar sonra geri dönüşünü ve sıradan bir hayat kurmak isterken, kendini nasıl yeniden yaşamı hissetmeye başlarken bulduğunu okuyoruz. Yaşam, seçimleri de beraberinde getiriyor. Kendisi gibi bir Alba olan kızını yüzyıllardır arayan Tom, yıllar boyunca hizmet ettiği ve ona umut veren tek şey olan Alba topluluğu hakkında ilginç bilgiler öğreniyor. Bağ kuruyor, dürüst oluyor ve geçmişle şu anını bir araya getiriyor. Kitapta her bölümde zaman sıçramaları oluyor. Okurlar olarak Tom'un şimdisi ile yüzyıllar boyunca yaşadıklarını bir arada okuyoruz.

Bu yazarın kitaplarında kesinlikle büyülü bir şeyler var. Aslında en bilindik konuları, en sıradışı şekilde anlatıyor. Matt Haig'den okumayı en çok istediğim kitap Gece Yarısı Kütüphanesi'ydi. Ancak ilginçtir ki, bu kitap dışında iki kitabını okudum. Gece Yarısı Kütüphanesi'yle 2024'te buluşmayı umuyorum. Zamanı Durdurmanın Yolları yazardan okuduğum ikinci kitap oldu. Daha evvel yazarın İnsanlar isimli kitabını okumuş ve şurada da (tıklayabilirsin) yorumlamıştım. Yazarın kitabın Teşekkür başlıklı kısmında belirttiği gibi; İnsanlar, kısa insan yaşamlarımızı mekansal açıdan konumlandırmak ile ilgiliyken, Zamanı Durdurmanın Yolları zamanı merkeze alarak yaşamın doğasını inceliyor.

Aslına bakılırsa en azından kitabın başında, her iki kitabın ana karakteri için de sanki aynı kişilermiş gibi hissettim. Her iki karakter de topluluktan farklıydı, bir çeşit özel güçleri vardı, ikisinin de onlara arkadaşlık eden bir köpeği vardı ve en önemlisi her ikisi de hayatı keşfediyordu. Ancak tüm bu nedenler bir yana, benim bu şekilde hissetmemin asıl sebebinin, yazarın ana karakter olarak kendini konumlandırarak hikayesini yazmaya başlaması olduğunu düşünüyorum. Yazarın karakterlerini oluşturma ve hikayesini anlatma tekniği bu mudur tabi bilmiyorum ama benim bir okur olarak hissettiğim bu. 

Bir yerden sonra olaylar ilerledikçe ve biz okurlar da kitabın içine iyiden iyiye girdikçe o etki dağılıyor ancak temelde en azından okuduğum iki kitap için ortak bir yorum getirirsem, iki kitabın ana karakteri de bana aynı kişilermiş gibi hissettirecek kadar birbirlerine benziyorlardı. Aslında bu normalde sorun teşkil edebilecek ve en azından eleştiri alabilecek bir nokta. Ancak aynı zamanda kitabın anlatımı ve verdiği his için de olumlu bir durum oluşturuyor. O olumlu durum da: Samimiyet. Yazarın karakterinin ağzından hayata dair çıkarımlarını anlatmasını okumayı seviyorum. Aslında her insanın bildiği ama çoğunluğun hayatın akışında üzerinde durmadığı durumları bilimkurgu ve fantastik ögelerle harmanlayarak, tabii araya biraz felsefik bakış açısı da katarak, okuyucusuna çok net ve eğlenceli bir biçimde aktarabiliyor diye düşünüyorum.

Dili akıcı, olayların işleyişi sürükleyici olan bir kitaptı. Kitapta çok fazla zaman atlaması olması da aslında riskli bir durum. Bu tip zaman atlamalarında olaylar arasında bağlantıyı kurmak çok önemli. Yazar bunu kafaları karıştırmayacak ölçüde başarmış görünüyor. Öte yandan, Tom'un şimdisini yaşarken bir anda geçmişi anımsaması hali o kadar sık oluyordu ki, bu durum anlam bakımından kopma yaşatmasa da bence geçmiş-şimdi bütünlüğünü bozan bir durumdu. Elbette yazarın karakterin geçmişini, his ve düşüncelerini bir şekilde okuyucuna aktarması gerekli; ancak bu atlamalar bu kadar keskin geçişlerle değil de, daha iç içe geçmiş bir şekilde veya bir olayın tetiklemesi gibi nedenler gösterilerek gerçekleşse, bahsettiğim dağılma hissi olmayabilirdi diye düşünüyorum. Tom'un geçmişini okurken tarihte yer etmiş kişilerle geçirdiği zamanı, tüm o yıllar boyunca kazandığı becerileri (yaklaşık 30 farklı müzik aleti çalmak buna dahil...) kıskandım; evet kıskandım, itiraf ediyorum. 

Matt Haig, hayata bakış açısını sevdiğim bir yazar. Hatta kendisiyle tanışmayı ve sohbet etmeyi çok isterdim. Eh, bunu artık bir şekilde kitaplarını okuyarak yapıyorum. Edebiyatın büyülü gücü! Sana bir sürü karakter ve yazarla dolaylı yoldan da olsa sohbet etme imkanı tanıyor. Tabii gerçekten sohbet etmek de güzel olurdu... Her neyse. :) Bu kitabı genel olarak beğendim. Ancak ilk yarısında ortalama bulduğum, ikinci yarısı ve özellikle de son kısımlarında Tom karakterinin de 400 küsur yıllık hayatında nihayet psikolojik açıdan yetişkinlik çağına girebildiği yerlerde bir hayli duygulandım (ki burada karakteri taşlamıyorum, gerçekten de duygusal olaylar yaşandı ve empati hissim kabardı). Yazarın yazdıklarında büyülü bir hava var dememin sebebi de bu aslında. Bir kitabın teknik yönü iyidir kötüdür, tartışılır. Ama bir kitabın okuyucusuna verdiği his daha farklı bir durumdur. Yazarın en çok da bu ikinci durumda başarılı olduğunu düşünüyorum. En azından yazdıklarıyla beni yakalamayı başaran bir yazar diyebilirim.

Son dakika golüyle yılın favorilerini zorlayabilir, bilemedim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


16 Aralık 2023 Cumartesi

Roman Holiday (Roma Tatili) | Film Yorumu


Yönetmen: William Wyler

Senarist: Dalton Trumbo, John Dighton

Yapımı: 1953 - ABD


Bir varmış, bir yokmuş... Bir gün bir prenses (Audrey Hepburn) İtalya ziyaretindeyken konakladığı yerden kaçmış ve kendini Roma sokaklarında insanların arasında tek başına bulmuş. Üstelik üzerinde gündelik giysileri, yanında hiç para olmadan. Etrafta dolanmış, insanları selamlamış; ta ki kaçmadan önce doktorunun ona yaptığı sakinleştirici iğne etkisini gösterinceye kadar. Sakinleştiricinin etkisiyle bir köşede yarı uykulu uzanmış. Tam bu sırada bir adam (Gregory Peck) prensesin yanına gelmiş ve onu uyandırmaya çalışmış. Adam, prensesi tanımamış ancak genç bir kadını böyle kendinden geçmiş bir halde bırakıp gitmeye de gönlü razı olmamış. Adres olarak prensesin konakladığı yer dışında bir yeri söylemeyen genç kadın, onu bulan adamın evinde geceyi geçirmek durumunda kalmış.

Bu adam bir gazeteciymiş. Ancak işinde pek de başarılı değilmiş. Üstelik herkese borcu varmış ve borçlarını kapatmak için kumar oynar, insanlara tutamayacağı sözler verir, daha da çok borçlanırmış. Gazete bile okumayan bu gazeteci, prensesi daha evvel hiç görmemiş. Ertesi gün prensesin basın toplantısına katılacakmış. Ancak gece peşine takılan genç kadın ona bir hayli iş çıkarmış. Bu nedenle de gazeteci, prensesle yapacağı röportaja geç kalmış. İşe apar topar giden gazeteci, çok şaşıracağı bir gerçekle karşılaşmış. Prensesle birebir tanıştığını fark etmiş ve nihayet para kazanabileceği için çok sevinmiş.


Kaynak: Pinterest

Patronuyla bir anlaşma yapmış. Bu anlaşmaya göre prensesle çok özel bir röportaj yapacakmış. Onun hayat hakkında, insanlar hakkında ve aşk hakkındaki görüşlerini öğrenecekmiş. Bir prensesin sıradan bir insan olarak nasıl biri olduğunu yazacakmış. Patronu gazeteciye inanmamış ama yine de el sıkışmışlar. Gazetecimiz Bay Bradley, fotoğrafçı arkadaşı Irving (Eddie Albert) ile birlikte prenses Ann (Anya)'nın bir gün süren Roma keşfine eşlik ederek onu tanımaya çalışmışlar. 

Film boyunca bir prensesin masallara benzeyen hayatından kaçıp sadece genç bir kadın olarak özgürce geçirdiği bir gününü izliyoruz.


Kaynak: Pinterest

Audrey Hepburn hayran olduğum bir insan. Roman Holiday kendisinin ilk kez başrolü canlandırdığı bir film. Bu filmde canlandırdığı bir prenses olan Ann karakteriyle 1954 yılında En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ını kazanıyor. Zaten duruşu, gülüşü, bakışları ve enerjisiyle kendisi de bir prenses gibi görünüyor. Tabii partneri Gregory Peck ile olan uyumunu da es geçmemek lazım. Siyah beyaz bu filmde, Roma sokaklarına yayılmış hoş bir aşk hikayesini izliyoruz. Bu hikayede büyük harflerle yazılmış, destansı hiçbir şey yok. Prenses olmaktan sıkılmış genç bir kadın ile ona eşlik eden bir centilmenin hikayesini izliyoruz. Film o kadar doğal bir şekilde ilerliyor ki, izleyiciyi de kalbinden tutup Roma sokaklarına çekmemesi çok zor.

İlk kez insanlarla yakın temasta bulunan prenses Anya, tüm hayatı boyunca yapmak istediği her şeyi bir gününe sığdırıyor. Sokakta aylak aylak tek başına yürüyor, upuzun ışıltılı saçlarını kısacık kestiriyor, insanların arasında dondurma yiyor, arkadaşlarıyla bir kafede oturuyor ve hep uzaktan izlediği diğer tüm genç kadın ve erkekler gibi dansa gidiyor. Hem de ona ışıl ışıl bakan ve ışıl ışıl baktığı bir adamla birlikte.


Kaynak: Pinterest

Her şeyiyle masal gibi bir filmdi. Eğer ki iki saatliğine bile olsa başka bir gerçekliğin içinde kendinizi bulmak ve içinizin kıpır kıpır olmasını istiyorsanız bu filmi size öneririm. İzlediğim en güzel romantik filmlerden biriydi.

Sevgili Audrey Hepburn, Haldun Dormen ile yaptığı röportajında bu filmiyle ilgili bir anısına yer veriyor. Röportajı izlemek için şuraya tıklayabilirsin.

Hoşça kalın.

:)



Dean Martin - Arrivederci Roma ("Roman holiday"1953) dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


15 Aralık 2023 Cuma

Mavi Tarlalardan Yürü (Claire Keegan) | Kitap Yorumu

Yazar: Claire Keegan, Çevirmen: Duygu Şahin,
Yayınevi: Yüz Kitap

Mavi Tarlalardan Yürü sekiz öyküden oluşan bir öykü kitabı. Bu öyküler kaynağını İrlanda halk kültüründen alıyor. Karakterler yerel halktan oluşuyor ve öykülerde bu karakterlerin şu anlarına şekil veren geçmişleri ile ruh hallerini okuyoruz. Öykülerden en çok dört öyküyü sevdim. Bunlar; Uzun ve Istıraplı Ölüm, Mavi Tarlalardan Yürü, Korucunun Kızı ve Üvez Ağaçlarının Gecesi isimli öykülerdi.

Yazarın ilk kez bir kitabını okuduğum gibi, İrlanda Edebiyatı'ndan da ilk kez bir eser okudum. Aslında beni en çok heyecanlandıran da buydu. İrlanda'yı yansıtan, o ülkeden çıkmış kelimeler ve karakterlerle bir araya gelecek olmak beni heveslendirmişti. Tabi ki bir kitabın çevirisini okumak ile yazıldığı esas dilden okumak arasında dağlar kadar fark vardır. Ancak iyi bir çeviri söz konusu olduğunda dilin yapısı bozulmadan da dilden dile sağlıklı bir aktarım yapılabilir diye düşünüyorum. 

Bu kitabın çevirisi nasıldı bunun hakkında net bir yorum yapabilmem için kitabı orijinal dilinde okuyup karşılaştırma yapmam gerekir. Ancak kitabın çevirisi bir yana, Türkçe olarak cümle kurulumunda sıkıntılar vardı yorumunu yapabilirim. Kitapta çok fazla anlatım bozukluğu mevcuttu. Hayır, bunlara çok da dikkat etmeyim desem bile yeri geliyor öykünün anlatıcısı bir anda değişiyordu ve olaylar arasında kopukluk yaşanıyordu. Yazar öyküsünü böyle farklı bir tarzda yazmış da olabilir ama öyle bile olsa çeviri sürecinde Türkçeye uygun bir şekilde cümle kurulması gerekir ki cümle anlam bakımından düşük olmasın. Doğru çeviri olayını bile sorgulamıyorum ama kitabın daha Türkçe anlatımında sıkıntılar olması, kitaptan aldığım keyfi azalttı açıkçası. Öte yandan çeviriden kaynaklı gerçekleşen bu olumsuz duruma karşın, yazarın kendine has bir üslubu olduğunu düşünüyorum.

Bir kitaba başlamadan evvel o kitabı evirip çevirir, incelerim. Her ne kadar bazen spoiler yemek durumunda kalsam da arka kapağını okur, sonra ön kapağını inceler ve nihayet kapağı aralayıp yazarın ve çevirmenin biyografisini okurum. Bu biyografiler çok genel ve kısadır orası ayrı ama bana yazar hakkında fikir vermeye ilk etapta yeter. Hele ki bu yazarla ilk kez karşılaşıyorsam, bu genel anlatım benim için hoş bir başlangıç olur. 

Kitabın yazarı olan Claire Keegan ise daha bu kısa biyografisiyle bana ilham veren bir yazar oldu. Aslında çok farklı bir öz geçmişi var diyemeyiz; ancak bu öz geçmişi okumak beni kendi hayallerimle paralellik taşıması açısından heyecanlandırdı. Anladığım kadarıyla kendisi, kendisini geliştiren ve yazmaya tutkulu bir yazarmış ve ben en çok da yazmaya karşı tutku duyan yazarları seviyorum. Çünkü en çok da, onlardan ilham buluyorum. Bence bir yazarın rüştünü ispatlamış bir yazar olması bir yana, en önemli şeylerden birisi de, o yazarın yazmaya devam etmesi ve bunun için hep üretmesi, üretmesi ve üretmesidir. Bu nedenle daha ilk etapta yazara ve dolayısıyla kitabına ısındığımı hissettim. 

Kitabı okumadan evvel kitabı sevdim bile diyebilirim hatta. Ayrıca yazarın anlatımındaki havayı çok sevdiğim yerli öykücülerimizden olan Melisa Kesmez'in anlatımına benzettim. Bu da kitabı sevmemde etkili olan bir diğer durumdu.


Kitaptaki öyküler çok sade ama insandan. Ne demek ''insandan'', değil mi? Her insanın hissedebileceği hisler aralara incecik yerleştirilmiş, kastettiğim bu. Uzun ve Istıraplı Ölüm isimli ilk öyküde bizi, ölmüş ünlü bir yazarın konutunu kendi yazılarını yazmak için kiralayarak inzivaya çekilen bir yazar karşılıyor. Bu yazarın yazması için yaşaması gerekiyor. Bu yazarın içinden yükselen kelimeleri öykü boyunca ben de hissettim ve öykünün ismine tezat olacak bir rahatlama hissiyle öyküye veda ettim. 

Kitaba da ismini veren Mavi Tarlalardan Yürü isimli öyküde ise, seçimlerin başka seçimleri nasıl ortadan kaldırdığı ve bazı kararların kalbimizde derinlere inen kalıcı bir sızının izini nasıl bıraktığı anlatılıyor.

Korucunun Kızı isimli öyküde de aynı şekilde seçimlerin insan hayatını nasıl etkilediği ve bu etkinin sadece kişinin kendisini değil, başta yakın çevresi olmak üzere diğer insanları da etkilediği bir aile dramı üzerinden anlatılıyor. Bu ailede mutsuz bir anne, hayatını geleceğe erteleyen bir baba ve bu anne babanın arasındaki kopuklukta savrulmuş üç çocuk yer alıyor. Kadın karakterin hissettiği o buruk his, çok sade ama belki de bu nedenle etkili bir şekilde anlatılmış. 

Üvez Ağaçlarının Gecesi ise kitaba ismini verebilecek denli kitaba damga vurmuş bir öyküydü diyebilirim. Bu öykümüzde de geçmişin burukluğunu ve kaybettiklerinin solgun gölgesini yüreğinde taşıyan bir kadın karakter karşılıyor bizi. Onun hikayesi de seçimlerle örülü ama diğerlerinin aksine daha ferah bir etki bıraktı bende. Çünkü umut vardı; çünkü karakterin ileriye bakacak cesareti hala vardı.

Diğer öykülerde de aynı şekilde ardında umutlarını bırakmış karakterlerin yaşamlarında yeni umutlar arama sürecini okuyorduk. Özellikle de kitabın ikinci öyküsü olan Ayrılık Hediyesi isimli öykü çok ağır bir konuya sahip. Hatta bu öyküyü okuduktan sonra kitabı bırakmayı düşünmüştüm. Bir kız çocuğunun aile içinde yaşadığı istismarı konu ediniyordu. Bu tip konuları okumak, görmek, duymak bile beni fazla etkiliyor.

Velhasıl kelam, benim genel olarak beğendiğim bir kitap oldu. Favorilerim arasına girdi veya bayılarak okudum diyemesem de, en başta yazarın kelimeleriyle tanıştığım için memnun oldum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

12 Aralık 2023 Salı

Beyin - Senin Hikâyen (David Eagleman) | Kitap Yorumu

Yazar: David Eagleman, Çevirmen: Zeynep Arık Tozar,
Yayınevi: Domingo Yayınevi

Kitap; Ben Kimim?, Gerçeklik Nedir?, Kontrol Kimde?, Nasıl Karar Veririm?, Size İhtiyacım Var Mı? ve Kime Dönüşeceğiz? şeklindeki altı başlıktan oluşuyor. Kitapta genel olarak beynin yapısı ve işleyişi herkesin anlayabileceği bir dil, yapılan araştırmalar ve ilginç bilgilerle anlatılmaya çalışılmış. 

Ben kimim sorusunun merkeze alındığı ilk bölümde; bebeklik çağımıza gidiyor, içinde doğup yetiştiğimiz ortamın beynimiz ve dolayısıyla kimliğimiz üzerindeki etkilerini okuyoruz. İnsan beynini diğer canlıların beyninden ayıran temel özelliği nedir? Geçmişi, geleceği ve çevremizi nasıl ve neye göre algılarız? Anılarımıza göz attığımızda ne kadarını gerçekten yaşadığımızdan emin olabiliriz? Bu noktada şüpheli olmakta fayda var gibi gözüküyor. Çünkü beynin gerçekleri işine geldiği şekilde anımsamak gibi bir yeteneği olduğunu keşfediyoruz.

Gerçeklik nedir başlıklı ikinci bölümde, beynin dış dünyayı algılama biçimini okuyoruz. Her insanın gerçeklik deneyimi birbirleriyle birebir aynı mıdır? Değilse, neden değildir? Duyu organlarımız nasıl çalışır? Duyularımız ve beynimiz arasında nasıl bir mekanizma vardır? Zaman nedir? Zamanın göreliliğinin ardındaki sır nedir? Neden bazen zaman akmak bilmezken, bazen onu tutamayız? Zaman, gerçekliği mi oluşturur; gerçeklik, bizi mi oluşturur? Yoksa tam tersi midir? Biz mi hepsini oluştururuz? Peki, gerçeklik dediğimiz şey nedir ve nasıl oluşur?

Kontrol kimde başlıklı üçüncü bölümde, bilinç ve bilinçaltı kavramları üzerinde duruluyor. Bilinçli zihin ile bilinçsiz zihin arasındaki fark nedir, işleyiş nasıldır; bu gibi sorular beyin sinyalleri ve beynin bölümleri üzerinden anlatılıyor. Neden bilinçliyiz? Gerçekten kararlarımızı bilinçli olarak mı alıyoruz, yoksa hayatımız otomatik pilotta mı ilerliyor? Öğrenmelerimiz nasıl gerçekleşiyor? Kontrol bizde mi; değilse, o zaman kontrol kimde?


Nasıl karar veririm başlıklı dördüncü bölümde; zıtlıklar, onları algılama biçimimiz ve bu çekişmenin ortasındaki varlığımızın etkisi üzerinde duruyoruz. Karar alırken neye göre karar alırız? Karar alırken beynin hangi bölümleri işler? Şimdi ve gelecek kavramlarının kararlarımız üzerindeki etkisi nedir? Toplum, kararlarımızı ne ölçüde etkiler? Toplum, beynimizin işleyişini ne ölçüde etkiler? 

Size ihtiyacım var mı başlıklı beşinci bölümde; beynimizin diğer insanlara ihtiyacı var mı, toplumun beynimizin işleyişine etkisi nedir, bazıları neden daha eşittir gibi sorular ile empati, işbirliği, iç gruplar ve dış gruplar, eşitlik gibi kavramlar üzerinde duruyoruz.

Kime dönüşeceğiz başlıklı altıncı ve son bölümde ise; insan beyninin gelecekte neye evrilebileceği üzerinde duruluyor. Yapay zeka biyolojik evrimimize çağ atlatabilir mi, robotlar da insanlar gibi içsel bir deneyimle öğrenmeler gerçekleştirebilir mi, bilincimizi biyolojik olmayan başka aygıtlara aktarabilir miyiz, bilincimiz biz öldükten sonra da başka bir formla yaşamaya devam edebilir mi, kendimizi simüle edebilir miyiz, simülasyon yoluyla farklı gerçekliklerde deneyimler yaşayabilir miyiz veya şu anda zaten halihazırda bile bir simülasyonda yaşıyor olabilir miyiz gibi sorular üzerinde duruluyor.


Beyin ilginç bir organ. Beynin işleyişi hakkında bilgi edinmek de ilgi çekiciydi. Beynin nasıl çalıştığını anlamlandırmak tıp alanındaki gelişmelere ışık tutacağı gibi, bizim kendi gündelik hayatlarımızda da bize yardımcı olacaktır diye düşünüyorum. Aynı zamanda beynin yapısının çözümlenmesi, öğrenmelerimizin nasıl gerçekleştiği hakkında bizlere bilgi veriyor.

Beynimize iyi bakalım, onu iyi besleyelim a okurlar. Çünkü görünen o ki beynimiz neyse, biz de büyük oranda onu deneyimliyoruz.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

6 Aralık 2023 Çarşamba

Kör Baykuş (Sâdık Hidâyet) | Kitap Yorumu

Yazar: Sâdık Hidâyet, Çevirmen: Behçet Necatigil, Yayınevi: YKY

Kitapta zaman, mekan ve hatta karakterler iç içe geçmiş durumda. Hangi karakterin hikayesi nerede başlıyor, nerede sonlanıyor; hatta hangi karakter hangi hayatın ne kadarını yaşıyor, belirsiz. Kitabın genel havası eski mistik Doğu masallarını anımsatıyor. Tek bir karakter mi var; yoksa tüm karakterler tek bir karakterin başka suretleri olarak mı karşımıza çıkıyor ayırt edilemiyor. Tek gerçek olan şey ise acı. Ana karakterlerin hepsi ruhlarını saran acılarla boğuşuyorlar ve bu acıları dindirmek için bedenlerine ve hatta çevrelerindeki insanlara da acı veriyorlar. 

Bizi kitabın başında bir afyon bağımlısı karşılıyor. Hayatındaki tek ışığın bir kadın olduğunu söylüyor. Bu kadının ne ismini biliyoruz, ne de karakterle olan ilişkisini. Bildiğimiz tek şey, parlak iri gözlü bu kadın karakterin ana karakter üzerinde bıraktığı tesir. Bu tesir öyle güçlü ki, zamanla ana karakteri delirtiyor. Ana karakterin ''aşk'' olarak tanımladığı bu duygu, afyonun tıpkı bedenini esir alması gibi zamanla ruhunu esir alıyor. Sonra zaman ve mekan değişiyor. Acı çeken başka bir adamın çok benzer başka bir hikayesine daha tanık oluyoruz okurlar olarak. 

Yaşamına bir dizi  talihsizlik ve belirsizlikle başlamış bu adam da parlak iri gözlü bir karaktere bağlıyor hem tüm iyileşme umutlarını, hem de yok oluş isteğini. Bu kadın, adamın karısı ve aynı zamanda süt kardeşi. Aynı dadı tarafından büyütülmüş bu iki kişi bir şekilde evleniyorlar. Ancak çocukken birlikte oyunlar oynamış bu iki kişi, birbirlerinden olabildiğince uzak iki yetişkin. Ana karakter burada da bağımlılıklarına tutunuyor. Bağımlı düşünceler şeklinde başlayan bu hal, zamanla ilaçlara olan bağımlılığı şeklinde bedenine de yansıyor. Sonra yine zaman ve mekan değişiyor. Ana karakter yaşlı bir hurdacı şimdi. Çektiği acıdan dolayı saçları bir anda beyazlamış bir adam olarak karşımıza çıkıyor.

Bağımlı düşünceler, kabullenişler ve tükenişler... Hikaye üç farklı adam ve üç farklı kadının görünümüne bürünerek biz okurlara bunları anlatıyor. Hangi karakteri ilk nerede görüyoruz, onlarla nerede vedalaşıyoruz ayırt edemiyoruz. Ancak hikaye tüm parçalarıyla bir bütün olarak karşımızda. 

Kitabın konusunu anlatırken çok fazla acı kelimesini kullansam da, kitabın depresif bir kitap olduğunu düşünmüyorum. İç açıcı bir kitap olmadığı kesin; ancak gerek dilinin zenginliği olsun, gerekse karakterler arasındaki bu geçiş olsun hikayeyi canlı tutmuştu. Bu nedenle kitabı okurken üzüntü, kızgınlık, sıkkınlık vb. gibi daha somut duygular hissetmekten ziyade, ben de tıpkı kitabın geneline yayılmış sisli hava gibi merakla çeşnilendirilmiş olarak tanımlayabileceğim karmaşık duygular hissettim. 

Kitapta ana karakter insanlardan soyutlanmış bir yaşam sürüyordu. İnsanları ''pek çok maskelerinin olmasıyla'' suçluyordu. Bu suçlama halinin içinde biraz da özeleştiri bulunduğunu düşünüyorum. Neticede ana karakterin kendisi de bir insandı. İster kendini odalara kapatsın, ister sabahtan akşama kadar ''ötekileri'' yargılasın. Ana karakterin de maskeleri vardı ve taktığı bu maskeleri kitap boyunca değişen yaşantılarla karşımıza çıkan diğer karakterler aracılığıyla görüyorduk. Ana karakter hissettiği sıkıntılı ruh halinin belki geçmiş bir zamanda başka bir insan tarafından daha deneyimlenmiş olmasını rahatlatıcı buluyordu. Çünkü böylece karakter, acı maskesinin ardında daha da büzülme ve kendini daha rahat saklayabilme imkanı buluyordu. Böylece ötekiler ''suçlu'', kendisi ''acı çeken'' oluyordu. 

Kitabı okuyanlar varsa üzgünüm, ana karaktere hiç mi hiç üzülmedim. Yaşadıkları zor olabilir ama gerek düşünceleri, gerekse eylemleri nereden bakarsak bakalım caniceydi. Karakterlerin hepsi bağımlıydı: Sadece bedenleriyle değil, en başta ve en fenası olarak düşüncelerinde bağımlılardı.


Kitabın gerçekten zengin bir dili var. Okumanın zor veya yorucu olduğunu düşünmüyorum, hayır. Ama kitap okuma alışkanlığına sahip olmayan okurları sıkabilir. Çünkü fazla düzgün, zengin ve ayrıntılı bir dile sahip. Kitabı okurken her şey bir okur olarak zihnimde birer tablo gibi canlandı benim. Öte yandan, kitabın yer yer soyut hale gelen işleyişini düşündüğümüzde dildeki bu netlik ve ayrıntılı hal bence gerekliydi de. Bu noktada kitabın çevirmeni olan Behçet Necatigil'i de anmadan geçmek olmaz. Özellikle de kurgu kitapları çevirmenin yazma becerisi gerektirdiğini düşünüyorum. Aksi halde, örneğin bu kitaptaki, zengin betimlemelerin kaybolması işten bile olmaz.

Benim okuduğum bu baskıda kitabın çevirmeni olan Behçet Necatigil'in kaleme aldığı bir önsöz ile kitabı Almancaya çeviren ve Sadık Hidayet'in de arkadaşı olan Bozorg Alevi'nin bir sonsözü yer alıyor. Bu iki yazıda da gerek yazara, gerek yazarın kitabı yazarken içinde bulunduğu fiziksel ve ruhsal koşullara dair bilgiler yer alıyor. Yazar kitabını ilk kez Hindistan'da bastırmış ve ilk baskısına kitabın İran'da basılmasını yasakladığına dair bir not eklemiş. Sadık Hidayet varlıklı bir ailede doğmuş ve iyi bir eğitim almış birisiymiş. Ancak İkinci Dünya Savaşı'nın etkileri, İran'daki iç karışıklıklar, memleketi olan İran'da yazdıklarının değer görmemesi ve hatta ardından konuşulması nedeniyle bunalıma girmiş. Başbakan olan eniştesinin yobazlar tarafından öldürülmesi ise onu en çok sarsan olaylardan biri olarak ifade ediliyor. Tüm ümidini yitiren yazar, intihar ederek bu dünyadan ayrılmış. Aynı zamanda bu yazılarda yazarın büyük oranda Ömer Hayyam'dan etkilendiği ifade ediliyor. Bu kitabında bile bu etkiyi görmek mümkün. 


Özetle, kitabı beğenmesine beğendim. Farklı bir kitap olduğunu düşünüyorum en başta, ki bu bile kitaba ''beğendim'' demem için başlı başına bir kriterimdir benim. Amma ve lakin... Beni derinden sarstığını söyleyemiyorum. Kitabı bundan çok değil, bir yıl önce bile okusaydım daha çok etkilenebileceğimi düşünüyorum. Ayrıca kitaba dair okuduğum yorumların geneli pozitif veya aşırı pozitifti. Bu ölçekten baktığımızda kendi yorumumu ortalama pozitif olarak nitelendirebilirim sanırım. :)

Hoşça ve kitaplarla kalın.

Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.