6 Ekim 2023 Cuma

Yüzde Yüz İhtimale Kaçış.


Ben geçmişe ve anılarıma gerçekten bağlı birisiyim. Sevdiğim şeylere sarılmak, onları bırakmamak ve böylece güvenli bölgemde kaykılarak oturmak istediğimi sanıyorum. Bu bana tarottaki tılsım dörtlüsü kartını anımsatıyor. Bu kartta elindekilere sıkı sıkı tutunmaktan dolayı iki büklüm kalmış bir figür vardır. Bu figür elindeki dört küçük tılsıma o denli sarılmıştır ki, bir türlü yerinden kalkamaz. Oysa olması gereken şey, yaşamak dediğimiz oluşum, bu değil. 

Sevdiğimiz şeyler elbette var. Ben insanın özünün değişeceğini sanmıyorum. Bugün sevdiğin bir şeyi yarın sevmeyebilirsin evet ve zaten tam da bu nedenle elimizdeki minik tılsımlara sıkı sıkı tutunmak akıl kârı değil. Ancak yine de, hayatın bize zevk veren bazı şeyleri 7 yaşımızda da, 17 yaşımızda da, 27 ve 57'imizde de, aynı kalabilir. Mesela ağaçların altında yürümekten hep keyif alabiliriz veya sütlü çikolatadan veya kitap okumaktan veya bilmiyorum işte. Sevdiğimiz şeyler hep vardır, bizi biz yapan o aromatik özelliklerimiz. Ancak, bu aromayı çeşitlendiren şeyler değişebilir. İsteklerimiz, beklentilerimiz, mutluluk ve mutsuzluklarımız, korkularımız, hırslarımız... Değişir.

7 yaşındayken hayal kurmayı çok severdim. Her şey hakkında bir hikaye uydurabilirdim. Çizim yapmayı da çok severdim. Hayalim moda tasarımcısı olmaktı, hatırlıyorum. Evet hatırlıyorum çünkü durmadan giysi çizerdim oraya buraya. Oysa okula başladığımda fark etmiştim ki, kimse moda tasarımcısı olmak istemiyordu ve ben yalnız kalmıştım. Bu nedenle bana büyüyünce ne olmak istediğimi sorduklarında hiçbir zaman ''moda tasarımcısı'' demedim. Neden sınıftaki tek moda tasarımcısı adayı olmak istemediğimi bilmiyorum. Gözüm kolay korkuyormuş demek ki ve demek ki, 7 yaşında beni saran bu korkum, uzun yıllar boyunca aynı kalmış: Yalnız kalmak.

Yalnız kalmaktan hayatım boyunca çok korktum. Bu nedenle de bir şekilde kendimi tılsım dörtlüsü kartını yaşarken buldum sanırım. Elimdeki şeylere hep sıkı sıkı sarılırdım çünkü bir şeyi bozarsam veya kaybedersem üzüleceğimi düşünürdüm. Dünyanın sonunun falan geleceğini. Kendimi bu korkum için yargılamıyorum hayır. Sonuçta korkularımız da gökten zembille inmiyor veya bir bilgisayar yazılımı gibi sistemimize kodlanmıyor. Belki bu ikincisi biraz doğrudur ve genetik menetik derken dna'mızda minik korku ihtimalleri başıboş gezebiliyordur ama bu konuda uzman değilim. Bilgisi olan buyursun bilgilendirsin. Ama ne diyordum? Korkularımız. Sence korkularımız baştan beri var mıdır yoksa sonradan mı öğreniriz? Bence büyük bir çoğunu sonradan öğreniriz. 

Son yıllarda gerçekten olgunlaştığımı hissediyorum. Daha evvel hiç böyle hissetmemiştim ve değişimimi kabullenmek de benim için biraz zorlayıcıydı. Çünkü değişimi kabullenmek demek elindeki tılsımları yere bırakıp nihayet dik oturmak demekti ve bunu yaparsam tılsımlarımın uzaklara yuvarlanacağını düşünüyor falandım. Oysa yuvarlanması gerekenlerin yuvarlanması zaten kaçınılmazdır. Hem, tuttuğumuz minik tılsımlarla cebelleşirken belki de daha büyük tılsımların gelip gidişini kaçırıyoruzdur. Hayatta fırsatlar karşımıza çıkar ancak her fırsat tıpkı bir trafikte ilerlermişçesine dümdüz gidiyor. Çünkü sanırım yukarıda bahsettiğim yaşamak eyleminin de olayı bu. Daima ileriye. Yoksa zaman sandığımızın aksine döngüsel olabilir mi? Zaman yolcuları haydi yoruma.

Peki geride kalanlar öylece yaşandı bitti mi olacak? Hayır tabi ki. Bunu söylemediğimi biliyorsun. Geçmiş dediğimiz şey aslında bizim bir parçamız. Benliğimizin aromasını tatlandıran şeyler. Ama ana madde değil. Hiçbir şey ana madde olmaz. Ana madde diye bir şey en başından beri var mıdır, yoksa en sonunda mı nihayete erecek bilmiyorum ama anılar sadece bizim küçük bir parçamız. Neticede bugün, dünden büyüktür. Peki o zaman gelecek? Gelecek için endişelenmeli miyiz? O halde gelecek de bugünden mi büyük olacak veya olmalı? Hayır. Çünkü gelecek diye bir şey yok.

Şimdi çok ilginç bir şey söyleyeceğim. Ben hiçbir zaman ama hiçbir zaman gelecek için endişelenmemişimdir. Ben hep geçmiş için endişelendim. Yani daha doğru bir ifadeyle söylersem, geçmişin endişelerini bugünüme ve geleceğime yansıttım. ''Dün böyle oldu ve hep böyle olacak...'' meselesi. Zaten bence gelecek için endişelenme durumunun olayı da bundan ibaret. Çünkü yaşanmamış bir şeye karşı somut bir his geliştiremezsin diye düşünüyorum. Sadece varsayımda bulunursun. Peki bu varsayım verisi nereden gelir o halde? Geçmişten. Tabii sadece ben böyle düşünüyorum. Belki de gerçekten de zaman yolcusu hisler gelecekten gelip anksiyetemizi oluşturan nedenlerin içine yerleşiveriyorlardır, artık bilemeyeceğim. Kuantum fizikçiler, genetikçiler, Romalılar ve Neptünlü hemşehriler, sizler de yorumlara doluşuverin...

Bunları anlayalı aslında baya zaman oldu. Ancak son günlerde bundan daha farklı bir şeyi hissettim. Bazı anıların sahiden de geçmişte kaldığını ve onları yaşayan İlkay'ın aslında şu anki İlkay olmadığını. Bu anılar güzel anılar da olabilir, kötü anılar da, hiçbir şey ifade etmeyen rastgele hatırlamalar da. Ama bitti. Anılara baktığımda sanki onları ilahi veya gözlemci bakış açısıyla görüyormuşum gibi hissettim. Sanki uzaktan izliyormuşum gibi ve bu sayede de zamanın sahiden de geçmiş olduğunu anladım. 

Zamanın geçmesi beni hep korkutur. Belki sen de fark etmişsindir, yazılarımda hep tez canlıyımdır. Çünkü sanki söyleyeceklerimi şimdi söylemezsem asla ve hatta sonsuza kadar söylemeyecekmişim gibi gelir. Söyleyemezsem ne olur sanki değil mi? Ama işte öyle değil... Şu an istediğim her şeyi şu ana sıkıştırıp bitirmek isterim. Bir an önce bitmesini. Bir an evvel benden çıkmasını. Bu nedenle de bazen güzel tohumları olgunlaşmadan yerinden söküp öldürürüm... Bunlar fikirler olabilir, istekler, hisler, düşünceler ve hatta eylemler. Evet var olurlar ama sonsuza kadar bebek kalırlar. Korktuğum için. Büyümelerinden korktuğum için. Sanırım kendimden korktuğum için.

Hep bir şeyleri arıyordum ve hep bir şeylerden korkuyordum. Bunun ne olabileceğine dair çok zaman fikir yürüttüm ama bir şeylerin doğru olmadığını da hep biliyordum. Amaç suçu başka şeylere atmaktı ve bebek fikirlerle yetinmekti sanırım. Oysa artık bunu yapmak için fazla büyümüş gibiyim. 

7 yaşındaki halime de, 17 yaşındaki halime de, 20 yaşındaki halime de, hatta 23 yaşındaki halime de şefkatle yaklaşıyorum. Kendimi anlıyorum. Korkularımı ve diğer her şeyi de. Ancak artık o korkular bana ait değil. Ocak ayında korktuğum şeye bile, ekim ayında korkmuyorum mesela. Bu da çok ilginç. Sanırım her şey sorumluluğu eline almayı kabul etmekle başlıyor.

Sorumluluk lafı da ne büyük değil mi? Koskocaman kelime. SORUMLULUK. Bööööö! :)

Ben hep sorumluluk sahibiydim. Hatta çocukken bile aşırı sorumluluk sahibiydim. Bu kadar sorumluluk sahibi olmuş olmam içimi sızlatıyor. Bazen keşke daha vurdumduymaz olsaydım dediğim bile olmuştur. Çünkü bir yerden sonra bu sorumlulukların kaçını üstlenmek istediğime karar veremez olmuştum. Yani büyük şeyleri söylemiyorum tabi ki. Konu kötü veya iyi yaşam koşulları veya kendini kıyaslamak veya vah vah etmek veya oh şükür demek falan değil. Konu da yok zaten. Konu benim istediğim hayat ve bu hayatın ne tip sorumlulukları olabileceği. İşte bunu kararlaştırmak da bir sorumluluk ve benim kaçtığım tek sorumluluk aslında hep buydu. Bu nedenle de bu sorumluluk, yani belki de ''BÜYÜME SORUMLULUĞU'' bana ağır geldi, bilmiyorum. 

Dört küçük tılsıma tutunmak güvenliydi. Gri bölge işte bilirsin. Ama sonra hayattaki en büyük isteğim hep yanımda dolanıp durdu. Bir şeyi tutkuyla yapmak. Aslında bana kalırsa her şeyi tutkuyla yapmalıyız ama bu mümkün mü bilmiyorum. Bu yüzden, en azından, hayatımın ana noktasını kendimi vererek şekillendirmek istedim. Bu konuda sanırım şanslıydım da. Kör topal doğru yolda gitmişim. Çoğu zaman bundan bile şüphe ettim. Acaba doğru yolda mıyım? Mutlu olacak mıyım? Yoksa yalnız mı kalacağım?.. diye. Bu sonuncu soru en büyük bahanemdir zaten. Bu soruyu soran birinin yalnız hissetmeme ihtimalini açıklıyorum a okurlar: Sıfır. Çünkü kendini buna şartlandırıyorsun. Tılsımların bu hisler oluyor işte. Sonra bir bakıyorsun ki, hayattaki en büyük isteğin uzanabileceğin ama asla dokunamayacağın bir noktada. Buna ne diyordu popüler tanımlamalar: Potansiyelini gerçekleştirememek. Çünkü çabalamıyorsun bile. Çünkü korkuyorsun. Gerçekleştirmekten.

Hala kendimi keşfetmeye çalışıyorum. Ama artık bunu mış gibi yapmıyorum sanırım. Çünkü elimdeki şeyleri tutmaya çalışırken omzum sırtım falan komple tutuldu. Hayat bir sudoku değil. Aynı rakamı iki kez yazarsak elenmeyiz muhtemelen. Kardeşim bulmaca çözmeyi sever. Bir keresinde onu bulmaca çözerken görmüştüm ve sayfalara göz atarken sudokunun zor olduğunu söylemiştim. O da herkesin çözebileceğini söylemişti. Ben de ben çözemiyorum ama diye dalgaya vurmuştum. Hayatımda hiç sudoku falan çözmeye kalkışmadığımı da eklemeliyim bu arada.

Velhasıl kelam, bu bir iç dökme yazısıdır. Muhtemelen yakın gelecekte kaldırılacaktır. Çünkü hislerimin ancak yüzde beşine tekabül edebilecek kelimelerle bu yazımda bir ''his tercümesi'' yapmaya çalıştım. Belki de yüzde doksan beşini anlatmamam, yüzde beşinden bir şeyi eksiltmez; değil mi? Bak yine aynı noktaya geldik. Neden her şey yüzde yüz olmak zorunda?.. -değil- Çünkü böyle olduğunda, bir şeylerin yüzde yüz mükemmel olacağı, yüzde yüz hazır olacağımız ve o şeyin yüzde yüz oranında devamlılığını koruyacağı varsayımına karşı sanrılar geliştirdiğimizde, sadece kaçıyoruz. Yüzde yüz olma ihtimaline; yani, hiçliğe.

Hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.