Son günlerde Amelie filmini bir kez daha izlemeyi düşünüyordum. Çok sevdiğim ve bana rahatlama alanı sunan filmlerden biri olmasına rağmen, birdenbire nereden gelmişti bu istek anlayamamıştım. Bu isteğimi henüz gerçekleştirmesem de; film hakkında değil, Amelie hakkında bir yazı yazmak istiyorum.
Onu ilk kez izlediğimde, abartmıyorum, filmin başından sonuna kadar yüzümde bir gülümseme mevcuttu. Bir kere, filmin ana karakteri Amelie'ye hayat veren Audrey Tautou çok sempatik gülümseyen bir kadındı. Evet, gülümseyen. Gülümsemesi ve gözlerinde beliren parıltıyla, çok az repliği olmasına rağmen, Amelie'yi ikonik bir karakter haline getirmişti. Pek konuşmasa da dile geldiği her anda anlamlı bir cümle söylüyor, hatta bazen kalpsiz insanlara had bildiriyordu. Amelie'nin hayatının griliğinden bahsediyordu anlatıcı; ancak Amelie bunun tam aksi gibi davranıyordu. Elini çekirdek çuvalına daldırmaktan, tatlının üzerine kaşıkla vurmaktan ve suda taş sektirmekten hoşlanırdı. Başkalarının hakkını savunur, mucizelere inandıran mektuplar oluşturur ve tek başına olanların yalnız kalmasına göz yummazdı. Yani aslında renkli bir kişilikti. Herkesin sevebileceği sıradan şeyleri, dikkatini vererek özenle yapardı. Belki de onu sıradışı yapan da buydu. Tabii ki filmi ilk izlediğimde bunlara dikkat etmemiş olmalıyım. Gördüğüm tek şey tatlı bir karakter ve onun ''tuhaf'' hikayesiydi. Ama şuna eminim, filme dair en sevdiğim şey... hep Amelie'ydi.
Çoğu kişi bu filmi umut veren tatlı filmlerden olduğu için seviyor gibi görünüyor. Tabii yıllar sonra bizim tatlı Amelie'mizin ajan olduğu bilgisi, şşşş, ayyuka çıkmıştı ancak bu bilgi benim nazarımda filmin canııımmm özgün ve özgür tavrına limon sıkmaktan öteye gidemedi. Ne gerek vardı, illa hikayenin büyüük bir amacı mı olmalıydı yani? Bu sadece Amelie'nin hikayesi olamaz mıydı? Sahi... Amelie kimdi ki? Gerçekten de film boyunca pek konuşmayan bu genç kadın hakkında öyle çok da bilgi edinemiyorduk. Onun korkularını, umutlarını ve sevdiği şeyleri görüyorduk ama bunlar Amelie'nin kendisini tanımamız için yeterli miydi? Biz seyirciler dış bir göz olarak onu izliyorduk. Amelie bizi kimi zaman güldürüyor, kimi zaman sinirlendiriyor, kimi zamansa... kırıyordu. Çünkü belki de onda kendimize dair bir şeyler görüyorduk. Belki de ona baktığımızda aslında delicesine çarpan kalbini, karmakarışık zihnini ve düşmüş omuzlarını görüyorduk; ve aynı zamanda onun ışıl ışıl gözleri, sevimli gülümsemesi ve tatlı merakı bizlere asıl umut veren şeydi. Onun hayatına dair bir umut mu, kendi hayatımıza dair bir umut mu?.. Bilmiyorum. Asıl ilginç olan ise Amelie'nin film boyunca kendisinden hiç bahsetmediğini çok sonrasında anlamıştım. Biz onu gözlemci bakış açısıyla izliyorduk. Tamam belki dış bir sesin de yönlendirmesiyle... Ama bu, bir karakterin kendi iç dünyasını anlamlandırmamız için yeterli miydi? Yoksa aslında tam tersi, bu durum bir karakterin kendini kendi ağzından anlatmasından bile daha etkili olabilir miydi?
Amelie'nin kendine yabancılaşmış bir karakter olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle de onun sıradışı öyküsündeki en ilgimi çeken şeyin aslında herkesten bir parça taşıyan Amelie'nin bizzat kendisi olduğunu görüyorum. Onu ilk izlediğimde, ikinci izlediğimde, üçüncü ve bilmiyorum kaçıncı izleyişimde, onunla zıt bir karakter olduğumu düşünüyordum. Sanırım onda beni en çok çeken şey de buydu: Hayattaki küçük noktaları bulup çekmesi. Bu bana ilham vermişti. İlk izleyişimde de, ikinci izleyişimde de, üçüncü, dördüncü, beş... Görüyorum ki bu, kendini tanımak için güzel bir yol. Bütünü göremiyorsan parçaları bul ve biraz hafifle. Tabii bunlara da tutunmamak şartıyla.
Sonuçta; ''hayat asla sahnelenemeyecek bir oyunun sonsuz tekrarından ibarettir.''
-filmi izlemeye gidiyorum...-
bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.
Kitabın\ derginin adını gerçekten hatırlamıyorum. Çok eskiden bir dükkanda karıştırdığım sinema içerikli bir baskıydı. |
Not: Ondan ilham alıp ben de bu yöntemi kullanmıştım. İnsana puzzle yapmak gibi hissettiriyor. Ama uzun süre Amelie olamazsın. Belki tatillerde ahahah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder