Yazar: Jack London, Çevirmen: Fadime Kahya, Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları |
Kitap, bir mahkumun hapishanede hücre cezası aldığı günlerde yaptığı zihinsel yolculukları anlatıyor. Meslektaşını öldürerek müebbet hapse mahkum edilen profesör, başka bir mahkumun iftirasına uğrayarak sadece en ağır suçluların atıldığı hücre cezasını alıyor. Bu hücrede iletişim kurabildiği yegane kişiler diğer hücre mahkumları olan Ed Morrell ile Jake Oppenheimer. Bu üç suçlu kendi aralarında geliştirdikleri dil ile duvara vurarak iletişim kuruyorlar. Bunun dışında birbirleriyle konuşamaz, dışarıdan haber alamaz, hatta gün ışığını bile göremezler. En fenası ise gömlek cezaları. Deli gömleğine hiç boşluk kalmayacak şekilde sıkıca sarıldıkları saatlerde mahkumların tüm uzuvları uyuşacak kadar çok hasara uğruyor.
Ed Morrell bu cezalarla baş etme yöntemi olarak astral seyahate çıktığını profesöre anlatıyor. Bunu yapmak için tüm bedenin uyuşması ve bir nevi beden ölümünün gerçekleştirilip tam bir zihinsel farkındalığa geçilmesi gerektiğini söylüyor. Yine uzun saatler gömlek cezası aldığı bir günde profesör Standing hücre arkadaşının ona verdiği taktiği uygulamayı deniyor. Gerçekten de yavaş yavaş tüm bedeninin uyuştuğunu ve mecazi olarak öldüğünü hissediyor: Sadece zihni kalana kadar. Geriye sadece ben bilinci kaldığında ise arkadaşı gibi astral seyahat yapmak yerine başka benliklerinin yaşamlarına dair görüntüler görüyor. Kitap boyunca da profesörün geliştirdiği bu zihinsel taktik ile başka zaman ve mekanlarda var olmuş diğer yaşamlarının anılarını okuyoruz.
Jack London'un zamanının, hatta şu anda 2025 yılındaki bizlerin de zamanının, ötesinde bir bilinç ve zihin yapısında bir yazar olduğunu düşünüyorum. Son dönemde onun kaleme aldığı kitapları art arda okudum ve okuduğum kitaplarında genel olarak bilinç nedir meselesi üzerinden hareketle kurguladığı metinlerle karşılaştım. Kitapta karakterin yaşadığı durum reenkarnasyon deneyimleri veya paralel evrenler gibi mistik, fantastik veya bilimkurgusal bir yerden anlatılmıyordu. Karakterin yaşadıkları direkt olarak zamanın ve mekanın iç içeliğini ve şu andalığını, evet her şeyin şimdi ve şu andalığını vurgulayan bir yerden, bilincin ne olduğu veya olabileceğinden yola çıkarak anlatılıyordu. Karakter paralel evrenlerde veya zamanlarda seyahat etmiyordu; iç içe geçmiş benliklerini anımsıyordu.
Karakterin yaşadığı durumun kalp ritminin aşırı yavaşlaması sonucu gerçekleşen bilinç kaybında gördüğü sanrılar olduğunu düşünmek de mümkün. Belki de ''gerçekçi'' bir pencereden bakarsak, kurgu yine ilginçliğinden bir şey kaybetmemekle birlikte, bu mantığa dayandırılabilir okurlar nezdinde. Ancak ben yazarın direkt olarak kitapta yazıldığı gibi, her şeyin şu anda zaten var olduğu, yalnızca maddenin şeklinin zamana bağlı olarak şekillendiği ve bu nedenle de anda görebildiğimiz ve anda deneyimlediğimizi bilinçli zihinle idrak edebildiğimiz benliğimizin ve gerçekliğimizin altında, belki de bilinçaltımızda, tıpkı karakterin deneyimlediğine benzer bir şekilde yaşamın büyük patlamadan itibaren tüm kaydının bulunduğunu kastettiğini düşünüyorum. Böyle düşünmemin nedeni ise karakterin bilincini kaybettiği anlarda gördüğü yaşamlarına dair bazı somut kanıtların gerçekten de tarihte var olduğunu dile getirmesi. Tabii belki de bu da tıpkı Jake Oppenheimer'ın dediği gibi (bu karakter atom bombasının babası olan Julius Robert Oppenheimer değil, ben de başta o sanmıştım ama soyadı benzerliği) zihnin başka bir oyunu, bellek dediğimiz bir diğer ilginç kavramın mini gösterisi olabilir. Kim bilir...
Yazar bu kitabı yazarken San Quentin Hapishanesi'nde beş yıl ceza çekmiş arkadaşı Ed Morrell'dan ilham almış. Yazarın kitabındaki karaktere direkt olarak arkadaşının adını vermesi ayrıca onore edici bir durum diye düşünüyorum. Öte yandan kitapta hapishanedeki yaşam koşullarının kötülüğü, çalışanların ve halkın (yazara göre) vicdan-eylem anlamındaki ikiyüzlülüğü de eleştirilmiş. Kitap tek bir kurgunun içinde aslında birçok kurguyu barındırıyor. Ana kurgudan çatallanan bu diğer kurguları da karakterin yaptığı zihin yolculukları şeklinde okuyoruz. Karakter kah Asya'da bir yabancı, kah ıssız bir adada mahsur kalmış kazazede, kah göç eden bir çocuk, kah aşkıyla inandıkları arasında kalan bir adam oluyor. Bu alt kurguları tasarlamak da en azından temel düzeyde bir tarih bilgisi ve yüksek düzeyde hayal gücü gerektiriyor diye düşünüyor ve yazara bir kez daha hayran oluyorum. Gerçekten müthiş biri. Yıla onun bir kitabını okuyarak başlamak da benim için güzel oldu tabii.
Gerçekten yıldızlar arasında ve onların ötesinde seyahat etmek mümkün müdür bilmem ama Yıldız Gezgini adıyla ayrı, içeriğiyle ayrı beğendiğim bir kitap oldu. Keşke filmi veya dizisi yapılsa da izlesek. Kitap bile başlı başına film gibi canlı görüntülere sahipti benim için.
Hoşça ve kitaplarla kalın.
ALINTILAR
''Zeki insanlar zalimdir. Aptal insanlar ise canavarcasına zalimdir.'' (Sayfa 9)
''...güçlü beyinlere asla söz geçirilemeyeceğini kavradım.'' (Sayfa 41)
''Düşünüp inanman gereken, bedenin ayrı ruhun ayrı şeyler olduğu.'' (Sayfa 72)
''Taş duvarlarla demir kapılar bedenleri içeride tutmak için. Ruhu içeride tutamazlar.'' (Sayfa 73)
''Ben bendim, bundan emin ol. Ama ben Darrell Standing değildim.'' (Sayfa 89)
''Görüyorsun, Pons, dünya öyle kötü bir yer ki yaşam çok hüzünlü, herkes ölüyor ve ölecek... hatta öldüler. Bu yüzden insanlar bugünlerde benim gibi bu kötülükten ve hüzünden kaçmak için şaşkınlık uyandıran şeylerin, hiçbir şeye aldırmayan çılgınca eğlencelerin peşinde koşuyorlar.'' (Sayfa 93)
''Mantıksızlığının bana bütün işkencelerine katlanmaktan daha çok acı verdiğini söylediğimde bana inanacağına güveniyorum.'' (Sayfa 167)
''Çabuk şeyler ucuzdur.'' (Sayfa 198)
''Biçim yok olur. Maddenin belleği yoktur. Yalnızca ruh anımsar.'' (Sayfa 219)
''Yine de insanoğlu, en tuhaf ve ne yapacağı kestirilemeyen bir yaratık.'' (Sayfa 288)
''...yüreğimi sağlam tuttuğum sürece er geç buradan kurtulurdum.'' (Sayfa 293)
''Ölümcül günahları icat etmek için, maddeye egemenliğinin yardım ettiği hayal gücüyle insanoğlu gerekiyordu. Daha aşağı hayvanlar, öteki hayvanlar günah işlemeyi beceremezler.'' (Sayfa 336)
''Ölüm diye bir şey yok. Yaşam ruhtur ve ruh da ölemez. Yalnızca et ölür ve geçip gider, hep kendisini belirleyen kimyasal maya, hep plastik, yalnızca akışkana dönüşmek için daima billurlaşan, yeni ve farklı fani biçimler almak için billurlaşıp sonra yeniden akışkana dönüşen bir sürünme. Bir tek ruh kalır ve yukarıya, ışığa doğru ilerlerken kendisini ardışık ve sonu gelmez yeniden doğuşlar içinde oluşturmayı sürdürür. '' (Sayfa 339)
bu london amca yani biraz da h.g wells gibi demekki fazla zekiler veyaaa belki de nasa filan bunlara bilgi veriyorlar destek oluyorlar :)
YanıtlaSilBu nasa'nın yıldızları değil, başka :) London bilimkurgu yazarı da değil, bu kitabının da yukarıda dediğim gibi aslında bilimkurgu veya fantastik türlerle pek ilgisi yok. Sadece biraz felsefeye de kayan bir abimizmiş. Ben de son okuduğum kitaplarıyla öğrendim. Çok okumanın, gezmenin ve insan tanımanın da meyvesini iyi bir yazar olarak yemiş. Gerçekten de iyi bir yazar olmak için gerçekleştirilmesi gereken her şeyi yaptığını hayatına bakınca görüyoruz. Allah vergisi bir yetenek de eklenince böyle kitaplar yazabiliyorsun demek ki. Belli bir kalıbı takip ediyor aslında kitaplarında gördüğüm, güçlü-güçsüz çatışması hep var ama hayal gücüyle kurguları çeşitlendiriyor. Yıl içinde de ondan okumaya devam edeceğim bakalım. Daha net çıkarımlar yaparım böylece.
SilLondon senin en sevdiklerinden ve senden yorumunu okumayı en sevdiklerimden. Martin Eden'den bu yana yazarı okumamıştım ben, Jack London zamanım gelmiş, listeye alınsın. Yorum için teşekkürler :)
YanıtlaSilAslında London'un farklı bir yönünü keşfetmem tam da 2024'ün aralık ayına denk geliyor. Evet bu kadar yakın bir tarih. :) Daha öncesinde okuduğum iki kitabını da yıllar önce okumuştum (Martin Eden ve Vahşetin Çağrısı). Hem o kitapların detaylarını büyük ölçüde unuttum, hem de yazarın kitaplarına dair genel yargım hep macera ve vahşi doğaya dair kitaplar yazdığı yönündeydi. Geçen ay okuduğum Ademden Önce ve Kızıl Veba kitapları ile aslında yazarın düşünce dünyasının derinliği hakkında bilgi edindim ve kendisine tam da bu felsefi derinliği nedeniyle hayranlık duymaya başladım. Bu kitabı ise okuduğum en iyi kitaplarından ve genel olarak en iyi kitaplardan (ki beklentini de çok arttırmayayım şimdi :). Gerçekten iyi bir yazar olduğunu düşünüyorum. Yaşam öyküsünü okuduğumda kendisine hayranlığım daha da artmıştı. Kendisi gerçekten de Martin Eden gibi kendi kendini var etmiş birisi. Ne diyelim, iyi ki yazmış da iyi ki okuyoruz(m). :)
SilGeçen gün eşimle konuşuyorduk. Cezaların en ağırı tecrit olmalı diye. Biri bu cezayı ne kadar hakeder bilemiyorm. Ama günümüzde sırf hırs-kin gibi nedenlerle haketmeyen insanlar tecitteler. Neyse kitabı duymamıştım ben. Okuyayım.
YanıtlaSilTecrit cezası gerçekten insanın benliğine yönelik bir ceza aslında. Açık konuşmak gerekirse ben bazı ağır suçları işleyenlere karşı çok katı düşüncelere sahibim. Bazı suçlar için tam da böyle insanlığını ona sorgulatacak ağır cezaların verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bazı suçlar bazı cezaları hak eder bana göre, ki kişi ne yaptığını gerçekten düşünüp pişman olma hissini kendi kendine bulsun. Bilmiyorum belki katı bir düşünce biçimi ancak özellikle de bazı suçlar söz konusuysa içimde büyük, ağır bir kütle beliriyor benim. Öte yandan kitabın ön planında her ne kadar madde-ruh ikilemi veya birliği gibi felsefeye kayan bir konu işlense de, arka planda aslında bu işleyişin yanlılığı eleştiriliyordu. Mesela idam cezası da kitapta doğruluğu sorgulanan diğer bir durumdu, ki mesela idama karşı olan birisiyim. Birinin yaşama ölme hakkının başka birinin elinde olamayacağına inandığım için (ki bu noktada bile her şeyin doğru işlediğini varsayıyorum).
Sil