28 Haziran 2024 Cuma

Kardeşim ve Ben (Raina Telgemeier) | Çizgi Roman Yorumu

Yazar-Çizer: Raina Telgemeier, Çevirmen: Mert Batırbaygil,
Yayınevi: Desen Yayınevi

Küçük Anna'nın en büyük isteği oyun oynarken kendisine eşlik edebilecek bir kız kardeşe sahip olmaktır. Bu isteğini anne ve babasına tekrar ve tekrar bildirir. Günün birinde sahiden de bir kız kardeşi olur. O hep beklediği oyun arkadaşı: Amara. Ancak bir sorun vardır; bu kız kardeş pek de oyun oynamak istiyor gibi görünmemektedir. Ağlar, acıkır, sonra tekrar ağlar ve nihayet büyüdüğünde de Anna'yla sıkça kavga eder. Amara tıpkı adının anlamları gibi hem 'sevgi' dolu, hem de 'acı (tat)' bir kızdır. Hayvanları, vahşi doğayı, Bambi çizgi filmini izlemeyi, resim yapmayı ve ablası Anna'yı sinirlendirmeyi çok sever. Bir gün Anna, Amara, erkek kardeşleri Will ve anneleri yıllardır görüşmedikleri annesinin kardeşlerinde kalmak üzere bir haftalık uzun bir yolculuğa çıkarlar.

Kitap boyunca iki kız kardeşin ilişkileri etrafında gelişen olayları takip ediyoruz.


Bu çizerin kitaplarına bayıldığımı bence artık anlamışsınızdır. Bu kitabında da kendinden yola çıkarak kız kardeşiyle olan ilişkilerini kurgu haline getirmiş. Kitaptaki olaylar aslında çift yönlü akıyor. Yer yer zamanda sıçramalar yapıyoruz. Bir yandan doğrusal zaman çizgisinde ilerleyip Anna ve ailesinin araba yolculuğunu takip ediyoruz, diğer yandan eş zamanlı olarak geçmişe dönüp Anna ve Amara'nın anılarını okuyoruz. 

Benim de bir kız kardeşim olduğu için kitabı okumak benim için ayrıca anlamlı ve zevkliydi. Ben küçükken çok kıskançmışım. Kendimi yerlere atıp çığıracak kadar kıskanç... Kimse benim anneme anne, babama baba diyemez, der ağlarmışım. Ancak sonra anneannemlerin mahallesindeki benimle yaşıt iki komşu çocuğunun aynı zamanlarda kardeşleri olunca bu sefer de onların kardeşi olmasını kıskanmışım. Bu sefer de tıpkı Anna gibi olur olmadık ''kardeş'' der olmuşum. Kardeşim ilk eve geldiğinde ben de tıpkı Anna gibi hissetmiştim. Oyun oynamayı geçtim, bu çocuk (bebek yaniii) çikolata bile yiyemiyor diye düşünmüştüm. Bunu hatırlıyorum çünkü kendime çikolata alırken kardeşime de almak istediğimde onun bebek olduğu gerçeğiyle yüzleşmiştim. 

Kitaba dönersek... Yine ortaokul çağı ve sonrasına daha çok hitap edeceğini düşünmekle birlikte, her yaştan okurun sevebileceğini düşündüğüm bir çizgi roman. Özellikle de kardeşi olan bir okur için hikaye daha da anlamlı ve tebessüm ettirici olacaktır. Her ne kadar olaylar birbiriyle bağlantılı olmasa da, bu kitaptaki olaylar Anna'nın tellerinin takılmasından sonra gerçekleşiyor. Yani önce Gülümse isimli cildi okumanız daha iyi olacaktır. Gülümse'yi de şurada yorumlamıştım, isterseniz bir göz atabilirsiniz o yorumuma da.

O halde hoşça ve kitaplarla kalınız ama hemen de gitmeyiniz. Çünkü sizlerle bu ciltteki favori sahnelerimi paylaşıp üstüne üç beş kelam etmek istiyorum.


Bu sahne çok gerçek bir an bu arada ahahahha.


:)



Dırın dırın...


Ve Amara'nın ablasını anladığı o an! Bu arada çizerin de hem kız, hem erkek kardeşi var. Tüm bunlar otobiyografik denilebilir sanırım.


Biraz da romantizm.


Burada da çok gülmüştüm. Amara büyümüş de küçülmüş, tatlı mı tatlı bir çocuktu. 


Bazen daha 'havalı' görünmek için bir şeyler yaparız.


Oysa sarılabileceğimiz şeylere kendimiz olarak ulaşırız.


Bu çizgi romanlara dair sevdiğim şeylerden biri de detaylara önem verilmesi. Mesela Anna'nın şu yatışını Gülümse'de de görmüştük. Bu tip ayrıntılar karakterin gerçekliğini de artırıyor bence. Bana daha samimi geliyor en azından.


Mevsimin anlam ve önemine ithafen, kapanış.

*-*


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


İnsan Olmak (Engin Geçtan) | Kitap Yorumu

Yazar: Engin Geçtan, Yayınevi: Metis Yayınları

Kitap; Birey ve Toplum, Ana-Baba ve Çocuk, İnsanlardan Korkmak, Öfke ve Düşmanlık, Değersizlik Duygusu, Kaygı, Sorumluluktan Kaçış, Yalnızlık, Ortakyaşam İlişkisi, Nevrotik Kısırdöngü, Yaşam ve Ölüm, Kendini Yaşamak, Epilog olmak üzere önsöz haricinde toplam on üç bölümden oluşuyor. Her bölümde yazar, o konu başlığının ifade ettiği doğrultuda temel bilgiler vermiş ve bunu yaparken de aslında herkesin anlayabileceği bir dil kullanmış ve yer yer örnekler üzerinden ilerlemiş.

Bu kitabı okumayı uzun zamandır istiyordum. Nitekim, kendisi de sessiz sedasız sığıştığı kitaplığımda onu okumamı bekliyordu. Buna karşın kitaba başlarken büyük beklentilerim, kendimi yeniden keşfetme planlarım yoktu ancak belki yeni bakış açıları edinmeyi, belki bakış açımı genişletmeyi; hatta belki daha dürüst bir pencereden bazı konuları değerlendirmeyi umuyordum. Kitap bana umduğum tüm bu durumları sağladı. Kitapta psikoloji bilimiyle ilgili bilgiler yer almakla birlikte dediğim gibi sade bir dili var. Yazar da bir psikiyatrist zaten. Ancak terimlere boğulmuş bir anlatım yerine daha anlaşılır ve akıcı bir dil kullanması, bir okur olarak benim kitabı okurken sohbet ediyormuş veya bir seminerde yazarı dinliyormuş gibi hissetmemi sağladı.

Yazar bu kitabı bir okurunun ricasıyla kaleme almış. 1982 yılı başlangıcında üniversitede görev yaparken kendisini birisinin beklediğini öğrenmiş. Bu kişi yazardan herkesin anlayabileceği bir anlatımla bilgilerini paylaşmasını rica etmiş. Bu olayın üstünden biraz zaman geçtikten sonra tatildeyken yazarın da içinde böyle bir kitap yazma isteği iyice yer etmiş ve işte bugün de hala oldukça popüler olan İnsan Olmak isimli bu kitabı yazmaya başlamış. Yazar kitabın Önsöz kısmında kitabı kaleme alma hikayesini anlatıyor.

Kitabın Epilog kısmında ise yazar, kitabı yazarken yararlandığı psikoloji ekollerinden ve başlıca isimlerden bahsediyor. Kitapta, bana kalırsa, buram buram Freud etkisi hissedilmekle birlikte; yazar, Freud'un yanı sıra, Alfred Adler, Carl Gustav Jung ve Erich Fromm'un düşüncelerinden de yararlandığını dile getirmiş. Kitapta genel olarak bilinçaltı, başta aile olmak üzere yakın çevre ve kişinin yetiştiriliş biçimi, toplum gibi etmenlerin insanın kendine, diğer insanlara ve dünyaya bakışını nasıl etkileyebileceği ve bu bakışın nasıl davranışlara dönüşebileceği anlatılıyor.

Benim beğendiğim ve özellikle de bazı alt başlıklarda bakış açısı kazandığım bir kitap oldu.

Hoşça ve kitaplarla kalın.



26 Haziran 2024 Çarşamba

Take Care of My Cat (Goyangileul Butaghae) | Film Yorumu


Yönetmen: Jeong Jae-eun 

Senarist: Jeong Jae-eun 

Yapımı: 2001 - Güney Kore


''Mezun olduktan sonra ayrı ayrı büyümek beni gerçekten çok üzüyor. Okuldayken gerçekten çok iyiydik. Her gün birbirimizi görmeye alışmıştık. Şimdi toplansak bile konuşacak şey bulamıyoruz.''


Film, lisede yakın olan bir grup arkadaşın mezun olduktan sonraki hayatlarını ve birbirleriyle olan ilişkilerini konu ediniyor. Birbirinden farklı özellik ve isteklere sahip bu beş kız arkadaş, büyümenin ve kendilerine bir hayat kurmanın telaşı içerisinde zamanla birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Ara ara görüşseler ve iletişimlerini canlı tutmaya çalışsalar da, iç dünyaları artık birbirlerinden çok uzakta gibi görünüyor.


Kaynak: Pinterest

Filmin giriş sekansında bir grup liseli kızın gülüşerek fotoğraflarını çektiği sahneyi izliyoruz. Karşımızda dört kız var, beşincisi ise bu dört kızın fotoğrafını çekiyor. Bu kız Tae-hie (Bae Doona). Bu andan çok sonrasında da aslında yaptığı bu: Grubu toplamaya ve güzel bir kare yakalamaya çalışmak. Mezun olduktan sonra baskıcı babasının yanında ayak işlerini yapan Tae-hie'nin tek hayali özgür olmak. İnsan nasıl özgür olur? Bilmediği bir dilin konuşulduğu yerlere göçerek mi? Bildiği hisleri deneyimleyeceği bilinmez yerleri düşleyerek mi? Yoksa, tüm cesaretini toplayıp özgürlüğü seçerek mi?  Tae-hie, özgür ruhlu bir kız olmanın esaretini yaşıyor. Yardıma ihtiyaç duyan herkesin yanında bir peri gibi bitiveriyor. Sevebileceği çok şey var ve belki de özgürlüğü burada arıyor. Aile dükkanlarının işlerinden arta kalan zamanında felçli bir şaire şiirlerini yazıya geçirmesinde, sadece bunu sevdiği için, yardım ediyor. Sonra, çok fazla sigara içiyor. Belki de hayatında kontrol edebildiğine inandığı tek şey de bu: İçtiği sigaraların sayısı. Her ne kadar onu tüketecek olsa da, sigaraları birbiri ardına yakıyor.


''Birinin seçim özgürlüğünü elinden almak da bir nevi şiddet.''


Ji-young (Ok Go-woon), hasta ve yaşlı büyükbabası ve büyükannesiyle birlikte zor şartlarda yaşayan bir genç kız. O da özgür olmak istiyor. Ancak onun bu isteği bir istek olmanın da ötesinde zorunluluk. Mezun olduktan sonra iş bulamamış olmanın getirdiği maddi ve manevi zorluklarla tek başına mücadele ediyor. Lise notları iyi olmasına, çizimde çok yetenekli olmasına ve en önemlisi güzel hayalleri olmasına rağmen yaşadığı zorluklar ve yalnızlığı nedeniyle kendini kapana kısılmış hissediyor. Tüm bunlar yaşanırken kendisini güzel yüzündeki somurtuşla görüyoruz film boyunca. Onu gerçekten görebilen ve samimiyetle yanında olmayı isteyen tek kişi de, aslında onu grupta anlayabilecek tek kişi olan Tae-hie. Ji-young'un kalbine yakın tuttuğu tek şey, kedisi Ti-ti. Ti-ti de onun gibi, her defasında bulunmak istercesine, sıkça uzaklara kaçıyor.


''Geçmişte bu kadar yakın olmak bu kadar önemli mi? Önemli olan bugünü yaşamak.''


Hye-ju (Lee Yo-won), grupta kendini en çok toparlamış gibi görünen kişi. Bir işi, bir sevgilisi ve istediği kıyafetleri alabilecek kadar parası var. Dahası, özgür. Veya öyle gibi görünüyor. İşinden nefret ediyor, sevgilisiyle muhtemelen sevilme hissini hissetmek için birlikteliğini sürdürüyor ve aslında... evet, kıyafet almak konusunda bir derdi sıkıntısı yok, bunu gerçekten seviyor. Lisedeyken en yakın arkadaşının Ji-young olduğunu öğreniyoruz. Ancak film boyunca en çok anlaşamayan iki isim de onlar. Birbirlerinden zıt yönlere yürümüş, belki de başlangıçta yürümek zorunda kalmış, ve bu nedenle de iki farklı insan olma yolunda evrilen iki genç kadın. Bazen birileriyle çok yakın oluruz. Bunun yıllar yıllar boyunca süreceğini sanır, aslında umarız. Oysa zaman bizi değiştirir; bu nedenle arkadaşlıklar da değişir. 

Grubun diğer iki ismi ise ikizler Bi-ryu ve Ohn-jo (Lee Eun-sil). Onlar da mezun olduktan sonra hayatlarını kurmaya çalışan iki genç kadın. Ancak film boyunca onların iç dünyalarına dair bilgi edinemiyoruz. Yönetmen de bu konuda benim gibi mi düşünmüştü bilmemekle birlikte (ki muhtemelen hayır...), ben bu durumun da anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bazen görüştüğümüz eski veya yeni arkadaşlarımız hakkında aslında çok da bir bilgi sahibi olamayız. Onlar yalnızca görüneni yansıtırlar, bunun ardında ne vardır bilemeyiz. Yine de onlarla birlikte eğleniriz, güzel zaman geçiririz, hatta belki zor bir anımızda onlardan yardım isteyebiliriz. Ancak bu kadar. Bunların hepsi o anda kalacak olan şeylerdir. Yaşanıp bitecek, belki güzel de anımsanacak ama ardına geçemeyeceğimiz şeyler. Bu arada ikizleri hangi oyuncuların canlandırdığını bulmaya çalıştığımda karşıma tek bir isim çıktı. Eğer iki karakteri de aynı oyuncu canlandırdıysa ayakta alkışlıyorum.


''Ben sadece etrafta dolaşmak istiyorum. Tek bir yerde yaşamanın düşüncesi bile beni boğuyor. Sonsuza kadar giden bir kayıkta, akan su gibi yaşamak. Hiçbir zaman durmadan, göçebeler gibi bir kayığın üstünde böyle yatarak. Bulutların geçişini ve kızıllaşmasını izleyerek.''


Film, sıradan hayat akışını ve büyüme olaylarını anlatan bir film olduğundan dolayı durağan diyebileceğim bir akışta ilerliyor. Yani pek de büyük maceralar, yürek hoplamaları, yerinde duramamalar vs. aramadan izlemek lazım. Böyle izlendiğinde hoş bir film; aynı zamanda benim de beğendiğim bir film oldu.

Hoşça kalın.


Take Care of My Cat (2001) Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


25 Haziran 2024 Salı

Gülümse (Raina Telgemeier) | Çizgi Roman Yorumu

Yazar-Çizer: Raina Telgemeier, Çevirmen: Arif Cem Ünver,
Yayınevi: Desen Yayınları

6. sınıf öğrencisi Anna, sıradan dertleri olan küçük bir kızdır. Kardeşlerle atışmalar, arkadaşlarla soğuk çatışmalar, ev ödevleri... Bunlara ek olarak Anna'nın kaçmak istediği başka bir sorunu daha vardır: Diş teli! Dişlerinde çapraşıklık olduğu için diş teli takması gerektiğini öğrenir ancak bunu hiç mi hiç istemez. Bu tel mevzusundan kaçmak için uğraşırken, onun için telleri zorunlu hale getirecek büyük bir olay yaşar. Anna çok kötü düşmüştür ve öndeki iki dişi yerinden çıkmıştır. Bu olay sonrasında Anna'nın ortodonti tedavisi (diş teli macerası) başlar.

Çizgi roman boyunca Anna'nın çocukluktan ergenliğe geçiş sürecinde yaşadıklarını ve gülümsemeyi öğrenme hikayesini okuyoruz.


Yazar-çizerin daha evvel Hayaletler isimli çizgi romanını şurada yorumlamıştım. Bu kitap da bundan baya evvel okuduğum bir çizgi romandı ve ilk okuduğumda da şimdiki kadar çok sevmiştim.

Raina Telgemeier büyüme meselelerini tanıdık ve bir o kadar da eğlenceli yerlerinden yakalayıp biz okurlarına gerek çizimleriyle, gerek diyaloglarıyla gösteriyor. Anna, içe kapanık kendi halinde bir kız. Dış görünüşü konusunda pek de özgüvenli olduğu söylenemez. Tüm bu kendisiyle barışık olmama durumlarına bir de dişleriyle ilgili sorunlar eklenince, kendisini dünyanın en dertli insanı olarak görüyor. Hadi ama, ergenlikte, hatta sonrasında da, kesinlikle böyle hissetmişizdir. Sadece Anna'nın spesifik sorunu özelinde de değil; sivilcelerimizi, yaramaz kardeşlerimizi, zorunluluk hissettiğimiz için yürüttüğümüz arkadaşlıkları, belki hoşlandığımız tatlı çocukları\ kızçeleri dert etmişizdir. İşte, kitabın öyküsü de böyle bir yerden: Herkesin öyküsü aslında.

Yazar bu kitabını da kendi hayatından yola çıkarak kurgulamış. Kendisi de henüz çocukken Anna'nınki gibi talihsiz bir kaza geçirmiş ve dişleriyle ilgili sorunlar yaşamış. Bu anılarını yeri geldikçe hep anlatırmış ve sonra bir gün neden çizgi romana dökmeyeyim ki diye düşünmüş ve tadam, biz okurlarına bu içimizi sıcacık yapacak öyküyü armağan etmiş.

Büyük küçük her yaşa hitap edebilecek, yine çok tatlı, hoş bir kitaptı. Yaş grubu olarak özellikle de ortaokul ve sonrasındaki okurların ilgi alanına girebileceğini düşünüyorum. Tam bu noktada sizlere çok ilginç bir şey söyleyeceğim; bence bu kitabı büyükler daha çok bile sevebilir. Bana kendimi nostaljik hissettiren bir hikaye zira. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.

Şiiişuuuşşiişşu, bir dakika! Gitmeyin. Sizlerle sevdiğim sahneleri paylaşıp üstüne iki lafın belini kırmak istiyorum:


Bazen kendimizi kandırmadığımız noktada aslında önemsememeye başlıyoruz diye düşünüyorum. Ben de pek sevgili Anna gibi görünüşünü kafasına çok takan, ''tatlı'' bir kız oldum hep. Ancak ne zaman kendimi kabul ettim, işte o noktada aslında çok da bir önemi kalmadı. Bizler insanız. Robot değiliz. Etten, kemikten, kandan ve (şşşşşş) ruhtan ibaretiz. Kendimize haksızlık ettiğimiz günlerde bunu asla unutmayalım ve hemeeennn bir şarkı açıp dans etmeye başlayalım. <3 


Ben de bir dönem diş teli tedavisi görmüştüm ama ben bu tedaviyi görürken artık büyüktüm. Hayatım boyunca en sevdiğim ve belki de bu nedenle iltifat aldığım fiziksel özelliğim dişlerim ve gülüşüm olmuştur (evet aslında sevdiğimiz özelliklerimiz iltifat alır: sır). Ancak bir gün, pandemide bir gün hani yanlış da olmasın (nefffrreeettt -,-), yirmilik dişim malesef çeneme sığamadı ve (yarı) gömülü olduğunu öğrendim. Sonra o diş iltihap da kaptı bla bla. İğrenç zamanlardı gerçekten. Bu sırada alt dişlerim zincirleme kazaya kurban gitmiş gibi olmuştu (abarttım tamam). Ama yani bozulmuştu dişlerim. Sorun sadece görünümde de değildi. Neyse ortodonti tedavisine başladık. Benim üst dişlerim falan pek yamuk olmadığından (ki onlar da sonradan daha düzgün oldu :) başta rahattım. Alta geçince ofofofof. :) 

Bir de üstüne benim de alt sıradaki ön dişlerimden biri mecburen çekilmişti (Anna'nın üst dişleri çekiliyor). Diş çok geriye kaymıştı ve öne gelemiyordu. Neyse bu benim psikoloğumu, aman psikolojimi bozdu, çünkü daha evvel hiç önden diş çekimi yaşandığını görmemiştim. Hani çevremde de ortodonti tedavisi gören arkadaşlarım olmuştu. Sonra neyse dişlerim düzeldi çok şükür ama şu anda altla üst dişler normal bir tedavi olmuş ağızdaki gibi simetrik değildir bende. Tedavim ilk bittiğinde ben de Anna gibi hissetmiştim. Kötü durmuyor, hatta belli bile değil ama işte yukarıda bahsettiğim takıntı bu. :) Neyse, gülüşüm hala güzel o yüzden kiraaazz! *-* 

Bir de tel tedavisinden sonra pekiştirme tedavisi için (dişler yine yamulmasın diye) şeffaf plak takmıştım (hala geceleri takıyorum - ki düşünün yıllar geçti diyebilirim artık ama hala takmayınca sonra zor takılıyor o plaklar, yani dişler oynayan varlıklar). İşte o plaklar için yukarıdaki sahnede olan durumu yaşamıştım. Ağzımın şeklini almak için diş hekimi ağzıma oyun hamuru kıvamında bir madde koymuştu, tepkim Annacığımınki gibiydi. Yine de ortodonti tedavisi görecekler korkmasın, ben komik olsun diye drama yaparak anlattım. *-*


Bazı küçük istekler ve mutlulukları. :)


Bazı tatlı çocuklar ve tanışmaları. :)


Ve bazı kalp güm gümlemeleri. :) Hep böyle gümler mi acaba? Yoksa bu enerji, yaşla birlikte gider mi? Büyümek, kalbin daha az dans etmesi midir? Yoksa bu herkeste böyle işlemez mi? Kafamda deli sorular. *-*


Animasyonlar için asla yaşlı olmazsın sevgili Anna. Ve aaa okurcuğum sen de mi buradaydın? En sevdiğin animasyon veya, ah çizgi film!, nedir?


Bazı başka kalp güm gümlemeleri. :) Her gümleyişin dansı başka mıdır? Yoksa bazı gümleyişler ilhama, aşka veya dostluğa mı çıkarır? Bazısı düşmanlığa çıktığını düşünür. Allahım sen koru. Çünkü ''hayat kısa, kuşlar uçuyor!''


Diş perisinden harçlık alanlar el kaldırsın!


:))


Vallahi çok rahat. *-*


Liseye ilk geçtiğimde ne hissediyordum acaba? Hatırlamak için günlüğüme başvurabilirim. O sıralar da bir günlük tutuyordum. :) Hatta ilk ve uzun bir süre en sevdiğim günlüğüm de oydu. (O sıralar sadece ''sevgili günlük'' diye yazıyordum, iki üç dört yıla Audrey ile tanıştım). Çünkü çok komik. Günlüğümün olduğunu rahatça söylüyorum. Bazıları gizli tutar sanırım. Oysa ben herkeslere öneriyorum. Gizli veya alenen, insanın hislerini ve yaşadıklarını kaydetmesi çok değerli. Bunu üzerinden yıllar geçince daha iyi anlıyorsun. 


Bazen bazı arkadaşlıklar bitmeli. Ben Anna'nın yaşındayken, yalnız kalmaktan çok korkuyordum. Hatta çok sonrasında bile. Tüm hayatım, ilkokul dahil, ''istemiyorum'' demeyi öğrenmem için karşıma çıkan fırsatlarla geçmiştir. :)


Yeniye yer açınca belki de bize iyi gelen durumların ve kişilerin arasında kendimizi bulabiliriz. 


Gülümsemeyi unutmayın!

:)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


19 Haziran 2024 Çarşamba

Hayaletler (Raina Telgemeier) | Çizgi Roman Yorumu

Yazar: Raina Telgemeier, Çevirmen: Damla Kellecioğlu,
Yayınevi: Desen Yayınevi

''Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir,'' der Tolstoy. Hayaletler'in öyküsü de bir ailenin yeni bir şehre taşınmasıyla başlıyor. Cat ve Maya iki kız kardeş. Maya'nın solunum ve sindirimini etkileyen kistik fibrozis isimli bir hastalığı var. Bu nedenle daima serin, bulutlu ve sisli olan okyanus kıyısındaki bir kasabaya taşınıyorlar. Bu yeni hayatlarına Cat en başından beri olumsuz bakıyor. Karanlık ve soğuk olan bu yabancı yerde, üstelik tüm arkadaşlarından uzakta olmak onun için tam bir kabus. Üstelik bu yeni kasaba Cat için fazla gizemli. Bu kasabadaki insanlar hayaletlerin var olduğuna, üstelik onların aralarında dolaştığına inanıyorlar. 

Meksika'da bir gelenek halini almış Ölüler Günü (Dia de Los Muertos) festivali yaklaşırken, hayaletler de kasabada özgürce dolanıyorlar. Hayaletler dost canlısı ve iyi olsalar da, yaşayanlardan parçalar toplamayı seviyorlar. Küçük anma eşyaları, öpücükler, sonra... Nefes. Maya için hayaletler tehlike taşıyor. Bu nedenle Cat, kardeşini korumak için hayaletlere karşı daima tetikte bekliyor.

Çizgi roman boyunca iki kız kardeşin bu gizemli kasabada yaşadıklarını okuyoruz.


Aslında ben bu çizgi romanı daha evvel okumuştum. Hatta bu yazar-çizerin dilimize çevrilmiş başka kitaplarını da okudum (Gülümse, Kardeşim ve Ben isimli kitaplarını). Okuduğum her çizgi romanında okurunu kah güldüren, kah duygulandıran, bazen heyecanlandıran, bazen rahatlatan yaratıcı kurgular işliyor. Bu kitabının konusu da yaratıcı, olay akışı tatlıydı. Evet, kitabı tek bir kelimeyle anlatacak olsam tatlı derdim. Kitaptaki çizimleri çok sevdim. Bazen gerek edebiyatta, gerekse sinemada kurguyu sevsem de, çizimleri sevemeyebiliyorum. Ama bu kitabın çizimleri de çok tatlıydı bence.

Yazar bu kurguyu oluştururken on üç yaşında hastalıktan dolayı vefat eden kuzeni Sabina'dan ilham almış. Maya karakteri de tıpkı yazarın kuzenini tarif ettiği niteliklere sahip. Neşeli, duyarlı ve umut dolu bir çocuk. O kadar tatlı tatlı dedim ama çizgi romanı okuyacaksanız, biraz içinizin titremesine ve yüzünüzde buruk tebessümler belirmesine de hazırlıklı olunuz.

Kitap, büyük küçük her yaştan okura hitap edebilir bence. Ancak içerisinde hayaletlere değinildiği için yaşı çok küçük okurlardan ziyade, ortaokul düzeyine daha uygun olabilir. Çizgi romanın bir film uyarlaması olsaydı da çok severek izlerdim. Hatta kitabı okurken canım bol müzikli Meksikalı karakterlerin yer aldığı animasyonlardan izlemeyi çekti. :)

Son olarak kitaptan bazı sahnelere yer vermek istiyorum:


Yaşadıkları yeri gezerlerken keşke ben de böyle bir kasabada yaşasam dedim.
Cat sen de ne mızmız çıktın... Okyanusa kıyısı olan bir yerde bulunmak
en büyük hayallerimden biri.


Kedili sahnelere çok gülmüştüm.

Mükemmel bir sahne değil mi :)

Bunu kendime not olsun diye şey ettim :)


Burada Cat için üzülmüştüm. Abla olduğu için ailesi ona sorumluluklar
yüklemişlerdi. Ancak Cat de Maya gibi henüz bir çocuktu ve en ufak bir
hatasında bile kendisini suçlama eğilimindeydi. Eğlenmeyi bilmemesine
şaşmamak gerek.

Favori sahnelerimden birisi. :)

ve tatlış bir son diyelim :')


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


One Million Yen Girl (Hyakuman-en to nigamushi onna) | Film Yorumu


Yönetmen: Yuki Tanada

Senarist: Yuki Tanada

Yapımı: 2008 - Japonya


''Güçlü biri olduğumu sanıyordum. Ama yanılmışım. Ailemiz ya da sevdiklerimiz... Uzun bir ilişkinin anahtarı diye düşünüyordum. Halbuki birbirimizle önemli şeyleri paylaşmıyoruz. Zorluklardan korunmak ve pürüzsüz bir hayat sürmek için sadece birbirimize kafa sallamak ve gülmekle yetiniyoruz. Ve kaçınılmaz olarak da hiçbir şeyi hissetmeden bitiyor ilişki. Gerçekten çok yazık. İki insan tanıştığında bir parçalarını feda ederler diye düşünüyordum. Ben de parçalanmaktan korktuğum için bundan kaçtım. Ancak bir parçamızın başka kişilerle tanışmak için var olduğunu yeni fark ettim.''


Kaynak: Pinterest

Japon filmlerinin insana tatlı tatlı işleyen bir havası var. Kullanılan renklerin nostaljisinden mi acaba? Yoksa konuşulan dilin heyecanından mı? Hikayelerin sıradanlığı mı, karakterlerin şahsına münhasırlığı mı? Çoğumuzun bildiği düşünceleri anlatmasından mı, yoksa anlattıklarındaki hisleri doğallıkla geçirmesinden mi? Belki hepsi, belki birazı; ancak ne olursa olsun, en azından benim için, Japon filmlerinin insana tatlı tatlı işleyen bir havası var.

Bir Milyon Yen Kazanan Kız, Suzuko (Yû Aoi), 21 yaşında kendi kendine yetmeye çalışan genç birisi. Bir gün aynı iş yerinde çalıştığı bir kişi ona birlikte eve çıkma önerisinde bulunuyor. Bu öneriyi kabul eden Suzuko, daha sonrasında iş arkadaşının ona söylemediği pek de hoşuna gitmeyecek bir ayrıntıyı öğreniyor. Eve üç kişi çıktıklarını. Arkadaşı, onun sevgilisi ve kendisi. Bir de aksilik bu ya, iki sevgili tam da Suzuko'nun yeni evine yerleştiği gün ayrılıyor. Hiç tanımadığı bu sevimsiz genç adamla aynı evi paylaşmak zorunda kalan Suzuko, yine de hayata olumlu bakmaya çalışıyor. Ta ki bu genç adamın Suzuko'nun yağmurdan korumak için eve aldığı yavru kediyi dışarı atması ve kedinin ölmesine kadar.

Bu olaydan çok etkilenen Suzuko, ev arkadaşının tüm eşyalarını o evde yokken kapı dışarı atıyor. Bu olay sonrasında genç kızın hayatı değişiyor. Dışarı atılan eşyaların arasında para olduğunu söyleyen genç adam, Suzuko'ya dava açıyor ve genç kız kısa bir süreliğine hapis yatıyor. Sabıka kaydı olması nedeniyle çevresi tarafından dışlanan Suzuko, onu hiç tanımayan insanların olduğu yerlere seyahat ediyor. Gittiği yerlerde bir milyon yen kazanır kazanmaz oradan ayrılıp yeni bir yerde yeni bir hayat kurmaya başlıyor. Film boyunca Suzuko'nun bu kısa süreli seyahatlerinde yaşadıklarını izliyoruz.


''Hiçbir yere ait olmadığını ve seni kimsenin tanımadığı bir yerde yaşamak istediğini hissettiğin oldu mu?''


Filmin başrol oyuncusu olan Yû Aoi'nin yine bir başrolü canlandırdığı 2006 yapımı Honey and Clover isimli filmi geçtiğimiz günlerde izlemiş ve şurada da yorumlamıştım. One Million Yen Girl'ü izlemek istememdeki en büyük neden bu oyuncuydu diyebilirim. Bir de yazımın en başında yer verdiğim replik. 

Yine hayatın akışında yaşanan olayları anlatan ve usul usul akan bir film. Ancak tüm bu akış o kadar doğal işlenmiş, duygular o kadar tanıdık bir yerden yansıtılmış ki; film, izleyicisine bu yansıtılan duyguları kendi içinde bir yerde de tanımlaması için olanak tanıyor. Filmin olayı aslında sadece detaylarda. Ana karakterin daha ucuza geleceği için kendine perde dikmesi ve o perdeyi gittiği yerlerde evi yapmaya çalıştığı odalara asması, tuttuğu eve kefil olarak henüz ilkokula giden erkek kardeşinin adını yazması ve emlakçının bu gerçeği fark etse bile sesini çıkarmaması, Suzuko'nun aşık olduğunu anladığında verdiği tepki, kendisini sadece değer verdiği kişilere açıklaması ve tanıtması, usul usul ağladığı o tek sahne... Herkes susarken, bir tek Suzuko'nun erkek kardeşinin hislerini dile getirmesi ve her ne kadar ablasına kızsa ve kırılsa da, onu kahramanı olarak görmesi. Hepsi, hepsi gerçek bir yerden. Hepsi, sadece yaşanılabilinecek ve geçip gidecek, güzel bir yerden.


''Böyle olacağı varmış...''


Filmi çok sevdim. İlgisini çekenlere öneriyorum.

Hoşça kalın.


One Million Yen and the Nigamushi Woman 2008 trailer için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


11 Haziran 2024 Salı

Paris, je t'aime (Paris, Seni Seviyorum) | Film Yorumu


Yönetmenler: Olivier Assayas, Frédéric Auburtin, Emmanuel Benbihy, Gurinder Chadha, Sylvain Chomet, Ethan Coen, Joel Coen, Isabel Coixet, Wes Craven, Alfonso Cuarón, Gérard Depardieu, Christopher Doyle, Richard LaGravenese, Vincenzo Natali, Alexander Payne, Bruno Podalydès, Walter Salles, Oliver Schmitz, Nobuhiro Suwa, Daniela Thomas, Tom Tykwer, Gus Van Sant, Rufus Sewell.

Yapımı: 2006 - Fransa


''Paris hakkında çok şey söylerler. Sanatçıların ilham bulduğu bir yer olduğunu, insanların hayatlarıyla ilgili yeni şeyler keşfettikleri bir yer olduğunu söylerler. Aşkı bulabileceğiniz bir yer olduğunu.''


Kaynak: Pinterest

22 yönetmen ve 18 kısa filmden oluşan filmde ana karakter, Paris. Film boyunca aşkın çeşitli hallerini kısa kısa izliyoruz. Filmin yönetmen kadrosunun genişliği de buradan geliyor. Aynı şekilde film, zengin bir oyuncu kadrosuna da sahip. Pek çok aşk hikayesinin birbiri ardına izlenmesi ana hikayede bir kopukluk oluşturmadığı gibi, filme hareket kazandırmış. Film için en başından beri bastırmakta zorlandığım bir şekilde ''kitap'' yazma isteğim de buradan geliyor. Altı çizilesi sahnelerin olduğu ve bu sahnelere zihnin postitler yapıştırdığı hoş bir film.


+ Gülmeden geçen bir hayat, hayat değil ki. 
- Benimle seni güldürmediğim için mi evlenmeyeceksin? Bir kocadan ne bekliyorsun, maskaralık mı?
+ Hafiflik. 
- O zaman gidip uçuş dersleri almalıyım.
+ Nefesini tutma. 


Sizlerle en çok beğendiğim öyküleri de paylaşmayı düşünmüş, hatta filmi izlerken dikkatim açık bir şekilde öykülerin isimlerini aklıma yazmaya çalışmıştım. Tabii, en sonda pes etmek durumunda kaldım çünkü, lütfen, 18 öykü! Sizlere falanca kızın, filanca oğlanın, şöylece olayları yaşadığı, böylece hissettiren bir filmdi tanımlamalarıyla favori aşk öykülerimi tarif edecek, kendi spesiyal menümü sunacaktım. Ancak bu düşüncem şimdi uçtu gitti. Bunun nedeni, kendi favorilerinizi bulmanız için size daha çok alan açmak istemem, değil üzgünüm. Bunun nedeni, aslında her öykünün kendi içinde pek çok dikkate değer ve benzersiz noktasının olması. 

x öyküsünü y öyküsünden daha çok beğenmem tüm film evrenlerindeki en doğal izleyici hakkım, öte yandan, diğer daha az heyecanlanarak izlediğim öyküler de bana kah ilgimi çeken, kah hımm dedirten düşünceler sundular. Aşk, film bunu anlatıyor. Bu nedenle her öykü aşkın bir noktası veya bir noktasında gibi hissettiriyor. Filmi ikinci, üçüncü veya on beşinci izleyişimde farklı bir öykünün beni daha çok heyecanlandırması bu nedenle çok olası.


''Yanılgından kurtul. Onun gitmesine izin verirsen ölürsün. Kalbin ölür. En kötü ölüm de budur.''


Benim severek ve ilgiyle izlediğim bir film oldu. Romantik türdeki filmleri sevenler kaçırmasın, sevmeyenler de filmi sevme ihtimalini kaçırmasın derim.


Paris, je t'aime (2006) Trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.

paris je t'aime soundtrack dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


9 Haziran 2024 Pazar

Honey and Clover | Film Yorumu


Yönetmen: Masahiro Takada

Senarist: Masahiko Kawahara, Masahiro Takada, Chika Umino

Yapımı: 2006 - Japonya


+ Mutlu olmak istiyorum.
- Ben de istiyorum.
+ Belki de dört yapraklı yonca aramanın vakti gelmiştir. 
- Öyle bir şey olsaydı, ben de arardım.
+ Daha önce dört yapraklı bir yoncaya rastlamadığını söyleme bana sakın. 
- Ne? Masallarda olur zannediyordum. Ejderhalar, deniz kızları, Koca Ayak gibi...
+ Böyle şanssız bir hayat mı yaşadın, adeta bir ruh gibi?
- Böyle hevesli bir şekilde söyleme şunu.
+ Millet! Bu sefil delikanlı için dört yapraklı yonca arıyoruz!


Kaynak: Pinterest

Film, güzel sanatlar öğrencisi bir grup gencin kendini keşfetme sürecini arkadaşlık ve aşk temaları üzerinden izleyicilere gösteriyor. 

Filmi bundan baya öncesinde Pinterest'te dolanırken keşfetmiştim. Karşıma yukarıda paylaştığım fotoğraf çıkmıştı. Sonrasında filmi izleyebileceğim bir site bulamadım. Açıkçası bu beni biraz hayal kırıklığına uğratmıştı çünkü güzel bir film olacağına dair ilginç bir eminlik duygum vardı. Ah, belki de çok seveceğim bir filmdi! düşüncesi benimleydi. Yine de fotoğraf, kaydettiklerim arasında yerini bir müddet korudu ve ben onu izleyebileceğim bir site buldum! Peki, filmi nihayet bulabildiğim o beklenen gün bugünlerde miydi? Hayır. Ama bugünlerde ancak izleyebildim.

Aslına bakarsanız filmin ilk sahnesini de sevmiştim. Bir grup genç toplanmış bir arada oturuyorlardı. Tahmin ettiğim gibi, bir gençlik filmiydi. Gençlik sorunları, güzel işlenirse en sevdiklerimden. Ama bundan da öncesinde sahnede tek bir genç ön plandaydı. Evin önündeki kiraz ağacının yerlere uçuşan yapraklarını izliyordu. Çok değil, az sonrasında bu yaprakları bir kez daha görecekti. Evin üst katında sessizce resim yapan Hagu (Yû Aoi) ile karşılaştığında. İşte! Sakuralar kalbine yağmıştı, biliyordum.


+ İnsanlar neden resim çizer?

- İçimizden geldiği için. Çizmek zorunda olduğumuz için. Bu tıpkı... Bir insana neden yaşadığını sormak gibi bir şey.


Film, çok etkileyici bir film değil. Çok farklı bir konusu da yok. Ancak samimi ve kendini izleten bir hikayesi var. Ben severek izledim ve ilginizi çektiyse sizlere de önerebilirim.

Filmin bir de animesi varmış, ancak benim bahsettiğim 2006 yapımı bildiğimiz insanların oynadığı standart film olanı. :) Belki, tabii sonrasında bulabilirsem, animesini de izleyebilirim. Bakalım bakalım.

Hoşça kalın.


Honey And Clover 2006 trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.

honey and clover Original Soundtrack dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Filmi şu siteden izlemiştim. Başka bir yerde bulamadım açıkçası ama siz bulursanız aşağıya yorum kısmına yazıp bilgilendirmeyi unutmayın. İyi seyirleer.


Not 2: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


8 Haziran 2024 Cumartesi

Çoluk Çocuk (Patti Smith) | Kitap Yorumu

Yazar: Patti Smith, Çevirmen: Yiğit Değer Bengi,
Yayınevi: Domingo Yayınevi

Başucu kitabı kavramını tam olarak anlayamıyordum. Başucu derken, başımın ucunda tutacağım denli seveceğim bir kitap mı kastediliyordu yani? Yoksa... Başımın ucundan ayırmasam iyi olacak denli yol gösterici bir kitap mı? Yavaş yavaş okusam yararıma olacak olanlar mı, istesem de hızlı okuyamayacaklarım mı? Tadını almak istediklerim mi, tadını almak için beklemem gerekenler mi? Bilmiyordum! Sevdiğim kitaplar vardı, çok sevdiklerim de pek tabii vardı; ancak, başımın ucundan ayırmadığım bir kitabım yoktu. Bazen bazı şeyleri yaşayarak öğreniriz. Sözgelimi, bir kitapla karşılaşırız ve ilk gördüğümüz anda kalbimizde bir sıcaklık oluşur. Sonra paragraflar birleşir ve bir bakarız ki o kitap, başımızın en ucundaki yol arkadaşımız olmuş. Günler ve günler ve hatta geceler de boyunca.

Patti Smith için ''Amerikalı müzisyen, rock şarkıcısı, ressam ve şair,'' diyor Google. Bu kitapta ise tüm bu sıfatları edinme yolundaki küçük bir kız çocuğuyla tanışıyor ve bu kızın büyüme hikayesine, tabii onun da izin verdiği kadarıyla, yakından tanıklık ediyoruz. Patti'nin en büyük hayali sanatçı olmak. Şair olmaya da, müzisyen olmaya da yoldayken karar veriyor biliyor musun; yolun en başında değil. Yolun en başında ne var peki? Bu yolu nasıl görebiliyor Patti? Bir yolunun olduğunu ve oraya adım atması gerektiğini nasıl biliyor? Kalbinde biliyor. Hiç bilmediği şehirlerde, maddi zorluklar içinde, gece gündüz çalışarak, bazen üşümüş, çoğu zaman yarı aç ve yorgun ama hep kalbindeki hisle biliyor. 

Patti'nin iki büyük şansı var bana göre. İlki, ailesi; ikinci ise tabii ki Robert. Robert ve Patti yol arkadaşı iki genç. Bazen bir arada olmasalar da, yolun sonuna kadar hep birlikte ilerliyorlar. Onların dostluklarına imrenmemek elde değil. Hayatta seni bu denli derinden seven, sayan, koruyan, inanan ve en önemlisi anlayan birinin olması kim bilir ne kadar değerli bir histir. Kitabı çok sevdiğimi anlamışsınızdır. Kalbimde yer edinen kitaplardan birisi oldu ve ayrıca bana, başucu kitabı demek ne anlama geliyormuş bunu gösterdi.

Kitapta geçen kişilerin çoğunu tanımıyorum. :) Ancak buna rağmen bile olaylardan kopuk hissetmedim kendimi. İsimleri bir karakter gibi görerek okudum. Olaylara Fransız kalmadım, anlatmak istediğim bu. Tabii, bu isimleri tanıyanlar çok daha fazla keyif alacaklardır o ayrı. Kitapta Patti ve Robert'ın fotoğraflarına ve Patti Smith'in bazı şarkı sözlerine de yer verilmiş.

Patti Smith müzisyen olmadan evvel bir şair, şair olmadan evvel bir ressam; ressam olmadan evvel ise sanatçı ruhu taşıyan bir kızdı. Bu nedenle kitabın dili de pek lezzetli. Şiirsel, akıcı. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.




7 Haziran 2024 Cuma

Pocahontas | Film Yorumu


Yönetmen: Mike Gabriel, Eric Goldberg

Senarist: Chris Buck, Ralph Zondag, Duncan Marjoribanks, Burny Mattinson, Francis Glebas, Ed Gombert, Joe Grant, Kaan Kalyon, Glen Keane, Todd Kurosawa, Bruce Morris

Yapımı: 1995 - ABD


''Demek istediğin, senin gibi olmayan... Sence ben cahil bir vahşiyim. Ve sen pek çok yerde bulunmuşsun. Sanırım öyle olmalı. Ama hala anlayamıyorum; eğer vahşi olan bensem, nasıl bu kadar çok şey olabiliyor bilmediğin? Bilmediğin... Ayak bastığın her toprağı senin sanıyorsun. Yeryüzü senin için sadece ölü bir şey. Ama ben biliyorum ki her taş, ağaç ve varlığın bir hayatı, bir ruhu, bir ismi vardır. Sanıyorsun ki sadece senin gibi görünen ve senin gibi düşünen insanlar insandır. Ama eğer bir yabancının ayak izlerinden yürürsen, hiç ama hiç bilmediğin şeyler öğrenirsin. Sen hiç bir kurdun mavi dolunaya karşı uluduğunu duydun mu? Ya da bir vaşağa neden sırıttığını sordun mu? Dağın tüm sesleriyle şarkı söyleyebilir misin? Rüzgarın tüm renkleriyle resim yapabilir misin? Gel, koş ormandaki çamların gizli izlerinde. Gel tat toprağın, güneşin tatlandırdığı kirazları. Gel yuvarlan etrafındaki zenginlikler içinde. Ve bir kez olsun değer biçme! Fırtına ve nehir kardeşlerimdir. Balıkçık ve su samuru dostlarım. Ve hepimiz birbirimize bağlıyız, asla sonu gelmeyen bir çemberde. Bir çınar ne kadar büyüyebilir? Eğer kesersen asla bilemeyeceksin! Ve asla bir kurdun mavi dolunaya uluyuşunu duyamayacaksın. Ya da neden beyaz veya bakır tenli olduğumuzu. Dağın tüm sesleriyle şarkı söylemeliyiz. Rüzgarın tüm renkleriyle resim yapmalıyız. Toprağın olabilir ama hala tek sahip olduğun topraktır ta ki resim yapabilene kadar. Rüzgarın tüm renkleriyle...''


Kaynak: Pinterest

Pocahontas bir Kızılderili prenses. Beyaz adamların topraklarına ayak basmasıyla prensesin ve kabilesinin hayatı değişiyor. Ellerindeki aletlerle ateşler fırlatan bu yabancılar doğayı yakıp yıkıyor ve gidecek gibi de görünmüyorlar. Egemen olma arzusunun kör ettiği bu yabancılar altın bulmak uğruna yaşayan her şeyi öldürmeye kararlı gibi görünüyorlar. Ancak grupta yer alan cesur kaşif John Smith ile Pocahontas'ın aşkı olayların seyrini değiştiriyor.

Uzun süredir izlemek istediğim bir filmdi Pocahontas. Özellikle de böyle alışılmışın dışında özellikler gösteren prenseslerin hikayelerini izlemeyi seviyorum. Pocahontas'ın asi bir prenses olmasının yanı sıra -benim için- bir diğer sıradışı özelliği ise gerçekten yaşamış birinden ilham alınarak oluşturulan bir karakter olması. Tabii filmler, hele de romantik ve tatlı animasyon filmleri, ile gerçek hayat birbirinden tamamiyle farklı gelişen olaylara sahip. Google'dan da Pocahontas araması yaparak bilgilere ulaşabilirsiniz; veya şu videoda da kendisinin yaşamı kısaca anlatılmış (yerli kaynaklarda pek video yoktu).

Filme dönersek, filmi çok sevdim ki seveceğimi de daha izlemeden evvel bile biliyordum. Bu prensesimizi ise sosyal medyada ara sıra görüyordum. Kendisi favori prenseslerimden birisi oldu. 

Renkli karakterler, akıcı bir olay örgüsü ve doğa-insan hırsı, hoşgörü-bencillik, yaşatmak-yok etmek gibi çatışmaları bir arada işleyerek anlamlı mesajlar içeren hoş bir filmdi. İlgisini çekenlere öneriyorum.


Pocahontas - Colors of the Wind dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


1 Haziran 2024 Cumartesi

Küçük Ağaç'ın Eğitimi (Forrest Carter) | Kitap Yorumu

Yazar: Forrest Carter, Çevirmen: Şen Süer,
Yayınevi: Say Yayınları

Bazı kitapların güzel olduğunu daha eline aldığın ilk anda anlıyorsun. Buna rağmen sohbetin açılması için biraz oturman ve pek tabii okuman gerekiyor. Küçük Ağaç'ın Eğitimi bir süredir okumak istediğim bir kitaptı. Bahsi geçen süre de uzun bir süreydi sanırım pek anımsamıyorum; ancak kitabı raflarda gördüğüm an çok sevindiğimi net olarak söyleyebilirim. Bazen bazı kitapları gerek kütüphane, gerekse kitapçı (ki bu artık pek sık olmuyor malum yandığı için kalmayan cepler) raflarında gördüğümde fiziksel olarak da hoplamak suretiyle tepkiler verdiğim heyecan halleri yaşıyorum.

Kitap, Çeroki isimli bir Kızılderili kabilesinden olan Küçük Ağaç isimli bir çocuğun anne ve babasının ölümünden sonra büyükanne ve büyükbabasıyla birlikte yaşamaya başlaması ve akabinde başından geçenleri anlatıyor. Ana karakteri bir çocuk olan kurgularda ben hep normalin iki katı etkilenirim. Bir de üstüne bu ana karakter çocuk kahramanımız kurgumuzun anlatıcısıysa... İşte o kitap etkileyici olmak için çok yüksek bir potansiyele sahiptir benim gözümde.

Kitabın farklı bir dili var. Çünkü kitap, Küçük Ağaç'ın anlatımından yazılmış. Tıpkı bir çocuk gibi heyecanla anlatıyor bize olayları kelimeler. Büyük bir heyecan, sonsuz bir merak ve hüzün ile sevincin iç içe geçtiği o nerede görsek kalbimize çarpan tuhaf hisle anlatıyor. Kitap aynı zamanda otobiyografik bir roman. Yani bahsi geçen Küçük Ağaç, yazarın kendisi. Bir zamanlar gerçekten yaşanmış veya büyük oranda yaşanmış olayları okumak ise ayrıca etkileyici tabii. Ama bu kitabı benim için asıl etkileyici yapan ne biliyor musun: Küçük Ağaç'ın eğitimi.

Küçük Ağaç henüz altı yaşında bir çocuk. Büyükannesi safkan ve büyükbabası melez bir Kızılderili. Kızılderili kültürü benim onları gördüğüm ilk andan, yani çocukluğumdan, beri ilgimi çekmiştir. Doğayla olan iletişimleri, kendilerini dünyanın hakimi sanmak yerine evrenin bir parçası olduklarını bilecek bilgelikleri, var olan her şeye duydukları saygı... (ki bunları büyüdüğümde düşünmeye başlayabildim). Küçük Ağaç hiç bir kurumda formal eğitim almıyor. Çünkü o bir ''yerli.'' Bunun anlamı ikinci sınıf vatandaş olmaktan bile kötü. Çocuk Esirgeme Kurumu'nda geçirdiği günlerde ötekileştiriliyor ve aşağılanıyor, tabi ki büyükler tarafından... Sonra yeniden o çok sevdiği kandaşlarının yanına, dağlara, dönüyor. Yazar da hayatı boyunca hiç formal eğitim (okul eğitimi) almamış ve fiziksel güç gerektiren pek çok ağır işte çalışmak zorunda kalmış. Ancak orta yaşlarındayken ilk kitabı basılmış. En ünlü kitabı da bu çocukluğunu anlattığı romanıymış.

Kitapta beni en çok etkileyen kısım dediğim gibi, Küçük Ağaç'ın heyecanla anlattıklarını okurken hissettiklerim ve farkında bile olmadan zihnimde açığa çıkan o çok önemli şeyler. Bir gün doğumunun her gün yeniden ve yeniden yükselişinin eşsizliği, doğadaki her canlıya saygı duymak ve onların değerli olduğunu hissettirmek (Küçük Ağaç'ın iyi koku alamayan yaşlı köpeklerinin işe yarayacak başka özellikleri olduğunu ona göstermeleri gibi), yalnızca beslenme gibi temel ihtiyaçlar için avlanmak ve bunu yaparken de en güçsüz olanı seçmek (buna ''gidişat'' diyor büyükbaba; en zayıf geyiği seçersen, geyik güçlenir), beden aklı ve ruh aklı olmak üzere iki aklımızın olması... ve dahası birçok şey. Büyükanne ve büyükbaba Küçük Ağaç'ı hep bir birey olarak görüyorlar. Onun da bir bilinci olduğunu ve bu bilincin dünyayı değerlendirişinin önemli olduğunu biliyorlar. Ona ve biz okurlara sevgiyi, saygıyı, kendini ve diğerlerini bilmeyi, yaparak yaşayarak öğrenme yoluyla gösteriyorlar.

Hoşça ve kitaplarla kalın.



Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.