23 Haziran 2024 Pazar

Haftanın Enerji Bomlaması.


Gud mornin evrivannnn! Aman yanlış oldu. İki dili de katletmem. Neyse! Günaydın, tünaydın, iyi akşamlar veya geceler; günün hangi saatinde buradaysan seni selamladım. Bu sabah erken kalktım ve biraz yapmam gereken şeyleri yaptım ve şimdi seninleyim, arka planda cik cik cik cik sesleri, onun ön planında magazin estetik haberleri, onun önüne de şimdi müzik açacağım. Bana şarkı önermek istersen yorumlarda buluşalım. Hatta istersen konseptli şarkı önerebilirsin. Yani... Bu haftanı özetleyen, sözleriyle olmasa bile ritimleriyle duygu durumunu yansıtan bir şarkıyı bana önerebilirsiiin.

Karşı evin balkonunu çok seviyorum. Bir köşesi çiçeklerin yuvası. Ağustos ayına (sanırım) girdiğimizde de komşumuz abla oraya kışlık kurutmalık patlıcan biber vs asıyor. Bu kurutmalıklar aklıma hep anneannemi getiriyor. Sebzeleri ipe dizip asışı ve benim ona yardım edişim. Çok parça parça anılar. Video kesitleri gibi. Bu anılarımda biraz daha büyüyüm herhalde o yüzden fotoğraf kesiti değil de, video kesiti olmuşlar.

Yazmak ne tuhaf. Yazarken arada bir sürü şey oluyor. Bir tık enerjin düşüyor, pek çok tık çıkıyor falan. Dış dünyadan duydukların, gördüklerin yazma anını bile etkiliyor. Sanırım en çok da bu nedenle blog yazmayı seviyorum. An dediğimiz olayı yaşamayı söylerler ya hep bir ağızdan, işte bunu en net yaşayabildiğim yer burası. Mükemmel. Yoksa ne demek istiyor uzmanlar anlayabilemezdim.

Anılar ise genelde düşünce baloncukları olarak aklımıza gelir ve biz baloncuğu hissettiğimiz an yeniden o andan parçalar şekillenir belki de. Çok garip, artık hafızam zayıflıyor gibi. Nihayet ben de ''aaa onu unuttum'' diyebilecek ve bunu yaparken dürüst olabilecek kıvama geliyorum yaşasın! Bu, gerekli olduğu için olan bir durum muhtemelen. Sistemime format atılmış gibi hissediyorum. Yeni özellikler yükleyebilmem ve tabii kasmamam için, belki de başka sürüme geçebilmem için, bu gerekli. Bu temizlik, bu arınma, bu değişim. Elimde olmadan ama gerekli. Artık yıldızları da duyamıyorum. Acaba sırlarını yazılarıma fısıldadım diye mi yazamıyorum. Yoksa... Şşşşş, bu da yeni bir sır mı? Belki de yıldızlar bana, sadece olmamı söylüyorlardır. Ol. Orada, olduğun yerden ol sevgili İlkay; diyorlardır. 

Kalbin sana ne fısıldıyor?

bay bay.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.




21 Haziran 2024 Cuma

Dolunay.


Sevgili Dolunay. Bugün uzun bir gündü. Yılın en uzun günü! Sanki sen de biraz yorgundun. Normalde önümden hızla geçer giderdin. Sanki bir yere yetişmeye çalışır gibi. Doğru söyle... orada bir yerde, bir tavşan deliği mi var? Sanırım senin buna ihtiyacın yok. Kendin bir çeşit portal gibisin. Sana bakarken bazen sana bakamıyorum. Beni eğlendirdiğin aylarda sanki kocaman ve turuncuya aşık bir sarı oluyorsun. O gecelerde bir pinpon topu olup parmaklarımdan sekiyorsun. Bazense beyaza dargın bir sarı oluyorsun. Sanki, ikinizin sırtı birbirine dönükmüş de, kucaklaşamıyormuşsunuz gibi. Bir adım atsan, beyaz bir deliğe dönüşecekmişsiniz gibi. Bu seferki de böyle bir gece. Beni yutacak bir beyazlığa ramak kala parlıyorsun. Ne hissediyorsun? Neden konuşmuyorsun? Kalbim sırrını tutar biliyorsun.

Yine de inatçıyım. Yoksa pes eden mi? İçerisi sıcak, bunun farkındasın. Bu yüzden öylece duruyorsun. Gitmeden seni göreyim diye. Seni, göreyim diye... Tamam, ben de sana bakarım. Üzerindeki lekelerin çizdiği resmi seyrediyorum. Işığın gözlerimi yakıyor. Güneş'i hatırlatıyorsun böyle zamanlarda bana. Sanki onun selamını getirmişsin gibi oluyor. Oysa sen değil haber getirmek, kendini bile açmazsın. Sessizce karşımda oturman sinirime dokundu. Seni izlemeyecektim, izlemeyecektim işte. Tam bu anda gönlümü almak için ninja bir kedinin patilerinin arasından ışığını koşturdun. Beni güldürürsen seni izleyeceğimi sandın. Yanılmadın. 

Bana ne söyleyeceksen söyle diye bekledim. Sen de bekledin. Yorgun gibiydin. Yıldızlar bile bizi bekledi. Sanki her şey senin işbirlikçindi. Bense tek başımaydım. Beni gafil avlamıştın. Yine de biliyordun... merak edeceğimi. Çok güzeldin. Bu yüzden seni affettim. Bana haritandan bir yer gösterdin. Karmaşık koyuluğundan bir nokta. Bu, daha evvel görmediğim bir yerdi. Kalbimin tanımadığı bir yer. Bu nedenle başta anlayamadım. Burası neresi sevgili ay? Uçaklar geçerken, yıldızlar susarken bekledin. İnsanlar yürürken, kediler koşarken bekledin. Güneşin yükünü taşıyan bir gök cismi gibi. Güzelce parlayan bir gök cismi gibi.

Sanırım cırcır böcekleri ötüyor. Ne zaman geldiklerini bilemem. İlkbaharda mı? Kirazlar beyaz beyaz parlamaya başlarken onlar da serenata mı başlarlardı? Neden hatırlamıyorum? Ama cırlayan böcekleri duyduğum kesin. Ve sen, şimdi, bana cevap vermeden gittin. 

Ama ben duydum. Dinlemesem bile, söylemesen bile; duydum. Haritanda gösterdiğin yer. Sana oradan bakıyorum sevgili ay. 


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.





20 Haziran 2024 Perşembe

Bloğum 1 Yaşında!


Doğum günlerini asla unutmam. Bu nedenle bugün burada, canım tatlı küçük bloğumun ilk yaş gününü kutlamak için toplandık. Hoş geldin minik partimize sevgili okur. Haydi şimdi bu partiyi renklendirmek için kendine çay kahve limonata dondurma pasta pisküvit cips? ben sağlıklıyım diyorsan sebze meyve, mısır da olur - patlamamış olaraktan da olur kap gel. Ya da sadece suyla da katılabilirsin. Bol bol su içmeli hem. Havalar da kuru ve sıcak, ihmal etme he mi?

Evet! Herkes hoş geldiğine göre bir yazışma yapmaya başlayabilirim. 

-milattan öncesine gidiyorum, hulalolalop (zaman makinesi sesi efekti)-

Blog yazmaya ilk başladığımda yaşım çok küçüktü. Bu hikayeyi bin kez anlattım sanırım, bilmiyorsan da üzgünüm çünkü bilenlere yazık höh artık, ama bir küçük özet geçeyim de kendimi duygulandırıp havaya gireyim. Öhöm öhöm. İşte, blog yazmaya ilk başladığımda çok küçüktüm. 15 yaşındaydım. İlgimi çeken konularda konuşabileceğim arkadaşlarım vardı şimdi yalan olmasın ama bilmiyorum, benim her zaman anlatacak bir şeylerim vardı ve blog okumayı çok severdim. Neden yazmayayım ki diye bile düşünmeden pat diye bir blog açmıştım. Gerçekten kara cahildim bu konuda. Yol bilmeden, iz bilmeden sen, sen ne cesaretle sen... Ama oldu işte, açıverdim. Nitekim uzun bir süre beni kimse okumadı da. :) Yine de yazmıştım, hep yazmıştım çünkü zaten ben en başta yazmak için bir blog açmıştım.

Okurlarım olduğunda, o his, çok çok çok başkaydı o ayrı. Olmasaydı da yazardım ama olunca... Mutlu olurdum işte, anlarsın sen de. Bir şeyler paylaşmak beni mutlu ederdi. Sadece yazmak veya yorumlara yanıtlar vermekle de sınırlı değildi bu heyecanımın nedeni. Diğer blogları okumak, onlardan ilham almak, onların evlerine misafir olmak... Bunun yeri daha da ayrıdır bende. Kaç kez başka bloglardan ilham alıp yazılar yazmışımdır kim bilir... Blogdan çok şey öğrendim. Belki sana abartılı gelir, belki gelmez artık bilmiyorum ama; blog benim için bir çeşit okul oldu. Lise yıllarım, üniversite yıllarım... Hatta işte sonrası da, hep burada geçti. Büyüyerek, büyümeye çalışarak ve sanırım artık olgunlaşmaya ufaktan başlayarak. Ben burada, yüreğimi göstermeyi öğrendim. Bu, bloğumun bana hediyesi oldu. Bir yıl önce bir çeşit mekan değişikliği yaptım. Artık yazımın bundan sonrasında eski bloğumu anmayacağım. Çünkü işte buradayız ve ben, bir mekanda olmaktan da ziyade, olmayı sevdiğimi keşfettim. 

Bu bloğa yazmaya başladığımda, itiraf etmek gerekirse, içim buruktu. Yüreğimi açmayacağım diye düşünmüştüm. Belki yorum yazıları yazardım ama daha fazlası değil... Ama baksana, eski bloğumdayken bile kendimi bu denli çok açmamıştım. Yüz yüze görüştüğüm kişilerden de yazılarımı okuyanlar var. Başta bu benim için biraz tedirgin ediciydi. Ama kimsenin pek de umurunda değil ahahah. Neyse yani kendimiz kendimizi kafamızda çok büyütüyor ve sonra da bir yerlere sığışmaya çalışıyoruz. Seni bilmem ama ben böyleyim. Oysa ben sadece güzel şeyleri bulmayı seven bir kızım. Sanırım azıcık değişik olabilirim... Aman canım başlıkta bile uyarı yazdım ya Neptünlü diye. Hadi onu da açıklayayım.

Beni bilirsin, anlatmaya bağımlıyım. Yazmak hele... Tutkum! Nefes almak gibi, tüketmem gereken bir şey kelimeler. Okuyarak, yazarak, dinleyerek, konuşarak. Ne olursa olsun ben, kelimelerle bir arada olmalıyım. Başka bir yaşamı bilmiyorum ve bilmek dahi istemiyorum. Bu nedenle, dilediğimce at koşturabilmem için, blog en uygun sosyal medya platformuydu. Burada ne diğer popüler uygulamaların popülerliği?? vardı, ne de kısıtlılığı. Harf sınırından nefret ediyorum! Ay ne içten yazdım ahahah. Neyse yani, burada daha özgür daha samimi (ınstagramda da samimi kişiler var sizi de seviyorum eğer buradaysanız ve buradaysanız zaten kendinizi bilirsiniz :*) daha küçük ve kendi halinde bir topluluk olduğundan mütevellit, blog yazmayı çok seviyorum. Bir de tabii duygusal meseleler var; hani küçük yaşlardan beri blog okumam, yazmam falan fişman. Bu nedenle bir önceki bloğumu kapatınca boşluğa düşmedim yuvarlandım. Sağ olsunlar arkadaşlarım da kendi hayatlarına kaybolduklarından ve ben birinin peşinde iletişmek için dolanmaktan sıkıldığımdan, nefesim kesildi. Bu nedenle de arayı çok da açmadan ve evrenden gelen büyüüük mesajlarla bu bloğu geçen yılın 20 Haziran gününde açtım.

Bulutları izliyordum. Aklıma bugün bir isim gelirse blog açacağım dedim. Bulutlar pembemsiydi. O sırada canım çilek çekti. Ben de çilekli bulutlar linkini aldım. Ana başlık Güncem idi. Çünkü burayı, şekil A, günlüğüm olarak kullanacaktım. Hep bunu hayal etmiştim. Önceki bloğumdayken bile hep içimdeki her şeyi foşur faşır yazmayı hayal etmiştim. Çünkü daha öncesinde okumayı en çok sevdiğim, bana alınma seni de seviyorum, bloglar arasında başı çekenler kendilerini özgürce anlatanlardı. Duygularını. Kendilerinden kastım işte bu. Bu benim için cesaret gerektiren bir şeydi. Bundan korktuğumdan değil, vallahi billahi değil. Ben zaten anlatmak istersem anlatırım. Anlatacağım şey içimde istesem de duramıyor. Dna'mda bu özellik yok. O halde ne? Bilmiyorum. Bazen çok dolarsın ve yer kalmaz. İşte eski bloğum öyleydi ve yer yoktu. Her ne kadar çok üzülsem de, en baştan yeni bir yere yerleşmek bu bakımdan ferahlatıcıydı.

Instagramı yukarıda biraz kötüledim gibi oldum ama öyle değil. Orayı da çok severim. Ancak benim için bir blog değil, onu diyorum. Neyse, instagram ismimi çilekli bulutlar almadım çünkü zaten öyle birkaç isim vardı. Bense özel olmak istiyordum. :) Bu konuyu balığıma danıştım. Bana tabi ki pek de yardımcı olmadı... Yine de yüzerek destek vermişti! Her neyse, başlangıçta Plütonlu olmaya karar vermiştim. Çünkü ona çok üzülüyordum. Ben onu dışlamayacaktım, haklarına sahip çıkacaktım! Plüton, tamam... Ama başka ne? Yani, Plütonlu ne? Neyim ben? Buldum! Evreka! Kaktüsha! Aman, dümdüz kaktüs işte. Dikenlerim var ruhumda. Her neyse ve neyse ki, bu isme benzer isimler de alınmıştı. Şükürler olsun!

Hem zaten Plüton'un, üzgünüm miniğim, ne rengi şemali içimi açmıştı ne de astrolojik anlamı. Plüton astrolojide yıkım gezegenidir. Ölümü, yeniden doğuşu, dönüşümü temsil eder. Tamam dönüşüm olaylarına baş koyduk falan da, ben korkarım böyle büyük laflardan. Bu, tarottaki kule kartı gibi, bum bom cum com cimcom çan çin çon, tamam. Benim öyle bir yanım var mı sevgili okur haydi söyle? Eee yok. O yüzden vazcaydım. Neptünlü olayım demeden Neptünlü Cadı yazıverdim. Bu iyi şansa işaretti benim için. UUUuuuu. Neden dersen? Çünkü ben eski bloğumun ismine de böyle karar vermiştim. Pat diye, bir anda. Hatta karar verdiğimi bile anlamadan başlık kısmını yazıvermiştim. 

Neptün masmavi bir gezegen. Bu bakımdan Dünya'mıza benzemekle birlikte, Dünya'dan daha mistik bir maviliği var. Zaten astrolojide de sevgili kendisi hayalleri, bilinçaltını (işte yazılarımın özeti ahahah), beyaz büyüyü (oooouuu) falan temsil etmekte. Bir de biraz ayıkken bayık olmak gibi anlamları da var ama neyse, bu, doz aşımında oluyor. Yani çok hayal kurarsan uçarsın gibi. Helyum gazı gibi. Yaaa. Zaten, gezegenin fiziksel yapısı da bu özelliklerle uyumlu bence. Neptün'de hiç katı yüzey yok. Gittim gördüm dermişim, yok diyorum. Yokmuş yani. Gaz ve sıvı. Güneş'e en uzak sekizinci gezegen kendisi. Yani soğuk ve karanlık. Bakma o nazlı dönüşüne. Oraya gitsek rüzgar bizi bir oraya bir buraya fırlatır. Ama tüm bunlara rağmen, memleketim diye demiyorum :P, çok güzeldir kendisi. Googlela bak, bana hak vereceksin. İşte, Neptünlü olmamın hikayesi bu. Cadı olmamın hikayesi de... Yeter, cadıymışım işte hayal dünyamda. Tarot falan da bilirim biraz. Hogwarts'ı da filmlerden kitaplardan gördük bildik. Bence yeterli.

Sevgili okur. Bu gece de geveze olmak istedim. Ama baştan seni uyardım, bak yanına bir şey al yiyecek içecek diye. Her neyse. İyi ki buradasın. Senin burada olman, benim için gerçekten kıymetli. Burayı yaşayan bir gezegen, aman blog, haline getiren faktörlerden biri de sensin. Sen olmasaydın, sözgelimi, gezegenimin denizleri olmazdı veya ağaçları veya arıları veya kelebekleri veya bulutları veya çiçekleri veya ne olmak istiyorsan osu.

Sevgili okur, bloğuma bir hediye vermeni istiyorum. Bu blogda görmeyi en çok sevdiğin şey ne?

Hoşça kal.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


böğürtlenli olmuş oldu ama olsun artık :)


19 Haziran 2024 Çarşamba

Hayaletler (Raina Telgemeier) | Çizgi Roman Yorumu

Yazar: Raina Telgemeier, Çevirmen: Damla Kellecioğlu,
Yayınevi: Desen Yayınevi

''Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir,'' der Tolstoy. Hayaletler'in öyküsü de bir ailenin yeni bir şehre taşınmasıyla başlıyor. Cat ve Maya iki kız kardeş. Maya'nın solunum ve sindirimini etkileyen kistik fibrozis isimli bir hastalığı var. Bu nedenle daima serin, bulutlu ve sisli olan okyanus kıyısındaki bir kasabaya taşınıyorlar. Bu yeni hayatlarına Cat en başından beri olumsuz bakıyor. Karanlık ve soğuk olan bu yabancı yerde, üstelik tüm arkadaşlarından uzakta olmak onun için tam bir kabus. Üstelik bu yeni kasaba Cat için fazla gizemli. Bu kasabadaki insanlar hayaletlerin var olduğuna, üstelik onların aralarında dolaştığına inanıyorlar. 

Meksika'da bir gelenek halini almış Ölüler Günü (Dia de Los Muertos) festivali yaklaşırken, hayaletler de kasabada özgürce dolanıyorlar. Hayaletler dost canlısı ve iyi olsalar da, yaşayanlardan parçalar toplamayı seviyorlar. Küçük anma eşyaları, öpücükler, sonra... Nefes. Maya için hayaletler tehlike taşıyor. Bu nedenle Cat, kardeşini korumak için hayaletlere karşı daima tetikte bekliyor.

Çizgi roman boyunca iki kız kardeşin bu gizemli kasabada yaşadıklarını okuyoruz.


Aslında ben bu çizgi romanı daha evvel okumuştum. Hatta bu yazar-çizerin dilimize çevrilmiş başka kitaplarını da okudum (Gülümse, Kardeşim ve Ben isimli kitaplarını). Okuduğum her çizgi romanında okurunu kah güldüren, kah duygulandıran, bazen heyecanlandıran, bazen rahatlatan yaratıcı kurgular işliyor. Bu kitabının konusu da yaratıcı, olay akışı tatlıydı. Evet, kitabı tek bir kelimeyle anlatacak olsam tatlı derdim. Kitaptaki çizimleri çok sevdim. Bazen gerek edebiyatta, gerekse sinemada kurguyu sevsem de, çizimleri sevemeyebiliyorum. Ama bu kitabın çizimleri de çok tatlıydı bence.

Yazar bu kurguyu oluştururken on üç yaşında hastalıktan dolayı vefat eden kuzeni Sabina'dan ilham almış. Maya karakteri de tıpkı yazarın kuzenini tarif ettiği niteliklere sahip. Neşeli, duyarlı ve umut dolu bir çocuk. O kadar tatlı tatlı dedim ama çizgi romanı okuyacaksanız, biraz içinizin titremesine ve yüzünüzde buruk tebessümler belirmesine de hazırlıklı olunuz.

İlgisini çekenlere kitabı öneriyorum. Büyük küçük her yaştan okura hitap edebilir bence. Ancak içerisinde hayaletlere değinildiği için yaşı çok küçük okurlardan ziyade, ortaokul düzeyine daha uygun olabilir. Çizgi romanın bir film uyarlaması olsaydı da çok severek izlerdim. Hatta kitabı okurken canım bol müzikli Meksikalı karakterlerin yer aldığı animasyonlardan izlemeyi çekti. :)

Son olarak kitaptan bazı sahnelere yer vermek istiyorum:


Yaşadıkları yeri gezerlerken keşke ben de böyle bir kasabada yaşasam dedim.
Cat sen de ne mızmız çıktın... Okyanusa kıyısı olan bir yerde bulunmak
en büyük hayallerimden biri.


Kedili sahnelere çok gülmüştüm.

Mükemmel bir sahne değil mi :)

Bunu kendime not olsun diye şey ettim :)


Burada Cat için üzülmüştüm. Abla olduğu için ailesi ona sorumluluklar
yüklemişlerdi. Ancak Cat de Maya gibi henüz bir çocuktu ve en ufak bir
hatasında bile kendisini suçlama eğilimindeydi. Eğlenmeyi bilmemesine
şaşmamak gerek.

Favori sahnelerimden birisi. :)

ve tatlış bir son diyelim :')


One Million Yen Girl (Hyakuman-en to nigamushi onna) | Film Yorumu


Yönetmen: Yuki Tanada

Senarist: Yuki Tanada

Yapımı: 2008 - Japonya


''Güçlü biri olduğumu sanıyordum. Ama yanılmışım. Ailemiz ya da sevdiklerimiz... Uzun bir ilişkinin anahtarı diye düşünüyordum. Halbuki birbirimizle önemli şeyleri paylaşmıyoruz. Zorluklardan korunmak ve pürüzsüz bir hayat sürmek için sadece birbirimize kafa sallamak ve gülmekle yetiniyoruz. Ve kaçınılmaz olarak da hiçbir şeyi hissetmeden bitiyor ilişki. Gerçekten çok yazık. İki insan tanıştığında bir parçalarını feda ederler diye düşünüyordum. Ben de parçalanmaktan korktuğum için bundan kaçtım. Ancak bir parçamızın başka kişilerle tanışmak için var olduğunu yeni fark ettim.''


Kaynak: Pinterest

Japon filmlerinin insana tatlı tatlı işleyen bir havası var. Kullanılan renklerin nostaljisinden mi acaba? Yoksa konuşulan dilin heyecanından mı? Hikayelerin sıradanlığı mı, karakterlerin şahsına münhasırlığı mı? Çoğumuzun bildiği düşünceleri anlatmasından mı, yoksa anlattıklarındaki hisleri doğallıkla geçirmesinden mi? Belki hepsi, belki birazı; ancak ne olursa olsun, en azından benim için, Japon filmlerinin insana tatlı tatlı işleyen bir havası var.

Bir Milyon Yen Kazanan Kız, Suzuko (Yû Aoi), 21 yaşında kendi kendine yetmeye çalışan genç birisi. Bir gün aynı iş yerinde çalıştığı bir kişi ona birlikte eve çıkma önerisinde bulunuyor. Bu öneriyi kabul eden Suzuko, daha sonrasında iş arkadaşının ona söylemediği pek de hoşuna gitmeyecek bir ayrıntıyı öğreniyor. Eve üç kişi çıktıklarını. Arkadaşı, onun sevgilisi ve kendisi. Bir de aksilik bu ya, iki sevgili tam da Suzuko'nun yeni evine yerleştiği gün ayrılıyor. Hiç tanımadığı bu sevimsiz genç adamla aynı evi paylaşmak zorunda kalan Suzuko, yine de hayata olumlu bakmaya çalışıyor. Ta ki bu genç adamın Suzuko'nun yağmurdan korumak için eve aldığı yavru kediyi dışarı atması ve kedinin ölmesine kadar.

Bu olaydan çok etkilenen Suzuko, ev arkadaşının tüm eşyalarını o evde yokken kapı dışarı atıyor. Bu olay sonrasında genç kızın hayatı değişiyor. Dışarı atılan eşyaların arasında para olduğunu söyleyen genç adam, Suzuko'ya dava açıyor ve genç kız kısa bir süreliğine hapis yatıyor. Sabıka kaydı olması nedeniyle çevresi tarafından dışlanan Suzuko, onu hiç tanımayan insanların olduğu yerlere seyahat ediyor. Gittiği yerlerde bir milyon yen kazanır kazanmaz oradan ayrılıp yeni bir yerde yeni bir hayat kurmaya başlıyor. Film boyunca Suzuko'nun bu kısa süreli seyahatlerinde yaşadıklarını izliyoruz.


''Hiçbir yere ait olmadığını ve seni kimsenin tanımadığı bir yerde yaşamak istediğini hissettiğin oldu mu?''


Filmin başrol oyuncusu olan Yû Aoi'nin yine bir başrolü canlandırdığı 2006 yapımı Honey and Clover isimli filmi geçtiğimiz günlerde izlemiş ve şurada da yorumlamıştım. One Million Yen Girl'ü izlemek istememdeki en büyük neden bu oyuncuydu diyebilirim. Bir de yazımın en başında yer verdiğim replik. 

Yine hayatın akışında yaşanan olayları anlatan ve usul usul akan bir film. Ancak tüm bu akış o kadar doğal işlenmiş, duygular o kadar tanıdık bir yerden yansıtılmış ki; film, izleyicisine bu yansıtılan duyguları kendi içinde bir yerde de tanımlaması için olanak tanıyor. Filmin olayı aslında sadece detaylarda. Ana karakterin daha ucuza geleceği için kendine perde dikmesi ve o perdeyi gittiği yerlerde evi yapmaya çalıştığı odalara asması, tuttuğu eve kefil olarak henüz ilkokula giden erkek kardeşinin adını yazması ve emlakçının bu gerçeği fark etse bile sesini çıkarmaması, Suzuko'nun aşık olduğunu anladığında verdiği tepki, kendisini sadece değer verdiği kişilere açıklaması ve tanıtması, usul usul ağladığı o tek sahne... Herkes susarken, bir tek Suzuko'nun erkek kardeşinin hislerini dile getirmesi ve her ne kadar ablasına kızsa ve kırılsa da, onu kahramanı olarak görmesi. Hepsi, hepsi gerçek bir yerden. Hepsi, sadece yaşanılabilinecek ve geçip gidecek, güzel bir yerden.


''Böyle olacağı varmış...''


Filmi çok sevdim. İlgisini çekenlere öneriyorum.

Hoşça kalın.


One Million Yen and the Nigamushi Woman 2008 trailer için tıklayabilirsiniz.


Rüzgarı Hissederek Rüzgarı Hissetmeye Dair Bazı Mülahazatlar.


Gece yolculuklarını çok severim. Kayıp giden yolları ve üstünde yükselen gökyüzünü adeta hipnotize olmuş gibi izlerim. Gecenin ruhu sanki tüm varlığıma dokunur. Hiçbir şeye benzetemediğim karanlık şekiller uzaklaşırken, içimi tuhaf bir özgürlük hissi kaplar. Bu yolculuk sonsuza kadar sürse bile, sonsuza kadar aynı hissi hissedebilirmişim gibi gelir. Bu, rüzgarı hissetmeden rüzgarı hissetmek gibidir.

Bu gece hava rüzgarlı. Dün gece de rüzgarlıydı. Ondan önceki gecelere değinmeyeceğim... Rüzgarı hissetmeyi özlemişim. Rüzgarı hissederek rüzgarı hissetmeyi. Ah, hadi ama, yazın başka ne isteyebilir ki insan! Romantik düşünceler de bir yere kadar. İnsan böyle işte, önce bizi rahatsız eden durumların ortadan kalkması gerekir -bunaltıcı sıcak gibi- sonra, nihayet kollarımızı açıp ''ikimiz birden sevinebiliriz (sevgili okur) göğe bakalım,''(*) diyebiliriz.

Bu gece onları izleyebileceğime dair umudum yoktu. Tok olduğumu düşünmüştüm. Bazen bunu açlıkla yaparım. İçimde o kadar fazla şey vardır ki, o şeyleri bir yere yöneltmezsem kendi içine patlayan dev yıldızlar gibi hızla söneceğimden korkarım. Tabi ki bu kadar dramatik olmaz. Gökyüzünü izlerken istesem de dramatik olamam. Aslında bu nedenle izlerim. Hayır, dramatik olmamak için değil; kendimle olmamak için. Yıldızları izlerken ve bulutları izlerken, asla yalnız hissetmem. Bir anlığına bile. Oysa Ay'ı izlemek farklıdır benim için. Ay neden bu kadar yalnız? Yıldızların yeri bellidir, Ay ise gezer ve durmaz. 

Bu gece Ay'ı gördüğümde sevinmiştim. Ay'ı uzun uzun izleyemiyorum, bir yerden sonra beni hüzünlendiriyor. Bir de üzgünüm, bu kadar melankoli sıkıcı. Biraz neşelen sevgili Ay. Her neyse, yıldızlar eğlenceli tiplerdir. Bir gök cismi olsaydım, ve talihsizlik bu ya yıldız olmasaydım, yıldızlarla arkadaş olmak isterdim. Yeryüzüne göz kırpmak, sır postası taşımak ve dans pisti olmak gibi müthiş görevlerinde onlara eşlik ederdim.

Bu gece Ay uzaklaşmış, rüzgar hafiften durulmuşken; o, beni buldu. Evet, bir yıldız! En parlak olanıydı. Bana kalsa, şşşş aramızda, onu seçmezdim. Ben genelde gecenin içine dalıp en görünmeyenin pelerinini kaldırmayı severim. Onun en farklı yıldız olacağına, bana en farklı fikirleri verecek ilham perimi bulacağıma inanırım. Oysa bu gece beni bulan yıldız, tüm bu inandıklarıma zıttı. Buna rağmen ve bu nedenle, beni mutlu etti. 

Geçtiğimiz günlerde lazım olmuştu, saf mutluluğu hissettiğim bir anı hatırlamaya çalışıyordum. Mutluluk vardı; ama o kadar da saf değildi. Pek bilmişti bu mutluluklar. Kaçın kurası, pışşıkk mutluluklarıydılar. Oysa ben, en masumunu anımsamaya çalışıyordum. Bulamamıştım. Hiçbir yerde yoktu. Bazı parçalarına bazı yerlerde rastladım ama onlar da bana solgun Ay gibi hissettirdiler. Neden böyleydi? Bilmiyorum, bu benim sorunum değildi. Yine de üzüldüm. Böyle şeylere üzülmem de ne saçma... -aslında bence değil, şşşş.- 

Parlak yıldızım, çünkü o beni seçmişti, aradığım hissi bana verdi. Güzel bir müzik, usulca esen rüzgar ve iki yana açtığın kolların sana gecenin, parlak yıldızların, hüzünlü Ay'ın ve hatta uzaktaki Güneş'in büyüsünü getirebiliyormuş. Tabii sen de istersen. Ki... Aslında böyle değil. Tamamı bu değil. Aslında... Bu bir anda olan bir şey. Öylece otururken duyduğun kuş sesleri gibi bir şey. Uzun zamandan sonra ilk kez duyduğun bir kuşun guuuklayışı gibi bir şey. Bu kuşu ararken, onu tepende bulman gibi bir şey. Nasıl olsa gider, diye düşünürken, misafir sayısının ikiye çıkmasının heyecanı gibi bir şey. 

Yıldız ışıkları geçmişten gelir. Şimdi düşündüklerin, belki de ileridedir. Bu nedenle bana, adına ümit denilen o gezgin kelimeyi anımsatırlar. Aomame var olsaydı bize, ''ümit olan yerde azap da olur ne de olsa,''(1Q84, Haruki Murakami) derdi. Oysa ben, ona katılmıyorum. Üzgünüm Aomame, sen solgun Ay'ın ortağısın; bense bir süpernovayım. 

Ah, uykum geldi! İlginç... Galiba biraz fazla zorlama old- 

Neyse!

la revedere (*).


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Hayaletler - Raina Telgemeier,
(Desen Yayınları).


18 Haziran 2024 Salı

Ağaçlar ve Yıldızlar.


Ağaçlar ve yıldızlar arasında şaşırtıcı derecede çok benzerlik görüyorum. İkisi de kollarını bir yerlere uzatır; biri gökyüzüne, diğeri yeryüzüne. İkisi de rüzgarda titreşir; bir yaklaşır, bir uzaklaşır. İkisi de yalnız takılmak yerine, diğerleriyle birlikte olmayı tercih eder; böylece daha güçlü görünür. Ve her ikisi de oksijen verir; açan çiçekleri, olgunlaşan meyveleri ve gözlerimizden sızan ışıklarıyla.

Yıldızları izlerken, hep onlara odaklanırım. Parlaklıklarına. Sonra kendi içimde başka başka alemlere giderim o ayrı tabi de, gördüğüm şey budur: Işık. Oysa bu gece dikkatimi çeken şey, ardındaki karanlıktı. Bu, aklıma bir tuval görüntüsünü getirdi. Zemini boyarsın, sonra bu zeminin üstüne boyalar püskürtürsün. Siyah bir zeminin üstündeki parlak yıldızlar gibi. Gündüz kaybolan, gece canlanan gece perileri gibi. Bu hitabı ilk kez kullandım biliyor musun? Gece perileri... Hımmm, sevdim. Yıldızlar benim gece perilerim!

Ağaçlar için ise durum tam tersi gibi görünüyor. Geceleri göz önünde olmayı sevmiyorlar sanki. Karanlığın içinde saklanıyorlar. Belki de uyuyorlardır. Bu sayede, günün ilk ışıklarından itibaren, dallarını dört bir yana açarak güzelce gerinip de yeşil yeşil gülümseyebilirler. Yeşil ne canlı renk değil mi? Tıpkı yıldızların ışığı gibi, pasparlak. Karmaşık yeryüzü zemininde patlayan bir renk. Mutlaka görebileceğin bir renk. Güzel bir gülümseme gibi, ışıl ışıl bir gülümseme gibi.

Çoğunlukla surat asmayı daha çok severiz. Biri bizi gıdıklarsa ama, hemen güleriz. Ne garip, normal şartlarda, insan kendi kendini gıdıklayamaz. Ancak bir başkası bunu yapabilir. Gıdıklama deyince aklıma nedense çocuk kahkahaları geliyor. Büyüdükçe, bazı sinir etme operasyonları hariç, birilerini sırf gülsün diye pek de sık gıdıklamayız sanırım. Bunu daha çok çocuklara yaparız. Gıdıklandığında çıkan gülme sesleri belki de en saf gülme sesidir. İçinde hiçbir karizma endişesi bulunmayan bir gülüş sesi. Belki de bu nedenle aklıma çocuk kahkahası sesi gelmiştir.

Yıldızlarla buluştuğumda, kalbime sorular sordum. Bu benim en sevdiğim oyun! Kalbim bana, yedi yaş sesiyle çarptı. Sanırım yavaş yavaş daha iyi bir dinleyici oluyorum. Sanırım yavaş yavaş, duymak istediğimi anlıyorum. 

Ağaçlar ve yıldızlar, bana sevme dersleri veriyorlar. Son dersimizde öğrendiğim şey, sevgini verememenin dünyadaki en korkunç şey olduğuydu.

Özel olarak kalbinde parlayan bir ağacın var mı? Görünümüyle, kokusuyla, hatta belki sesiyle... Ya da sadece, varlığıyla.

viso geero!


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



17 Haziran 2024 Pazartesi

İki Kolunu Açsan Kocaman Parlayan Şeyler.


Geçtiğimiz hafta hava çok sıcak, sıcak, sıcak ve bundan arta kalan zamanlarda, sıcak demiş miydim, ve durgundu. Canım çok şey yapmak istiyordu ama hava bana pek de yardımcı olmadı. Gerçekten verimsiz bir haftaydı, sinirlendim! Şaka yaptım, aslında sinirlenmedim ama bu hissin adını da koyamıyorum. Bu noktada sinirlenebilirim gibi hissetmiştim. Cümlenin ortasına çıkıp tiyatral kelimelerle kendimden geçmek için uygun bir an gibiydi. Ancak yapamıyorum, gülme geliyor. Bazen bazı hislerimi tanımlayamıyorum. Aynı anda çok fazla şey mi hissediyorum acaba? Yoksa, tek bir his pek çok başka tek bir hissin toplamından mı ibarettir?

Bir gece... Yıldızlarla yan yana olduğumu düşünmüştüm!

Bir gece, yıldızlarla bütün olduğumu...

Bir gece zeminin sert olduğunu-

Bu gece, sevdiğim şarkıların akustik versiyonlarını sevdiğimi... düşünmüştüm?

Kendim hakkında neden çok az şey biliyorum acaba? Bildiklerim mi değişiyor, yoksa değişecek kadar şey zaten yok mu? Bu ikinci yazdığım saçma geldi neyse. Ancak bazen bazı şeyler sadece saçmadır ve saçma cevaplar da cevaptır ve daha da beteri, saçma cevaplar beni eğlendirir ahahha, işte kendim hakkında bir gerçek. Tam da kendim hakkında bildiğim tek şeyin basit bir insan olduğum olduğunu söyleyecektim ki bir çeşit paradoksun ortasında kaldım. -İlginç bir an- Yine de paradoksları çözmeyi sevmiyorum çünkü onlar çözülmezler! Yaaa... -keşfettiğim bir şey-

Geçtiğimiz hafta anlık bir istekle kitap alışverişi yaptım. Bir arkadaşımla görüşme ihtimalimize karşı ona bir şiir kitabı aldım. Evet, Didem Madak'tan. Grapon Kağıtları. Onu okumayı herkes sever. Kendime de iki tane şiir, iki tane sanat tarihi türünde kitap alıvermişim bu arada. Tamam! İtiraf ediyorum, aslında kendim için almak istediğim şiir kitaplarına kılıf olsun diye hediye bir kitap alsam güzel olur diye düşünmüştüm. Tek nedeni bu olmasa da, ilk neden buydu. Kendime aldığım kitaplar Birhan Keskin'den Y'ol ve Ba kitapları ile Celil Sadık'ın Uygarlığın Ayak İzleri serisinden Batı Resminde Aşk ve Bazı Küçük Felaketler ve Batı Resminde Korku #1 - Şeytanlar ve Cadılar. Daha evvel serinin ilk kitabı olan Rönesans'tan Barok Dönem'e Sanat Dehaları'nı okumuş ve beğenmiştim (blogta (tık tık :) yorumu var, rek-lam-lar). Ancak bunun bir serinin başlangıcı olduğunu bilmiyordum. Serinin son kitabı olan Şeytanlar ve Cadılar ile haberdar oldum. Ben aslında üçüncü ve beşinci kitapları aldım ama zaten yazar kitapların içindeki eserleri ayrı ayrı açıklıyor. Ben de konu başlıklarını beğendiğim kitapları aldım. İkinci ve dördüncü kitaplar başka bahara. Mesela sonbahar iyi olur sanki.

Mevsimler geçiyor değil mi? Mevsimler geçiyor... Mevsimler geçerkeeenn, temmuz gelir giderkeennn... Ay erken oldu pardon. -devam edelim- İşte, mevsimler geçiyor. Zaman geçiyor sonuçta, falan. Kışla başlıyoruz ama ne ilginçtir ki umut ediyoruz. Yeni yeni şeylerin açabileceğini umut ederek yeni bir yıla başlıyoruz. Yeni yıla girerken bir yıldız görmüştüm. Kutup yıldızını. Bunu şans olarak yorumlamıştım. Sanki o yıldız bana gülümsemiş gibiydi, kocaman parlayarak. Yıldızları izlemeyi bu yüzden seviyorum sanırım. Tabi ki tek neden bu değildir ama bu kadar sevmemin nedeni bu diye düşünüyorum. Kocaman parlamaları. En büyüğünden en küçüğüne kadar. 

Sen neyi seviyorsun, kocamaaan parlayan? Böyle... iki kolunu açsan, o iki kolunun arasına dolacak kadar. Kitaplar? Notalar? Bir kase dondurm- bu olmadı, hımm... Birisi, bir şey... Kendin? Veya bir his ya da fikir...

Aslında bir önceki yazımda kutladım ama hangi yazıma misafirsin bilmiyorum. İyi bayramlar sevgili okur.

Veee, tabii ki, güzel bir hafta dilerim!

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Rüzgarın Gelini (1914), Oskar Kokoschka (eseri).
Batı Resminde Aşk ve Bazı Küçük Felaketler, Celil Sadık (kitabından).


15 Haziran 2024 Cumartesi

Knight of Cups (Kupa Şövalyesi) | Film Yorumu


Yönetmen: Terrence Malick

Senarist: Terrence Malick

Yapımı: 2015 - ABD


''Sana küçükken anlattığım, Doğu'nun Kralı olan babası tarafından bir inciyi aramak için Mısır'a gönderilen bir prensin, bir şövalyenin, hikayesini hatırla. Denizin derinliklerindeki bir inci. Ama prens oraya vardığında insanlar prensi hafızasını kaybetmesine yol açan bir kupaya koyarlar. Kralın oğlu olduğunu unutur. İnciyi unutup derin bir uykuya dalar. Kral, oğlunu unutmaz. Haber salmaya devam eder. Ulaklarla. Habercilerle. Ama prens uyumaya devam eder.''


Kaynak: Pinterest

Bu, aşkı arayan bir şövalye. Dünya ormanında kaybolduğunu düşünen, palmiyelerin izini takip eden bir adam. Farklı olanı arıyor kendince; ancak ne ilginçtir ki, dikkatle izlediği tüm kadınlarda aslında hep kendisini görmek için çabalıyor. Film boyunca oradan oraya gidiyor. Çoğunlukla iç sesini duyuyoruz kendisinin. İzleyiciler olarak duyduğumuz sesler, bu kayıp şövalyenin ve ona yol gösteren Baba'sının sesi.

Bu hayatta, diğerleri olarak tanımladıklarımız yoluyla kendimizi deneyimliyoruz. Kurduğumuz tüm ilişkiler aslında bizim için birer ayna. Tüm korkularımızı, tüm sevgimizi ve bu iki uç duygudan türeyerek spektrumun arasında yerini alan diğer tüm duyguları deneyimlememizi ve bu yolla bulmayı umduğumuz şeye ulaşmamızı sağlayan şey sadece bu: Diğerleri ve aslında biz. Aşk da bundan ayrı kalan bir duygu değil tabii (*). Belki de en güçlüsü, ki bana kalsa öyle, evet en güçlüsü. Aslında aşk yoluyla kendini deneyimliyorsun. Hımmm, aşk? Yoksa... Gerçek aşkla mı? Evet evet öyle olmalı! Hani orada burada şurada duyduğumuz (misal Hollywood filmlerinde?). 

Gerçek nedir? Gerçeğin ne kadarı senin gerçeğindir? Gerçek, beynimizin sınırları kadardır. Aşk ise gerçeğin ardındadır. Bu nedenledir ki, çok kolay yok denilir. Bu nedenledir ki, pek çok cesur şövalye onu aradığını düşünür. Tıpkı filmdeki kupa şövalyesi gibi. Aşkın şövalyesi, gibi. Tarotta kupalar duyguları anlatır. Kupa şövalyesi en romantik şövalyedir. Beyaz atına binmiş, elindeki kupasıyla usulca ilerleyen hoş şövalye. Hani şu rüyalardaki. Bir dakika... Kupa elindeyse, o zaman... şövalye nerede ne aramaktadır?


''Açlık. Ne olduğunu bile bilmediğin bir şeyin özlemini çekiyorsun.''


Tarotta kartlar büyük arkana ve küçük arkana olmak üzere iki gruba ayrılırlar. Büyük arkana kartları kadersel durumları anlatır. Hayatımızı kökten etkileyen ve zaten hayat yolumuzda kendi gelişimimiz için olması gereken durumları. Küçük arkana kartları ise daha anlık kararlarımız sonrasında şekillenmiş kısa süreli durumları betimleyen kartlardan oluşurlar. Film; moon (ay), the hanged man (asılan adam), the hermit (ermiş), the jungment (mahkeme\ hüküm), the tower (kule), the high priestess (yüksek rahibe) ve freedom (özgürlük - ki bu bir kart değil açıklayacağım) olmak üzere yedi bölümden oluşuyor.


''Sen aşk istemiyorsun, aşk tecrübesi istiyorsun.''


Ay (the moon) kartı tarotta korkularımızı ve bu korkulardan doğan belirsizlik halini anlatır. Gökyüzündeki ay sessizdir. Sımsıkı kapalı gözleri ve dudaklarıyla sanki bizden bildiklerini saklar. Ayın tüm bu sessizliğine tezat olarak yeryüzünün uzun ince yollarında uluyan kurtların sesi adeta geceyi doldurur. Filmin bu ilk kısmında şövalyemiz, aşktan korkuyor. Şaşırdık mı, hayır. Çünkü zaten bu ilk kısımda filmin bununla ilgili olduğunu düşünüyoruz. Aşktan korkan bir adamı anlattığını. Oysa bu adam, aşkı aramıyor ki; ondan neden korksun?

Asılan Adam (the hanged man) kartında baş aşağı duran bir adamı görürüz. Bu adam halinden pek de memnun olmasa gerek. Bu kartta belirsizlik, bunalmışlık duyguları hakimdir. Karttaki adamın bağlı olduğunu da hesaba katarsak, kendisini kapana kısılmış düşündüğünü farz edebiliriz. Öte yandan bu adamın başının etrafında bir ışık halesi gözümüze çarpar. Çünkü bu adam, aslında zorunlu olarak ters durduğu bu yerden, dünyaya baş aşağı bakar. Filmin bu kısmında artık ana karakterimiz kendisiyle olan hesaplaşmalarına ufaktan başlar. İçinde bulunduğu durumun onu tatmin etmediğinin, kendini kapana kısılmış gibi hissettiğinin ve dahası bunu uzun zamandır yaptığının farkındadır.

Ermiş (the hermit), elindeki gaz lambasıyla griliği aydınlatan bir bilgedir. Gri, araf rengidir. Hiçbir şeyin olmadığını düşündüğümüz o boşluk. Ermiş sessizdir. Bu, onun yapması gereken bir şeydir. Çünkü hepimiz biliriz ki beynimiz, boşluğu dilediğince doldurmayı sever. Yalan yanlış... veya doğrular karışmış yalanlarla. Filmdeki bu kısım aslında asılan adamın devamı gibidir. Tabii artık hüküm vakti yakındır ve ışık yola dönüktür.

Erich Fromm'dan okuduğum Psikanaliz ve Zen Budizm isimli kitapta beni derinden etkileyen ve aklımın bir köşesine kazınmış bir alıntı var. Günler, aylar ve yıllar geçtikçe bu alıntının ifade ettiği anlamı daha iyi anladığımı düşünüyor ve bunun da ötesinde hissediyorum. Alıntı şu: ''Aydınlanmadan önce bana göre nehirler nehir, dağlar da dağdı. Aydınlanmaya başladığımda artık nehirler nehir değil, dağlar da dağ değildi. Artık, aydınlandığımdan beri, nehirler yine nehir, dağlar yine dağ.'' 


Kaynak: Pinterest

Hüküm (the jungment) bölümünde şövalyenin geçmişinden birini görürüz. Boşandığı eşini. Onunla yaşadığı günleri sevgiyle hatırlar. Özlem değil, pişmanlık değil; hatta, hayal kırıklığı bile değil. Sevgi. Evet, aradığını bu mükemmel gördüğü kadında bile bulamamış olmanın ve onu hayal kırıklığına uğrattığı anların ve kararlarının hüznünü yaşadığını görürüz ancak bu ne pişmanlıktır, ne de türevi başka bir duygu. Bu sadece, o günlere dair duyduğu sevginin izidir. Karakterimiz kendi de başlangıçta bunu bilmese de, sevdiği bu kadından aslında pek çok şey öğrenmiştir. Sadece bunu kabul edemez; çünkü onun için bu aşamada nehirler nehir, dağlar da dağ değildir. Umutsuzca aramaya devam eder.


''Ne istiyorsun? Seni büyülememi mi? Rüyada hissetmeni mi? Rüyalar iyidir. Ama rüyalar aleminde yaşayamazsın. Ulaşmamız gereken başka bir yer var. Biliyorum.''


Kule (the tower) kısmında karakterin bildiği her şey kaderin eliyle yıkılır. Tarottaki kule kartı en yıkıcı kartlardan biridir. Çoğu zaman kişiye acı da verebilir. Ancak bu acının nedeni yıkım değildir, çünkü kule zaten yıkılacak olan çürümüş şeyleri yıkar. Bu acının nedeni, yıkılacak olanı tutmaya çalışmanın verdiği yorgunluktan ileri gelir. Karakter yorgundur. Çünkü hala direnir. Kendisine benzettiği kişilere gözleri kapalı çekilir. Kendisine benzetmediği kişileri arayan gözlerle izler. Ancak yine de kendisini göremez.


Kaynak: Pinterest

Yüksek Rahibe (the high priestess) kartında Joker'in göksel annesini görürüz. Bu karttaki kadın görünmeyenin ötesindekini bilendir. Karttaki figürün bir yanında siyah, bir yanında beyaz bir sütun yükselir. Figür ikisinin tam ortasındadır. Aslında burada iyi veya kötü yoktur. Bilen biri için ikisi bir bütündür. Bu kısımda karakter, aşkı bulduğunu düşünür. Eski tecrübelerini yeniden başka bir şekilde deneyimler. Ona yeniden aşık olma umudunu hissettiren bu kadınla, daha evvel aşkı hissettiği zaman gittiği sahile gider. Bunu belki de içgüdüsel olarak yapar. Çünkü hala düşüncelerinde yaşamaktadır ve hala ummaktadır; bilmez, umar. Aslında hala korkar. Başlamaktan.

Özgürlük (freedom) kısmında bir tarot kartından ziyade, o kartın kişi üzerindeki etkisi işlenmiş. Özgürlüğe giden yolu aslında film boyunca karakterin iç ses olarak duyduğu Tanrı bizlere söylüyor: ''Doğudaki aydınlığı bul. Çocuk olarak. Ay. Yıldızlar. Hepsi senin hizmetinde. Yolculuğunda sana rehberlik edecekler. Diğerlerinin gözlerindeki aydınlık. İnci. (Uyan. Bak. Dışarı gel.) Oğlum... Hatırla. Başla.'' 

Filmin en başında ana karakterimiz tarot falı baktırır. Bu falda çok fazla büyük arkana kartı çıkmıştır. Yani karakter ne yaparsa yapsın, kaderine ilerleyecektir. Bu, göklerde yazan bir karar olmanın da ötesinde, karakterin kalbindeki en derin arzudur. Film boyunca biz izleyicilere de bu arzuyu sürekli tekrar eder. İstemediği, onu tatmin etmeyen eylemelere devam ettiği her anda bile bunu üstüne basa basa söyler: Kayboldum! 


''Gençken korkuyordum. Hayattan. Bedelini ödemekten.''


Dünyada kaybolduğunu düşünür. Dünyanın bir bataklık olduğunu ve onu içine çektiğini düşünür. Diğer insanların onun aklını karıştıran hilekarlar olduğuna inanır. Kalbi kapalıdır; sevmeye bile değil, sevilmeye izin vermez. Sevilmeye izin vermeyen biri, sevmeyi zaten öğrenemez. Bilmez değil, öğrenemez. Karakterin de aslında sevgiyi bildiğini en başından beri görüyoruz. İç sesi onun yolunu aydınlatıyor. Aslında ne yapması gerektiğini; kendi siyahını da, beyazını da biliyor. Korktuğu için griliği deneyimlemeye devam ediyor. Ta ki artık dayanamayacağı ana kadar. Aslında bu noktada, izin verdiği noktada, anlıyor. Nehirlerin nehir, dağların dağ olduğunu. Nehirlerin nehir, dağların dağ olduğunu bilen biri nasıl kaybolabilir ki?


''Zihnin bir tiyatrodur.''


Özgürlük kısmında Güneş (the sun) kartını görüyoruz. Tarottaki bu kartta bizi bir çocuk şövalye karşılar. Beyaz atına binmiş, güneşin önündeki kırmızı perdeyi çeken bir yumurcak. Bu şövalye belki de en neşeli şövalyedir. Nereye gideceğini bildiğinden değil, aksine, her yere gidebileceğini bildiğinden. Çünkü güneşin onun dostu olduğunu bilir. Dünyanın, kendi gibi özgür atını doya doya koşturabileceği bir bahçe olduğunu da. Öğreneceği bir sürü şey olduğunu bilir, içsel bilgeliğini kalbinde taşıyarak. Bir çocuk her şeyi bilir; sonra da dünyadaki yaşamı öğrenir. Bu kısımda ana karakter iç sesini dinlemeyi bırakır ve nihayet duyar. Onun için bir döngü bitmiş, bir yenisi başlamıştır. Artık denizlere açılmak için bir kupa aramaz, kupa elindedir. Öte yandan kartta yer alan çocuk figürü ile filmde üzerinde durulan ''çocuk olmak'' düşüncesi akla içimizdeki çocuk temasını getiriyor (*). İçindeki çocuğu iyileştirememiş, eylemlerini yöneten gölge kimliklerini tespit edememiş karakter, film boyunca yolunu kaybettiğinden yakınıyor. Bu da bizlere, muhtemelen, en doğru pusulanın içimizdeki bir nokta olduğunu gösteriyor olabilir. Pusulamızı tamir edelim! Film boyunca karakter hakkında düşündüğüm de aslında buydu: Keşke sorunlarını çözsen.

Filmi çok sevdim. Bazı filmler bana bir kitabı okuyormuşum gibi hissettiriyorlar. Bu filmlerin sahneleri arasında kayboluyor, altını çize çize ilerliyorum. Bu film çeşitli açılardan incelenebilinecek bir film. Nedir bu açılar; benim yaptığım gibi daha üstü örtülü yerleri aralamaya çalışmak, karakterin içinde bulunduğu psikolojiyi irdelemek ve\ veya daha sinema anlamında incelemek. Filmin bölümleri bile tarot kartları üzerinden oluşturulduğu için ve filmin yorumlarında gördüğüm kadarıyla pek çok kişi bu kısmı bağdaşlaştıramadığı için (pek tabii bu konuları sevdiğim için de) ben bu pencereden bakarak filmi anlattım. Psikolojik olarak, daha görünen hikayeyi inceleseydim muhtemelen daha farklı bir bakış açısında olurdum. Bu bakımdan ilgisini çekenlere filmi önermekle birlikte, farklı bir film olduğunun altını çiziyor ve herkesin beğenmeyebileceği uyarısını yaparak yazımı noktalıyorum. Aşkı, diğer bir deyişle insanın anlam arayışını, güzel bir yerden yakalayarak anlatan, farklı bir filmdi.

İyi bayramlar.

:)


Knight of Cups Soundtrack için tıklayabilirsiniz.


Not: Yazımın iki noktasında (*) işaretine yer verdim. Buralarda kısaca ifade ettiğim düşünceleri bence yerli kaynaklarda spritüel açıdan en iyi açıklayan kişi Yeliz Ergün'dür. Paylaşımları bakış açımı geliştirmemde bana çok yardımcı olmuştu. Kendisinin instagram hesabı (tıklayabilirsiniz) ve youtube kanalı (tıklayabilirsiniz) da bunlar. Direkt olarak bu konuları anlattığı için bu notu eklemek istedim. Bunun dışında direkt olarak psikolojik açıdan gölge kimlik vs gibi konularda da araştırma yapabilirsiniz.


13 Haziran 2024 Perşembe

Cırcır böceğine dönüşen yaz yıldızımı dinliyorum.


Sanırım bu blog hep yaz mevsimini yaşıyor. Ben de kah bir harfin, kah öbür harfin kıvrımına uzanmış cırcır böceği mi oluyorum? Ah, bu çok muhtemel geldi şimdi. Belki de, bloğum da yazın doğduğu içindir. Doğduğumuz mevsimi yansıtır mıyız? O halde ben... İzmir kışıyım! 

Bu, çok bunaltıcı bir gece. Nefes almanın bile insanı yorduğu, durgun, çok durgun ve bu nedenle de bunaltıcı bir gece. Bulutlar bile bundan nasibini almış gibi görünüyorlar. İnce bir beyazlık tabakası olarak yıldızların alınlarından yavaş yavaş süzülüyorlar. Bulutlu gündüzlere olan aşkımı yedi Neptün'e haykırsam da, gece bulutları için aynı şeyi hiç de düşünmüyorum. Oysa bu gece, tüm o bunaltıcılığın içindeki avare bulutları izlemeyi sevdim. Bu bana da sürpriz oldu. Birkaç gecedir yıldızları uzun uzun izlemek istiyordum, biliyorsun yıldızlar yazları daha da anlamlı kılarlar, ama bunu yapamamıştım. Şimdiyse bu gece nihayet uygun ortamda kaykılmışken, bulutların da tam karşımda kaykıldığını fark etmem görünüşte hoş değildi.

Yine de pes etmedim. Çünkü izlemek istiyordum, artık farklı bir şekilde gördüğüm yıldızları. Aynı ama farklı. Bu da ilginçti. Daha evvel, bir başka yıldızlı gecede, bir şeyi daha fark etmiştim: Yıldızları izlediğim zamanları. O zamanlarda düşündüklerimi. Çok şeker şeylerdi. Bu nedenle duygulandım. Uzun zamandır yıldızları hiç bu gözle izlemediğimi düşündüm. Bunu yapmayı denedim, tekrar benzer şeyleri düşünmeyi. Aynı şekilde olmadı, yapamadım. Bu beni hüzünlendirmedi, çünkü buna hazırlıklıydım. Beni hüzünlendiren, hatırlamaktı. Şeker bir hüzündü bu. Pamuk şeker gibi kabarık duran ama dokunsan büzülen, yapış yapış bir pembelik.

Bu gece ince bulutlar yıldızların üstünü örterlerken, bu bir görünüp bir kaybolma hallerindeki hafifliği sevdim. Tıpkı, yazın serin gecelerinde üstüne pike örtmek gibiydi. Belki de gökyüzü soğuktu ve belki de bu nedenle gökyüzünü izlerken hep içim serinliyordu. Sonra bir anda bir şey oldu. Bahsettiğim şeker his... kalbime kondu. Kalbime mi kondu? Nereden geldi kondu? Hem, nereye gitmişti ki? Belki de gitmemişti de, bir cırcır böceği olmuş, parlak yıldızların kıvrımında uyuyordu. 

Bu his de aynı ama farklıydı. Değişmeyen tek şey ise, bir yıldızınki gibi olan parlaklığıydı. Minik bir yıldızınki gibi. Minik ama benim olan bir yıldızınki gibi. Ne var... Biliyorum, yıldızlar kendilerinindir. Ama yine de, onlarla olan sırdaşlığımız bizimdir. Benim uzun süre bir yıldızım vardı, biliyorsun. Ama o, kış yıldızım. Onu kışın izliyorum. Yaz yıldızım hangisi mi? Bilmem. Yaz yıldızım bir gezgindir. Kah oradan, kah buradan bana gülümser. Bu beni eğlendirir. Her ne kadar onu bir bakışta tanıyacağıma emin olsam da, onu nerede bulacağımı hiç bilemem. Oysa bu gece, bulutlar suskunken, yıldızım bir cırcır böceğiydi ve bana, onu her zaman, her nerede olursam olayım tanıyacağımı söyledi.

Senin bir yıldızın var mı?

viszontlátásra! (visonkılataşra?? *-*)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


11 Haziran 2024 Salı

Bir problemle karşılaştığımızda hangisini yapmak daha iyidir? | Ağaç Ev Sohbetleri 251

''Bir problemle karşılaştığımızda şunlardan hangisini yapmak daha iyidir? Düşünmek, nette çözüm aramak, deneyimli birine danışmak.''

D. Hepsi! 

Bu kadar deyip gitmeyeceğim tabii ki. Ancak evet, bu kadar. :)

Hepsi kendi içinde önemli süreçler. Çünkü, aslında tüm bu şıklar bize kendi düşüncelerimizi bulmamız yolunda yardımcı olabilecek durumlar. Tabii bu noktada soruda geçen ''problem''in ne olduğu da önemli. Bazı problemler vardır daha pratik bilgi gerektirir. Böyle durumlarda nette çözüm aramak, bilen birine danışmak veya ikisini bir arada yapmak yararlı olabilir. Örneğin bir alet bozulmuş olsun, onu düzeltmek için ne yapabilirim diye googleyabiliriz. Veya, yemek ya da ütü ya da başka bir ev işi yapalım; acemi isek, annemize veya türevi bilir bir kişiye ulaşıp nedir doğrusu diye sorabiliriz. Diyelim ki, yolda kaybolduk: İşte bir problem! Ne yapacağız, telefonla yolu bulmaya çalışabiliriz. Yolda üç beş insana sorabilir ve hem birine danışıp edindiğimiz bilgiyi, hem de google map'in tarifini birleştirerek yolu bulabiliriz (Yazarken bile yoruldum, ne zor şu yer yön şeysileri).

Böyle bilgi isteyen ve özellikle de günlük işleri kapsayan durumlarda dış bir yardıma başvurmak daha kolay olabilir, zamandan tasarruf sağlanabilir. Çünkü zaten bilmediğin bir şey üstüne düşünsen ne, düşünmesen ne. Yemeği bilmiyorsam; düşünerek de sonuca ulaşabilirim (hadi canımm) ama gerek var mı, sanki hayır. :) Öte yandan bazı diğer problemler için üst düzey düşünme becerisi dediğimiz daha sorgulamamızı gerektiren durumlara başvurmamız gerekir. Bu noktada bilgi yetmez. Sorunu, tabii eğer ki kendi bakış açımızdan görmek istiyorsak, bir noktada mutlaka düşünmemiz gerekir.

Bu problemler de basitten karmaşığa gidebilir. Ama her zaman için bizden daha çok bilen birilerinin olabileceğini aklımızdan çıkarmamak önemlidir. Ayrıca farklı kaynaklara başvurarak bilgi edinmek, ulaşacağımız sonucun güvenirliğini de artırabilir. Ben aklıma takılan ve daha evvel deneyimlemediğim, hakim olmadığım konularda başkalarına nedir diye sormaktan çekinmem. Zaten beynimin içi çarşamba pazarı gibi olduğundan da dolayı, düşüncelerimi düzenlemem için dış güçlere ihtiyacım olabiliyor. Özellikle de mesleki konularda buna başvurmak, daha deneyimli kişilerle konuşmak ve sonrasında üstüne düşünebilmek için fikir edinmek önemli. Bu konuda çekincem yok açıkçası ama... Bunu bazı konularda ben yapamıyordum, bazı konularda ise (örneğin hızlı karar alma anksiyetesi yaşıyorsam) kolaylıkla yapıyor ve yararını görüyordum. 

Başka insanları bilmem ama bende hala daha etkisini bazen hissedebildiğim ''BEN yapabilirim!'' olayının gölge tarafı (???) çalışıyor. Ben artık böyle olmadığını sanıyordum ama hala bazen bu düşüncelere kapılıp kendi düşüncelerim arasında kaybolabiliyorum. Herkese tabi ki her konuda danışılmaz ama konuya göre değişmekle birlikte o konuda gerçekten bilgisi olan kişilerden görüş almak, hatta bazen yardım almak çözüm için iyi bir başlangıç. Dediğim gibi burada söz konusu problemin ne olduğu da önemli. Ancak asıl ve esas ve mutlak surette bana göre önemli olan durum şu ki, insan tüm edindiği verileri kendi düşünce süzgecinden geçirebilmeli ve kendi görüşlerini oluşturabilmeli. 

Sence?


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Paris, je t'aime (Paris, Seni Seviyorum) | Film Yorumu


Yönetmenler: Olivier Assayas, Frédéric Auburtin, Emmanuel Benbihy, Gurinder Chadha, Sylvain Chomet, Ethan Coen, Joel Coen, Isabel Coixet, Wes Craven, Alfonso Cuarón, Gérard Depardieu, Christopher Doyle, Richard LaGravenese, Vincenzo Natali, Alexander Payne, Bruno Podalydès, Walter Salles, Oliver Schmitz, Nobuhiro Suwa, Daniela Thomas, Tom Tykwer, Gus Van Sant, Rufus Sewell.

Yapımı: 2006 - Fransa


''Paris hakkında çok şey söylerler. Sanatçıların ilham bulduğu bir yer olduğunu, insanların hayatlarıyla ilgili yeni şeyler keşfettikleri bir yer olduğunu söylerler. Aşkı bulabileceğiniz bir yer olduğunu.''


Kaynak: Pinterest

22 yönetmen ve 18 kısa filmden oluşan filmde ana karakter, Paris. Film boyunca aşkın çeşitli hallerini kısa kısa izliyoruz. Filmin yönetmen kadrosunun genişliği de buradan geliyor. Aynı şekilde film, zengin bir oyuncu kadrosuna da sahip. Pek çok aşk hikayesinin birbiri ardına izlenmesi ana hikayede bir kopukluk oluşturmadığı gibi, filme hareket kazandırmış. Film için en başından beri bastırmakta zorlandığım bir şekilde ''kitap'' yazma isteğim de buradan geliyor. Altı çizilesi sahnelerin olduğu ve bu sahnelere zihnin postitler yapıştırdığı hoş bir film.


+ Gülmeden geçen bir hayat, hayat değil ki. 
- Benimle seni güldürmediğim için mi evlenmeyeceksin? Bir kocadan ne bekliyorsun, maskaralık mı?
+ Hafiflik. 
- O zaman gidip uçuş dersleri almalıyım.
+ Nefesini tutma. 


Sizlerle en çok beğendiğim öyküleri de paylaşmayı düşünmüş, hatta filmi izlerken dikkatim açık bir şekilde öykülerin isimlerini aklıma yazmaya çalışmıştım. Tabii, en sonda pes etmek durumunda kaldım çünkü, lütfen, 18 öykü! Sizlere falanca kızın, filanca oğlanın, şöylece olayları yaşadığı, böylece hissettiren bir filmdi tanımlamalarıyla favori aşk öykülerimi tarif edecek, kendi spesiyal menümü sunacaktım. Ancak bu düşüncem şimdi uçtu gitti. Bunun nedeni, kendi favorilerinizi bulmanız için size daha çok alan açmak istemem, değil üzgünüm. Bunun nedeni, aslında her öykünün kendi içinde pek çok dikkate değer ve benzersiz noktasının olması. 

x öyküsünü y öyküsünden daha çok beğenmem tüm film evrenlerindeki en doğal izleyici hakkım, öte yandan, diğer daha az heyecanlanarak izlediğim öyküler de bana kah ilgimi çeken, kah hımm dedirten düşünceler sundular. Aşk, film bunu anlatıyor. Bu nedenle her öykü aşkın bir noktası veya bir noktasında gibi hissettiriyor. Filmi ikinci, üçüncü veya on beşinci izleyişimde farklı bir öykünün beni daha çok heyecanlandırması bu nedenle çok olası.


''Yanılgından kurtul. Onun gitmesine izin verirsen ölürsün. Kalbin ölür. En kötü ölüm de budur.''


Benim severek ve ilgiyle izlediğim bir film oldu. Romantik türdeki filmleri sevenler kaçırmasın, sevmeyenler de filmi sevme ihtimalini kaçırmasın derim.


Paris, je t'aime (2006) Trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.

paris je t'aime soundtrack dinlemek için tıklayabilirsiniz.


10 Haziran 2024 Pazartesi

Süpürge ya da asa, işte bütün mesele bu!


Uzun zamandır Harry Potter maratonu yapmak istiyordum. Hem de gerçekten çok uzun zamandır... Bu planımı yürürlüğe koymaya çalıştığım birkaç emekleme denemem de olmadı diyemem tabii. Ancak ikinci kitaptan sonrasında araya kaynak yapan pek çok başka şey -misal başka kitapları okumam veya okuyamama sendromuna yakalanmam gibi *-* - oluyor ve ben seriye bir türlü devam edemiyordum. Ancak kararlıydım... O maraton mutlaka yapılacaktı! Uçarı kaçarı yoktu ve ben de dün ani bir kararla üçüncü kitaptan maratona uçup kaçtım. Neden mi üçüncü kitaptan başladım? Zaten ilk ikisini koşmuştum ha-ha-ha. Tamam komik değildi ve zaten nedeni de bu değil. Serinin ilk iki kitabı kuzenimdeydi ve umuyorum ki bu sevda onun da kanına işleyecek! Öhöm öhöm, neyse yani evde ilk iki kitap yoktu ben de maraton yapmasam da Harry Potter okumak istiyordum ve işte başladım. Orta yerden. Evet.

Olsun canım zaten ilk iki kitabı serinin diğer kitaplarından daha çok okumuştum (diğerlerini bir kez okudum, artistliğime bak). Bu nedenle de serinin diğer kitaplarından daha çok zaten onlara hakimdim. Potterhead olmak için seriyi üç beş yüz bin milyon baloncuk kez falan mı okumak lazım? Ben okuduğumda ortaokuldaydım da, o saylanmaz mı? Böyle geyik yapmayı nereden öğrendim? Neyse, Potterhead saylanır, yazım böyle kalacak düzgün yazim, 'sayılır' mıyım bilmiyorum ama Harry Potter evrenini severim. Hadi ama ben de bir cadıyım ve cadı olma hevesim de ilk kez Hogwarts'a gitme isteğimle başlamış olmalı (yalan). Öhöm öhöm, yani, şey... Biliyorsun işte mektubum talihsiz bir olaya kurban gitmeseydi şimdi başarılı bir seherbaz olabilirdim! Yok aman, biraz sıkıcı gibi... Ben Romanya'ya gidip ejderiya bakıcısı olacağım, yani işte olurdum-dum. İlla Romanya mı olmalıydı bu arada? İyi bir Potterhead değilim de unutt-

Senin binan ne? Ben seriyi okurken Gryffindor'a hep gıcık kapıyordum. (ve aşağıya Gryffindor'um yazan birileri çıkacaktır...) İzlerken kapmıyordum sanırım çünkü kendimi Hermione Granger ile özdeşleştirmiştim. Bir dakika... O da sanki ufaktan... Ay neyse sustum tum-tum, şimdi taşlanmayayım durduk yere. Her neyse! Hermione'yi severim ve küçükken ona özeniyordum sanırsam. Yine de, çocuk halimle bile (ki filmleri kitapları okumadan önce izlemiştim), binalara karşı ayrımcılık olduğunu anlamıştım. Bu nedenle de altın üçlü ve diğer tüm günün sonundaki kahramanlar Gryffindor'da olsalar ve aslında itiraf etmek gerekirse (ve kardeşimin de müthiş tespitleriyle - ki kendisinin benden çok daha iyi bir Potterhead olduğu su götürmez de getirmez de bir gerçektir), bende de tam bir Gryffindor -sözümona şşşş- harlaması (??) olsa da... Cümle fazla uzadı sanki... Neyse işte binam Ravenclaw, ahahahha. Nereden mi bu kanıya vardım? Bilimsel tespitlerle. Pottermore testim birkaç kez Ravenclaw çıkmıştı, yaaa.

Hem zaten bence seçmen şapka beni görse hatstall (beş dakikadan uzun düşünme anı) yaşayazabilirdi, zira hangi binayla uyumlu bir kişiliğim olduğunu ben bile bilmemekteyim (abart... Slytherin sinsiliği aman kurnazlığı ile Hufflepuff minnoşluğu bende yok muhtemelen). Ama, eminim ki, seçmen şapka da beni Gryffindor'a mı yoksa Ravenclaw'a mı yerleştireceğine dair bir süre düşünürdü. Sonra... Tam da ''Gryffindor!'' diye bağıracakken ben panikleyip ''Gryffindor olmaz, Gryffindor olmaz'' diye yalvarırdım ve o da ''Ravenclaw!'' derdi. Neden mi Gryffindor olmaz? Ben cadı olacağım da ondan sevgili okurcuğum, kahraman değil ahahhahah. Neyse öte yandan Siriuscuğumu da özledim sanırım bilmiyorum. Bu nedenle de aslında Azkaban Tutsağı'na başlamak beni duygudan duyguya sürükleyecek gibi hissediyorum. Sonra da peşine bir film patlatırım ooohohooo :'(

Bu muhtemelen bir maraton olmayacak. Zaten artık maraton yapma hevesim de kaçtı. Bazen sadece keyif almak için bir şeyleri yaparız. Hadi ama Harry Potter okumak için de hedefimiz olmayıveriversin. Bu gece yıldızları izlerken de bunu düşünmüştüm. Harry Potter ve ona dair hedeflerimi değil tabii ki. Ki, tam da benim düşünebileceğim şeylerden biri bu, ahahahha- ha. -,- Neyse ama düşünmedim, sonra düşüneyim, beynim yazdı kenara hı-hı. İşte! Benim düşündüğüm şey, şey değil şeylerdi. Bir sürü bir sürü bir sürü bir ve sürü şey düşündüm ve tabii arka planda da müzik açmıştım. Aslında müziksiz de düşünebilirdim ama ben havaya gireyim diye müzikli düşünme yolunu seçtim. Pek çok sevdiğim şarkıyı dinledim. Çoğu güzeldi, geri kalanlar çok güzeldi. Arada meh'ler de vardı ama güzeldi yani. Neyse yine de üstümde alakasız bir duygusallık vardı. O kadar müzik dinlesem de aslında başımda da saçma sapan bir ağrı... İlaç içmeyi de hiç sevmem ve müzik dinlemeyi çok severim! Bu nedenle ufaktan sinirlendim ama müzik de dinledim. Bir noktada başımın ağrısı geçmiş, vallahi hiç hissetmedim. 

O noktadan az öncesinde yıldızları keşfettim! Bu tıpkı... Kristof Kolomb'un Amerika'ya gidip de Hindistan'ı bulduğunu sanması gibiydi. Bir şeyler keşfetmiştim, mesela o yıldızlar hep orada mıydı gibi, ama öte yandan... Çok fazla yıldız vardı ve hep o kadar çok mu vardı yoksa yeryüzünün ışığı mı kısılmıştı da gökyüzünün ışığı parlamıştı emin değilim ama şundan eminim ki, yine kısa bir vaoov anı yaşadım ve rahatladım. Sonra bunun üstüne bir şarkı açıldı. Yani müzik listelerimin birinde o varmış ve ben de ''seni seçtim Pikachu!'' yaparak tıkladım. Sonra hokus pokus oldu. Hiçbir şey düşünmeden o ritimlerle neşelendim. Yıldızları bile. Hayal kurmayı da, kurmamayı da; plan yapmayı da, yapmamayı da... Mantıklı olmayı da, mantıksız olmayı da. Olmak ya da dans etmek, işte bütün mesele buydu; olmamak diye bir şey zaten yoktu. Yaşam vardı ve şarkıdan bana, benden yerimde yaptığım manasız hareket ve sallanmalara ve oradan da belki beni izleyen yıldızlara uzanıyordu. Kendimi iyi hissettim.

Güzel bir hafta dilerim.

adios.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.

bonus müzik.



9 Haziran 2024 Pazar

Honey and Clover | Film Yorumu


Yönetmen: Masahiro Takada

Senarist: Masahiko Kawahara, Masahiro Takada, Chika Umino

Yapımı: 2006 - Japonya


+ Mutlu olmak istiyorum.
- Ben de istiyorum.
+ Belki de dört yapraklı yonca aramanın vakti gelmiştir. 
- Öyle bir şey olsaydı, ben de arardım.
+ Daha önce dört yapraklı bir yoncaya rastlamadığını söyleme bana sakın. 
- Ne? Masallarda olur zannediyordum. Ejderhalar, deniz kızları, Koca Ayak gibi...
+ Böyle şanssız bir hayat mı yaşadın, adeta bir ruh gibi?
- Böyle hevesli bir şekilde söyleme şunu.
+ Millet! Bu sefil delikanlı için dört yapraklı yonca arıyoruz!


Kaynak: Pinterest

Film, güzel sanatlar öğrencisi bir grup gencin kendini keşfetme sürecini arkadaşlık ve aşk temaları üzerinden izleyicilere gösteriyor. 

Filmi bundan baya öncesinde Pinterest'te dolanırken keşfetmiştim. Karşıma yukarıda paylaştığım fotoğraf çıkmıştı. Sonrasında filmi izleyebileceğim bir site bulamadım. Açıkçası bu beni biraz hayal kırıklığına uğratmıştı çünkü güzel bir film olacağına dair ilginç bir eminlik duygum vardı. Ah, belki de çok seveceğim bir filmdi! düşüncesi benimleydi. Yine de fotoğraf, kaydettiklerim arasında yerini bir müddet korudu ve ben onu izleyebileceğim bir site buldum! Peki, filmi nihayet bulabildiğim o beklenen gün bugünlerde miydi? Hayır. Ama bugünlerde ancak izleyebildim.

Aslına bakarsanız filmin ilk sahnesini de sevmiştim. Bir grup genç toplanmış bir arada oturuyorlardı. Tahmin ettiğim gibi, bir gençlik filmiydi. Gençlik sorunları, güzel işlenirse en sevdiklerimden. Ama bundan da öncesinde sahnede tek bir genç ön plandaydı. Evin önündeki kiraz ağacının yerlere uçuşan yapraklarını izliyordu. Çok değil, az sonrasında bu yaprakları bir kez daha görecekti. Evin üst katında sessizce resim yapan Hagu (Yû Aoi) ile karşılaştığında. İşte! Sakuralar kalbine yağmıştı, biliyordum.


+ İnsanlar neden resim çizer?

- İçimizden geldiği için. Çizmek zorunda olduğumuz için. Bu tıpkı... Bir insana neden yaşadığını sormak gibi bir şey.


Film, çok etkileyici bir film değil. Çok farklı bir konusu da yok. Ancak samimi ve kendini izleten bir hikayesi var. Ben severek izledim ve ilginizi çektiyse sizlere de önerebilirim.

Filmin bir de animesi varmış, ancak benim bahsettiğim 2006 yapımı bildiğimiz insanların oynadığı standart film olanı. :) Belki, tabii sonrasında bulabilirsem, animesini de izleyebilirim. Bakalım bakalım.

Hoşça kalın.


Honey And Clover 2006 trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.

honey and clover Original Soundtrack dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Filmi şu siteden izlemiştim. Başka bir yerde bulamadım açıkçası ama siz bulursanız aşağıya yorum kısmına yazıp bilgilendirmeyi unutmayın. İyi seyirleer.


8 Haziran 2024 Cumartesi

Çoluk Çocuk (Patti Smith) | Kitap Yorumu

Yazar: Patti Smith, Çevirmen: Yiğit Değer Bengi,
Yayınevi: Domingo Yayınevi

Başucu kitabı kavramını tam olarak anlayamıyordum. Başucu derken, başımın ucunda tutacağım denli seveceğim bir kitap mı kastediliyordu yani? Yoksa... Başımın ucundan ayırmasam iyi olacak denli yol gösterici bir kitap mı? Yavaş yavaş okusam yararıma olacak olanlar mı, istesem de hızlı okuyamayacaklarım mı? Tadını almak istediklerim mi, tadını almak için beklemem gerekenler mi? Bilmiyordum! Sevdiğim kitaplar vardı, çok sevdiklerim de pek tabii vardı; ancak, başımın ucundan ayırmadığım bir kitabım yoktu. Bazen bazı şeyleri yaşayarak öğreniriz. Sözgelimi, bir kitapla karşılaşırız ve ilk gördüğümüz anda kalbimizde bir sıcaklık oluşur. Sonra paragraflar birleşir ve bir bakarız ki o kitap, başımızın en ucundaki yol arkadaşımız olmuş. Günler ve günler ve hatta geceler de boyunca.

Patti Smith için ''Amerikalı müzisyen, rock şarkıcısı, ressam ve şair,'' diyor Google. Bu kitapta ise tüm bu sıfatları edinme yolundaki küçük bir kız çocuğuyla tanışıyor ve bu kızın büyüme hikayesine, tabii onun da izin verdiği kadarıyla, yakından tanıklık ediyoruz. Patti'nin en büyük hayali sanatçı olmak. Şair olmaya da, müzisyen olmaya da yoldayken karar veriyor biliyor musun; yolun en başında değil. Yolun en başında ne var peki? Bu yolu nasıl görebiliyor Patti? Bir yolunun olduğunu ve oraya adım atması gerektiğini nasıl biliyor? Kalbinde biliyor. Hiç bilmediği şehirlerde, maddi zorluklar içinde, gece gündüz çalışarak, bazen üşümüş, çoğu zaman yarı aç ve yorgun ama hep kalbindeki hisle biliyor. 

Patti'nin iki büyük şansı var bana göre. İlki, ailesi; ikinci ise tabii ki Robert. Robert ve Patti yol arkadaşı iki genç. Bazen bir arada olmasalar da, yolun sonuna kadar hep birlikte ilerliyorlar. Onların dostluklarına imrenmemek elde değil. Hayatta seni bu denli derinden seven, sayan, koruyan, inanan ve en önemlisi anlayan birinin olması kim bilir ne kadar değerli bir histir. Kitabı çok sevdiğimi anlamışsınızdır. Kalbimde yer edinen kitaplardan birisi oldu ve ayrıca bana, başucu kitabı demek ne anlama geliyormuş bunu gösterdi.

Kitapta geçen kişilerin çoğunu tanımıyorum. :) Ancak buna rağmen bile olaylardan kopuk hissetmedim kendimi. İsimleri bir karakter gibi görerek okudum. Olaylara Fransız kalmadım, anlatmak istediğim bu. Tabii, bu isimleri tanıyanlar çok daha fazla keyif alacaklardır o ayrı. Kitapta Patti ve Robert'ın fotoğraflarına ve Patti Smith'in bazı şarkı sözlerine de yer verilmiş.

Patti Smith müzisyen olmadan evvel bir şair, şair olmadan evvel bir ressam; ressam olmadan evvel ise sanatçı ruhu taşıyan bir kızdı. Bu nedenle kitabın dili de pek lezzetli. Şiirsel, akıcı. Kitabı ilgisini çekenlere öneriyorum ancak Patti ve özellikle de Robert'ın uçlardaki yaşamı bazı okurlar tarafından yadırganabilir; bunun uyarısını da yapmalıyım.

Hoşça ve kitaplarla kalın.




7 Haziran 2024 Cuma

Pocahontas | Film Yorumu


Yönetmen: Mike Gabriel, Eric Goldberg

Senarist: Chris Buck, Ralph Zondag, Duncan Marjoribanks, Burny Mattinson, Francis Glebas, Ed Gombert, Joe Grant, Kaan Kalyon, Glen Keane, Todd Kurosawa, Bruce Morris

Yapımı: 1995 - ABD


''Demek istediğin, senin gibi olmayan... Sence ben cahil bir vahşiyim. Ve sen pek çok yerde bulunmuşsun. Sanırım öyle olmalı. Ama hala anlayamıyorum; eğer vahşi olan bensem, nasıl bu kadar çok şey olabiliyor bilmediğin? Bilmediğin... Ayak bastığın her toprağı senin sanıyorsun. Yeryüzü senin için sadece ölü bir şey. Ama ben biliyorum ki her taş, ağaç ve varlığın bir hayatı, bir ruhu, bir ismi vardır. Sanıyorsun ki sadece senin gibi görünen ve senin gibi düşünen insanlar insandır. Ama eğer bir yabancının ayak izlerinden yürürsen, hiç ama hiç bilmediğin şeyler öğrenirsin. Sen hiç bir kurdun mavi dolunaya karşı uluduğunu duydun mu? Ya da bir vaşağa neden sırıttığını sordun mu? Dağın tüm sesleriyle şarkı söyleyebilir misin? Rüzgarın tüm renkleriyle resim yapabilir misin? Gel, koş ormandaki çamların gizli izlerinde. Gel tat toprağın, güneşin tatlandırdığı kirazları. Gel yuvarlan etrafındaki zenginlikler içinde. Ve bir kez olsun değer biçme! Fırtına ve nehir kardeşlerimdir. Balıkçık ve su samuru dostlarım. Ve hepimiz birbirimize bağlıyız, asla sonu gelmeyen bir çemberde. Bir çınar ne kadar büyüyebilir? Eğer kesersen asla bilemeyeceksin! Ve asla bir kurdun mavi dolunaya uluyuşunu duyamayacaksın. Ya da neden beyaz veya bakır tenli olduğumuzu. Dağın tüm sesleriyle şarkı söylemeliyiz. Rüzgarın tüm renkleriyle resim yapmalıyız. Toprağın olabilir ama hala tek sahip olduğun topraktır ta ki resim yapabilene kadar. Rüzgarın tüm renkleriyle...''


Kaynak: Pinterest

Pocahontas bir Kızılderili prenses. Beyaz adamların topraklarına ayak basmasıyla prensesin ve kabilesinin hayatı değişiyor. Ellerindeki aletlerle ateşler fırlatan bu yabancılar doğayı yakıp yıkıyor ve gidecek gibi de görünmüyorlar. Egemen olma arzusunun kör ettiği bu yabancılar altın bulmak uğruna yaşayan her şeyi öldürmeye kararlı gibi görünüyorlar. Ancak grupta yer alan cesur kaşif John Smith ile Pocahontas'ın aşkı olayların seyrini değiştiriyor.

Uzun süredir izlemek istediğim bir filmdi Pocahontas. Özellikle de böyle alışılmışın dışında özellikler gösteren prenseslerin hikayelerini izlemeyi seviyorum. Pocahontas'ın asi bir prenses olmasının yanı sıra -benim için- bir diğer sıradışı özelliği ise gerçekten yaşamış birinden ilham alınarak oluşturulan bir karakter olması. Tabii filmler, hele de romantik ve tatlı animasyon filmleri, ile gerçek hayat birbirinden tamamiyle farklı gelişen olaylara sahip. Google'dan da Pocahontas araması yaparak bilgilere ulaşabilirsiniz; veya şu videoda da kendisinin yaşamı kısaca anlatılmış (yerli kaynaklarda pek video yoktu).

Filme dönersek, filmi çok sevdim ki seveceğimi de daha izlemeden evvel bile biliyordum. Bu prensesimizi ise sosyal medyada ara sıra görüyordum. Kendisi favori prenseslerimden birisi oldu. 

Renkli karakterler, akıcı bir olay örgüsü ve doğa-insan hırsı, hoşgörü-bencillik, yaşatmak-yok etmek gibi çatışmaları bir arada işleyerek anlamlı mesajlar içeren hoş bir filmdi. İlgisini çekenlere öneriyorum.


Pocahontas - Colors of the Wind dinlemek için tıklayabilirsiniz.


6 Haziran 2024 Perşembe

Kendi halinde bir bulut fotoğrafçısı olarak en sevdiğim rengi bulmaya çalışıyorum.


Daha evvel, çok da uzak olmayan bir evvellikte, en sevdiğim rengi bulmak için bir yazı yazmaya başlamış ve bir cevaba ulaşamadığım küçük bir renk cümbüşüyle yazımı noktalamıştım. O günün sabahında masmavi bir gökyüzü bana gülümsedi ve en sevdiğim rengi buldum! Mavi. Canlı ama yumuşak, sakin ama muzur, olgun ama çocuksu bir mavi. İşte en sevdiğim renk kesinlikle buydu, emindim! Ah, şaşırmadın mı? Eski bloğumdan beni tanıyorsan şaşırmamışsındır. Orası masmavi bir Dünya'ydı. Burasıysa baksana, masmavi olmasa da, bir Neptün.

Gökyüzünün fotoğraflarını çekmeyi çok severim. Bıkmadan usanmadan her bir bulutu çekebilirim. Bilir miyim ki acaba? Aman neyse, severim işte. Paylaşmayı da severim. Kimse o fotoğrafa iki saniyeden uzun bakmaz, ben de gerçek buluta (gerçek bulut ahahha) bakmayı tercih ederim tabii, ama öte yandan bilmiyorum. Kendi halinde bir bulut fotoğrafçısı olarak model aldığım güzel bulutları başkalarına da göstermeyi severim. 

Ah ama bulutlar mavi değil beyazdır! Biliyor musun küçükken mavi ve beyaz rengi birbirine karıştırıyordum. :) Yani tabii beyazın beyaz, mavinin mavi olduğunu biliyordum ama bana sanki beyaz olarak isimlendirilen beyaza mavi, mavi olarak isimlendirilen maviye beyaz desek daha çok yakışırmış gibi geliyordu. Sonra sonra bu bana göremden vazgeçtim tabii. Sağımı solumu öğrenmek gibiydi. Mavi mavidir, beyaz beyaz. 

Aslında biliyor musun en sevdiğim renk hep değişir benim. Şaşırdık mı, ben şaşırmadım. İnce badiler giymeyi seviyorum. Aman moda ikonu olduğumu ağzımdan kaçırdım ahahhah (tabii ki latife *-*). Onların esprisi, renkli olmaları. Renkli giyinmeyi çok severim (sabah siyah veya beyaz giyineceğim kesinleşti ahahah). Ama böyle dikkat çeken renkleri kastediyorum. Sarı gibi, pembe gibi, yeşil gibi mor -tamam- gibi falan. Hatta biliyor musun bir ara en sevdiğim renk sarıydı çünkü giydiğim sarı şeyler güzeldi. Mesela pembeyi de severim çünkü bana yakışır. :)

Tabii ki sadece giysilere göre en sevdiğim rengi belirlemiyorum lütfen. Aaaaa... Belki de... Belki belki, belki de... Madem bazı renkler bize daha çok yakışıyor, o halde biz onları değil, bu hesapla tabii ki, onlar bizi seviyor olmalılar. Ah! Pembe renk beni seviyormuş, duygulandım. :') Cilt alt tonu vs hikaye tabii. Ondan da hiçbir şey anlamıyorum bu arada. Neyse bilmediğim şeyler hakkında konuşmam, bilirsin. O yüzden sayıklamaya devam!

Turuncuyu da severim. Hayır hiç turuncu giysim yok bildiğim kadarıyla. Çilekli bulutları çok severim, ondan. Bir dakika o zaman portakallı olması gerekmiyor mu? Hımmmm... -sessizlik- Neyse çilekliymiş bunlar, kendi halinde bir bulut fotoğrafçısı olarak bir bakışta şak diye anlamıştım vaktiyle. Zaten fark etmez. Benim onları sevme sebebim çilekli veya portakallı veya hatta ananaslı falan olmaları değil. Benim onları sevme sebebim, Güneş'in batarken bulutlara kondurduğu veda öpücüğü. Beni hep gülümsetir. Sanırım bu nedenle bir bulut fotoğrafçısı oluverdim. Hayır, beni gülümsettiği için değil. Öyle olsa gülümser geçerim. Ben gülümsediğimden değil, o anın beni gülümsetmesinden dolayı. Zaten neden paylaşırız bir şeyleri? Görünmek dışında tabii. Yüzde doksanı falan görünmek için paylaşılır sanırım. Tabii kişiden kişiye değişir ama çoğumuz, hadi itiraf et, görünmek için paylaşırız. Bak, ben bunu seviyorum, demek için. Ben de bunu çok yaptım ve yapıyorum. Çünkü insanlar biraz böyle sanırım. Ama öte yandan, bazı şeyleri kendimizi göstermek için değil de, sen de gör istedim o güzel şeyi, demek için paylaşırız. Bence böyle anlar özeldir. Biliyor musun tam da bu nedenle bazı yazılarımı yayından kaldırıyorum ama bazılarını asla kaldırmıyorum. 

Yazım yine bir şeyin cümbüşü olma yolunda uygun adım ilerliyor ve direksiyonun hakimiyetini kaybettim imdat ahahah. Neyse ne diyordum, işte şimdilerde en sevdiğim renk mavi. Ama her an çimenlere aşık olup yeşil diyebilirim. Veya mor bana çok yakışıyor deyip mor veya lila veya eflatun da. Biz değişiriz, bu nedenle her şey değişir.

Senin en sevdiğin renk ne?


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.