 |
Yazar: Sylvia Plath, Çevirmen: Handan Saraç, Yayınevi: Kırmızı Kedi Yayınevi |
Kitap, gittikçe daralan fanusunun içinde dertop olmuş bekleyen genç bir kadının hikayesini anlatıyor. Bu kadın Esther Greenwood. Ödüller ve burslarla dolu başarılı bir öğrencilik yaşamının ardından, yine zihninin akıyla kazandığı New York biletiyle bir eğitime kabul ediliyor. Burada kendisi gibi ödül kazanmış kızlarla hem eğitim ve staj görüyor, hem de çeşitli davetlere ücretsiz katılma imkanı ediniyor. Bu bir aylık eğitim Esther için eşi bulunmaz bir fırsat şüphesiz; ancak öte yandan, her şeyin başlangıcı oluyor.
New York'tayken Esther kendisiyle yüzleşmek zorunda kalıyor. Gerçekten ne istiyor? Hayatının otomatik gidişatından memnun mu? Peki bu gidişata hayatı boyunca hiç müdahale etti mi, katkıda bulundu mu? İstediğini söylediği bu kariyer için ne yaptı, neler var elinde diğer herkese gösterebileceği? Bursları ve ödülleri var şüphesiz. Ancak bunlar ''yetersiz'' diyor, danışmanı. O noktada Esther tepesindeki cam kubbeyi fark etmiş olsa gerek. Yıllarca her yerde söylediği hayat planında aslında o kadar da yeterli olmadığını fark ediyor. Yarışlar, yarışlar, yarışlar. Daha iyi olmalı! Yoksa en iyilerin yanında çalışamaz. Dahası, bakalım Esther gerçekten ne istiyor... Muhtemelen kendi de bunu tam olarak bilmiyor. Cam kubbe kapanıyor, kapanıyor, kapanıyor ve işte Esther artık bir fanusun içinde. Belki de hep oradaydı, kim bilir...
Eğitim\ kariyer hayatı böyle giderken, aşk yaşamı da pek yolunda sayılmaz Esther'ın. Altı yıllık platonik aşkına nihayet karşılık bulsa da, bir şeylerin büyüsü kaçmış gibi. Yıllardır hayalini kurduğu şeyler birer birer ufalanıyor sanki. Sonra New York... O ışıltılı şehir. Esther için kapkaranlık oluyor. Aşk, kariyer, arkadaşlık, aile... Hepsi bu cam fanusu daha da sıkı kapatıyor. Esther bu sırça fanusun içinde daha da büzülüyor. Oysa o sadece on dokuz yaşında çok genç birisi. Çok çok genç.

Sylvia Plath'ın kaleme aldığı Sırça Fanus içerisinde otobiyografik özellikler de taşıyor. Zaten kitabı okumak istememin de, başlamadan evvel çok merak etmemin de sebebi tam olarak bu. Kitabın yazarı ile ana karakteri arasında bariz benzerlikler olduğu açık. Sylvia Plath hakkında daha evvel araştırmalar yapmıştım. Kendisi ışıl ışıl gülümseyen bir genç kadın gibi görünüyor tüm fotoğraflarında. Ancak içinde onu tüketen bir karanlığın olduğunu da açık açık söylüyor. Kendisi bipolar bozukluk tanısı almış birisi. Öte yandan o da tıpkı Esther gibi çok başarılı bir öğrencilik yaşamı geçirmiş ve edebiyata tutkulu bir genç şair. Evet yazar değil, şair. Tek romanı Sırça Fanus. Ölümünden yalnızca bir ay önce basılmış tek romanı bu kitap. Sanki neler hissettiğini birilerine anlatmak istemiş gibi geliyor insana. Kendisi başarısız intihar denemelerinden sonra yürek sızlatan bir şekilde artık son kez intihar ederek yaşamına son veriyor. Burada intiharının içeriğini de açıklamalı mıyım bilmiyorum ama merak edenler olacaktır diye düşünüyorum. Onlar da yazarın adını googlelayarak detaylı bilgiye ulaşabilirler diyerek bu konuyu kapatalım.
Yazar ile Esther karakterinin benzer özellikler taşıdığı bilgisini kitabı okumadan evvel de biliyordum. Aslında beni en çok heyecanlandıran ve kitabı okumaya karşı çekince oluşturan da buydu. Kitabın çok depresif bir kitap olduğunu düşündüğüm için okumayı birkaç yıldır erteliyordum. Ancak bu ay gözümü karartıp da kitaba başladım. Bu okuma deneyimi başlangıçta beni fazlasıyla şaşırtmıştı. Çünkü kitabı okurken karalar bağlamak şöyle dursun, ben kitabın ilk yarısında Esther'ın şaşkınlıklarına baya baya gülüyordum. Kitabı okuyan sıradan bir okurun benim gibi güleceğini düşünmüyorum, hayır. Sanırım benim bu tepkilerimin nedeni kitabı doğru zamanda okumamdan kaynaklanıyordu.
Kendi sırça fanusumun içinde kıvrıldığım günlerde kitabı okusaydım aynı tepkiyi veremezdim şüphesiz. Dahası, bu gülümsemelerin sebebi kendi duygularımı dışa vuruşumdu muhtemelen. Ana karakterle en azından kitabın ilk yarısında bağ kurdum. Sonrasında ise onun yanında olmak istedim. Yine, kitabın başlangıçta düşündüğüm kadar depresif olmadığını düşünmekle birlikte; insanın içini darlayabileceği de bir gerçek. Özellikle de karamsar bir döneminizdeyseniz, hatta ve hatta depresyon gibi psikolojik hastalıklara sahipseniz, kitabı okumanızı asla ama asla önermiyorum. Size kendinizi çok daha kötü hissettirecektir. Kitabın ikinci yarısından itibaren Esther'ın yalnızlığı, nasıl hissettiğini kimsenin umursamayışı çok üzücüydü. Bahsettiğim ilk yarıda beni güldüren durum ise Esther'ın doğallıydı. Tıpkı yazarın fotoğraflarına bakarken hissettiğim hissi hissettirdi bana. Cıvıl cıvıl bir genç kadın. Ciddi, belki hüzünlü, çokça da hırslı duruyor; ama yine de, ona bakınca umudu görüyorsun. Esther'ı tanıdığım ilk anlardan itibaren tam olarak böyle hissettim.
Kitabı okurken bunalıma girmedim evet ama istisnasız kitaptaki tüm erkek karakterlerden nefret ettim. Kelimenin tam anlamıyla nefret ettim hem de. Hepsi ucuz tiplerdi ve sadece erkek oldukları için kadınlara tepeden bakabileceklerini, onlardan üstün olduklarını sanıyorlardı. (Çevirmen çocuk biraz nazikti kabul ediyorum, neyse.) Kendilerini bir şey sanıyorlardı; üstelik karşılarındaki çok şey olan hanımları küçümseyerek! Ne saçmalıktı. Esther de neyse ki benim gibi düşünüyordu. Aklı başında bir kızdı ancak yaşadığı yıllar, 1960'lar, ona sınırlı bir alan tanıyor gibi görünüyordu. Elbet bir gün evlenmesi beklenecek, diye düşünüyordu. Peki ya çocuk doğurursa! Ya kariyeri ne olurdu... Çünkü bir kadın hem eş, hem anne, hem de evin her işini yapan kişi olmak; üstüne bunu sessizce sindirmek zorundaydı. Doğal olan buydu (!).
Doğal olarak, Sırça Fanus gittikçe daraldı...
Kitabın ilk yarısında Esther'ı endişeli ama umut taşıyan bir halde görürken; ikinci yarısında depresyona girmiş, üstüne bu depresyonu ciddi boyutlara varana değin önemsenmemiş bir halde görüyorduk. Esther tıpkı yazarının kaderini yaşamış gibi görünüyordu. Yine de içinde umut taşıdığını, ışığın fanustan içeri sızabildiğini görmek mümkündü. Keşke, diye düşündüm kitabın arka kapağını kapattığımda, Sylvia için de bir aralık olsaydı ve oradan ışık huzmeleri içeri süzülebilseydi. Keşke...
Kitapta Esther ile aynı hastanede tedavi gören diğer karakter (ismini söylemeyeceğim) de yazarın psikolojisini anlayabilmek için üstünde durmaya değer diye düşünüyorum. Esther ile bu diğer karakterin yaptığı seçimler belki de yazarın içinde bulunduğu ikili durumu gösteriyordu. Karanlık veya loş da olsa biraz ışık... Aynı zamanda yukarıda bahsettiğim gibi Esther'ın her ne kadar başarıyla dolu bir öğrencilik yaşamı olsa da, danışmanının ona direkt olarak çalışmalarının ''yetersiz'' olduğunu söylemesinin, Sylvia Plath'ın annesiyle olan ilişkisinin bir yansıması olabileceğini düşünüyorum. Sylvia da kendi yaşantısında o kadar başarısına rağmen kendisini annesinin gözünde asla yeterli görmüyordu. Çocukken babasını kaybetmiş yazarın babasının ölümüne karşı olan hislerini, aynı şekilde çocukken babasını kaybetmiş Esther'in, babasının mezarını aradığı kısımlarda görebiliyoruz. İçinde bulunduğu sırça fanusa sığamayacak kadar çok şeyi deneyimlemek isteyen, ancak kendisinin kim olduğunu kendisi bile daha keşfedemeden bu yaşamı terk eden genç bir şair Sylvia. Onu hatırladığımda en çok da kocasına sinirleniyorum. Yanında olmak yerine onu her seferinde bu fanusunun içinde tek başına bıraktığı için.

Kitap sadece kadınlara yönelik tanımları değil; psikolojik rahatsızlıklara sahip hastalara yöneltilen bakış açısını, sıfatları ve uygulanan tedavi yöntemini de eleştiriyor. Esther'ın ilk psikiyatrıyla olan görüşmesinden itibaren başlayan tedavi sürecinde aslında hem yazarın kendi hastalığına yönelik hissettiklerini görüyor, hem de bu tedavi yönteminin hastaları nasıl olumsuz yönde etkileyebileceğini fark ediyorduk. Esther'ın birbirinden tamamen farklı yaklaşımlara sahip iki doktorla tedavi süreci yaşaması ise, doktorların farklı yaklaşımlarının Esther'ın hastalığına olan etkisini gösteriyordu. İlk doktoru Esther'ı bir birey olarak görmezken, ikinci doktorunun yaklaşımı daha güven verici bir şekilde çizilmişti. Bunu en bariz olarak Esther'ın tedavi yöntemlerine verdiği tepkilerden anlamamız mümkün. Bu bakımdan da kitabın önemli bir konunun altını çizdiğini ve eleştirdiği durumla birlikte, yanlış veya eksik olan durumları belirtmek bakımından öncü özellik taşıdığını düşünüyorum. Ana karaktere karşı geliştirdiğim duygusal bağ bir yana, kitabı benim gözümde önemli kılan durumlardan biri de bu aslında.
Basit bir dili, akıcı bir anlatımı olan bir kitap. Ana karakteri fazlasıyla akılda kalıcı ve kitabın basıldığı dönemi hesaba kattığımızda çok da cesur ve çarpıcı. Bazen bazı kitapları basıldığı yıllarda okusaydım acaba ne düşünürdüm diye merak ediyorum. Düşünsenize, 1960'lı yıllardasınız ve okuduğunuz kitapta Esther gibi toplumda kalıplaşmış olan düşünceleri sorgulayan, üstüne bunları eleştirip baş kaldıran bir ''kadın karakter'' var. Vaov!.. Buna ek olarak Esther karakteri bir o kadar da doğal ve gerçek. Bu da olayları canlı kılıyor.
Hoşça ve kitaplarla kalın.