23 Eylül 2023 Cumartesi

Hamlet (William Shakespeare) | Kitap Yorumu

Yazar: William Shakespeare, Çevirmen: Sabahattin Eyüboğlu,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Şatonun civarında gezinen eski Danimarka kralının hayaletinin bir derdi var gibi görünmektedir. Her gece aynı yerde dolanan bu hayaleti görmesi için kralın oğlu Hamlet'e haber verilir. Kralın hayaletinin söyledikleri kan dondurucudur. Kral, bizzat kendi kardeşi ve kraliçe tarafından öldürüldüğünü oğlu Hamlet'e söyler. Hamlet intikam almalıdır.

Beş perdeden oluşan oyunda Hamlet'in öğrendiği bu sırla beraber babasının intikamını alma hikayesini okuruz.


Dergi: Kafkaokur\ Ocak 2021. Çizim: Gülşah Minsin.

Sanıyorum ki Hamlet ismini duymayanınız, görmeyeniniz yoktur. Varsa da, aaaa duymayalım lütfen, çok ayıp olacaktır. Hamlet, ünü ve varlığı içinde bulunduğu kurguyu ve hatta yazarını dahi aşmış bir karakterdir. Pek çok kez sahnelenmiş, pek çok kez uyarlanmış bu oyuna ismini vermiştir. Peki nedir Hamlet'i böylesine ölümsüz kılan? Hamlet için, bir karakterin de ötesinde, insan ruhunun derinliklerindeki kara noktalara büyüteç tutan bir düşünce biçimini simgeliyor da diyebiliriz. 

Babasına yönelik korkunç ihanetin intikamını almak için kendini entrikaların içine atıp, bu entrikalardan yeni entrikalar doğuran bir karakter Hamlet. Buraya kadar ilginç bir şey yok, değil mi? Sonuçta tüm intikam hikayeleri birbirine benzer. Entrika doludur. Ancak bu oyunda durum farklı. Çünkü genç prens, kılıcına ve hatta zihnine dahi sarılmadan evvel, vicdanına sarılıyor. Karşıdaki insanların vicdanlarını, ağzından dökülen iğneleyici, mecazlı ve bir o kadar da manalı sözlerle yansıtıyor Hamlet. Onu ölümsüz kılan özelliğinin de bu olduğunu düşünüyorum. İnsan doğasının güce yönelik hırsı, yalnızlığın içindeki bocalayışı, aşka dair coşkusu ve ardından hissettiği kırık hayallerinin acısı... Hamlet, bir intikam hikayesinin ötesini barındırıyor içinde. Bu nedenle olacak ki, insan doğası değişmedikçe, Hamlet de ününü korumaya devam edecektir.


Kitabın dilinin akıcı olması bir yana, zaten bir tiyatro metni olduğu için de ayrıca okuma kolaylığına sahip. Buna ek olarak içinde altını çizdiğim, dolayısıyla üstünde düşündüğüm pek çok cümle bulunuyor. Aşağıda kitaptan bazı alıntılara yer vereceğim ancak çok daha fazlasının altını çizdiğimi de belirtmeliyim. Bu bakımdan sizinle paylaşmak için seçim yapmak biraz zor oldu.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

22 Eylül 2023 Cuma

La Fille Sur Le Pont (Köprüdeki Kız) | Film Yorumu


Yönetmen: Patrice Leconte

Senarist: Serge Frydman

Yapımı: 1999 - Fransa


+ Geleceğimi büyük bir tren istasyonunun bekleme salonunda görüyorum. Dışarıdaki kalabalık insan topluluğu, beni görmeksizin geçip gidiyor. Hepsinin acelesi var, trenlere ve taksilere biniyorlar. Onların gidecek bir yerleri, buluşacakları birileri var. Ben öylece orada oturuyorum. 
- Neyi bekliyorsun Adele? 
+ Bana bir şeyler olmasını bekliyorum.


Kaynak: Pinterest

Filmin giriş sekansında genç bir kadın görürüz. Bu kadın bir topluluğun önündedir ve biraz da akışın yönlendirdiği kendisiyle ilgili sorulara yanıtlar verir. Bu genç kadının her şeye karşı kayıtsız olduğu, duruşundan bakışına kadar izleyicilere sezdirilir. Soruyu soran kişiyse genç kadının tam tersi bir yaklaşımla cevapları önemser ve hatta belli bir noktadan sonra sesinin tınısında şefkate yakın bir duygu bile hissederiz. Buna karşın genç kadın alaycıdır. Yaşadığı olayları sanki bir filmde görmüş gibi anlatır. Önemsememek bile değildir bu; bu sadece izlemektir. Genç kadın sahiden de izleyici olduğu bir şeyi anlatmaktadır: Hayatını.

Sorular genç kadını dolambaçlı yollardan döndürür. Buna karşın onun cevapları nettir. Tartışmaya, üstünde düşünmeye mahal vermeyecek kadar kesin görünür. Her şeyi kabullenmiş gibi, görünür. Belki biraz kırgın ama net bir onaylamayla kabul etmiştir Adele, talihin onun yanında olmadığını. Bu noktada hislerini dinlediğini söyleyen düşünceli bir kız görürüz. Belki de herkes gibi mutluluğu arayan bir kız. Nerededir o mutluluk? Başka kişilerde mi? Başka yerlerde?.. Adele bir amacı beklediğini söyler. Bir şeyleri, herhangi bir şeyi. İtirafıyla birlikte gözyaşları boşalır.


+ Hata yapmak üzere olan bir kız görünümündesin. 
- Ben iyiyim teşekkürler.
+ Ciddiyim. Umutsuz görünüyorsun. 
- Öyle mi?
+ Ne oynuyorsun? Yazı tura mı? Kimi etkilemeye çalışıyorsun?
- Hiç kimseyi. Asla kimseyi etkilemedim. Buna başlamayacağım.
+ Üzüntülü olmak için çok gençsin. Ölümcül bir hastalığın mı var? Bir böbreğin mi eksik? Karaciğer mi? Bacak mı?
- Hayır, sadece biraz...cesaretten yoksunum... Soğuk olmasından korkuyorum.


Sahne değişir. Adele'i (Vanessa Paradis) bir köprünün en ucunda, demirlere tutunmuş halde görürüz. İntihar etmek üzeredir. Hayatında bocalayarak vereceği belki de ilk karar, o köprüden kendini bırakmak olacaktır. Duraksadığı o kısa anda yanında bir adam (Daniel Auteuil) belirir ve konuşmaya başlar. Bu adamın Adele'in atlamasını önlemek niyetinde olduğunu görürüz. Adamın söyledikleri başlangıçta Adele'in ilgisini çekmez. Çünkü o, yaşamla ya da ölümle ilgilenmemektedir. İlgilendiği tek şey, yaşamla ölüm arasındaki kısa anda hissedeceği histir. Ölmeye karar vermiş bu genç kadın, üşümekten korkmaktadır.

Adele, dürtüleriyle kararlar alan biridir. Anlık dürtüleriyle sadece o an hissedeceği tatmini düşündüğü durumların içine sonunu düşünmeden atlar. Bu nedenle hiçbir şeyin onu tatmin etmediğini görürüz. Çünkü neyin onu doyuracağını düşünmeden gördüğü ilk pırıltının peşinden koşar ve koşar. Tek seferlik birliktelikler, anlık kararla çıkılan seyahatler, terk ediş ve edilişler... Adele'i hissizleştirir. Belki de bir noktadan sonra beklediği ''bir şeylerin'', aradığı şeylerle ilgisinin olmadığını fark ettiği için böyle hisseder. Ancak ölmeye karar vermek farklıdır. Bu tuhaf adam da bu kozu kullanır. Adam, Adele'e bir teklifte bulunur. Onunla birlikte gösterilere çıkmasını söyler. Bu gösterilerde Adele'e bıçak fırlatacaktır. Bu konuda sezgilerine çok güvenmektedir. Hem sonra... Hani olur da işler ters giderse ne olacaktır; Adele zaten ''hayatının sonunda olduğunu'' söylememiş midir? 

İkili, yaşadıkları bir dizi olay ve şans testinden sonra anlaşır. Film boyunca ikisinin yaşadıklarını izleriz.


Kaynak: Pinterest

Çocukken, büyüyünce ''bir şeyler'' olacağını zannederiz. Belki de bu nedenle, artık büyüdüğümüzde, içimizde adını koyamadığımız bir özlemin getirdiği burukluğu taşırız. Onu bir şeylerde ararız. Bir şeylerin bu burukluğu geçirmesini bekleriz. Sorun, bu bir şeyleri bulamamanın verdiği hayal kırıklığı mıdır, yoksa bu burukluğun nedenini tanımlayamamak mı? İkisi de aynı noktada kesişmektedir, bu doğru; ancak bana kalırsa asıl sorun, tıpkı Adele'in de gözyaşlarıyla parlayan gözlerinin derinliklerinde gördüğümüz gibi, o pırıltıyı bulamamanın verdiği yenilmişlik hissidir. Hayatın bizi yendiği duygusuna kapılırız. Artık eğlenceli gelmeyen bir oyunun içindeymişiz gibi gelir.

Kullanılan müzikleriyle, siyah beyaz sahneleriyle ve tabi ki oyuncuların doğal ve etkileyici performanslarıyla çok sevdiğim bir film oldu. Umut veya umudun ötesinde; Adele'de, Gabor'da ve hatta film boyunca karşımıza birkaç sahne dışında çıkmayan diğer karakterlerde de, kendi hislerimizi bulabilmemizin muhtemel olduğunu düşündüğüm bir film La Fille Sur Le Pont. İtiraf etmek gerekirse, filmin bu orijinal ismini sesli bir şekilde dile getirmeyi de çok sevdim. Sizlere bu güzel filmi öneriyorum.

Son olarak buraya filmin müziklerinden oluşan bir listenin ve filmin açılış sahnesinden bir kesitin linkini bırakacağım.

Hoşça kalın.


La Fille Sur Le Pont Soundtrack için tıklayabilirsiniz.

Filmin bahsettiğim sahnesini izlemek için tıklayabilirsin.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


19 Eylül 2023 Salı

Sırça Fanus (Sylvia Plath) | Kitap Yorumu

Yazar: Sylvia Plath, Çevirmen: Handan Saraç,
Yayınevi: Kırmızı Kedi Yayınevi

Kitap, gittikçe daralan fanusunun içinde dertop olmuş bekleyen genç bir kadının hikayesini anlatıyor. Bu kadın Esther Greenwood. Ödüller ve burslarla dolu başarılı bir öğrencilik yaşamının ardından, yine zihninin akıyla kazandığı New York biletiyle bir eğitime kabul ediliyor. Burada kendisi gibi ödül kazanmış kızlarla hem eğitim ve staj görüyor, hem de çeşitli davetlere ücretsiz katılma imkanı ediniyor. Bu bir aylık eğitim Esther için eşi bulunmaz bir fırsat şüphesiz; ancak öte yandan, her şeyin başlangıcı oluyor.

New York'tayken Esther kendisiyle yüzleşmek zorunda kalıyor. Gerçekten ne istiyor? Hayatının otomatik gidişatından memnun mu? Peki bu gidişata hayatı boyunca hiç müdahale etti mi, katkıda bulundu mu? İstediğini söylediği bu kariyer için ne yaptı, neler var elinde diğer herkese gösterebileceği? Bursları ve ödülleri var şüphesiz. Ancak bunlar ''yetersiz'' diyor, danışmanı. O noktada Esther tepesindeki cam kubbeyi fark etmiş olsa gerek. Yıllarca her yerde söylediği hayat planında aslında o kadar da yeterli olmadığını fark ediyor. Yarışlar, yarışlar, yarışlar. Daha iyi olmalı! Yoksa en iyilerin yanında çalışamaz. Dahası, bakalım Esther gerçekten ne istiyor... Muhtemelen kendi de bunu tam olarak bilmiyor. Cam kubbe kapanıyor, kapanıyor, kapanıyor ve işte Esther artık bir fanusun içinde. Belki de hep oradaydı, kim bilir...

Eğitim\ kariyer hayatı böyle giderken, aşk yaşamı da pek yolunda sayılmaz Esther'ın. Altı yıllık platonik aşkına nihayet karşılık bulsa da, bir şeylerin büyüsü kaçmış gibi. Yıllardır hayalini kurduğu şeyler birer birer ufalanıyor sanki. Sonra New York... O ışıltılı şehir. Esther için kapkaranlık oluyor. Aşk, kariyer, arkadaşlık, aile... Hepsi bu cam fanusu daha da sıkı kapatıyor. Esther bu sırça fanusun içinde daha da büzülüyor. Oysa o sadece on dokuz yaşında çok genç birisi. Çok çok genç.


Sylvia Plath'ın kaleme aldığı Sırça Fanus içerisinde otobiyografik özellikler de taşıyor. Zaten kitabı okumak istememin de, başlamadan evvel çok merak etmemin de sebebi tam olarak bu. Kitabın yazarı ile ana karakteri arasında bariz benzerlikler olduğu açık. Sylvia Plath hakkında daha evvel araştırmalar yapmıştım. Kendisi ışıl ışıl gülümseyen bir genç kadın gibi görünüyor tüm fotoğraflarında. Ancak içinde onu tüketen bir karanlığın olduğunu da açık açık söylüyor. Kendisi bipolar bozukluk tanısı almış birisi. Öte yandan o da tıpkı Esther gibi çok başarılı bir öğrencilik yaşamı geçirmiş ve edebiyata tutkulu bir genç şair. Evet yazar değil, şair. Tek romanı Sırça Fanus. Ölümünden yalnızca bir ay önce basılmış tek romanı bu kitap. Sanki neler hissettiğini birilerine anlatmak istemiş gibi geliyor insana. Kendisi başarısız intihar denemelerinden sonra yürek sızlatan bir şekilde artık son kez intihar ederek yaşamına son veriyor. Burada intiharının içeriğini de açıklamalı mıyım bilmiyorum ama merak edenler olacaktır diye düşünüyorum. Onlar da yazarın adını googlelayarak detaylı bilgiye ulaşabilirler diyerek bu konuyu kapatalım.

Yazar ile Esther karakterinin benzer özellikler taşıdığı bilgisini kitabı okumadan evvel de biliyordum. Aslında beni en çok heyecanlandıran ve kitabı okumaya karşı çekince oluşturan da buydu. Kitabın çok depresif bir kitap olduğunu düşündüğüm için okumayı birkaç yıldır erteliyordum. Ancak bu ay gözümü karartıp da kitaba başladım. Bu okuma deneyimi başlangıçta beni fazlasıyla şaşırtmıştı. Çünkü kitabı okurken karalar bağlamak şöyle dursun, ben kitabın ilk yarısında Esther'ın şaşkınlıklarına baya baya gülüyordum. Kitabı okuyan sıradan bir okurun benim gibi güleceğini düşünmüyorum, hayır. Sanırım benim bu tepkilerimin nedeni kitabı doğru zamanda okumamdan kaynaklanıyordu. 

Kendi sırça fanusumun içinde kıvrıldığım günlerde kitabı okusaydım aynı tepkiyi veremezdim şüphesiz. Dahası, bu gülümsemelerin sebebi kendi duygularımı dışa vuruşumdu muhtemelen. Ana karakterle en azından kitabın ilk yarısında bağ kurdum. Sonrasında ise onun yanında olmak istedim. Yine, kitabın başlangıçta düşündüğüm kadar depresif olmadığını düşünmekle birlikte; insanın içini darlayabileceği de bir gerçek. Özellikle de karamsar bir döneminizdeyseniz, hatta ve hatta depresyon gibi psikolojik hastalıklara sahipseniz, kitabı okumanızı asla ama asla önermiyorum. Size kendinizi çok daha kötü hissettirecektir. Kitabın ikinci yarısından itibaren Esther'ın yalnızlığı, nasıl hissettiğini kimsenin umursamayışı çok üzücüydü. Bahsettiğim ilk yarıda beni güldüren durum ise Esther'ın doğallıydı. Tıpkı yazarın fotoğraflarına bakarken hissettiğim hissi hissettirdi bana. Cıvıl cıvıl bir genç kadın. Ciddi, belki hüzünlü, çokça da hırslı duruyor; ama yine de, ona bakınca umudu görüyorsun. Esther'ı tanıdığım ilk anlardan itibaren tam olarak böyle hissettim.

Kitabı okurken bunalıma girmedim evet ama istisnasız kitaptaki tüm erkek karakterlerden nefret ettim. Kelimenin tam anlamıyla nefret ettim hem de. Hepsi ucuz tiplerdi ve sadece erkek oldukları için kadınlara tepeden bakabileceklerini, onlardan üstün olduklarını sanıyorlardı. (Çevirmen çocuk biraz nazikti kabul ediyorum, neyse.) Kendilerini bir şey sanıyorlardı; üstelik karşılarındaki çok şey olan hanımları küçümseyerek! Ne saçmalıktı. Esther de neyse ki benim gibi düşünüyordu. Aklı başında bir kızdı ancak yaşadığı yıllar, 1960'lar, ona sınırlı bir alan tanıyor gibi görünüyordu. Elbet bir gün evlenmesi beklenecek, diye düşünüyordu. Peki ya çocuk doğurursa! Ya kariyeri ne olurdu... Çünkü bir kadın hem eş, hem anne, hem de evin her işini yapan kişi olmak; üstüne bunu sessizce sindirmek zorundaydı. Doğal olan buydu (!). 

Doğal olarak, Sırça Fanus gittikçe daraldı...

Kitabın ilk yarısında Esther'ı endişeli ama umut taşıyan bir halde görürken; ikinci yarısında depresyona girmiş, üstüne bu depresyonu ciddi boyutlara varana değin önemsenmemiş bir halde görüyorduk. Esther tıpkı yazarının kaderini yaşamış gibi görünüyordu. Yine de içinde umut taşıdığını, ışığın fanustan içeri sızabildiğini görmek mümkündü. Keşke, diye düşündüm kitabın arka kapağını kapattığımda, Sylvia için de bir aralık olsaydı ve oradan ışık huzmeleri içeri süzülebilseydi. Keşke...

Kitapta Esther ile aynı hastanede tedavi gören diğer karakter (ismini söylemeyeceğim) de yazarın psikolojisini anlayabilmek için üstünde durmaya değer diye düşünüyorum. Esther ile bu diğer karakterin yaptığı seçimler belki de yazarın içinde bulunduğu ikili durumu gösteriyordu. Karanlık veya loş da olsa biraz ışık... Aynı zamanda yukarıda bahsettiğim gibi Esther'ın her ne kadar başarıyla dolu bir öğrencilik yaşamı olsa da, danışmanının ona direkt olarak çalışmalarının ''yetersiz'' olduğunu söylemesinin, Sylvia Plath'ın annesiyle olan ilişkisinin bir yansıması olabileceğini düşünüyorum. Sylvia da kendi yaşantısında o kadar başarısına rağmen kendisini annesinin gözünde asla yeterli görmüyordu. Çocukken babasını kaybetmiş yazarın babasının ölümüne karşı olan hislerini, aynı şekilde çocukken babasını kaybetmiş Esther'in, babasının mezarını aradığı kısımlarda görebiliyoruz. İçinde bulunduğu sırça fanusa sığamayacak kadar çok şeyi deneyimlemek isteyen, ancak kendisinin kim olduğunu kendisi bile daha keşfedemeden bu yaşamı terk eden genç bir şair Sylvia. Onu hatırladığımda en çok da kocasına sinirleniyorum. Yanında olmak yerine onu her seferinde bu fanusunun içinde tek başına bıraktığı için.


Kitap sadece kadınlara yönelik tanımları değil; psikolojik rahatsızlıklara sahip hastalara yöneltilen bakış açısını, sıfatları ve uygulanan tedavi yöntemini de eleştiriyor. Esther'ın ilk psikiyatrıyla olan görüşmesinden itibaren başlayan tedavi sürecinde aslında hem yazarın kendi hastalığına yönelik hissettiklerini görüyor, hem de bu tedavi yönteminin hastaları nasıl olumsuz yönde etkileyebileceğini fark ediyorduk. Esther'ın birbirinden tamamen farklı yaklaşımlara sahip iki doktorla tedavi süreci yaşaması ise, doktorların farklı yaklaşımlarının Esther'ın hastalığına olan etkisini gösteriyordu. İlk doktoru Esther'ı bir birey olarak görmezken, ikinci doktorunun yaklaşımı daha güven verici bir şekilde çizilmişti. Bunu en bariz olarak Esther'ın tedavi yöntemlerine verdiği tepkilerden anlamamız mümkün. Bu bakımdan da kitabın önemli bir konunun altını çizdiğini ve eleştirdiği durumla birlikte, yanlış veya eksik olan durumları belirtmek bakımından öncü özellik taşıdığını düşünüyorum. Ana karaktere karşı geliştirdiğim duygusal bağ bir yana, kitabı benim gözümde önemli kılan durumlardan biri de bu aslında.

Basit bir dili, akıcı bir anlatımı olan bir kitap. Ana karakteri fazlasıyla akılda kalıcı ve kitabın basıldığı dönemi hesaba kattığımızda çok da cesur ve çarpıcı. Bazen bazı kitapları basıldığı yıllarda okusaydım acaba ne düşünürdüm diye merak ediyorum. Düşünsenize, 1960'lı yıllardasınız ve okuduğunuz kitapta Esther gibi toplumda kalıplaşmış olan düşünceleri sorgulayan, üstüne bunları eleştirip baş kaldıran bir ''kadın karakter'' var. Vaov!..  Buna ek olarak Esther karakteri bir o kadar da doğal ve gerçek. Bu da olayları canlı kılıyor.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


15 Eylül 2023 Cuma

Melancholia (Melankoli) | Film Yorumu


Yönetmen: Lars von Trier

Senarist: Lars von Trier

Yapımı: 2011 - Danimarka, Fransa, Almanya, İsveç


Dünya'nın sonu gelse ne yapardınız?

Milim milim size yaklaştığını bilseniz bu sonun...

Beklemeyi mi yeğlerdiniz, yoksa kaçmayı mı?

Peki sizce sığınılacak en güvenli yer neresi olurdu?


Kaynak: Pinterest

Film iki kısımdan oluşuyor. Bu iki farklı kısımda, akan günleri doğrusal bir zaman akışıyla iki farklı kardeşin bakış açısından izliyoruz. İlk yarıda bir düğün töreninin içinde buluyoruz kendimizi. Justine (Kirsten Dunst), mükemmel bir işi, ailesi ve artık eşi olan güzel bir kadın. İlk başlarda her şey mükemmel görünüyor, herkes mutlu. Ancak çok geçmeden tam olarak herkesin mutlu olmadığını fark ediyoruz. Gelin mutlu değil; zamanla yüzündeki maske çatırdıyor.

Filmin ikinci yarısı Justine'nin ablası Claire'nin (Charlotte Gainsbourg) cephesinde yaşananları anlatarak başlıyor. Artık düğün bitmiş. Justine'nin ağır bir depresyon geçirdiğini görüyoruz. Ablası Claire onun her şeyiyle ilgileniyor. Claire gösterişli bir yaşama sahip. Bilim insanı bir eşi, tatlı bir oğlu ve kocaman bir malikanede konforlu bir yaşamı var. 

Bir gün Claire'nin eşi John (Kiefer Sutherland) devasa bir gezegenin Dünya'nın çok yakınından geçeceğini gözlemliyor. Claire fazlasıyla gergin çünkü her yanda felaket tellalı var ve bu insanlar ''Dünya'nın sonunun geldiğini'' söylüyorlar. Yıllar evvel Merkür'ün ve Venüs'ün yörüngesinden sorunsuzca geçip giden Melancholia isimli bu gezegenin, Dünya'nın yörüngesinden de sorunsuzca gitmesi yüksek ihtimal olarak karşılanıyor. Ancak tehlike payı da yok değil. Claire ve ailesi bu gezegenin anbean Dünya'ya yaklaşmalarını izliyorlar.


Filmin ana teması uzaklaşma. Filmin giriş sekansında bir sunu şeklinde bazı görüntüler görüyoruz. Bunlar doğayla bağlantılı sahneler. Akabinde Justine'nin gelinliğini çeke çeke onu yere bağlayan köklerine karşı olarak ilerlemeye çalıştığını görüyoruz. Bu kökler tıpkı bir ağaç kökü gibi ve Justine bu köklerden kaçmaya çalışıyor. Justine bu uzaklaşmanın farkına vardığı an hastalanıyor. Düğününde kendini ilk başta fiziksel, sonra ruhsal olarak kötü hissettiğini görüyoruz. Aile üyeleri arasında da bir birlik yok. Anne- kız arasındaki uzaklaşma ilk belirti. Justine en mutlu gününde annesiyle bağ kuramıyor. Tıpkı bir bebeğin annesinden ayrılması gibi. Anne kız arasındaki kordon kesiliyor. Bu aslında Justine için tetikleyici oluyor; o noktada kendini iyi hissetmemeye başladığını görüyoruz. Ne zaman ki içinde bulunduğu ait hissetmediği bu yaşamla bağlarını kesiyor, işin ilginç yanı ona bu çıkış yolunu bizzat annesi gösteriyor, o noktada fiziksel sıkıntıları geçip yerini sükunete bırakıyor.

Filmin ikinci yarısında Claire'nin malikanesindeyiz. Düğün de bu malikanede yapılmıştı. Burası doğanın içinde bir yer ancak yine de doğadan uzakta. Bahçesinde özenle şekil verilmiş ağaçlar, John'un gururla söylediği on sekiz golf deliği ve bir at ahırı var. Bu evin sınırları içindeki her şey evcilleşmiş ve doğanın içinde ama doğaya uzak. Atlar, ağaçlar, ev halkı... Hepsi evcil. Justine dışında; çünkü o, kendi doğasıyla bütünleşmeye çalışıyor. Bu nedenle de, Claire ve Justine atlarla gezintiye çıktıklarında ormana giden sınırı Justine ve atının geçemediğini fark ediyoruz. Çünkü Justine bu evcilleşmenin farkında. Onu hasta eden de bu. Justine filmin ikinci yarısında psikolojik olarak çöküntüde görünüyor. Taksiye binemiyor, lüks yemekleri yemeyi reddediyor, lüks küvette yıkanamazken sabaha karşı Melancholia'nin ışığında bir nehirde yıkanıyor. Justine gerçeği kabul ettikçe düzelmeye başlıyor. 

Evcil bir at yeniden yabani olabilir mi? Muhtemelen hayır. Peki... Evcil insanlar? Yeniden doğayla ve en önemlisi doğalarıyla bütünleşebilirler mi? Kendilerinden kaçıp Dünya'da mükemmel yaşantılarla zamanlarını geçiren bu insanların ruh hali gerçekte nasıldır? Bu yaklaşan gezegenin adı da pek bir manidar görünüyor: Melancholia... Melankolik hayatlarımıza yaklaşan bir nefes. İnsanoğlunun dikkatini nihayet yaşama döndüren tehlike!


Claire ve Justine birbirlerinden çok farklı görünen iki kardeş. Hayat sorunsuzca (!) akarken Justine depresif, Claire sakin görünüyor. Ne zaman ki yaşamın artık çok da normal akmadığı günler geliyor; o noktada durum tersine dönüyor. Çünkü bir insanın kaçabileceği en uzak yer içinde kurabildiği mağarasıymış gibi görünüyor. Bu mağarayı kurmak her ne kadar sancılı olsa ve kişi kendini bir birey olarak yeniden doğurmak zorunda kalsa da, sonrasında yaşamak eylemini kendi benliğiyle bütünleştirme yolunu görüp yaşamı fark edebiliyor, diye düşünüyorum. Bunu yapmak içinse belki de Justine gibi bizi tutan sağlıksız kökleri söküp atmak, belki de bu sağlıksız köklerin sağlıksızlığını görmeyi kabul etmek gerekiyor. Nitekim Justine düğün gününde herkesin memnun, kendisinin tutsak olduğu malikaneden fiziksel olarak kaçamayacağını anlayıp da bir uzaklaşma yolu için kendi etrafında dönüp durduğu anda, kütüphanedeki kitaplarda bazı sayfaları açıp herkese sergiler halde raflara diziyor. Bunu büyük bir öfkeyle yapıyor hem de. Bu resimler tabi ki rastgele açılmış sayfalardaki tesadüfi resimler değiller. Bunlar doğasından uzaklaşan insanın yaşadığı cinnet, bunalım ve melankoliyi gösteriyorlar. 

Öte yandan, malikanedeki golf deliği sayısına vurgu yapılması da dikkate değer. Bu konuda da emin olmamakla birlikte bir fikre sahibim. On sekiz golf deliği, on sekiz yaş. İnsanların hala birey olamadıkları, çocuk kabul edildikleri çağ. Ancak filmin sonuna doğru Claire ve oğlu on dokuzuncu deliğin yanından geçiyorlar. Çünkü artık kendi başlarınalar. Büyümeleri, bir yetişkin olmaları gerekiyor. Çocuksu doğalarından çıkmaları artık gereklilik. Melancholia gezegeni, karakterleri büyümeye zorluyor. Ancak büyümek sancılı bir süreçtir. Özellikle de zaten büyüdüklerini sananlar için.


Film, adının hakkını veren melankolik bir atmosfere sahip. Filmde kullanılan renk paleti bile bunu yansıtır şekilde solgun ve puslu tonlarda. Yavaş akan ama izleyiciyi sıkmayan bir film. Evet psikolojik etkiler ön planda ve bu da izleyeni düşünmeye sevk ediyor ancak bu durumlara dayalı akışın yanı sıra, bir dizi olay da meydana geliyor. Bu da izleyicinin dikkatinin canlı kalmasını sağlıyor. Özellikle de filmin ikinci yarısında olayların hız kazandığını görüyoruz. Yani filmin ilk yarısını izlemeye devam ederseniz zamanla olayları kavramaya başlıyorsunuz ve hikaye sizi sarıp sarmalıyor diyebilirim. Rahatsız edici bir yanı var mı, evet. Ancak yönetmenin amacı da tam olarak bu gibi görünüyor. İzleyicilerinin çekiştirip durdukları köklerini fark etmelerini, onları çekiştirerek sağlıyor.

Benim ilgiyle izlediğim ve beğendiğim bir film oldu. Hatta her izleyişte farklı bir detayın yakalanabileceğini düşünüyorum. Sembollerle örülü, etkileyici bir film. İlgisini çekenlere öneririm.


Lars Von Trier - Melancholia (Richard Wagner - Tristan und Isolde, Prelude) dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


14 Eylül 2023 Perşembe

Güzel Yaşam Kılavuzu - Antik Stoacı Sevinç Sanatı (William B. Irvine) | Kitap Yorumu

Yazar: William B. Irvine, Çevirmen: K. Orkun Çatık,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Kitapta antik Yunan ve Roma uygarlıklarında etkisini göstermiş felsefi bir düşünce biçimi olan stoacılık anlatılmakta. Yazar dört kısma ayırdığı kitabının ilk bölümünde stoacılığın doğuşu ve serpilmesiyle ilgili bilgilere yer vermiş. Aynı zamanda bu ilk bölümde, Yunan ve Roma stoacıları arasındaki farkı görüyoruz. Yunanlı stoacılar için ''stoacı olmanın'' asli amacı erdeme ulaşmaktır. Ancak Romalı stoacılar için bu erdeme ulaşmanın bir diğer getirisi de ''dinginliğe ulaşmak''tır. Peki neden Romalı stoacılar bu bonus paketi felsefelerinin amaçlarının içerisine eklemiştir? Bu noktada elimizde kitabın yazarı olan William B. İrvine'nin çıkarımları var. Yazar bu çıkarımların günümüz insanının da Roma stoacılığındaki bu ''dinginliğe ulaşma'' halinin cezbediciliğine daha çok kapılıp stoacı felsefeye ilgi duymasında etkili olacağını düşünüyor. 

Erdemli olmak pek çok insan için havada kalan ve bir düşünce sistemini disiplinli olarak uygulayıp benimsemek için yeterli gelmeyen bir neden ne yazık ki. Günümüzde birine ''stoacı olursan erdemli bir yaşam sürersin'' dersek, kaç kişi söyleyeceklerimize gerçek manada ilgi duyardı? Bilinmez... Romalıların da bu nedenle stoacılıkta öne çıkardıkları asıl amacın dinginliğe ulaşmak olduğu düşünülüyor. Peki nedir bu ''dinginliğe ulaşmak?'' Aslında erdemli bir yaşam sürmek ile dingin bir yaşam sürmek birbirleriyle döngüsel olan durumlar diye açıklanıyor kitapta. Dingin olmak aynı zamanda erdemli olmak için de yardımcı bir hal diyebiliriz. İnsan dingin değilse; kaygılıdır, öfkelidir, mutsuzdur, kısacası aklı bulanıktır ve eylemlerine aklı değil, anlık ruh durumu yön verir. Örneğin saldırgan olur gibi. Ancak kişi dinginliğe ulaşmayı kendine amaç edinir ve eylemlerini anlık ruh durumlarıyla değil de ''aklıyla'' yönlendirirse, erdemli bir yaşam sürmek için de adımlar atmış olur ve böylece erdemli bir insan olma amacına da ulaşır. Çünkü eylemde bulunmadan evvel o eylemin nedenlerini, sonuçlarını, kendisine ve çevresine verebileceklerini, geçici mi yoksa kalıcı mı olduğunu, gerçekten isteyip istemediğini, istiyorsa onu neden istediğini vs gibi durumları düşünür. Yani aslında burada dinginlik ve erdemlilik derken ruhani soyut bir durumu değil, aklı kullanmayı ve gerçekçi olmayı kastediyoruz. Zaten stoacılığın ana prensibi de bu: Aklını doğru kararlar almak için kullanmak ve böylece dinginliğe ulaşmış erdemli bir birey olmak.


İlk bölümde stoacılık nedir, nerede nasıl doğmuştur bunları öğrendikten sonra kitabın ikinci bölümünden itibaren artık stoacılığı nasıl uygulayabiliriz yavaş yavaş bunları öğreniyoruz. Malesef ki antik stoacı filozofların pek azının stoacılığı ele aldıkları eserler günümüze ulaşabilmiş. Yazarın söylediğine göre bunlar da derli toplu değilmiş. Tabii bunu teyit etmek için kapsamlı bir araştırma yapmak da gerek, ki yazar da kitabın sonunda stoacılıkla ilgili kaynak önerisinde bulunuyor. Neyse efenim, kaynakların dağınık ve az olması nedeniyle yazar bu kitabında kendi öğrendiklerini derleme ve tabii bunu yaparken kendi görüşlerini de aktarma yoluna gitmiş.

Kitabın ikinci bölümünde stoacı psikoloji tekniklerini okuyoruz. Bunlar arasında olumsuzu canlandırma, kontrol ikilemi, kadercilik, nefsinden feragat etme, meditasyon yer alıyor. Şimdi bunlar nedir, ne değildir, nasıl yapılır uzun uzun anlatmayacağım. Merak edenler kitaba bakabilir. Burada söyleyeceğim bir diğer şey, aslında anlayacağımız üzere antik dönemdeki bu stoacı filozofların bir nevi psikolog da oldukları. Kullandıkları teknikler tabi ki kendi düşünceleriyle geliştirdikleri teknikler ve bunun ne kadar bilimsel olduğu tartışılır. Ancak bu kısımları okuduğumuzda günümüzdeki psikolojik tekniklerle de bazı durumların uyuştuğunu ve hatta stoacılık ne bunu bilmeden bile sıradan bir insanın bunları kendi başına uygulayıp yarar alabildiğini fark ediyoruz. İşte, bu kitapta bunu belli bir sisteme oturtarak bilinçli olarak yapmamız öneriliyor.

Kitabın üçüncü bölümünde stoacı öğütlere yer verilmiş. Bunlar Ödevler, Toplumsal İlişkiler, Hakaretler, Keder, Öfke, Kişisel Değerler, Sürgün, Yaşlılık, Ölmek, Stoacı Olmak başlıkları altında incelenmiş.

Kitabın dördüncü ve son bölümünde ise günümüz dünyasındaki stoacılık ele alınmış ve bunu nasıl revize edip diriltebiliriz buna değinilmiş. Bu bölümün en sonunda da, dediğim gibi, stoacılıkla ilgili kaynak önerilerine yer verilmiş.


Bu kitabı bana baya evvel bir arkadaşım ödünç vermişti. Bu arada kitapları ödünç alıp yok edenlerden değilim yanlış olmasın. Ancak kitaba bir türlü kafamı veremiyordum. Kitabın dili oldukça akıcı ve anlaşılır aslında. Bilimsel veya teknik bir metin gibi kaleme alınmamış. Kitabı okurken sanki yazar benimle sohbet ediyormuş gibi hissettim. Ancak yine de kitabı bir türlü okuyamıyordum işte. Ağustos ayının ortalarında kitaba bir kez daha başladım çünkü artık ödünç aldığım arkadaşıma teslim etmem lazımdı bir zahmet. Bu sefer kitap aktı gitti. 

Kitaba başlarken zaten kitabı beğeneceğimi hissetmiştim. Bu kitabı bana veren arkadaşım kitabı okuduğu sıralarda benim tam bir stoacı olduğumu bana söylemişti. :) Stoacılar belki başta karamsar gibi görünebilirler; ancak sadece gerçeği dile getiriyorlar. Kendimi kandırmayı sevmem. Bu nedenle de çoğu durumda kendimi kandıracağım eylemleri hemen anlıyorum. Bir şeyi yaparken o şeyin akla uygunluğuna, bireysel ve toplumsal yararına da önem veririm. Her ne kadar bağ koparma konusunda kendi içimde savaşlar versem de, yapmam gereken şeyleri yaparım. Hiçbir şeyin kalıcı olmadığının hep bilincindeyimdir. Yani özetle, evet, stoacılığın ne olduğunu bilmeden bile ben bir stoacıydım. Bu nedenle de kitaba karşı ek bir merakım vardı. 

Bu arada yazımın taaa en başında da söylediğim gibi bu ne bir din, ne de bir inanç sistemi. Yalnızca felsefi bir düşünce. Her ne kadar kitabın yazarı, stoacı düşünce biçimine insan toplamaya çok hevesli gibi görünüyor olsa da, ben özellikle de hızla değişen ve bolca çeşitlilik barındıran günümüzde kendimizi ''doğrusu budur'' diyerek tek bir düşünce sistemine bağlamamızın çok da doğru olduğunu düşünmüyorum. Kendimize illa ''ben buyum'' diye bir ad vermek zorunda da değiliz. Kaldı ki bence her insan öyle ya da böyle biraz stoacı, biraz hedonist, biraz da kiniktir. (Tamam kinik (çilecilik) bulmak çok da kolay olmayabilir...) Yani bir felsefi görüşün veya direkt herhangi bir görüşün, olduğu gibi tümüyle benimsenmesi gerektiğini düşünmüyorum. Kaldı ki bunun doğru bir yaklaşım olduğunu da düşünmüyorum. O görüşün bize uygun tarafları varsa, o kısımları hayatımızda uygulayabiliriz. Diğer yandan, insan değişen dönüşen bir varlık. Şu anki benliğimize uygun gelen bir şey, beş yıl sonra gelmeyebilir. Bu yüzden ''ben Stoacıyım!'' demenin veya dememenin marifet olmadığını; asli olanın, olabildiğince iyi hissettiğimiz bir yaşam sürmemiz için bize neyin uygun olduğunu bulmamız olduğunu düşünüyorum. Kitabın sonunda yazar da benim bu görüşümü destekleyici ifadeler yazmış. Yani bize en uygun olan başka bir felsefeyi de hayat felsefemiz yapabileceğimize değinmiş. Ancak ben genel olarak, direkt bir felsefeyi komple odak noktamız yapmamız gerektiğini düşünmüyorum. 


Özetle, benim ilgiyle okuduğum bir kitap oldu. Stoacı pratiklerin yaşamımızı gerçekten de kolaylaştırabileceğini düşünüyorum. Bunları dediğim gibi ''bu budur'' diye direkt benimsemek zorunda da değiliz ama ihtiyaç duyduklarımızı derleyip kendi felsefemizi oluşturabiliriz. Zaten antik çağlarda felsefe okulları da böyle kuruluyormuş çoğu zaman. Filozoflar başka felsefe okullarındaki kafalarına yatan kısımları derleyip yeni bir felsefi görüş oluşturuyorlarmış. Hatta stoacılık bile böyle oluşan bir düşünce biçimi. Melez bir felsefi sistem yani. Bizler de sadece hayat felsefemizi oluşturmak için de değil, yaşamda herhangi bir konudaki duruşumuzu belirlemek için ortaya koyduğumuz koşullarda da böyle melez sistemler geliştirebiliriz. Bizi engelleyen yok. Zaten düşünceler de böyle büyüyüp gelişirler diye düşünüyorum. Kitapta stoacılığa dair bilgi edinmemin yanı sıra, stoacı filozoflara dair de ilginç bilgiler öğrendim. Sadece bunları okumak bile güzeldi benim için. Sanki ben yazarla sohbet ederken o filozofların hayaleti de bir selam verip gittiler gibi hissettim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

10 Eylül 2023 Pazar

Dancer in the Dark (Karanlıkta Dans) | Film Yorumu


Yönetmen: Lars von Trier

Senarist: Lars von Trier

Yapımı: 2000 


Sadece Björk'ü dinlemiş olduğum için bile bu filmi beğendim.

Bu kadar dermişim...

Hayır hayır, dur gitme;

Dahası var!


Kaynak: Pinterest

Selma Jezkova (Björk) ABD'de göçmen olarak yaşayan genç bir anne. Fabrikada çalışarak kazandığı parayla bir yandan geçinmeye çalışıyor, diğer yandan oğlunun ameliyatı için para biriktiriyor. Selma'nın genetik bir göz hastalığı var. Kendisi yavaş yavaş kör oluyor. Oğlunun da kendisiyle aynı kaderi paylaşmaması için dişiyle tırnağıyla elinden geldiğince çalışıp ameliyat parası biriktiriyor.

Selma'nın küçük dünyası aslında göründüğünden çok daha geniş. Müzikallere bayılıyor, hatta onun için dünya kocaman bir sahne. Sıkça düş dünyasına dalıyor ve kendisini bir müzikalin içinde buluyor Selma. Gerçek hayatta söylemediği şarkılarını, hayallerinde özgürce haykırıyor. Ancak bu müzikal sevdası sadece hayallerle de sınırlı değil onun için. Hep hayalini kurduğu sahnede yer almak için başrolü canlandıracağı bir müzikalin provalarına gidiyor.

Ancak bir gün, rüzgar tersten esiyor ve Selma biriktirmek için tüm hayatını adadığı oğlunun ameliyat parasını kaybediyor. Filmin ikinci yarısında Selma'nın komşusu tarafından iftiraya maruz kalmasının etrafında gelişen olayları izliyoruz.


Selma, çocuk yüreğine sahip bir kadın. Hatta filmi izlemeden evvel Björk'ün bu filmdeki fotoğraflarını gördüğümde filmin ana karakterinin bir çocuk olduğunu düşünmüştüm. Filmi izlerken bile ana karakterin onlu yaşlarda bir oğlunun bulunmasını garipsemiştim doğrusu. Çünkü Selma çok genç görünüyordu. Film aktıkça ve bu karakterin tepkilerini izledikçe bu gençlik büyüsünün nedenini anladım. Her ne kadar filmin daha konusunda bile bir annenin oğlu için yaptığı fedakarlıklar ön plana çıkarılsa da, aslında filmin üstünde durduğu ana nokta Selma'nın varlığıydı. Sadece tek bir karakter üzerinden film yapılmış evet. Ana karakter Selma. Hatta konu da Selma. Selma'nın yaşadıklarını izliyoruz; ancak bu karakterin etrafında gelişen tüm olaylar, aslında biz izleyenlerin Selma'yı anlayabilmesi için sadece birer araç.


Bu rolü Björk'ten başka birisinin canlandırabileceğini gerçekten düşünemiyorum. Başka birisi de bu rolü canlandırabilir miydi, evet. Kesinlikle evet, teknik anlamda değerlendirirsek başarılı da olabilirdi. Ancak ruhuyla bütünleşemezdi. Selma rolünü oynardı; Selma olamazdı. Bazı insanlar yeteneklerini kullanırken onları izleyenlere tüm evrenin varlığını gösteriyor sanki. Björk de benim için bu özel insanlardan birisi. O, şarkı söylemeye başladığında onu dinlememenin imkansız olduğunu düşünüyorum. İster ünlü bir yıldız olan Björk olsun, ister Selma; öyle derinlerden söylüyor ki şarkısını, sesinin tınısı sanki kalbimin damarlarını titretiyor. İçimdeki kara delikler dönüyor dönüyor dönüyor ve etraftaki gereksiz her şeyi yutarak beni o an'daki bu eşsiz sesi dinlemeye hazırlıyor. Üstelik bunların hepsi hemen aynı anda gerçekleşiyor. Gerçekten eşsiz bir yetenek.

Bu bakımdan bu filmin karakter odaklı bir film olduğunu ve bu karakteri Björk dışında birisinin bu kadar nokta atışı canlandıramayacağını düşünüyorum. 

Hele o son sahne. O sahne...

Spoiler yok.

İlgisini çekenlere filmi öneriyorum.

:)


Dancer In The Dark (Soundtrack) dinlemek için tıklayabilirsin.


Not: Bu filmi izledikten sonra balkona çıkıp şehrin ve yıldızların ışıkları eşliğinde Björk'ün çok sevdiğim bir performansını dinledim. Size de açık bir alanda -filmin müziklerine ek ve küçük bir tavsiye olarak- ''gözleriniz kapalı bir şekilde'' bu parçayı dinlemenizi tavsiye ederim. Dinlemek için tıklayabilirsin.


Not 2: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


3 Eylül 2023 Pazar

Kalp ve Beyin: İç İşleri (Nick Seluk) | Çizgi Roman Yorumu

Yazar-Çizer: Nick Seluk, Çevirmen: Dilara Anıl Özgen,
Yayınevi: Pegasus Yayınları

Kalp ve Beyin serisinin bu ikinci cildinde sahneye diğer organlarımız da çıkıyor. Mide, karaciğer, bağırsak, böbrek, dil ve hatta dişler... Ana karakterlerimiz elbette ciddi beyin ile heyecanlı kalp. Kalp ve beynin denetiminde işleyen organizmayı bir araya getiren tüm bu parçaların kah anlaştığı, kah anlaşamadığı konuları okumak keyifliydi. 


Bazen gözlerimize kocaman çikolatalı bir pasta veya çilekli bir dondurma -veya bunun tam tersi :)- çok güzel görünebiliyor değil mi?

Keza aynı şekilde dilimiz fazlasıyla heyecanlanıp sulanıyor, dişlerimiz yerlerinde duramıyor...

O sırada midemiz kararsız. ''Ama ama ama,'' diyor belki bazen gurul gurul, bazen kımıl kımıl...

Bazen tüm organların keyfi yerindeyken bağırsaklar ayaklanıveriyor zengin kalkışı yaparak.

O sırada beynin de kıvrımları karışıyor tabii tüm bu komutlar içinde. Acaba hangi yöne koşsa...

Ya kalp! Kalp, durur mu; yakın dostu kelebekle hop orada hop burada pır pır.


İşte böyle bir cümbüşün içinde gelişen olayları konu ediniyor bu cilt de.


Yine pek sevgili kalp ile beynin arasındaki hayata dair diyaloglar en favorilerimden oldular orası ayrı.


İlgisini çekenlere her iki cildi de öneriyorum. Birbirinden bağımsız da okuyabilirsiniz pek tabii; ancak ben sıraya uyarak önce Kalp ve Beyin isimli ilk cildi, sonrasında Kalp ve Beyin: İç İşleri isimli bu ikinci cildi okumanızı tavsiye ederim. Önce bir kalbi ve beyni tanıyıp da sonra iç işlerindeki hallerini gözlemlemek daha keyifli olacaktır.


Kalp ve Beyin (1. cilt) yorum yazımı okumak için tıklayabilirsin.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


My Life Without Me (Bensiz Hayatım) | Film Yorumu


Yönetmen: Isabel Coixet

Senarist: Isabel Coixet

Yapımı: 2003 - Kanada, İspanya


''Bu sensin. Yağmurda gözler kapalı. Böyle bir şey yapacağını hiç hayal etmezdin. Kendini hiç böyle görmemiştin. Bunu nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum. Bu tıpkı aya bakan o insanlardan biri olmak gibi. Ya da saatlerce günbatımını seyreden insanlardan biri olmak gibi. Sanırım ne tür insanlardan söz ettiğimi biliyorsun. Belki bilmiyorsun. Her neyse, böyle biri olmak hoşuma gidiyor. Soğukla savaşmak... Suyun ıslaklığını tişörtünde hissetmek. Bu ıslaklığın tenine işlemesini hissetmek. Ve toprağı hissetmek. Ayaklarının altında büyüyen yumuşak otları hissetmek. Ve... O kokuyu. Yapraklara çarpan yağmur damlacıklarının sesini. Okumadığın kitaplarda sözünü ettikleri tüm şeyler. Bu sensin.'' 


Kaynak: Pinterest

Öleceğinizi öğrenseydiniz ne yapardınız? Hissetmek ve düşünmek. Bunlar bile değil. Yapmak. Çünkü bitmiş, sana söyledikleri bu. Donup kaldığın o an. Bir şeyler yapmalıyım, dediğin. Ann (Sarah Polley), henüz 23 yaşında çok genç bir kadın. Bir gün iki ay ömrü kaldığını öğreniyor. Üstelik onu iki küçük kızı okul kapısında beklerken. O anda bile endişelendiği en önemli şey bu oluyor. ''Kızlarımı okuldan biri almalı, anneme haber verdiniz mi?..'' diye ricalar ediyor.

Ann çok genç yaşta evlenmiş, çok genç yaşta anne olmuş ve çok genç yaşta öleceğini öğrenmiş çok güzel birisi. Ancak daha ne kadar güzel birisi olduğunu bile keşfedememiş. Bu habere üzülemiyor bile; çünkü zaten yaşamın ne olduğunu keşfedememiş. Eşini çok seviyor, kızları zaten her şeyi. Ama Ann, hiç kendi için yaşamamış ki. 

Ann sınırlı zamanında sadece 'bir şeyler' yapıyor. Düşünce ve hisleriyle değil, eylemleriyle yaşamayı tercih ediyor. Sadece yapıyor. Kızlarına, kocasına, annesine, hapisteki babasına, yeni komşularına, iş arkadaşına, sokaktaki kuaföre, çamaşırhanede tanıştığı tatlı adama veda ediyor. Ann, öleceğini öğrendikten sonra gerçekten dünyaya bakıyor ve bu gördüğü dünyanın içindeki kişilerle sessizce vedalaşıyor.

Daha giriş sahnesinde bile beni kalbimden yakalayan bir film oldu. Ciddiyim, beni resmen yakaladı. Bilgisayarımın ekranından bir ok çıktı ve kalbime saplandı. Bu ok bazı sahnelerde olduğu yerde döndü, canımı yaktı. Bazı sahnelerde biraz gevşedi, rahatlattı. Bence film ölümü işlemiyordu, yaşamayı işliyordu. Yaşamak, en güzel bu biçimde anlatılabilirdi belki de. Pek çok süslü cümleyle değil; ancak hayatının son günlerinde yağmuru hissetmeyi düşünmüş çok genç bir kadının şaşkınlığıyla.

Yaşayamadığımız tüm o hayatlarda sözünü ettikleri tüm şeyleri düşünelim. Onları yaşamaya nereden başlardık? Hangi adımla? Seni seviyorum. Sana sarılıyorum. Yağmuru hissediyorum. Dolunayı görüyorum. Aşık olmama izin veriyorum. Güzel yemekleri yiyorum. O güzel eteği giyiyorum. Güzel bir uyku çekiyorum. O hep çok istediğim, yüreğimi çarptıran şeye başlıyorum. Kendime adil davranıyorum. Sevdiğim her şeyi\ her şeye sevdiğimi gösteriyorum. 

Çünkü Ann'ın da söylediği gibi: 

''Yaşayamayacağınız bir hayat için pişmanlık bile duymuyorsunuz. Çünkü o zamana dek ölmüş olacaksınız. Ve ölüler hiçbir şey hissetmez. Pişman bile olmazlar.''


Çok beğendiğim bir film oldu. İlgisini çekenlere öneriyorum.


My Life Without Me soundtrack dinlemek için tıklayabilirsin.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.