19 Kasım 2024 Salı

Cırcır böceklerinin seslerini duymayı ertelemek.


Okuduğum kitabı artık bitirmek istiyordum. Hem bir kitabı uzun süre okuduğumda artık dikkatim dağılıyor, hem de içimde okuduğum kitaba dair bir çeşit ''görev bilinci'' taşıyorum. Görevim (!) kitabı bitirmek mi oluyor emin değilim. Belki de sadece o kitap hakkında konuşmak istiyorum ve bunu ''adamakıllı'' bir şekilde yapabilmek için de bitmesini bekliyorum. Ancak anın içindeyken kitapla eşleşen durumlar yaşadığımda kendimi tutamıyorum.

Okumaya hızla başladığım ve yarıladığım bir kitap Pembe Fili Düşünme (Zeynep Selvili). Okuması kolay, anlatısı keyifli. İşime yarayacak pratik bilgileri, minik farkındalık anları yaşatan cümleleri de mevcut. Yine de bir noktada durdum. Kitabı elime alsam bitecek biliyordum ama bunu bir türlü yapmıyordum. Bugün yaptım. Kitabı elime aldım. Canım çay içmek istiyordu ama yerimden kalkasım yoktu. Sonra yazarın çay içtiği bir sahne anlatılmaya başlandı. Zeynep Hanım o bölümü evinin bahçesinde çay içerken yazmaya başlamış. Allah Allah, devam edelim bakalım dedim. Sonra ortama cırcır (ağustos) böceklerinin sesleri de dahil oldu. Başta keyifli gelen, sonra susmayan o sesler.

Zeynep Hanım başta ilham aldığı bu seslerden sonrasında kaçmak istediğini ifade etmiş. Tam bu noktada babasıyla yaşadığı ana da değinmiş. Babası ona yazmaya odaklanırsa, seslerin artık o kadar da yüksek gelmeyeceğini söylemiş. Zeynep Hanım ise sorunun sesler olduğunu, sesler olmasa zaten odaklanabileceğini ifade etmiş. Peki bu seslere nasıl çözüm bulabilir? Başkalarını rahatsız etmek pahasına müziğin sesini açarak, ortamını değiştirerek veya yazmayı erteleyerek mi? Ancak ağustos ayının ortasında yaşadığı bu olayda cırcır böceklerinden ne kadar uzağa kaçabilir? Onları duymayı ne kadar erteleyebilir?

Çok yazı yazıyor, sonrasında yazılarımı kaldırıyorum. Yazılarımı onları görmek için yazıyorum ama sonra bir bakıyorum ki bir yazı başka bir yazıyı doğurmuş. Aslında bu beni sevindirmeli. Kulağa üretkence geliyor değil mi? Neredeyse hiç okunmayan bir bloğun sahibesinin öznel ve eskimiş, dramatik hislerinden oluşan yazılar olsalar bile. Onları bazen ortadan kaldırıyorum. Sonra başka bir yazım doğmak istiyor ve ben onu içeride tutmak istediğimde o an dursa bile sonra başka bir yerden çıkıyor. Bu yazı da öyle bir yazı mesela. Yazmak istemiyorum ama o kadar derinden bir hisle ''yaz beni yaz beni'' dedi ki bana, işte buradayım.

Yazılarımı her taslağa döndürüşümün ardından daha fazlasını yayına geri çeviriyorum. Böyle olunca eski yazılarımı da görme imkanı buluyorum. Yani, eski düşüncelerimi. Bu yazılarımdan birinde sana ''bazen bazı düşüncelerim ve hislerim için 'bu his\ düşünce bana ait değil derim'' yazmışım. Bu cümle bana o satırları yazdığım gün de, sonrasında o yazımı bir kez daha okuduğum gün de mantıklı gelmişti. Ancak bugün bu düşüncemin tam tersini uyguladım. Aklıma düşünmek istemediğim bir şey geldiğinde ona izin verdim. Sonuçta ''ben düşüncelerimin hakimiydim, onlar benim değil.'' Meditasyon yaparken de amaç budur. Bunu aslında meditasyon yaptığım dönemde keşfetmiştim. Aklına bir düşünce geldiğinde onu dış bir göz olarak görmeni ve gelip geçişine şahit olmanı söylerler. Sonuçta o sadece bir düşüncedir, sana dokunmaz. Sen de ona dokunmazsan, geçer gider (muhtemelen). -psikolog vs değilim neticede, kendi deneyimlerimden yola çıkarak yazıyorum.-

Pembe Fili Düşünme isimli bu kitapta da kitabın yazarı olan Zeynep Hanım bunu ''bilinçli farkındalık'' terimiyle açıklıyor. Bilinçli farkındalık var olan düşüncelerini yargısızca görmeyi ve kabul etmeyi içinde barındıran bir düşünme hali. Düşüncelerini o anda deneyimleyerek, o anda görerek, farkında olarak kabul etmek yani. Bize olumsuz hislerimizi yadsımamız söylenir veya biz bunu kendimize söyleriz ancak şimdi görmezden geldiğimiz o his aslında sadece zihnimizin arka planında onu görmemizi beklemeye devam eder. Neticede hisler düşüncelerden oluşur ve düşünceler (eğer onları fark etmezsek) otomatik eylemlerimize dönüşürler. Kitapta da buna yer verilmiş. Bu satırları bu sabah uyguladığım yöntemden sonra okumak, bir ''cırcır böceği'' olan benim için, anlamlı bir denk gelişti doğrusu. Üstelik yazar da bunu ''cırcır böcekleriyle yaşadığı bir anı'' üzerinden anlatmış! Bu tesadüf bir yazıyı hak etmemiş mi sence de sevgili okurcuğum?

Cırcır böceklerini dinlemeyi severim. Bana sesleri keyif de verir. Ancak zamanla daha yüksek perdeden çıkar sesleri ve adeta akoru bozuk bir haykırışa dönüşür. Bu dünyadan olmayan bir müzik aletinin kulaklara çarpan sesleri gibi. Yine bir gün böyle bir an yaşamıştım. Ağaçlık bir yoldan yürümeyi tercih etmiştim. Başlangıçta sesler çok güzeldi. Etrafta ilham perilerinin koşuşturmalarını bile hissetmeye başlamıştım. Sonra bir anda (!) bu ilham veren sesler birer çığlığa dönüştüler. Ellerimle kulaklarımı kapatmak istedim. O yoldan hemen ayrılmak istedim ve adımlarımı hızlandırdım. Oradan resmen kaçtım. Düşüncelerimiz de böyle. Onların varlığını duyumsamak ile bizi rahatsız edecek denli onlara dikkat kesilmek arasında ortamdan kaçma kararı kadar büyük bir fark var. Öte yandan, onları kabul etmemek, yoklarmış gibi davranmak da düşüncelerimizi gözümüzde büyütebiliyor. Bu noktada kendimizle iletişim kurabilmek önemli görünüyor.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Pembe Fili Düşünme, Zeynep Selvili (İnkılap Kitabevi).


Not: Artık yazılarımı ellemeyeceğim. Sonra bloggerın da kafası karışıyor ve yazıları yayınlarken de sıkıntı, gecikme vs oluyor. Bir de sanki yeni blog açmışım gibi listede yazı yığılmam oluyor. Bunun için üzgünüm gerçekten. Bir daha daha dikkatli olacağım! Sanırım burası iyice günlüğe döndü. Hep bunu istemiştim aslında ama ne bileyim. Bloğuma başka isim koymalıymışım... hep kendimi anlatıyorum baksana. Ama bunun nedenini de anlıyorum. Yazılarımı kaldırıp geri yükleme nedenimi de. Sebebi okunma kaygısı değil. Sebebi yazarak bir şeyleri anladığımı varsayıyorum ve sonra işi bitince yazıyı kaldırıyorum ama sonra bir bakıyorum ki aslında orada kendime anlatmak istediğim şeyi anlamamışım. Bu da beni tetikliyor ve yeniden yayınlıyorum. Bu gece sanırım beni tetikleyen ''pembe filimle'' yüzleştim. Ama bu yazının konusu bu değil. Herhangi bir yazının konusu olur mu onu da bilmiyorum. Zaman gösterecek diyelim. Hatta bu kitaba devam edemememdeki direnç de bundan kaynaklı bence. Bir nokta içime yerleşmediği için durdum, yoksa kitabı okumak istiyorum yani. Herhangi bir konuda takılıyorsak veya böyle uyumsuz davranışlar sergiliyorsak orada tepinen bir pembe fil mutlaka çıkıyor, bunu keşfettim diyebilirim. :) Her neyse! Yazılarımı okumak senin için de keyifliyse okursun zaten değil mi? Keyifli gelmezse de okumazsın, niye dert ettiysem?


18 Kasım 2024 Pazartesi

Mutlu haftalar ve bazı planlar.


Guud mornin evrivaaannn! Ah... bugün mutluyum. Haftaya böyle başlamak beni aşırı aşırı aşırı sevindirdi. Sanırım evren bana 987654321. şansımı falan verdi. Teşekkür ederimmm! Minnettarım gerçekten minnettarım. Bu sefer aklımı başıma topladım ve hayatımla ilgili bazı önemli kararlar aldım. Eğer iznin olursa seninle de paylaşmak isterim (ve gelecek hafta pazartesi günü bu yazıyı okumasını istediğim İlkayla):

Öhöm öhöm...

1. Uyku düzeni. Artık normal insan saatinde normal insanlar kadar uyuyacağım!

2 Beslenme. Artık ''sonra yerim yavv'' demeyeceğim.

3. Daha az kahve içeceğim (Hiç içmesem daha iyi).

4. Çalışacağım çalışacağım çalışacağım! Sorumluluklarımı ertelemeyeceğim ve baştan savma değil; düzenli, kendime yakışır şekilde yapacağım.

5. Durduk yere gereksiz şeyler düşünmeyeceğim!

6. Sevdiğim şeyleri daha çok yapacağım! 

7. Sana daha az yazacağım ahahahh.

Galiba bu kadardı. Aslında kendimi geceden resetlemiştim ama yine bir dünya laf kalabalığı yapmışım. Yine de o yazımın bazı paragraflarını (asla okuyamadığın çünkü sildim) seninle paylaşacağım (ve hani gelecekteki kendimle falan):

Hayata bir kere geliyorsun ve bu dünyaya bir hediye bırakmak istemez misin? Ben isterim. Çok isterim. Çünkü bunu yapmazsam çok üzüleceğimi biliyorum. Bazen yaşamın çok güzel ama yaşamak olayının zorlayıcı ve saçma olduğu aklıma gelir. Yine de burada olduğum için mutluyum. Sağlıklı olduğum için, iyi bir ailem olduğu için (bazen bırakmak lazım tuttuklarını da), öhöm yetenekli, zeki, sonracığıma güzel olduğum için; mutluyum. 

Biri bana şükürsüz olduğumu söylemişti. Yine acılarımın içinde debeleniyordum. Bu arada bu biri çok saygı duyduğum biri ama kim olduğunu üstünden on yıl geçmeden yazamam ahahah. Ne dediğini anlamadığımı sandığına eminim ama anladım. Hayat çok garip biliyor musun? Bazen bir şeyi çok istiyorsun ama olmuyor. Sonra olan başka şeye direniyorsun. Ama o şey senin için iyi olan aslında. Seni zorlasa da. Gelişimin için, o andaki sen için o gerekli. Adım adım ve bir adım daha. Birinci adımı atmadan onuncu adıma ulaşamazsın. 

Şöyle aktif ve güzel sürprizli bir hafta olsun. Bir de bolca çalışacağım. Yeter. Antik Yunan'da değiliz, 21. yy'ı bu kadar sorgulamak manasız. Doğru, açık, net, dürüst olmak, kalp kırmamak, kalbini de korumak, kendini geliştirmek, çevreni geliştirmek, zihnini sanatla, bilimle doldurmak, yeni şeyler öğrenmek ve öğretmek, dans etmek belki, belki yoga, belki bir enstrüman, belki dil, belki belki belki bambaşka bir hobi, bir sürü hobi yok mu artık, 21. yy'ın biraz da ekmeğini yemeli, oldum demeden olacağım demeden sadece olmak ve inanmak. Tüm yüreğinle inanmak. Kendine, yaşama ve O'na. Yaşama inanan biri güzel yaşamalı. Öyle değil mi?


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Gizli Bahçe, Frances Hodgson Burnett
(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları).


17 Kasım 2024 Pazar

Boş Sayfa.


Böyle bir başlık atmış bırakmışım. Bu başlığı yazdığım zamanı da hatırlıyorum bu arada. Ama ne yazacaktım hatırlamıyorum. Anlık düşüncelerin tuhaf bir büyüsü var. Onları yakalarsan ilginç şeyler keşfediyorsun. Uçuşmalarını izlersen bir düş gibi belli belirsiz kalıyorlar. Hatta bazen de işte böyle boş bir sayfa gibi oluyorlar. Ne yazacaktım acaba, diyorsun. Bu satırları şimdi yazma sebebim de bu muhtemelen. Ne yazacak olduğumu hatırlamıyorum ama ana fikrin üzerimde bıraktığı etkiyi tam şu anda da hissediyorum. Boş bir sayfa hissini.

Yılın bu zamanına kadar çok fazla mızıldandım. Biraz da gerçekler köşesi. Mutlu olmak istiyorum. Hayatımdaki ana amaç bu biliyor musun? Herkes mutlu olmak ister ama ben, herkesin mutluluğunu istemiyorum. X kişisi de, ne benim ne de herkesin mutluluğunu ister eminim ki. Y kişisi de, Z kişisi de. Sen de! Kendi mutluluğumu istiyorum. Mutlu olmamak için bahaneler üretip duruyoruz. Dış koşullara sığınıyoruz. Haklıyız da. Değiliz dersem beni yuhalayın. Ama değiliz de, sen de biliyorsun. Herkes biliyor. Bu noktada iç koşullara sitem ediyoruz.

Bazen çok yükseliyorum. İçim umut ve neşeyle dolu oluyor. Coşkunluk hali gibi değil hayır. Bu nedenle de bu kıymetli şeye hiç değer vermiyorum. Hem de hiç, biliyor musun? Oysa aradığım şey tam da bu hissin çevresinde bir yerde. Ama ben o yere bakmıyorum. Ama ben o yeri küçümsüyorum. Neden? Bana böylesi mi öğretilmiş? Belki. Ama sence de bu bile çok tırt bir bahane değil mi? 

Belki de mutluluktan korkuyorumdur. Kendimizi değerli hissetmek için bahaneler uyduruyoruz. Belki de benim stratejim de budur. Kendime çelme takmak. Ki bu, bir çocuğun çelme takması gibi oluyor çoğu zaman. Düşeyim diye bahanelerimi uzattığımı on metre öteden bile görüyorum yani. Her şeyin farkındayım. Bazen sıkıntılı hissettiğimde 'bu his bana ait değil' derim. Bana ait olan iç çekmelerim vardır. Bana ait olmayanlar da. Bana ait olanlar, çaba harcamama rağmen içime oturmayanlardır. Bana ait olmayanlar ise, en baştan 'ama zaten' dediklerimdir. 

Mutlu olmayı o kadar çok istiyorum ki, bu nedenle mutlu olamadığımı düşünüyorum. Belki de kastettiğim şey mutluluk bile değil. Neyi kastettiğimi biliyorum ama sana hangi kavramla açıklamalıyım bilmiyorum. Neşesiz değilim, o zaman neden mutlu hissetmiyorum? Belki de her mızıldandığımda boş bir sayfadan yardım almalıyım. Belki de boş sayfaların gizemi, iyi bir dinleyici olmalarından geliyordur. Çünkü galiba mutluluk derken neyi kastettiğimi buldum. 

Mutluluk, bir sonuç gibi görünüyor. Neden değil, nedenlerin oluşturduğu sonuç. Benim nedenim ise hep ama hep İlkay olmak'tır. Neticede, kendim olamadığım bir hayat benim varlığım için karanlıktır. Çünkü onu kendi gözlerimle görmem ki. Peki nasıl kendim olabilirim? Belki de sadece olarak. Olma haliyle yani. Çabaladıkça kendimden uzaklaşıyorum. Evet böyle olmalı. Pek çok şeyi edilgen bir şekilde yapmaya programlıyım belki de. Görerek değil, göstererek. Bu yazı bile bunu göstermiyor mu?

Bu yazıyı şimdi yayınlamayacağım. Ama bir gün sen sevgili okur, bu yazıyı okuyor olursan ben de bu yazıyı bir kez daha okumuşum ve etkilenmişim demektir. Biliyorsun, beni etkileyen her şeyi seninle de paylaşırım. Dürüstçe.


Not: Bu yazıyı yazdığımı bile unutmuştum ve planlayıcıyla paylaşmışım. Hem de bu geceye! Tüyler tiken tiken... Yazıya tesadüfen denk geldim ve çok şaşkınım. Neyse paylaşalım o zaman ne yapalım? :)


En sevdiğim Miyazaki filmi değişmiş!


Sana yazmayı bırakacaktım. Ama sonra birden en sevdiğim Miyazaki filminin değiştiğini fark ettim!

Hayao Miyazaki filmleriyle ilk karşılaşmam ne zamandı bilmiyorum ama şöyle adamakıllı tanıştığımız yıllar liseye yeni geçtiğim yıldı. Buna eminim çünkü sana Miyazaki filmleri hakkında heyecanla bir yazı yazdığımı hatırlıyorum. Ah! Ne güzel bir histi. Keşke beynimizdeki bazı şeyleri silme şansımız olsaydı. Miyazaki filmlerini silip eeen baştan izlerdim. 

Sevdiğim şeyleri paylaşmayı çok seviyorum. Böyle yaptığımda sanki o sevdiğim şey büyüyor, kocaman oluyor gibi hissediyorum. Hele bir de o sevdiğim şeyi onu anlattığım kişi de severse o şey kocaman bir sevgi bulutu olup bize sarılıyor. Karşımdaki kişiyle aramda bir köprü oluşuyor gibi hissediyorum. Sanırım bu nedenle sana anlatmayı seviyorum. Anlattığım şeylerden sevdiklerin çıkıyor mu emin değilim ama aramızda kelimeler yoluyla bir köprü oluşuyor, sen de görebiliyor musun?

Küçükken izlediğim ve çok sevdiğim bir çizgi film vardı. Hani şu eski versiyonunu hiçbir yerde bulamadığım... Karlar Kraliçesi. Oradaki iki çocuğun evleri yan yanaydı ve bu evleri birbirine bağlayan balkon benzeri bir köprüleri vardı. İki çocuk her gün orada buluşup saatlerce konuşur ve oyun oynarlardı. Küçük İlkay buna çok özenmiş olmalı. Hayır olmalı değil, çünkü hatırlıyorum, çok özenmiştim. Hatta yıllar sonra bir sokakta buna benzer bir şekilde iki evi birbirine bağlayan bir çeşit ''köprü'' görmüştüm. O gördüğüm köprüde de birileri buluşmuş mudur acaba? Kısacık, daha çok bir geçiş yerine benzeyen bir yapı; ama bana sevdiğim o çizgi filmi hatırlattığı için heyecanlanmıştım.

Belki de bir şeyleri sevdiğin birileriyle birlikte yapmak da ilk kez yapıyormuşuz gibi hissettiriyordur. Mesela bir filmi izlemek... biriyle izlerken daha zevkli olmuyor mu? Korku filmleri beni korkutur. Evet, en tırtları bile. İzlediğim korku filmi sayısı iki elin parmağı kadar ya vardır ya yoktur. Evet cadıların yüz karasıyım, puuu bana. Ama yine de arkadaşlarımla korku filmi izlediğimde (ki izlediklerimin neredeyse hepsi arkadaşlarımlaydı) kahkahalarla gülmüştüm. Birlikte bir şeyler yapmak insanı güldürüyor. Tek başınayken BÖÖÖ olan şeyler, bir aradalıkta bö? falan oluyor.

En sevdiğim Miyazaki filmi çok uzun bir süre Yürüyen Şato'ydu. Hala daha ilk üçümde yeri sabit (ki aslında bu geceye kadar ilk sırada hala o var sanıyordum). Bana göre o film, tüüümmm tüm tüm tüm mükemmel çizimleri ve müzikleri bir yana, kurgusuyla da mükemmel ve ayrıca, aşkı en iyi anlatan filmlerden birisi. Bir keresinde instagramda bir sayfanın Yürüyen Şato incelemesine dair bir post okumuştum. Filmi ''Miyazaki'nin Aşkı'' başlıklı yazı dizisinin birinci bölümünde işlemişti. Yazıda Sophie'nin gençleştiği sahneleri örneklendirmişti. Howl, Sophie'yi büyünün etkisinde yaşlı bir kadın olduğunda bile genç görüyordu o ayrı ama Sophie de bazen, Howl ona bakmazken de, gençleşiyordu. Çünkü o da Howl'u seviyordu. Sevmek bunu yapıyor sanırım; ilk kez yaşıyormuşsun gibi... heyecanlandırıyor. Bu hissi Miyazaki'nin gençlik üzerinden bu denli incelikli vermesi ise onun sanatının ve bakış açısının inceliğini gösteriyor. Bahsettiğim yazıya şuradan ulaşabilirsiniz: cevap_isareti

Şimdilerde en sevdiğim Miyazaki filmi Ponyo! Orada da bir ikilimiz var. İnsan olmak isteyen bir deniz kızı ile tatlı bir çocuğun maceralarını ve arkadaşlığını izliyoruz film boyunca. Hikayesi basit ama şeker. Çizimler ve müzikler yine muazzam o ayrı ama yine de, belki de o çocuksu tema nedeniyle, izleyicilere basit gelebilir. Filmi de en çok bu nedenle sevmiştim biliyor musun? Tabii Miyazaki amcam ne çizse, ne yapsa beğenirim ben ama yine de bu filmi en çok da bu basitlik nedeniyle sevmiştim. Hatta Miyazaki'nin bu film için söylediği bir sözü de var: ''Bu filmi 5 yaşındaki çocukların anlayabileceği şekilde yaptım, 50 yaşındakiler anlayamasa da olur.''

Sen hiç Miyazaki filmi izledin mi? İzlemediysen, hemen koş! İşi gücü bırak çabuk... aç izle!

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Küçük Deniz Kızı Ponyo (Hayao Miyazaki, 2008)


6 Kasım 2024 Çarşamba

Kitapları Kurtaran Kedi (Sosuke Natsukawa) | Kitap Yorumu

Yazar: Sosuke Natsukawa, Çevirmen: Hüseyin Can Erkin,
Yayınevi: Turkuvaz Kitap

Rintaro, dedesinin ölümüyle birlikte tüm hislerini kaybetmiş gibidir. Anne babasının vefatından sonra onu büyüten ve tanıdığı tek akrabası artık yanında değildir. Hissettiği yalnızlık hissini hayatı boyunca bastıran bu genç adam için çok değer verdiği dedesini kaybetmek bir çeşit eşik olur. Henüz tanıştığı halasının yanına taşınmadan evvel günlerini dedesinin işletmiş olduğu kitapçı Natsuki Kitabevi'nde geçirir. Okula gitmez ve sınıf başkanı Sayo ile üst sınıflardan Akiba dışında kimseyle iletişim kurmaz. Ta ki bir gün, konuşan gizemli bir kedinin onu çok önemli bir göreve davet etmesine kadar: Rintaro'nun kitapların kurtarılmasında kediye yardım etmesi gerekiyordur!

Rinataro bu gizemli kediyle birlikte üç karmaşık labirente girer ve kitapları hapseden üç zorlu rakiple karşılaşır. Bunlardan ilki ''Hapseden'', ikincisi ''Kesip Kırpan'' ve üçüncüsü ise ''Satıp Dağıtan''dır. Üç kişi de birbirinden zorludur ancak Rinataro bu macerada yalnız değildir. Yanında Tekirgillerden Tekir ve Sayo vardır. Hem kitapkurdu bu genç adam için kitapları savunmak çok doğal ve kolaydır. Üç labirentin ardından beliren son labirentte ise sevdiği birisi için çabalayacaktır. Kitap boyunca bir yandan kitapların kurtarılma öyküsünü okurken, arka planda Rintaro'nun kendi labirentini keşfetme sürecine tanık oluyoruz. 

Kitabı seveceğimi tahmin ediyordum ama bağ kuracağımı düşünmemiştim. Kitaplarla ilgili bir kitaptı. Sonra, konuşan bir süper kedisi vardı! Kahramanın yolculuğu, değişimin yoğun olarak hissedileceği bir şekildeydi. Tüm bunlar kitabı beğenmem, hatta sevmem için yeterliydi. Öte yandan, ben kitapla bağ da kurdum. Bir kitabı bir noktadan sonra yer yer sesli okuyorsam, o kitapla aramda değişik bir iletişim gelişiyor. Sesli okuma ile sessiz okuma arasında çok bariz his farkı vardır. Sessiz okuduğun satırları kendi sesinle duyduğunda, resmen onu hissedersin. Anlatımın tadını alır, maceraları yanında yaşanıyormuşçasına net görürsün. Tabii sesli okumak efor harcamayı gerektirir. Bu nedenle hızlı bir okuma yöntemi olan sessiz okuma yerine pek de tercih edilmez. Bense bunu, tabii ortam da müsaitse, bu bahsettiğim hissi hissetmek, daha yakından dinlemek istediğim kitaplarda yaparım. Onlara sesimi veririm.

Kitapta kitaplara pek de dost canlısı yaklaşmayan okur tipleri eleştiriliyordu. İlk labirentte bizi karşılayan rakip, ayda 100 kitaptan az okumayan, birbiri ardına kitapları bitirip arkasındaki dev vitrinine, aman pardon kütüphanesine, hapseden ve bir daha o kitapların yüzüne bakmayan bir tiplemeydi. Kitaplar onun için yalnızca bir çeşit böbürlenme aracıydı. Çok fazla okuyunca saygı görüyor ve ''çok okuyan'' sıfatıyla kitapları seviyordu. Kitaplara dair kendi fikirleri yoktu. Tüm fikirleri, diğerlerinin onu bir okur olarak tanımlama şekli üzerindendi. Kitaplar üzerine düşünmeyen, onları biblo gibi sergileyen bu adam, kitaplara gözü gibi bakan bir dedeyle büyümüş olan Rintaro ile karşılaştı.

İkinci labirentte bizleri bilim insanlarıyla dolu dev bir enstitüdeki kendi hızlı okuma tekniğini bulmuş bir profesör karşıladı. Bu adam, Kesip Kırpan'dı. Aslında niyeti ''iyiydi.'' İsteği sadece kitapların okunmasıydı. Neticede, günümüzde kimsenin kalın ve zorlu kitapları okuyacak vakti yoktu. Bu profesör de herkes okusun diye tüm bu kitapları kesiyor, biçiyor ve ondan geriye soluk bir hayalet kalıncaya kadar kırpıyordu. Bu rakibin karşısında Rintaro, yalnız değildi. Yanında sınıf arkadaşı Sayo da vardı. 

Üçüncü labirentte ise bizleri çok iyi korunan dev bir gökdelenin en tepesinde oturan, sıradan görünümlü sıradışı bir adam karşılıyordu. Bu adam çoksatan kitaplardan oluşan bir yayınevinin sahibiydi. Yeryüzünden uzaktaki ofisinde yalnızca sayılarla ilgilenirdi. Okunma sayıları, satılma sayıları, elde edilen gelirin sayıları... Onun gözünde kitapların bir kişiliği yoktu. Kitaplar kar taneleri gibi çoktu ve eğer insanların istediği buysa, o da bir patron olarak okurlara istedikleri kitapları basacaktı. Birbirinin aynı görünen, kolay okunan ve yormayan kitapları. Neticede insanlar çok meşguldü ve kimsenin düşünmeye zamanı yoktu. Oysa bu patronun kaçırdığı bir nokta vardı. Rintaro ve Sayo her kitabın kar taneleri gibi eşsiz olması gerektiğini bu adama hatırlatmak için çabaladılar.

Son labirent ise hiç hesapta yokken belirdi ve artık Rintaro, kelimelerin ötesine geçti.

Kitabı severek okudum. Dili basit, kurgusu ilgi çekiciydi. Kitabı okurken Japon animasyon filmi izliyormuş gibi hissettim. Hatta kafamın içinde bilmediğim Japonca'nın tonlamaları çınlıyordu. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


4 Kasım 2024 Pazartesi

Değerli bir şeyler yapmak.


Bugün youtube'da ana sayfama bir veteriner hekimin videosu düştü. Sonra videoları birbiri ardına izledim. Hem gözlerim doldu, hem de yüzümde hep bir tebessüm vardı. Hırçın arkadaşların yanındayken de doktor bey hep çok sakin ve rahattı. Gözlerinde hüzün olan hayvanlar vardı, beni ağlattılar. Minnetle bakan hayvanlar vardı, beni önce ağlatıp sonra güldürdüler. Doktor beyin bakışları ve tavrıysa hep aynıydı; sıcak, doğal ve sevgi dolu. Bakışları hep yumuşacık ve kararlıydı. Hep ne yaptığını biliyordu. Bazen ona yardım istemek için gelen hayvanlar oluyordu, bazen o hasta sokak hayvanlarını görüp iz sürüyordu. Bu hayvanlar ne kadar insanlardan korkup kaçsalar da, doktor bey en başından beri sabırla bekliyordu. Onlara önce güven, sonra tedavi ve hep de sevgi veriyordu. Bahsettiğim youtube kanalı ise şurada (Tugay İnanoğlu).

Beni hem tedavi edilen hayvanların gözlerindeki ışıltı, hem de doktor beyin sıcak tavrı etkiledi bu doğru ama öte yandan, bu videolar bana umut verdi. Ne olursa olsun, ne kadar karanlığın ortasında gibi hissedersek hissedelim, ne kadar dışarıda ışık ararsak arayalım; umut var. Değerli bir şeyler yapmak sevgili okur, içinden gelen ışıkla bir şeyler yapmak. İyilik ve umut bulaşıcı derler; belki de haklılar. Ama her ne olursa olsun, insan en iyi kendisini bilebilir ve istersek diğerleri için değerli bir şeyler yapabiliriz. Bazen bazı haberler beni çok yıpratıyor. İnsan hangi birine üzüleceğini, hangi birine öfkeleneceğini şaşırıyor. Burada bu konular hakkında yazmıyorum. Çünkü hem polemik çıkarabilecek biri değilim (nasıl yorum geleceğini de bilemem), hem konuşmak sakıncalı (malum), hem de ben umuttan konuşmak istiyorum. Az okurum var zaten ama ben içimizden gelen şeylerden konuşmak istiyorum. En azından burada, böyle şeyler konuşulsun istiyorum. 

Çok eskiden hukuk okumak istediğim bir dönem vardı. Niyetim yardım etmekti. Bir avukatın bir sözüne denk gelmiştim bir haberde. Avukatın adını malesef ama malesef hatırlamıyorum. Ama şöyle bir cümle kurmuştu da beni çok etkilemişti: ''Ölümün dili olmayabilir ama benim var.'' Yukarıda yazdığım hissi o zaman da hissetmiştim. Bir şeyler yapabilme düşüncesinin verdiği rahatlama hissini. Sesi duyulmayanlara ses olma fikri çok kıymetli gelmişti. Ama sonra vazgeçmiştim. Hayır, sadece matematikle olan ilişkimden dolayı değil. Gerçekten bunu isteseydim bu yolda ilerlerdim biliyorum. Dıştan vazgeçmemiştim ki hem, içimden vazgeçmiştim. Belki de korkmuştum bilmiyorum. Ya sesim duyulmazsa diye korkmuş olabilirim. Kendimi borçlu hissederdim. Şimdi ergenlik yıllarımın bu isteğine baktığımda doğru bir karar olduğunu görüyorum. Çünkü o kadar griliğin ortasında olmak, zamanla beni de soldururdu belki de ve belki de bu bencilce bir düşünce ama çeşitli tonlarda sesler vardır. Benim tonum bu değildi, ben de kendi tonumu aramaya devam ettim (hala arıyorum).

Aslında çok eşsiz bir dünyada yaşıyoruz. Bir sürü farklı kişilik ve yetenekte insan var. Her meslek veya iş veya uğraş herkese hitap etmeyebilir. Aynı şekilde bir mesleği, işi, zanaatı, belki sanatı, belki aktiviteyi mükemmel yapanlar ve bu yolla hem kendisine hem de diğerlerine yardımcı olanlar olabilir. Böyle olduğunda ortaya bir ruh çıkıyor. Yaşamın ruhu diyorum ben buna. Yaşamak dediğimiz olay karanlık bir hal alabiliyor ama yaşamın ruhu hep aydınlık. Onu aydınlık tutmak senin elinde çünkü. Kendini kalbine yakın tutmak senin elinde. Tabi bazen aydınlığı görmek de yetersiz olabiliyor. Ona inanmalısın, ona dokunmalısın ve onu büyütmelisin belki de. Pek çok insan kendi acılarına boğulmuş bir hayat yaşıyor. Bu konuda yazmak hakkım değilmiş gibi geliyor ve evet hakkım olmadığını düşünenler de çıkabilir, belki hakkım da değildir ama ben özel özel sorunlar hakkında konuşmuyorum. Bunu kastetmiyorum. Herkes eşit şartlarda bu dünyadaki yaşamına başlamıyor. İşler pek adil de yürümüyor. Keşke özellikle de çocuklara eşit ve sağlıklı yaşam koşullarını sağlayabildiğimiz bir dünya olabilseydi. Yine de bunun için çabalayabilir miyiz?

Kim olacağını seçebilirsin. Yaşamı hissetmeden nasıl yaşayabilirsin? Ruhu hissetmeden. İçten dışa ve tekrar içe. Ben kendimden başımı kaldırdığımda değerli bir şeyler yapabilmenin güzelliğini görüyorum. Bana kime göre, neye göre değerli diyebilirsin. Ben de sana yaşamın ruhunu görebilmeye göre diyebilirim. Bir canlının acısını azaltmak, bir canlının sana minnetle bakması, birini gülümsetmek, birinin kendine inanmasını sağlamak, birinin ilhamını görmesini sağlamak, açlık ısınmak eğitim vb gibi daha somut şeylerde yardımcı olmak... Bilmiyorum; ama şunu biliyorum, belki de herkesin ışığı ve ''değerli bir şeyleri'' tam olarak buna verdiği yanıttadır. Belki hepsidir. Hepsinden birazdır. Çünkü hepsi değerli. Evet, tam da ''böyle bir dünyada.''

Sevgili okur. Güzel bir hafta dilerim. Ruhu gördüğümüz, hissettiğimiz ve büyüttüğümüz bir hafta geçirmemizi dilerim.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


3 Kasım 2024 Pazar

Raşomon (Ryunosuke Akutagava) | Kitap Yorumu

Yazar: Ryunosuke Akutagava, Çevirmen: Melek Çelik,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Dokuz öykü ve bir önsözden oluşan bu kitapta genel olarak insanlık halleri anlatılıyor. İnsan... peki, felsefi açıdan, bu ne demek? Bu, ne kadar derinlerimize indiğimizde gün yüzüne çıkan bir kavram? O derinliklerde neler var? Nasıl karanlıklar, nasıl aydınlıklar, nasıl yoğun hisler var? Peki bu yoğunluk ve yoğunlukla şekil almış karanlık, gün yüzüne çıktığında ne kadar aydınlanır? Aydınlanmalı mıdır? Bunu yapacak olan kimdir? İnsan kendini ne kadar kabul edebilir? Aslında böyle bir şey zaten yok mudur, yoksa var mıdır?.. Kitaptaki tüm öykülerde karanlık bir atmosferle karşılaşıyoruz. İnsanların kendi içlerinde aydınlatamadıkları duyguların, kaçınılmaz olarak, kendi kendilerine gün yüzüne çıkmasıyla gerçekleşen olayları okuyoruz. Bana kalırsa hikayelerde iyi veya kötü değil; sadece olaylar var. Aslında karakterler bile yok diyebiliriz. Çünkü aslında, hem her karakter bir şekilde birbirinin aynası, hem de aynı olay her karakter için aslında farklı algılanan bir olay. Yani, bu durumda... tek bir olay, birçok karakter mi var demeliyiz; yoksa, birçok olay, tek bir karakter mi? Belli bir ayrım yapmak çok da mümkün görünmüyor.

Kitabın ''Çevirmenin Önsözü'' başlıklı ilk bölümü Modern Japonya, Modern Japon Edebiyatı, Ryunosuke Akutagava olmak üzere üç kısımdan oluşuyor. Bu önsözde çevirmen Japonya'da gerçekleşen modernleşme hareketlerinin önce sosyal yaşama, sonra da kaçınılmaz olarak edebiyata nasıl yansıdığını açıklıyor; en son olarak ise dönemin öne çıkan yazarlarından Ryunosuke Akutagava özelinde edebiyatta yer edinen yeni bakış açılarına değiniyor. Bu önsözü okumak benim için hem bilgilendirici, hem de ufuk açıcıydı. Bir milleti tek bir yazıdan tabii ki anlayamazsınız ama o millerin bakış açısına ve tarihine dair bilgi edinmek; verdikleri ürünleri anlamamızda, aslında daha da net bir ifadeyle, verdikleri ürünlerin ruhunu görebilmemizde önemli bir yere sahip diye düşünüyorum.

Kitapta yer alan öyküler sırasıyla; Raşomon, Çalılıkların Arasında, Burun, Cehennem Tablosu, Sonbahar Dağları, Ejderha, Ölüm Kütüğü, Oyuncak Bebekler, Tütün ve Şeytan idi. İlk paragrafta da ifade ettiğim üzere öykülerin genelinde kendi karanlıklarıyla yüzleşen karakterlerin yaşadıklarını okuyoruz. Ama bunu karakterin kendini kişisel analizi şeklinde değil, okur olarak gözlemci konumunda yapıyoruz. Kitabı benim gözümde etkileyici kılan ana özelliği de bu diyebilirim. Karakterler her yönleriyle olduğu gibi çizilmiş ve olaylar gerçekleştikçe onlara verdikleri tepkiler üzerinden kişiliklerini keşfediyoruz. Ama burada bir ders verme\ ders alma amacı da bulunmuyor. Aynı şekilde karakterin karanlığını dönüştürme çabası da yok. Burada yazarın topluma yönelik öfkesini de görmekte miyiz emin değilim. Çünkü öykülerin alt metninde hep bir ''insanlar böyledir; bencil'' göndermesi var. Hatta karakterlerin hepsinin ortak özelliği buydu diyebilirim, bencillik. 

İyi erdemlere sahip olduğunu diliyle ifade eden bir karakterin eylemleri, söylediklerinin tam tersi olabiliyordu. Rezil olarak gördüğü ''diğerlerinden'' bile daha ben merkezci ve acımasız hareket edebiliyordu. Kişisel hırsları nedeniyle masum olan diğerini yeri geliyor diri diri yakabiliyor, yeri geliyor kalbine hançer saplayabiliyordu. Asıl ilginç olan ise, normalde ''kötü'' olarak bilinen karakterlerden ziyade, ''iyi'' karakterlerin kişisel hırsları için büründükleri acımasız kişilikleri okumaktı. İyilik nedir, kötülük nedir? Peki, iyi biri gerçekten ne zaman ''iyi'' olur veya kötü biri gerçekten ne zaman ''kötü'' olur? Özlemlerimizin, acılarımızın ve umutlarımızın ortak paydada birleşmesi mümkün müdür? Bunu fark ettiğimizde ne hissederiz? Anlaşıldığımızı mı? Başkalarının umudu içimizde heyecan uyandırabilir mi? Veya bizim özlemlerimiz başkalarıyla paylaşılabilir mi? Paylaştığımızda ne hissederiz? Anlaşıldığımızı mı, yoksa duygularımızın karşı tarafa akıp bizi bıraktığını mı? Peki ''anlaşılma'' hissi nedir? Sınırları tam olarak nerededir? Bir sınırı olmalı mıdır?

Japon Edebiyatı'ndan okuduğum kitapların verdiği hissi genel olarak çok seviyorum. Böyle, derin ama usulca akan bir yönü oluyor. Bu kitap da tam olarak öyleydi. Dolayısıyla kitabı da çok sevdim. Kitabın bir de yönetmeliğinde Akira Kurosawa'nın olduğu 1950 yapımı Raşomon isimli bir film uyarlaması bulunuyor. Bu uyarlamayı henüz izlememekle birlikte içerisinde Akutagava'nın kaleme aldığı Raşomon ve Çalılıkların Arasında isimli öykülerin işlendiğini öğrendim. Bir ara filmi izlemeyi de istiyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


1 Kasım 2024 Cuma

Kasım 2024.


Merhaba! :)

Sana iki kocaman paragraf yazmıştım ama tek bir tuşla hepsini kolayca sildim. Sanırım hayat, bir şeyleri labirente döndürmek için fazla kestirme bir yol. O kadar vaktin yok işte, bilirsin. Labirentte olmak kolaydır. Böylece, hep oyalanırsın. Neticede labirentler bunun içindir. Oyalanmak için. Bir şeylerle oyalanarak zaman kaybetmek sıkıcı. Ben oynamayı seçiyorum. Bu, bir strateji oyunu da değil veya bir kumar veya bozulacak bir oyuncak. Bozulsa ne olur? Bozulur. Oysa her şey basittir. Bu kadar, basit. 

Bugün ödünç aldığım bir kitabı okudum. Sadece bir saat göz attım diyebilirim. David Burns'ün 10 Günde Özgüven isimli kitabı. Yazarın İyi Hissetmek isimli kitabını uzun zamandır okumak istiyordum. Bundan çok öncesinde kütüphaneden ödünç alıp okumaya da çalışmıştım ama okudum bitti tarzında bir kitap olmadığından dolayı kitabı sonra kitaplığıma eklemek üzere yarım bırakmıştım. 10 Günde Özgüven de İyi Hissetmek gibi içerisinde çeşitli konu başlıkları etrafında testler, çizelgeler ve öneriler barındıran bir kitaptı. İnsanın kendine yaptığı sabotajları gayet açık bir dille ifade etmiş ve bunu nasıl değiştirebileceğimize dair yöntem ve alıştırmalardan da bahsetmişti. Kitabı kendim alıp uzun bir sürece yayarak, başucu kitabı gibi okumak istiyorum ama o bir saatlik okuma sürecimde bile çeşitli aydınlanmalar yaşadım diyebilirim.

Bir şeyler için bahaneler üretiyoruz; ama bak, bu yıl bile neredeyse bitti. Oysa yeni yıl gecesi daha dün gibi aklımda. Kendime uğur kolyesi almıştım, kocaman bir yıldız görmüştüm ve havai fişekleri izleyip dilek tutmuştum. Bu yılın şanslı bir yıl olacağını ummuştum. Umut güzel bir kelime olsa da, dış dünyada gerçeklik bulması için adım atmak gerekiyor. Bense bu yılın da büyük bir kısmında mızıldandım. Açık konuşmak gerekirse, kendimi suçlamıyorum. Evet, demek ki biraz daha mızıldanmaya ihtiyacım varmış. Çünkü şu an bu satırları yazan kız olarak kendime baktığımda şaşırarak görüyorum ki, yeni yıla giren o kızdan bile çok farklıyım. Oysa arada sadece 10 ay var.

Yeni yıl için ise iki ay kaldı. Bu iki ayı hazırlık süreciyle geçirmek istiyorum. Youtubeda da bununla ilgili çeşitli videolara denk gelmiştim. Aslında bahsettiğim bu ''hazırlık'' sürecine ekim ayını da katmak niyetindeydim. Pardon... umudundaydım. Niyet daha farklı bir içeriğe sahip bir kelime. Bir şeye niyet ettiğinde artık ayağını adım atmak üzere kaldırmış oluyorsun. Beynine adım at komutu gidiyor yani. Oysa umut\ ummak, ucu açık bir kelime. Bir labirent gibi içinde kaybolabilirsin. Bahsettiğim videolarda (belirli bir link vermem doğru mu bilmiyorum çünkü bir kez bir içerik yapılınca sonra herkes yapıyor gibi ama ben şu videodan izledim) ise yeni yıl hedeflerini yeni yıla girmeden belirleyip daha şimdiden yapmanın -beyni de buna alıştırmak için- daha verimli olabileceği açıklanıyordu. Bence mantıklı. 

Bir de dün deri ceket giydim. Ah, en sevdiğim giysi türü! Deri her şeyi çok severim (tabii ki suni) ama deri ceket hep en favorim. Bir moda ikonu olmakla alakam yok ama deri ceketimin içimdeki gizli serseriyi açığa çıkardığına inanıyorum ahahah. Hem artık saçlarım da uzun. Nihayet! Sana yine saçımı kestireceğim diye mızıldanırsam beni uyar tamam mı, kardeşime güvenmiyorum. Ne zaman ''yeni bir ben!'' desem saçlarımı kestiririm -ve bu çok sık oluyor!- sonra da pişman olmam hayır, en azından hemen?, ama aradan bir ay falan geçince şey diyorum ''yaaa ne zaman uzayacak bu saç, uza artık, uza tatlım, uza güzelim'' ahahahha. Evet, kendimden bir şey isterken yağ çekerim ama işte biraz biyoloji, biraz fizik yasaları falan fişman, mecbur bekliyorum. 

Bu senenin başında da aynı şeyi yapmıştım. Uzun saçlarımı (ki aslında kendilerini seviyordum çünkü epey uzundu bu sefer) omzumda kestirmiştim. Kısa saçlıyken daha çok ''İlkay'' olduğuma inanıyordum. Gerçekten, bak cidden öyle sanıyordum. Hani, insanlar kendilerine bir şeyi yakıştırır da ''bu benim yaaa'' falan der ya, öyle bir aidiyetlik hissi değildi bu. Daha çok totem gibiydi. Hani sanki saçlarımı kestirince bana ve hayatıma sihirli değnek değecekmiş gibi. Tabi böyle fiziksel değişiklikler insanın havasını değiştiriyor, moda sokuyor bir süre ama bunun da son kullanma tarihi oluyor. Sen değişmedikten sonra, yeni saçın da zamanla sıradanlaşıyor. 

Bir arkadaşıma ''içimdeki serserinin'' kısa saçlıyken mi uzun saçlıyken mi daha çok yansıdığını sormuştum. O da bana uzun demişti de yıkılmıştım. Çünkü saçlarımı iki hafta falan önce kestirmiştim! ahahah. İçimdeki serseriden kastım da... -tabii bu şekilde ifade etmedim komik olmayalım öhöm- İlkay işte. İçimde eksik olan o ateş. Gençlik ateşi gibi mesela, evet. Harekete geçme ateşi gibi, evet. Mutlu olduğu şeyleri kabullenme ateşi gibi, buna da evet. Bir cadı gibiiii -böööö- evet! Ve evet, uzun saçlıyken daha çok bir cadıyım... bööööö! ahahah.

Sevgili okur. Ben bu aydan... malzeme istiyorum. Birbirine sürtüp ateş çıkaracağım. Şaka. Ben bu ay, bu aydan bir şey istemiyorum. Onu sadece olduğu haliyle kabul ediyorum. Biliyorum ki, o güzel bir ay. Gerçekten, kasımı düşününce sanki içimde bir kıvılcım çaktı gibi hissettim. Bunun büyümesi ve ısıtması için ise kendimden, planlı olmayı istiyorum. Kaçmamayı, oynamayı ve planlı olmayı istiyorum. Buna niyet ediyorum. Bizi, hepimizi, mutlu edecek ve bunun için kendimizden emin ve istikrarlı eylemlerde bulunduğumuz bir aya niyet ediyorum.

Güzel bir ay dilerim.

Hoşça kalın.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.





Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.