20 Mart 2025 Perşembe

Kitap Alışverişi #2

 

Kitap alışverişi yaptım. Bayramı da bahane ettim. İsteyene bahane çok tabii. Bu da öyle oldu. Aslında kitap fiyatları çok sinirimi bozuyor ama bazen hislerimi kaybediyorum ve aman be bi daha mı gelcem dünyaya duygu boşalmasıyla sepet oluşturuyorum. Bu sefer o sepeti sipariş de ettim.

Yine kitap sepeti'nden aldım. Hayır, reklam yok. Hiç yok. Yine paramı kitaplara gömdüm. Kitap Sepeti'ni seçme sebebim bu siteye üyeliğimin olması ve diğer sitelerde beni üye olmaya itecek indirimi şu anlık görmemiş olmam. Neyse bu sefer yine böyle oldu.

Cumartesiyi pazara bağlayan gece sipariş vermişim ve bugün elime ulaştı. Hiç acelem yoktu ve bence normal bir sürede de ulaştı. Gözüme bir hasar çarpmadı. Ama insan yalandan iki ayraç hediye eder bari... Çok içerliyorum hiç bilmiyorsunuz sayın satıcı firma.

Neyse kitaplara geçelim. Sırtını gördünüz kitapların ama neyi neden aldım iki lakırtı edeyim.


Bütün alışverişi şu kitaplar için yaptım. Geçen paylaştığım Karışık Alıntılar #2 (tık tık!) yazımda Bu Beden Benim Evim'den bir alıntıya yer vermiştim. Bu kitabı kütüphaneden okumuş, çok beğenmiş, hatta vaktiyle sevdiğim birine hediye etmiştim. Dedim niye kendime hediye etmiyorum? Güneş ve Onun Çiçekleri'ni ise kitapçı turlamalarımda birkaç sefer incelemiş, beğenmiştim. Süt ve Bal zaten şairin en bilindik ve bir dönem popüler olmuş kitabı idi. Hal böyle olunca üç kitabı da aldım. Set halinde alınca çok da aaamannnn bir indirim olmadı ama üç beş daha uyguna geldi. Rupiciğimi severim. Hisli yazıyor, çünkü hislerini yazıyor. Şiirlerine bazıları şiir demez belki ama ne bileyim... onun dizelerini ben seviyorum. 


Celil Sadık ilgiyle takip ettiğim ve başarılı bulduğum bir sanat tarihçisi. Uygarlığın Ayak İzleri ise onun beş kitaplık bir serisi. Daha evvel yazardan da, bu seriden de bloğumda bahsetmiştim. Hatta bu serinin ilk ve üçüncü kitaplarını okudum ve blogda yorumladım:

Uygarlığın Ayak İzleri: Rönesans'tan Barok Dönem'e Sanat Dehaları kitap yorumu için tıklayabilirsiniz.

Uygarlığın Ayak İzleri: Batı Resminde Aşk ve Bazı Küçük Felaketler kitap yorumu için tıklayabilirsiniz.


Gördüğünüz üzere daha evvel serinin ilk ve üçüncü kitabını okumuşum. Yani bu seriyi sırayla okumak gerekmiyor bana kalırsa. Çünkü zaten her kitap kendi içinde bir başlığa odaklanıyor ve o başlıkla ilgili eserlere yer veriliyor ve o eserler ve sanatçıları hakkında bilgilere yer veriliyor.

Bu alışverişimle birlikte şu anda elimde serinin beş kitabı da var. Şimdi serinin ikinci kitabı olan Krallar ve Tanrılar ile dördüncü kitabı olan Batı Resim Sanatında Mitoloji'yi aldım. Beşinci kitabı daha önceki bir alışverişimde almıştım ancak henüz okumadım.

Bu seriyi sevme sebebim baskısının çok derli toplu, içeriğinin zengin, anlatımının anlaşılır olması. Bir eserden bahsedilirken eserin fotoğrafı ile açıklaması hemen yan yana veriliyor ve eğer o eseri açıklayan bir referans varsa hemen açıklamayla birlikte ona da değiniliyor. Hiç kafa karıştırmadan, tık tık anlatıyor neyin ne olduğunu. Sanat deyince insanın gözünü korkutabilecek terimsel ifadelerin içinde de kaybolmuyor. Herkesin anlayabileceği bir dil ile hiiiiç kasmadan bilgilendiriyor okuru. Akademik bir anlatımdan ziyade, halktan olan meraklılara da sanat tarihini açıklıyor bu kitaplar. En çok da bu nedenle seviyorum. Seriyi tamamladığım için de çok mutluyum.


Bu kitabı okumayı asırlardır istiyorum. Bakın abartmıyorum, yıllardır bu kitabı okumak istiyorum. O zaman neden okumadım bilmiyorum. Üstelik aynı isimli film uyarlamasını da (Stardust\ Yıldız Tozu) bayılarak izledim ve önerdim orda burda ama kitabını okumaya sıra gelmedi. Bunda pek tabii kitap fiyatlarının nirvanaya ermesi de etkili hiç de bunu göz ardı edemeyeceğim... Neyse ben okuyana veya kitabı edinene kadar Neil Gaiman'ın kitaplarının kapakları değişmiş! Nasıl bir hayal kırıklığı yaşadığımı anlatamam ama gösterebilirim...

Benim aşık olduğum eski kapak:



Ve yeni kapak *-* :



Ay neyse bu yeni kapağın da seveni vardır belkiii. O yüzden eleştirilerimi yutacağım. 

Öhöm öhöm, işte neyse, bu hayal kırıklığını yaşayıp bir yandan da eski kapağının satıldığı bir siteyi bir umut ararken (ki Nadir Kitap dışında bulamadım :( kitabın çizgi roman şeklindeki baskısıyla karşılaştım. Pek tabii fiyat farkı vardı ama amannn dedim, bir kere alcam şu kitabı dedim, bari içime azıcık sinen bir kapağı olsun dedim... Hem çizgi roman baskısındaki kapak da kitabın eski baskısındaki kapağına çok benziyor. Neyse bu yüzden yukarıda da yer verdiğim üzere kitabı kitap olarak değil de çizgi roman olarak aldım. Ama bununla da bitmedi. Aldığım kitap çizgi roman değilmiş de resimli bir baskıymış. Yani benim için sorun yok aslında ama masal kitabı gibi bir düzeni olan çizimli bir kitap çıktı. Yine de özel baskı tabi. Çizimler de anime filmlerinin çizimlerini anımsatıyor. Ay hadi üşenmeyim de senin için de üç beş örnek fotoğraf koyayım. Hadi yine iyiyim (tamam).


Tamam çok da anime değilmiş ama şu paylaştığım ilk fotoğraftaki kadın çizimi bana biraz o etkiyi vermişti (Ponyo'daki deniz altındaki kraliçeyi anımsatıyor). Neyse güzel güzel, sevdim.


Yani ülkede küçük çaplı cadı avı başlamışken cadılarla ilgili bir kitap almam çok da akıllıca değildi sanki ama işte. Bu kitabı daha önce ınstagramda cadılık ve şamanizm ile ilgili kitapların önerildiği bir postta görmüştüm. Aslında bu kitap yerine yine o gönderide gördüğüm Joseph Campbell'ın Tanrıçalar ve Tanrıça’nın Dönüşümleri isimli kitabı alacaktım ve o kitabı eğer ben alana kadar baskısı tükenmezse yine alacağım. Ama bu alışverişimde almam için farklı bir siteden daha alışveriş yapmam gerekecekti çünkü Kitap Sepeti'nde bu kitap yoktu. Farklı bir siteden alayım almasına ama tek kitap için ek olarak kargo parası ödemek istemedim. Bu yüzden başka bahara kaldı.

Çiçeklenmeler ise çok sevdiğim bir yazar olan Melisa Kesmez'in son kitabı. Bu nedenle tabi ki aldım ve okumak için sabırsızlanıyorum.


Evet, bu kadardı.


17 Mart 2025 Pazartesi

Sen Aydınlatırsın Geceyi | Film Yorumu


Yönetmen: Onur Ünlü

Senarist: Onur Ünlü

Yapımı: 2013 - Türkiye


+ Sen daha evvel hiç uçmuş muydun?
- Haaa, uçtum ben bir kez. Uçakla İstanbul'a gittiydim.
+ Nasıl döndün ki?
- Trenle.
+ Bence trenle daha güzel. 
- Bence trenle çok uzun. Ben uçakları seviyom.
+ Beni?
- Efendim?
+ Beni seviyon mu?


Kaynak: Pinterest


''Yarayla alay eder yaralanmamış olan. Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden. Sen çok daha parlaksın çünkü. Sen tüm göklerdeki yıldızların ilki. Sen aydınlatırsın geceyi.'' (Shakespeare)


Cemal (Ali Atay), babası (Ahmet Mümtaz Taylan) ile birlikte yaşayan genç bir adamdır. Daha filmin ilk sahnelerinden kendisinin pek de iyi bir ruh halinde olmadığını fark ederiz. Cemal depresyondadır ve bu depresyonu onu bileklerini kesme davranışına kadar götürür. Doktoru dahil çevresindeki hiç kimse tarafından anlaşılmayan, dahası nasıl olduğu bile umursanmayan bu genç adam, bir gün kasabasından bir kıza, Yasemin'e (Demet Evgar), aşık olur ve ikili hızla evlenirler.

Cemal'in sık sık annesini ve kardeşlerini hatırladığını görürüz. Annesi ve kardeşleri bir yangında ölmüştür ve geriye yalnızca babasıyla kendisi kalmıştır. Alakasız bir konuşmanın ortasında Cemal yaşadığı kayıp ve yasıyla ilgili düşüncelerini ifade eder. Hislerini bir türlü dışa vuramayan bu genç adamın seçtiği intihar yöntemi bile aslında annesinin ve kardeşlerinin yokluğunun altını çizer niteliktedir. Kendini işine ve hayatın akışına bırakan berber babasının dükkanında son nefesini vermek ister Cemal, ancak bu olmaz. 

Aşık mısın len, derler Cemal'e her konuşmasında, her dalmasında. O da çok geçmeden aşık olur. Aşık olduğu bu köylü kızının da yaşamı zordur. Ancak Cemal bununla ilgilenmez. İlgilendiği, daha doğrusu acısının ortasında ilgilenebildiği, tek şey; nefes almaktır. Yasemin ile art arda antidepresan içip uçtukları sahne bunu gösterir. Küstüklerinde karısına şiir kitabı aldığı sahne, ona yetişmek için yine uçmaya çabaladığı sahne... Yasemin Cemal'in dikkatini dağıtır. Yasemin ile birlikte Cemal, kendisinden dışarı çıkar ve uçar uçar. Ta ki yine bir kayıp yaşayacağına inanana kadar. Yine yalnız kalacağına, yine bırakılacağına... Belki de annesinin kaybına dair hissettiği kederin altında yatan da budur: Terk edilmiş hissetmek. 

Film boyunca Cemal karakteri ekseninde aslında tüm kasaba halkının yaşamına ortak oluyoruz. Herkesin derdi, yaşam bulantısı, vardır. Çok çeşitli ifade yolları vardır ancak Cemal bunu kavrayamaz. Kendi acısında kaybolmuştur. Filmin konusu aslında Cemal değil bana kalırsa; film, değişmeyen ve tekrar tekrar yaşanan bir meseleyi anlatır: İnsan olmak. İnsanlar acı çeker, insanlar acı çektirir, insanlar yaşar, insanlar ölür, insanlar aşık olur, insanlar aldatır, insanlar hayal kurar, insanlar hayal kırıklığı yaşar, insanlar kurtarıcı olur, insanlar kurtarıcı arar. İnsanlar düşünür, insanlar düşünmez, insanlar hisseder, insanlar hissedemez. İnsanlar, insanlar... Film aslında şiirlere, efsanelere bile konu olmuş bu basit konuyu anlatır: İnsan olmak.


+ Bizim derdimiz daha büyük. Öyle tanrıçayla manrıçayla geçecek gibi değil. Değilmiş yani.
- Aman iyi be sen de. Gencebay'ı beğenme, Şekspir'i beğenme.
+ Başka bir şey lazım bize. Daha önce hiç bilmediğimiz bir şey. 
- Senin işin zor hacı. Mal bu. İstediğin kadar evir çevir, aynı terane işte. Kimin hikayesini dinlersen dinle. Aynı laflar, aynı tipler, aynı sıkıcı planlar... 
+ Diyon ki yani, senden de bana hayır yok gayri.


Film, hikayesini büyülü gerçekçi bir anlatımla anlatmış. Yani, gerçekdışı görünen olay ve durumlar film boyunca sanki gerçek yaşamda yaşanması çok olağan durumlarmış gibi ele alınmış. Örneğin karakterlerin uçması, duvarlardan geçmesi, görünmez olması, normal insan boyutundan büyük olması... gibi. Bu durumu salt fantastik bir etki olarak nitelendirmek doğru değil. Çünkü fantastik anlatımlardaki fantastik unsur ve durumların hizmet ettiği bir art anlam olmasına gerek duyulmaz; daha doğrusu bu zorunlu değildir. Yani fantastik anlatılarda bir karakterin uçması için bunun ardında psikolojik bir mana olması gerekmez. Çünkü o karakterin doğasında\ kaderinde zaten uçmak vardır. Bir süper kahraman neden uçuyor diye sorgulamayız. Belki somut bir olay yaşanır ve uçma yetisi kazanır ancak aşık oldu diye uçuyor demeyiz. Oysa büyülü gerçekçilikte gördüğümüz fantastik unsurların alt metninde aslında psikolojik bir anlam veya gerçek dediğimiz dünyamızın olağan akışında gerçekleşen durumlara karşı çeşitli gönderimler bulunur.


!!! UYARI UYARI UYARI!!!

Yazımın bu kısmında ifade ettiğim ''bu gönderimler'' neler olabilir filmin sahneleri ve karakterleri üzerinden örnekler vererek anlatacağım, yani SPOILER alabilirsiniz.


Karakterin yalnızca hoşlandığı kadın ile birlikte uçabilmesi ama tek başına bunu yapamaması (Filmin başında Yasemin ile hap içtikten sonra Cemal sevdiği kadınla birlikte uçuyordu ancak filmin sonunda bunu tek başına denediğinde tüm adımları aynı şekilde uygulamasına rağmen uçamadı çünkü artık aşık olduğu kadın onunla değildi ve olmayacaktı\ ya da artık Yasemin'e aşık değildi), 

Abartılı bir şekilde kanayan karakterler (Doktor buna örnek - yaşadığı coğrafyadan ve etrafındaki insanlardan hoşlanmadığını ifade etmişti ve hep gözü kanıyordu. Cemal'in ise sadece bilekleri değil kalbine doğru tüm bedeni kanıyordu; bunu ilk etapta para bozdurmaya gelen çocuk fark etmedi çünkü dikkati Cemal'de değil işini görüp -para bozdurup- gitmekteydi), 

Cemal'in öğretmeninin gözlemci bakış açısıyla çekilen sahnelerde görünmez olması ama Cemal'in gözünden yani karakter bakış açısıyla çekilen sahnelerde görünmesi (hatta bu sahnelerin ilkinde Cemal anlattığı dertlerinden sıyrılıp öğretmenini konuşma sonunda anca ilk kez fark ediyordu ve ''hala aynı görünüyorsunuz'' derken kameraya öğretmenin görüntüsü yansıyordu, diğer tüm sahnelerde öğretmen görünmezdi),

Kitapçı kızın ellerini birleştirip zamanı dondurması (Kız, Cemal'i ilk öptüğünde zaman donuyordu ve Cemal buna şaşırdığını söylediğinde kız ona ''bana aşık oluyorsun'' demişti),

Cemal'in karısı ile arası kötüyken kitapçı kız ile öpüştüğü sahnede başlarına taş yağması (çünkü Cemal aslında yaptığının doğru olmadığını biliyordu),

Filmin sonlarında kitapçı kızın yalanını anlayan Cemal ile kızın yüzleşme sahnesinde kızın kolları kopuyordu ve Cemal bu kolları alıp birleştirerek zamanı dondurabiliyordu (Cemal kitapçı kıza aşık olduğu için değil, içinde bulunduğu ''hayat bulantısından'' onu kurtaracak bir 'kurtarıcı' olarak kızı görmesinden dolayı kız zamanı durdurabiliyordu. Ya da belki de bu noktada ''aşk aslında nedir ki'' sorusunu sorgulayabiliriz. Cemal için kızdan akıl almak, dertlerini durdurmak veya her şeyin hallolabileceği, anlaşılabileceği umudu olabilir. Sonrasında kızın da bir yalancı olduğunu fark ettiği için ona değil, onun süper gücü olan zamanı durdurma yetisine sahip olmak istedi ve kızın kollarını da beraberinde götürüp sevdiği kadının uçağının kalkacağı yere gitti.)

Kuyumcu adamın dev boyutunda olması (bu adam Cemal'in annesinin kolyesini vaktiyle tamir etmişti ve bu kolye Cemal için önemliydi, ayrıca Cemal'in nasıl olduğuyla az da olsa ilgilenen tek karakterdi. Buna ek olarak, kadınlara değer veren ve olması gerektiği gibi düşünen, davranan tek erkek karakterdi. Bu açıdan bakarsak aslında bu karakterin büyük boyutta görünmesi değil, diğer erkeklerin küçük boyutta olması daha yerinde olabilirmiş.)


!!! SPOILER BİTTİ!!!


Filmin en sevdiğim yanı bu alışılagelmedik anlatım biçimi oldu diyebilirim. Bu aslında oldukça riskli bir anlatım yolu. Çünkü sahneler arasında kopukluk durumu yaşanabilir. Filmin özellikle sonlarına doğru sıkıldığımı itiraf etmeliyim ancak filmin bütününe baktığımda oldukça özgün bulduğum bir yapım oldu. Filmin siyah beyaz olması ise hoş bir tat katmıştı. 

Filme dair olumsuz eleştirilerim de var. Bu eleştiriler filmin yapısına ve anlatımına yönelik değil; anlattığı şeylere yönelik. Filme cinsiyetçi bir dil ve bakış açısı hakimdi. Kadınların hep aldatan ve savunulmaya muhtaçmış gibi (tamam eril hakimiyet ve kurtarıcı metaforu coğrafyamızla da ilişkili ve gerçekçi bir yönden ele alınmak istenmiş olabilir ama...) ele alınması, evlenilecek - eğlenilecek kadın ikileminin altının çizilmesi (oysa üstünü çizmek gerek!), filmdeki tüm erkek karakterlerin evlat olsa sevilmez tiplerden oluşması ve tek bildiklerinin bel altı sohbetler olması gibi durumlar hoş değildi. Aynı şekilde dayak sahneleri çok kötüydü! Gerçekçi olmak demek, bu olmamalı. Burada yaşamda istenmeyen bir durumu eleştirmek amaçlanmış olsa bile (ki hiç öyle durmuyordu), bir kadını dövme sahnesini olağan bir durummuş gibi filme yerleştirmek pek de olumlu mesajlar içermiyor sanki!! Sırf bu nedenle, bu olumsuz düşüncelerim nedeniyle, bu filmi yorumlamayacaktım ama öte yandan bilmiyorum... Bir de bu filmi bir kadın yönetmen çekseydi nasıl işlerdi diye de merak etmeden duramıyorum. Filmin yönetmeninin bir erkek olduğu o kadar belli ki. 

Film çok özgün bir film. Hatta Türk sinemasında böyle bir anlatımla işlenmiş bir film izlemeyi hiç beklemiyordum. Çünkü filmin çoğu yorumunda da gördüğüm kadarıyla bu tip anlatımlar yadırganır. Bizde büyülü gerçekçilik anca yerli edebiyatta şöyle böyle kendine yer bulabilmiş gibi gibidir, o da belli iyi yazarların kalemiyle. Ama sinema... riskli bir alan. Bu bakımdan yönetmeni cesareti dolayısıyla tebrik etmek gerek bile diyebilirim. Kadro desek çok iyi, zaten komple Leyla ile Mecnun dizisinin kadrosu oynamış. :) Bu arada bahsettiğim büyülü gerçekçi anlatım Leyla ile Mecnun dizisinde de karşımıza çıkıyor. O diziyi izleyenler neyi anlattığımı daha iyi anlayacaklardır.

Anlatım güzel, hatta konunun çıkış noktası bile güzel... ancak anlattığı şeyler değil. Bu anlatılanlar malesef gerçek yaşamda kendine yer bulmuş durumlar, bunu da ifade etmeliyim bu arada. Evet gerçekten de üzülerek yazıyorum ki kadınlara bakış açısı çoğu yerde böyle... bu filmdeki gibi. 21. yüzyılda bile evet! Ancak sanatın, sinemanın, önemli sorumlulukları vardır. Gerçeği kabak gibi işlemek değil, dönüştürmektir sorumluluğu. Bu filmde bu yoktu. Olmasına gerek de yoktu tabii dümmmdüz yorumlarsak... ancak ne oluyorsa bu dümmmmdüz bakışımızdan, bu izle geç işte yhhaaaa yorumlarımızdan olmuyor mu? Oluyor! Bu nedenle hayal kırıklığı yaşadım. Yine de ilginizi çektiyse bir bakın tabii.

Hoşça kalın.


Sen Aydınlatırsın Geceyi | Fragman için tıklayabilirsiniz.

Şiir sahnesi için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


6 Mart 2025 Perşembe

Toplu Öyküler 1 (Nezihe Meriç) | Kitap Yorumu

Yazar: Nezihe Meriç, Yayınevi: YKY

Kitap, Nezihe Meriç'in 1950'li ve 60'lı yıllarda kaleme aldığı öykülerin bir derlemesi. Toplu Öyküleri başlıklı bu ilk ciltte yazarın Bozbulanık, Topal Koşma ve Menekşeli Bilinç isimli kitaplarındaki öykülere yer verilmiş. Bu öykülerin genelinde toplumun geleneksel yapısının içinde kendini bulan, arayan, kaybeden ve var etmek isteyen aydın ve genç nesil karakterler yer ediniyor. Bu da tabi ki arka planda kuşak çatışması, köy-kent, gelenek-modernite zıtlığı vs gibi temaların oluşmasını sağlamış.

Kitap Nezihe Meriç'ten okuduğum ilk kitaptı. İtiraf etmek gerekirse Türk Edebiyatı'ndan, özellikle de öykücülerinden, çok çok az okuma yaptım. Bu eksiğimi kapatmak için kütüphanede Türk Edebiyatı kısmında dolanırken karşıma Nezihe Meriç'in bu eseri çıktı. Nezihe Meriç, çağdaş Türk öykücülüğünün öncülerinden kabul edilen bir isim. Bu nedenle kitabı özellikle de yazarı dolayısıyla okumak için heyecanlanmıştım. Nitekim, kitabı okurken çok da lezzet aldım.

Gerçekten, bazı kitaplar böyledir. Özellikle de usta bir kalemin elinden çıkmışsa. Okuruna lezzet verir anlatımı. O tadı resmen alırsın yani. Karakterden mi, olaydan mı diye ayıramazsın. En başta anlatım içine işler. Dersin ki, insanlar neler yazıyor. Böyle yazabilmek için gerçekten o öykünün havasını solumak gerekiyor. Resim yapmak, nakış işlemek gibi... ince ince işlemiş yazar öyküsünü, çizgi çizgi çizmiş. Karakter gerçek, diyaloglar gerçek, düşünceler gerçek. Yoldan birini çevirsen, işte onu görüyorsun öykülerde. Yaşanmışlık mı desek... Yaşamayan biri böyle yazamaz. Ben hep böyle düşünüyorum bazı ustaları okurken. İmrenemiyorum bile; sadece hissede hissede okuyorum.

Kitaptaki öyküleri genel olarak çok sevdim. İyi ki okudum dediğim bir kitap, iyi ki anlatımıyla tanıştım dediğim bir yazar oldu.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


23 Şubat 2025 Pazar

Kiraz Çiçekleri (Yasunari Kawabata) | Kitap Yorumu

Yazar: Yasunari Kawabata, Çevirmen: Hüseyin Can Erkin,
Yayınevi: Can Yayınları

Kütüphanede karşıma yazarın iki kitabı çıktı. Biri Karlar Ülkesi, diğeri şimdi yorum yazısını yazdığım Kiraz Çiçekleri. Aslında Karlar Ülkesi hava durumuna çok daha uygundu ama bu kitabı gördüğümde onu okurken Japonya'nın o pembe beyaz kiraz çiçekleriyle açmış ağaçlarının altında yürüdüğümü düşleyebileceğimi düşündüm ve bu düşünce bile başlı başına kalbime sakuralar yağdırdı.

Kitaba kiraz çiçeklerinin açtığı bir günde giriş yapıyoruz. Dallarda çiçekler belirmişken, Chieko onları içindeki hüzünle karışmış bir hayranlıkla izler. Chieko genç bir kızdır ve içinde tüm varlığında hissettiği bir hüzün sızlar. Bu hüznün adı, yalnızlıktır. Chieko bebekken terk edilmiş ve onu bulan kimono ustasının evlatlık kızı olarak büyümüştür. Bu ailenin tek çocuğu olan Chieko, gerçekten de özenle yetiştirilmiş çok güzel, becerikli ve duyarlı bir kızdır. Ancak terk edilmiş olma hissini bir türlü yüreğinden söküp atamaz. Bir gün bir arkadaşıyla yine kiraz çiçeklerini seyre dalmışken, ona tıpatıp benzeyen bir kızla karşılaşır. Bu kız, Chieko'nun ikizi Naeko'dur. Kitap boyunca Chieko'nun iç dünyasıyla iç içe geçmiş hikayesini okurken, arka planda ise Batı'nın getirdiği yeniliğin kimono zanaatine yansımasının etkilerini okumaktayız.


Kitabı çok sevdim. Bunun en önemli nedeni, bana tam da o umduğum hissi vermesi ve içimde sakura fırtınası çıkarmasıydı. Hatta itiraf etmek gerekirse, kitabı bu kadar çok beğeneceğimi ve elimden bırakmak istemeyeceğimi düşünmemiştim. Kiraz Çiçekleri, Yasunari Kawabata'dan okuduğum ilk kitap olduğu için yazarın anlatımına dair bir düşüncem yoktu. Ancak o nasıl canlı betimlemelerdi öyle... Tüm o zamanın akışıyla değişen doğa manzaralarını çok net bir şekilde, adeta karakterin gözlerinden bu kurgusal evrene bakarak görebildim desem abartmış olmam. Sade ama lezzetli betimlemelerle okuru olan beni adeta Kyoto'ya çekip Japonya'nın havasını soluttu yazar.

Karakterler ise detaylı ama sıkmayan, her yönüyle görebileceğimiz şekilde ancak gereksiz uzatmalara yer vermeden anlatılmıştı. Çok iyi veya kötü, kahraman veya kurban yoktu bu kurguda. Aslında şu ana kadar okuduğum her Japon Edebiyatı'ndan eserde olan durum bu kitapta da karşıma çıktı: Karakterler sıradan insanlardı. Sıkıntıları, zaafları, hayalleri olan insanlar! Bir kurtarıcı gelmiyordu, ancak iyi talih ümidi hep kalplerindeydi. Ve Chieko ile Naeko... Farklı iki dalda açmış bahar menekşelerim. Belki de en çok da onlar için sevdim bu kitabı, bilmiyorum. Keşke arkadaşım olsalardı diye bile düşündüm.

Ayrıca kitabın en büyük özelliklerinden birisi, Japon kültürünü çok net ve kurguya yedirilmiş bir şekilde detaylıca anlatmasıydı diyebilirim. Japonya'daki, Kyoto'da gerçekleşen, önemli festivaller ve önemli gezi noktaları karakterlerin gezileri şeklinde, tabi ki kitabın basıldığı yıl olan 1962 yılını gözeterek, okura anlatılmaktaydı. Batılılaşmanın getirdiği endüstrileşme ile birlikte kimono üretiminin de zanaat olmaktan yavaş yavaş çıkıp seri üretime dönmesi yazarın eleştirdiği noktalardan birisiydi. Chieko'nun babası Takichiro bu zanaatçilerden biri olarak seri üretim faaliyetlerinin tasarımların ruhunu kaybetmesine neden olduğunu savunmaktaydı. Kitabı okurken ona hak vermeden edemediğimi söylemeliyim. Japon kültüründe yer alan bu hislere dayalı ve biraz da mistisizme kayan soyut durumlara verdikleri değeri gerçekten takdir ediyor ve seviyorum. Bu değerleri ile gerçekleştirdikleri işlerin, mekanların ve etkinliklerin ruhu olduğuna ise kesinlikle katılıyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


17 Şubat 2025 Pazartesi

Hayalperestler (Patti Smith) | Kitap Yorumu

Yazar: Patti Smith, Çevirmen: Emre Ülgen Dal,
Yayınevi: Domingo Yayınevi

Patti Smith, kendi dilini anlatan bir yazar. Evet, kendine has bir dili olan bir yazar demedim; kendi dilini anlatan bir yazar dedim. Hayal dünyasını, kelime ve imge dünyasını ve nihayetinde tüm bunların oluşmasını sağlayan benliğini, anıları aracılığıyla içtenlikle anlatıyor. Hayalperestler isimli bu kitabında ise kendisinin çocukluk yıllarına, henüz tam zamanlı bir çoban olduğu o hayal toplayıcı özgürlük zamanlarına yolculuk yapıyoruz. Yazar İngilizce ''woolgatherers'' sözcüğünün çift anlamlılığını kullanarak aslında okurlarına anlattıklarına dair bir perspektif sunmuş. Bu kelime hayalperest kişi ve yün toplayıcı anlamlarına geliyor. Çoban olan atalarının deneyimlerini iç dünyasında kendini gösteren bir çeşit hüzün ve özlem hisleri ile keşfeden Patti Smith, bu özlemini yazdıkları ve çizdikleri yoluyla dışa vurduğunu söylüyor.

Bazen içimizde ne olduğunu tanımlayamadığımız bir kaybolmuşluk,  aslında derinlerde, olmayan bir şeye özlem hissini hissedebiliriz. En azından ben de aynı yazar gibi bu gerçekten şudur denilerek net çizgilerle tanımlayamadığım hissi yaşamım boyunca hissettim. Belki de bu, bir ''yün toplayıcı'' olmanın getirdiği bir özelliktir; bilmiyorum. Yün toplayıcılar, gerçekten de havada uçuşan bir şeyleri toplarlar. Toplamak şart değildir; ancak bu şeyler o kadar parıltılı, o kadar ilgi çekicidir ki, bir yün toplayıcının çocuksu bir heyecanla ona çekilmemesi mümkün olmaz, olamaz. Çünkü bir yün toplayıcı, belki de, sadece anımsayan kişidir. Özlemlerini, hüzünlerini ve gökteki akşam yıldızını ilk keşfettiği anı... Çocukluğunu başka biri olarak görmeyen kişidir.

Bu kitabıyla birlikte Patti Smith'e bir kez daha hayran oldum. Kitabında çocukluğundaki bazı anlarına yer veriyor aslında. Bunların bazıları anı diyebileceğimiz gibi daha çizgileri belli olmakla birlikte, bazıları biraz daha dağınık ve daha çok his-düşünce temelli yazılmış. Bu nedenle belki bazı okurlar kitabın anlatımını veya anlatım düzenini dağınık bulabilirler. Oysa benim kitabı sevme nedenlerimden biri de buydu. Çünkü olayın özüne de uyan bir anlatım düzeni bu. Sonuçta bir yün toplayıcı (hayalperest), anlar arasında gezintiye çıkabilen bir gezgindir. Ayrıca kitapta Patti Smith'in çocukluğundan ve dünyasından çeşitli fotoğraflara yer verilmiş. Kitabın kapağının içeriğine olan tatlı dokundurmasına bayıldığımı ise eklemeliyim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


15 Şubat 2025 Cumartesi

Köpek Kalbi (Mihail Bulgakov) | Kitap Yorumu

Yazar: Mihail Bulgakov, Çevirmen: Uğur Büke,
Yayınevi: Can Yayınları

Kitap, aç ve yaralı sokak köpeği Şarik'in çılgın bir bilim adamı ile karşılaşmasının ardından değişen yaşamını konu ediniyor. Bu cerrah ve ortağı olan başka bir doktor, Şarik üzerinde etik olmayan ve fantastik bir deney yaparak köpeğin epifiz ve er bezlerini ölmüş bir mahkumun (bir insanın) epifiz ve er bezleriyle değiştiriyorlar. Bu değişim, köpek Şarik'in yavaş yavaş bir insana dönüşmesine neden oluyor. Poligraf Poligrafoviç Şarikov adını alan ve artık bir insan olan Şarik, toplumun bir ferdi olmaya başlıyor. Kitap boyunca, Victor Frankenstein'ın canavarını anımsatacak bir şekilde üzerinde yapılan deneyler sonucunda başka bir varlığa evrilen ve kontrolden çıkan Şarik'in yaşadığı değişimi ve kitabın yazarı Bulgakov'un ülkesi olan Rusya'da gerçekleşen Bolşevik Devrimi'ni Şarik'in değişimi ekseninde eleştirisini okumaktayız.

Kitabın başlangıcında bizleri bir sokak köpeğinin anlatısı karşılıyor. Ona zalimce davranan bir insandan bahsedip okurlara acısını ve çaresizliğini tarif etmeye çalışıyor. Sonra bir an geliyor, bir adam onun karnını doyuruyor. Bu adam, köpek Şarik'in gözünde adeta bir melek konumunu alıyor. Köpek Şarik, başına geleceklerden bihaber olarak kurtarıcısının peşinden gidiyor. Bu kurtarıcı elbette doktor Filipp Filippoviç'ten başkası değil. Bu doktor, ilk önce Şarik'in bakımını üstleniyor. Onu en güzel yiyeceklerle besliyor, yarasını tedavi ediyor ve ona sıcak bir ev veriyor. Köpek Şarik'in bir tasması bile oluyor: Yani Şarik artık bir sokak köpeği değil, ayrıcalık sahibi bir köpek. Ancak bu doktor, bir meslektaşı ile birlikte giriştiği deney sonrasında Şarik'i başka bir şeye dönüştürüyor.

Köpek olduğu günlerdeki izlenimleri, Şarikov isimli bir insana dönüşen bu yaratığın kişiliğini oluşturmasında etkili olsa da, o artık başka bir şey: Bir insan. Üstelik, epifiz ve er bezlerini aldığı mahkumun bazı kişilik özelliklerini de ediniyor Şarikov. Hem köpek dürtüleri, hem de mahkumun alışkanlıkları birleşerek; ona buna sataşan, kadınları taciz eden ve kedilere saldıran Şarikov'u oluşturuyor. Kontrolden çıkmış eserini gözlemleyen Filipp Filippoviç her ne kadar hatasını anlasa da, herhangi bir suçluluk ve pişmanlık hissettiğini göremiyoruz. Onun için önemli olan tek şey, bu çılgın deney. Hatta doktorun belki de onun Şarikov veya Şarik olarak ne kadar ileri gidebileceğini merak ettiğini bile söylemek mümkün.

Mihail Bulgakov aslında tıp mezunu. Ancak birkaç yıl yaptığı doktorluğu bırakıp yazarlık mesleğine geçiş yapıyor. Yazdıkları Sovyet rejimine yönelik eleştiriler taşıdığı için oyunları sahnelenmiyormuş. Köpek Kalbi isimli bu romanı da aynı gerekçeyle ülkesinde uzun süre yayınlanmamış. Kitap 1925 yılında yazılmış olsa da ancak 1987 yılında SSCB'de yayımlanabilmiş. Yazar devrimden önce ve sonrasında işçi sınıfının yaşadıklarını köpek Şarik'in deneyimleri üzerinden anlatmış. Kitapta aslında çok açık eleştiriler yapılmış ancak tüm bu eleştirilerin köpekten insana evrilen bir karakter üzerinden mecazlaştırılarak anlatılması kitabı hem ilgi çekici, hem de mesajlarını etkileyici kılmış. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


12 Şubat 2025 Çarşamba

Kadersizlik (Imre Kertesz) | Kitap Yorumu

Yazar: Imre Kertesz, Çevirmen: İlknur İgan,
Yayınevi: Can Yayınları

Kitap, Gyurka isimli 15 yaşında Yahudi bir gencin bir yıl boyunca önce Auschwitz, sonra Buchenwald toplama kamplarında yaşadıklarını konu ediniyor. Kitabın başında babasını bir ''çalışma kampına'' yolcu etmek zorunda kalan bu genç, babasının gidişinin ardından üvey annesiyle birlikte evin geçimini sağlamaya çalışıyor. Bu, karakterlerin gündelik yaşamlarını okuduğumuz kısımlarda, Yahudilere uygulanan kısıtlama ve yaptırımları görüyoruz. Yahudiler, Yahudi olduklarını belli edecek sarı yıldızlar takmak zorundalar. Bu ayrım ise Yahudi olmayanlar tarafından kötü muameleye maruz kalmalarına ve ötekileştirilerek yemek, çalışma vb gibi pek çok, yaşamın devamlılığında önemli olan alanda zorluk çekmelerine neden oluyor. Bir gün Gyurka'nın işe giderken bindiği otobüs durduruluyor; o ve onun gibi Yahudi olan diğerleri ayıklanıp toplama kamplarına gönderiliyorlar. Kitap boyunca da ailesini, yaşamını ve ismini ardında bırakan bu çocuğun toplama kampında yaşadıklarına dair izlenim ve düşüncelerini okuyoruz.

2. Dünya Savaşı temasını konu alan okuduğum ve izlediğim tüm kurgular içinde beni en çok etkileyen Kadersizlik isimli bu eser oldu. Çünkü daha evvel karşılaştığım tüm kurgularda, tüm o kan dondurucu vahşetin içinde romantizm yakalamaya çalışan bir yan mutlaka vardı. Oysa Kadersizlik isimli bu eserde yazar, çıplak gerçeği tokat gibi savurmuş. Muhtemelen amacı okuruna tokat atmak bile değildir. Çünkü eserinde yazar sadece, ''ben bunları yaşadım,'' diyor. Evet, kitabın karakteri değil; bizzat yazarın kendisi bunları diyor.

Kadersizlik fazlasıyla otobiyografik özellikler içeren, aslında belgesel roman diyebileceğimiz tarzda bir kitap. Kitabın ana karakteri gibi Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen yazar, 1944 yılında henüz 15 yaşındayken önce Auschwitz Toplama Kampı'na, daha sonra Buchenwald'a gönderilmiş. Orada dehşeti yaşayan yazar, 1945 yılında evi olan Macaristan'a geri döndüğünde geriye ailesinden kimsenin kalmadığını öğrenmiş. 1948'de gazeteciğe başlasa da yine çeşitli siyasi nedenlerle işsiz kalmış ve fabrikalarda veya yayın servislerinde çalışarak geçimini sağlamış. Kadersizlik isimli bu kitabını on yılda yazmış ancak kitabı bastırmak konusunda da çok sıkıntı çekmiş. Macaristan Devlet Bakanlığı'nın basmayı reddettiği bu kitap, ilk basımını Almancaya çevrilip yapabilmiş. Evet, kitap ilk basımını yazıldığı ana dilde bile yapmamış. 2002 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan yazara Kadersizlik isimli bu kitabı ödülü kazandırmış.

Gördüğüm bir yoruma göre Macaristan'da kitabın basılmasının reddedilme gerekçesi olarak, ''yazarın soykırım kurbanlarıyla alay ettiği'' düşüncesi öne sürülmüş. Yazar kitabında herhangi bir ajitasyona, herhangi bir suçlu\ kurban tiplemesine veya duygusal dışavurumlara yer vermiyor. Anlattığı tek şey, henüz 15 yaşında bir delikanlının toplama kamplarında gördüğü şeyler. Pislik, açlık, dayak, eziyet, ölüm... Gaz odalarında can veren insanlar... Tüm bunları hangi empatik yolla dile getirebilirdi ki? Tüm bu soykırımı gerçeği lap diye anlatmak dışında nasıl izah edebilirdi? Üstelik tüm bu vahşeti bizzat deneyimleyen biri olarak! 

Kitabı en çok da bu ''soğuk'' bakış açısı nedeniyle sevdiğimi söylemeliyim. Zaten kitabın ana karakteri olan genç de bizzat yazarın bu fikrini özellikle de kitabın son sayfalarında ifade ediyor. Sadece ilerleyebildiğini, onlara, tüm o işe yarar veya işe yaramaz olarak ''toplanılacak'' ve sadece bir sayıdan ibaret görünen insanlara, tüm o günler boyunca hiçbir şeyin gelmediğini, sadece kendilerinin ilerlediğini, çünkü ilerlemekten ve hep bir sonraki esareti deneyimlemekten başka çarelerinin olmadığını anlatıyor. Çünkü, başka çareleri yoktu! Özgür kaldığında bile, ki bu kitabı yazabildiğine göre özgür kalması gerekiyor zaten! (yani spoiler değil...), özgürlüğün ve bundan sonraki hayatında ilerleyeceği yolların çatışmalarını içinde taşıyor. Bunları kendi iradesiyle mi yapacak, yoksa tüm bu hayat, kader dediğimiz o tuhaf oluşumla mı şekillenmiş? Bir gün bir mesleği olduğunda, tüm o kötü günleri ''unutmayı'' seçtiğinde; mutlu mu olacak? Peki zaten böyle bir şey mümkün mü? Karakter bunları sorguluyor, bir adım ve bir adım daha ilerlerken.

Özetle, çarpıcı bir kitaptı bence. Yazarın bizzat kendi deneyimlerini içermesi ise kitabı etkileyici yapan ana etken gibi görünüyor. Ama kitabı ruhsuz bulanlar da çıkabilir tabii; bilemiyorum. Öte yandan, yaşadıklarını anlatan birine ''etkileyici'' olmamış da diyemezsin sonuçta; değil mi? Çünkü bizim okuduğumuz bu satırları, yazar zaten yaşamış!

Her neyse. Hoşça ve kitaplarla kalın.


4 Şubat 2025 Salı

Gece Yarısı Tüm Aşıklar (Mieko Kawakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Mieko Kawakami, Çevirmen: Sinan Ceylan,
Yayınevi: Doğan Kitap

Fuyuko Irie, Tokyo'da yalnız yaşayan bir kadındır. İçe dönük bir mizaca sahip bu kadının yaşamı işten eve evden işe şeklindedir. Redaktör olan Fuyuko'nun ne doğru düzgün bir arkadaşı, ne de hobisi vardır. Bir gün düzenli işinden ayrılıp serbest çalışan olarak çalışmaya başlar. Günlerinin tamamına yakınını evde geçiren Fuyuko'nun iletişim kurduğu kişilerin başında yaptığı redaksiyon işlerini ona gönderen Hijiri gelir. Hijiri, Fuyuko'nun tam tersi bir karaktere ve yaşantıya sahip sosyal bir kadındır. Serbest çalışmak Fuyuko'nun yaşamını değiştirse de, bu yaşam çok renksizdir. Fuyuko bir gün çeşitli kurslara kayıt olmak için bir kültür merkezine gider. Burada Mitsutsuka isimli bir adamla tanışır ve haftada bir iki gün bir kafede buluşup sohbet ederler. Mitsutsuka, Fuyuko'nun kendi isteğiyle hayatına aldığı ilk ve tek kişidir. Kitap boyunca bu genç kadının yaşamını ve kabuğunu kırma mücadelesini okuyoruz.

Açıkçası kitapta görene kadar redaktörlük diye bir meslek kolu bulunduğundan bihaberdim. Redaktör, bir kitap yayınlanmadan evvel kitapta bulunan çeşitli dilbilgisel ve noktalama hatalarını düzelten kişi demekmiş. Ben bu işlerin hepsini editörün yaptığını düşünüyordum. Redaktör ile editörün farkı ise, editör bir kitabın anlatımı gibi daha yazarla iletişimde olacağı ve kitaba doğrudan müdahale gerektiren işlerle ilgilenirken; redaktör, pek de suya sabuna ve anlatıma dokunmadan sadece yüzeydeki yazım hatalarını düzeltmekle ilgileniyormuş. Yani editör tam yetkiye sahipken, redaktör kitaba müdahale edemez diyebiliriz sanırım.

Fuyuko da bir redaktör. İşinde gerçekten başarılı da. Ancak kitaplar onun için bir tutku değil; sadece bir iş. Hatta ne ilginçtir ki kendisinin kitap okumaya dair de özel bir ilgisi yok. İş icabı üzerinde çalıştığı kitapları aslında okumadığını, onları hata aramak amacıyla işlediğini ifade ediyor. Bir kitabın hatalarını baştan sona düzelttiğinde bile aslında o kitaba anlam yönünden dikkat etmiyor, kitapla bir bağ kurmuyor. Belki de onun yaptığı gibi bir işte bu gerçekten gerekli de. Bunu kendisi de ifade ediyor. Eğer bir kitabı okumaya dalarsa, gözünden hatalar kaçabilir ve kendisinin hayatta en dayanamadığı şey de düzeltiden geçirdiği bir kitabı raflarda incelediğinde onda hata bulmak.

Kitap dil ve anlatım yönünden akıcı bir kitap. Zaten Uzak Doğu Edebiyatı'ndan okuduğum kitapların genel özelliği bu sade dildi. Karakter ise yine oldukça soğuk. Bu milletlerin, özellikle de Japon Edebiyatı'nda, kitap karakterleri okuruna bile kendini açmıyor. İlk etapta karşımda sanki bir duvar varmış gibi hissediyorum. Ne yaparsam yapayım o duvar yıkılmayacak, son sayfaya geldiğimde bile ben ve karakter arasında dağlar, ovalar, okyanuslar kadar mesafe kalacakmış gibi hissediyorum. Ama böyle olmuyor. Karakter yine soğuk, yine güvensiz bakıyor okuru olan bana, belki de kişiliği bu tabii bilemem, ancak sonra bir an geliyor ve bana mutluluklarını, kırgınlıklarını gösteriyor. O noktada kitap sürükleyici bir hal alıyor sanki. Dediğim gibi Japon Edebiyatı'ndan okuduğum (hatta çok çok az sayıda kitap okumuş olmama rağmen Güney Kore ve Çin Edebiyatı'nda da aynı durumu yaşamıştım) tüm kitaplarda durum tam olarak buydu. Fuyuko da bana, okuru olan bana, aynı şeyi yaptı. Belki de karakterler de okuruna güvenmek istiyorlardır, kim bilir...

Bu aslında, bir kadının kendini görme hikayesi. Bulma demedim, görme dedim. Çünkü burada kimse kayıp falan değil aslında. Kendini görmek derken ise, gerçekten fiziksel olarak kendini görmeyi kastediyorum. İnsanın iç dünyası değiştikçe, hem bakışları hem de baktığı gözlerin görünümü değişiyor olmalı. İşte Fuyuko'nun yaşadığı da buydu. Bazen beni sinirlendirdi, bazen hüzünlendirdi. Çoğu zaman neler yaptığına anlam veremediğim anlar bile oldu. Ama yine de tüm bu hislerim anlayışla çevriliydi. Fuyuko'nun neden böyle davrandığını, daha da derinlerde neden böyle hissettiğini anlamak istedim. Bize geçmişinden bazı anılarını anlatsa da, onu anlayamadım. O anılarda da farklı bir insan değildi; peki o zaman Fuyuko tam olarak ne zaman bir kırılma yaşamış ve değişmişti de, ''böyle'' olmuştu. Fuyuko belki de sadece böyle bir kadındı. Yani, henüz bir kırılma anı zaten yaşamamıştı. Benim okuduğum bu kitabın kendisi onun kırılma anının tamamı olamaz mıydı? Hem neticede bazı insanlar öyledir, bazısı böyle. Belki Fuyuko da ''böyle'', kendi içinde yaşayan bir kadındı ancak dış dünya bu durumu ona bir kusur gibi kabul ettirdiği için zamanla kendine karşı körleşip akıntıda sürüklenmeye başlamış olabilir.

Kitabı herkes benim kadar sever mi emin değilim. Ancak kitabın içinde, aslında Fuyuko'da Hijiri'de ve belki diğer karakterlerde de, kendinden bir şeyler görebilecek okurlar olabileceğini düşünüyorum. Hani yukarıda karakterlerin soğukluğundan bahsetmiştim. Aslında bu, şikayetim de değildi. Tam da bu ''soğukluk'' yoluyla aslında çeşitli insanlık hallerini belki de en dürüst şekliyle karakterlerde görebiliyorum. Fuyuko'yu sevdim mi emin değilim; ancak onun kendisiyle olan ilişkisi düzeldikçe sevindim. Kitapta en sevdiğim karakter sanıyorum ki Hijiri'ydi. Daima kendi bildiğini okuyan bu kadın, abartılı yönleri olmakla birlikte, ilham verici bulduğum bir karakterdi. Sanırım Fuyuko için de öyleydi; Hijiri, Fuyuko için de ilham vericiydi.

Kitapta beni en çok etkileyen sahneler ise, Fuyuko'nun ayna karşısında olduğu iki sahneydi. Bunlarda biri Fuyuko'nun evde aynanın karşısına geçip kendine baktığı andı. O an beni çok üzdü. Çünkü bu kadın o ana kadar belki de kendini daha önce hiç görmemişti. Bir diğer sahne ise Fuyuko'nun kuaförde iltifat aldıktan sonra aynada gördüğü yüzüydü. Bu sahneden etkilendim; çünkü Fuyuko belki de ilk kez kendine farklı düşüncelerle bakmıştı. 

Özetle kitabı beğendim. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.