28 Kasım 2024 Perşembe

Aynanın İçinden (Lewis Carroll) | Kitap Yorumu

Yazar: Lewis Carroll, Çevirmen: Hüseyin Gündoğdu,
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları

Yaramaz kedi yavrusuna hayallerinden bahseden Alice, kendini bir anda aynanın öte tarafında bulur. Salonun ve koridorun belli bir kısmını yansıtan bu aynanın içerisindeki dünyayı merak eden küçük kız hemen keşfe koyulur. Aynanın içindeki bu dünyanın kendi kuralları vardır. Bu dünyada yazılar, mesafeler ve istekler tersten işlemektedir. Bir çeşit satranç oyununu anımsatan bölümleri aştığı takdirde Alice, bir Kraliçe olacaktır. Tıpkı Kızıl Kraliçe ve Beyaz Kraliçe gibi. Kitap boyunca Alice'in aynanın içindeki dünyada yaşadıklarını okuyoruz. Bu yolculukta Alice'e olduğu kadar biz okurlara da konuşan çiçekler, Aksican ile Aksicem, Yumurta Adam, Aslan ile Tekboynuz, Şövalye ve daha nice ayna sakini eşlik ediyor.

Kitap için Alice Harikalar Diyarında'nın devamı demek çok da doğru bir niteleme olmayacaktır. Bu kitapta da Alice'in fantastik bir macerasını okusak da, olaylar harikalar diyarından farklı bir evrende geçmekte ve -Kızıl Kraliçe karakteri dışında- karakterler farklılaşmakta. Kitabın basit bir anlatımı olsa da, olaylar gerçeklik sınırını zorlayan cinsten olduğu için kimi olayları anlamlandırmak ve ardındaki anlamı bulmak için biraz düşünmek gerekiyor. Bu bakımdan kitabın çocuklardan ziyade büyüklere hitap ettiğini düşünüyorum. Belki yaşı küçük okurlar da Alice'in ayna dünyasında yaşadıklarını işin macera boyutuna odaklanarak ilgiyle okuyabilirler ama olayların ardına yüklenen anlam ve felsefik boyutu, olayların yaşanma biçiminden fazla olduğu için kimi maceralar ilk okumada havada kalmış gibi gelebilir.

Aynanın İçinden aslında Alice'in rüyasını anlatan bir kurgu diyebiliriz. Evet, tıpkı Alice Harikalar Diyarında da olduğu gibi. Hayalle gerçekliğin iç içe geçtiği bu kurguda da, Alice'in uyanık olduğu dünyada düşlediklerinin düş dünyasına yansımasını okuyoruz. Kitabın ilk bölümünde Alice, kedisi Dinah'ın yavrularıyla konuşuyor. Hatta kedilerden birini Kızıl Kraliçe'ye benzetiyor, onunla satranç oynayabileceğini dile getiriyor. Alice'in düş dünyasına geçiş yaptığımızda ise bizleri bir satranç oyunu formatında oluşturulmuş bir evren karşılıyor. Bu evrene ilk adımını attığında bir Piyon olan Alice'in en büyük hayali ise oyunun son bölümüne kadar ilerleyip bir Kraliçe'ye dönüşmek. Bu düşünce sisteminin alt metninde günümüz dünyasının işleyişine de atıflar var mı, varsa ne oranda var bu da okurun anlamlandırma gücüne bırakılmış.

Alice Harikalar Diyarında benim en sevdiğim kitaplar arasında başı çekenlerden birisi. Küçükken her hediye alınma zamanında bana gelen hediyeler arasında Alice Harikalar Diyarında olurmuş. Bunu kitaplığımdaki Alice Harikalar Diyarında baskılarından anlamıştım. Bu kitapları büyüdükçe başka çocuklara verdim ama sonrasında kendime Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan bir Alice Harikalar Diyarında baskısını aldım ve yıllar sonra bile keyifle okudum. Aynanın İçinden'de Alice'in harikalar diyarında yaşadıklarını okurken aldığım keyfi alamasam da, yazarın düş gücüne ve gerçekliği bu şekilde eğip bükme yeteneğine yine hayran oldum. Çünkü bence bu herkesin yapabileceği bir şey değil. Bu nedenle de yüz elli yılı aşkın bir süre sonra bile bu kitaplar hala ilgi ve merakla okunabiliyor zaten.

Lewis Carroll çok yönlü birisi. Yazar olmasının yanı sıra aynı zamanda fotoğrafçı, mantıkçı ve matematikçi. Hem Alice Harikalar Diyarında da, hem de bu metninde ilginç bir şekilde yazarın matematikçi yönünü sezmek de mümkün. Yazar, oluşturduğu evreni tamamen hayal gücünün sınırsızlığına göre de oluşturmuş olabilir pek tabii ancak ben bu kurgusal evrenlerin neredeyse belli matematiksel sınırlar içinde oluşturulduğunu hissedecek denli ölçülü bir yanı bulunduğunu düşünüyorum. Bu kitapta da evrenin sınırları Alice'in belirli etapları aşması ile genişliyordu. Yani yazarın salt hayali değil, mantıksal bir bakış açısıyla da eserlerini kurguladığımı düşünüyorum. Bu da olaylara bir gizem katıyor. Örneğin biz de Alice ile aynı anda ve onun ilerleyebildiği ölçüde kurgusal evrenin içinde ilerliyoruz. Neredeyse bir bilgisayar oyununun sınırları gibi keskin sınırlar bizi karşılıyor. Sanki Alice'in içinde bulunmadığı her yer hiçlikmiş ve o ilerledikçe gerçeklik oluşuyormuş gibi bir durumu hissediyorum. 

Muhtemelen bu hissimde çok da yanılmıyorum ki, Alice'in harikalar diyarındaki maceraları benim bahsettiğim bu mantıkla oluşturulmuş Matrix gibi kimi film serilerine de ilham olmuş. Kahramanın yolculuğu ve beyaz tavşanı takip edebilme cesareti bir yana, aslında gerçeklik dediğimiz oluşum kitabın ana karakteri olan Alice'in düş gücünün sınırları kadar. Aynanın İçinden isimli bu kitapta da bu ''rüyanın içinde yaşamak'' teması vurgulanmakta. Peki bu rüya kimin rüyası, işte asıl soru da bu. Alice'in mi, yoksa başka bir karakterin mi? Kaderimizi belirleyen kim veya ne? Biz bir düşün içindeysek eğer, o zaman bu rüyanın sonu geldiğinde ne olacak? Biz mi uyanacağız, bir başkası mı? Peki rüyayı gören kişi rüyanın içindeki bir karakter mi, yoksa rüyanın rüya olduğu en baştan beri belli olan bir durum mu? Bu tip sorular Alice'in ana karakter olduğu her iki kitapta da sorgulanmakta. Matrix'te de bizleri simüle edilmiş bir evrende yaşananlar karşılıyordu. Aynanın İçinden'deki ayna dünyası da aslında bir çeşit Matrix diyebiliriz. Belki çok daha ponçik bir versiyonu.

Yazarın Alice'in bu maceralarını kurgularken Christ Church College dekanı Henry George Liddell'in çocuklarından olan Alice'den ilham aldığı söyleniyor. Zaten Alice karakterinin bu maceralarını dekanın çocukları olan Alice, Lorina ve Edith'e anlattığı masallardan oluşturduğu ifade ediliyor.

Alice ile başka bir maceraya çıktığım için mutluyum. Ancak bu kitap beni Harikalar Diyarında yaşadıklarımız kadar etkileyemedi. Yine de özellikle de Alice karakterini sevenler bir bakabilirler.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


26 Kasım 2024 Salı

His Three Daughters | Film Yorumu


Yönetmen: Azazel Jacobs

Senarist: Azazel Jacobs

Yapımı: 2023 - ABD


''Birinin hayatını özetlemenin tek yolu, her şeyi anlamlı kılmanın tek yolu... ne yaptığını, kim olduğunu ve kimi sevdiğini... Ölümün gerçekten nasıl hissettirdiğini en iyi aktarma yolu yokluktan geçermiş. Geri kalan her şey hayal ürünüymüş.''


Kaynak: Pinterest

Birbirinden çok farklı üç kız kardeş, uzun bir zamandan sonra bir araya gelirler. Sık sık kavga eder, daha da sık birbirlerinden kaçar ama günün sonunda buluşmak zorunda kalırlar. Onları birbirlerine bağlayan, sevgidir. Bu sevgi filmin başında kardeşlerin sevdikleri ortak bir kişi olarak kendini gösterir. Babaları ölüm döşeğindedir. Her yeni güne onu kaybetme korkusu ve bunun getirdiği sorumluluklarla başlarlar. Büyük kardeş (Carrie Coon) disiplinlidir; her şeyi kitabına göre yapmak ister. Ortanca kardeş (Natasha Lyonne) uçarıdır; alıp başını gitmek ister. Küçük kardeş (Elizabeth Olsen) ılımlıdır; sorun çıkmasın ister. Ancak bu isteklerin hiçbiri gerçekleşmez. Çünkü üç kardeş de birbirinden bambaşkadır ve bu bambaşka halleriyle birbirlerini severler. Acı tatlı bir sevgidir bu. Üzerine korkunun gölgesi düşmüş bir sevgi. Sevdikleri birinin, babalarının (Jay O. Sanders), kaybını onlara hatırlatan bir sevgi.

Ölüm, yas ve kardeşlik temalarını; hassas ama doğal, hüzünlü ama ajite etmeden, akışta ve bu nedenle de gerçekçi bir şekilde anlatan bir film His Three Daughters. Filmin tek mekanda geçtiğini söyleyebiliriz. Film boyunca, yer yer apartmanın önündeki sahneleri görsek de, kardeşlerin babalarının evinde yaşanan olayları izliyoruz. Tek mekanda geçen bir film izlemeyeli uzun zaman olmuştu. Bu tarz filmlerin, eğer senaryo da sağlamsa, olayların derinliğini arttırdığını düşünüyorum. Bu noktada tabii ki oyunculuk performansı da önemli oluyor. Özellikle de böyle filmlerde repliklerden değil, mimiklerden görmek istiyorum hikayeyi. Karakterin yüzünden okumak istiyorum söyleyeceklerini. Bu filmdeki oyunculuk performansları da bence gayet başarılıydı. Üç kız kardeş de birbirinden çok farklıydı ve bu nedenle aslında birbirleriyle yüzleşmekten kaçma teknikleri başlangıçta farklı gibi görünüyor. Soğukluk (katılık), umursamazlık (katılık) ve coşkunluk (katılık) şeklinde kendini gösteriyordu. Kız kardeşler birbirlerine ve aslında en çok da kendi hislerine karşı kaskatıydı.

Durağan sahneleri olmasına, yani aksiyon olmamasına, rağmen akıcı bir filmdi. Filmin genelini beğendiğimi söyleyebilirim ancak beni en çok etkileyen kısımlar kız kardeşlerin salonda oturmaya başladıkları sahne ve sonrasıydı. Birbirleriyle gerçekten konuştukları o ilk an. Küçük kız kardeşin babalarıyla ilgili onda yer eden bir anısını anlattığı an. Çünkü sanki tam da o anda, çok eskide kalmış bir anı tüm bu katılıktaki buzları eritmiş gibiydi. Artık nihayet herkes dürüsttü ve babalarını kaybetmenin hüznünü ve bir arada olmanın rahatlatıcılığını yaşayabilirlerdi. Büyük kardeş o kadar mükemmel değildi artık. Ortanca kardeş o kadar tepkisiz. Ve en küçük kardeş artık o kadar da kontrollü değildi. 

Bu, hüzünlü bir öykü. Beni bu kadar üzeceğini filmi izlerken bile tahmin etmemiştim. Tabii kaliteli bulduğum da bir iş. Senaryo ve oyunculuk bir yana, görüntü yönetimi de gayet başarılıydı. Filmde mekan olarak kullanılan evin estetiği bile hikayedeki hüznü hissettiriyordu. Kahve bardakları, yapraklardan oluşan çiçekler ve bir köşedeki sandalye... Ortanca kızın düşüncelerinden kaçmak için durmadan maç izlemesi bile film bittikten sonra beni neredeyse ağlatacaktı. En büyük abla düşünmemek için yemek başta olmak üzere ev işleriyle ilgilenir, olmadı bir şeyler içerdi. Ortanca kardeş, maç izleyip sigara içer ve kazanmayı önemsemediği maçlara para yatırırdı. Küçük kardeş ise fırsat buldukça nefesine odaklanır, belki yoga yapar, olmadı kendi kurduğu ailesiyle konuşurdu. Bunların hepsi bir çeşit kaçış yolu aslında. Vermek istediğin tepkiyi düşünmemek için eylem değiştirmek. Peki bu tepki neydi? Bize bunu en etkileyici şekilde hasta babanın göstermesi ise ayrıca üzücü. Özetle, eğer tetiklenmeyeceğinizi hissediyorsanız filmi öneririm.


''Kolundan tutup ''Merhaba'' dediğimde, ''Beni hala hatırlıyor musun?'' dedi. ''Elbette'' dedim, ''hayatımı değiştirdin.'' Bu sözüm onu gülümsetti. Yine de biraz pişmanlığım var, belki de kendimi... Kendimi daha iyi ifade edebilirdim. Buradan çıkacak bir ders yok. Yani... Ölürken hepimizin bir pişmanlığı olur. Ama ben... Ben sadece size aşktan bahsetmek istedim. Beni kökten değiştiren bir şeyden. Beni ben yapan şeyden.''


!! DİKKAT DİKKAT SPOILER DİKKAT DİKKAT!!


Filmin sonunda babanın aslında ölüm döşeğindeyken, kendini ayakta ve sağlıklı bir şekilde görmesi ve kızlarına onların asla bilmediği ilk aşkını anlattığını hayal etmesi bana bu noktada çok anlamlı geliyor. Önceki sahnelerde küçük kız babasıyla olan anısında babasının ölüm hakkında söylediği bir sözü dile getirmişti (giriş kısmında yer verdiğim replik). Bu sözde aslında ölümün ancak ölüm olayıyla anlaşılabilineceği, önceden tahmin yürütülemeyeceği anlatılıyor. Aynı şekilde ölen biri hakkında ne düşünüp hissedeceğimizi de ancak o öldükten sonra gerçekten bilebiliriz. Bu durum babanın gözünde boşlukla karakterize ediliyor. Yani ölen biri gittikten sonra ona dair her şey aslında hayaldir diyor. Söyleyeceğin her şey aslında sadece, ölen kişinin boşluğunu doldurmak için yapacağın avuntulardır, diyor. Tek gerçek ise o boşluktur. Bunu filmin sonunda kızların babalarının öldüğü koltuğa sırayla oturdukları sahnede de görüyoruz. Babalarının kollarını uzattığı yerleri okşuyorlar. Yani boşluğu. Çünkü ölüm bunu yapıyor, boşluk bırakıyor ve sen onu kendi içinde taşıdıklarınla dolduruyorsun bir şekilde. Bu söz ile ''bence'' kastedilen bu. Öte yandan babanın ölüm anında kurduğu hayal bu noktada çok manidar geliyor bana. Çünkü o da ölen bir şeyi anlattığını düşlüyor. İlk aşkını. İçinde kalan, yaşayamadığı ama onu bugününde bile etkileyen, onun için tıpkı ölüm gibi boşluk olan aşkını, anlattığını hayal ediyor tam da ölürken. Bunu böyle yazınca belki zorlama gibi geliyor. Ben bir yerde bunu okusam ''ya bırak'' diye düşünürdüm belki. Ne saçma... kim ölürken bunları anlattığını hayal eder ki? Hem de kızlarına! Ama işte öyle değil. O sahneleri izlerken hiç böyle düşünmedim. Aklıma bile gelmedi. Hatta aksine, bence hayatın kısalığını ve ölüm anının uzunluğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyan bir sahneydi. En azından benim için gerçekten vurucuydu diyebilirim. Aynı şekilde babanın hastayken yattığı odayı hiç görmememiz, babanın kızların ortak vakit geçirdiği tek yer olan salonda ilk kez görülmesi ve bunun (hayal bile olsa) sağlıklı haliyle olması dikkatimi çeken diğer detaylardı.


!! SPOILER VE YAZIM BİTMİŞTİR !!


Hoşça kalın.


His Three Daughters | Official Trailer izlemek için tıklayabilirsiniz.

His Three Daughters (Original Motion Picture Soundtrack) için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


25 Kasım 2024 Pazartesi

Pembe Fili Düşünme (Zeynep Selvili) | Kitap Yorumu

Yazar: Zeynep Selvili, Yayınevi: İnkılap Kitabevi

Bu kitabı okumak aklımda yoktu. Ancak kitap okuma isteği bir anda zihnime saplanmıştı. Sanırım yine kaçmak istediğim bir iş vardı... Bundan olacak, resmen kitap okumayı aşermiştim. Aklımdaki kitabı -elimde iki tane olmasına rağmen- malesef kitaplarımın arasında bulamamıştım. Tam da kitapları kaldırıp indirmekten yorulduğum ve bu nedenle hafiften sinirlenmeye başladığım bir anda bu kitabı gördüm. 

Açıkçası varlığını bile unutmuştum. Kendisini elime geçtiği ilk günden itibaren hafife almıştım... Öte yandan ismi hep ilgimi çekmişti. Bir gün, diye düşünmüştüm bilincimin öte yakasından, bir gün pembe fillerimle vedalaşmak istersem bu kitabı okumak ilginç olabilir. O gün gelmedi; evet bu kitaba başladığım gün de dahil. Ancak bir şeyleri sorgulamayı gerçekten istediğimde fark ettim ki; ''bir şeyler'' gelmiyor, sen ''bir şeylere'' gidiyorsun. Evet her şeyin bir son kullanma tarihi var -düşünce kalıplarının da- ama insan işte, bazen bozuk şeyleri, tarihi geçmiş şeyleri bile içinde tutabiliyor. Veya alerjisi olan şeyleri. Veya tadını aslında hiç sevmediği şeyleri. Sevdiği şeyleri bile gün geliyor artık o kadar da fazla istemediğini fark ediyor. Daha farklı bakıyor hayata insan zamanla, daha farklı şeyler istiyor. İyi veya kötü; ama hep farklı. Tabii her zaman bunun farkında olamıyor. Çünkü ''bir şey'' gelsin istiyor. Evet, misal o gün! O gün gelsin, o büyük gün! Gelmiyor. Sonra aklındaki kitabı kitaplığında bulamadığı için rastgele bir kitaba başlıyor ve fark ediyor ki, o gün bugünmüş. 

Kitap da bunun üzerine işte. Farkındalıklar üzerine. Kitabın yazarı olan Zeynep Selvili kendi yaşantılarından yola çıkarak okurlarına ötelediklerini fark etme, kabul etme ve dönüştürme üzerine samimi bir anlatı sunuyor. Kitap, varlığını bildiğim ancak uzun zamandır (belki de hiç) açmadığım için artık paslanmış bazı pencerelerimi açmamda bana yardımcı oldu diyebilirim. Kitaba dair en sevdiğim durum ise bir psikolog olan yazarının, sade ve sanki onunla birebir görüşüyormuşum gibi yakın bir yerden bir anlatımla kitabını yazmış olması oldu.

Peki iyi güzel hoş da, kitabın içeriğinde neler var değil mi? Biraz da bundan bahsedeyim. Kitap beş kısımdan oluşuyor. Deneyimsel Kaçınma alt başlıklı ilk bölümde yazar, kendi panik atak sürecini örnek göstererek ''pembe fili'' neden ve nasıl düşündüğümüzü, zihnimizde kendimize kurduğumuz kalıpları gösteriyor. Gözlemleyen Ben alt başlıklı ikinci bölümde, kendimiz ve çevremiz üzerindeki yargılarımıza değinerek ''etiketlerimizi'' düşünmemizi sağlıyor. Etiketlerin ve etiketlerimizin, olumlu ve olumsuz yanları neler olabilir; bu olumlu ve olumsuz yanlar ne zaman zararlı, ne zaman yararlı şekillerde hayatımızda kendini gösterir, peki tüm bu etiketleri ''gözlemleyen ben'' aslında kimdir vs gibi konular üzerinde duruyor.

Dünyanın En Eski Hikaye Anlatıcısı alt başlıklı üçüncü kısımda ise, insan zihninin çalışma prensiplerine değinerek otomatik kabullerimiz ile otomatik retlerimiz yani, kabul ve dirençlerimizin kontrolüne bakış açımız, üzerinde duruyor. En Acımasız Ses başlıklı dördüncü bölümde; yargılayıcı, yargılanan ve şefkatli benliklerimizin düşüncelerimizde nasıl var olduğunu ve eylemlerimize nasıl yansıdığı ifade ediliyor. Yaşamaya Değer Bir Hayat başlıklı son kısımda ise, kitap boyunca arka planda hep vurgulanan ''öz şefkat'' terimi ön plana çıkarılıyor ve kendimize yaklaşımımızı rasyonel bir şekilde değerlendirmemiz için bir çeşit yol gösteriliyor.

Kitabın türü için kişisel gelişim diyebiliriz ama kişisel gelişimin de psikologlarca yapılanı makbul gerçekten. Kitapta kendimizi kişisel geliştirirken sadece pembe baloncukları görmemiz değil, aksine, pembe fillerimizle yüzleşmemiz, literatürden de yararlanılarak, sade bir anlatımla ifade ediliyor. Özetle kitabı beğendim ve ''sevdim.'' Bu arada küçük bir not eklemeliyim. Bendeki eski bir baskı olduğundan dolayı kitabın kapağında yazarın adı Zeynep Selvili Çarmıklı şeklinde yazıyor. Ancak Çarmıklı, Zeynep Hanım'ın eski eşinin soyadı; artık bu soyadını kullanmıyor.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


6 Kasım 2024 Çarşamba

Kitapları Kurtaran Kedi (Sosuke Natsukawa) | Kitap Yorumu

Yazar: Sosuke Natsukawa, Çevirmen: Hüseyin Can Erkin,
Yayınevi: Turkuvaz Kitap

Rintaro, dedesinin ölümüyle birlikte tüm hislerini kaybetmiş gibidir. Anne babasının vefatından sonra onu büyüten ve tanıdığı tek akrabası artık yanında değildir. Hissettiği yalnızlık hissini hayatı boyunca bastıran bu genç adam için çok değer verdiği dedesini kaybetmek bir çeşit eşik olur. Henüz tanıştığı halasının yanına taşınmadan evvel günlerini dedesinin işletmiş olduğu kitapçı Natsuki Kitabevi'nde geçirir. Okula gitmez ve sınıf başkanı Sayo ile üst sınıflardan Akiba dışında kimseyle iletişim kurmaz. Ta ki bir gün, konuşan gizemli bir kedinin onu çok önemli bir göreve davet etmesine kadar: Rintaro'nun kitapların kurtarılmasında kediye yardım etmesi gerekiyordur!

Rinataro bu gizemli kediyle birlikte üç karmaşık labirente girer ve kitapları hapseden üç zorlu rakiple karşılaşır. Bunlardan ilki ''Hapseden'', ikincisi ''Kesip Kırpan'' ve üçüncüsü ise ''Satıp Dağıtan''dır. Üç kişi de birbirinden zorludur ancak Rinataro bu macerada yalnız değildir. Yanında Tekirgillerden Tekir ve Sayo vardır. Hem kitapkurdu bu genç adam için kitapları savunmak çok doğal ve kolaydır. Üç labirentin ardından beliren son labirentte ise sevdiği birisi için çabalayacaktır. Kitap boyunca bir yandan kitapların kurtarılma öyküsünü okurken, arka planda Rintaro'nun kendi labirentini keşfetme sürecine tanık oluyoruz. 

Kitabı seveceğimi tahmin ediyordum ama bağ kuracağımı düşünmemiştim. Kitaplarla ilgili bir kitaptı. Sonra, konuşan bir süper kedisi vardı! Kahramanın yolculuğu, değişimin yoğun olarak hissedileceği bir şekildeydi. Tüm bunlar kitabı beğenmem, hatta sevmem için yeterliydi. Öte yandan, ben kitapla bağ da kurdum. Bir kitabı bir noktadan sonra yer yer sesli okuyorsam, o kitapla aramda değişik bir iletişim gelişiyor. Sesli okuma ile sessiz okuma arasında çok bariz his farkı vardır. Sessiz okuduğun satırları kendi sesinle duyduğunda, resmen onu hissedersin. Anlatımın tadını alır, maceraları yanında yaşanıyormuşçasına net görürsün. Tabii sesli okumak efor harcamayı gerektirir. Bu nedenle hızlı bir okuma yöntemi olan sessiz okuma yerine pek de tercih edilmez. Bense bunu, tabii ortam da müsaitse, bu bahsettiğim hissi hissetmek, daha yakından dinlemek istediğim kitaplarda yaparım. Onlara sesimi veririm.

Kitapta kitaplara pek de dost canlısı yaklaşmayan okur tipleri eleştiriliyordu. İlk labirentte bizi karşılayan rakip, ayda 100 kitaptan az okumayan, birbiri ardına kitapları bitirip arkasındaki dev vitrinine, aman pardon kütüphanesine, hapseden ve bir daha o kitapların yüzüne bakmayan bir tiplemeydi. Kitaplar onun için yalnızca bir çeşit böbürlenme aracıydı. Çok fazla okuyunca saygı görüyor ve ''çok okuyan'' sıfatıyla kitapları seviyordu. Kitaplara dair kendi fikirleri yoktu. Tüm fikirleri, diğerlerinin onu bir okur olarak tanımlama şekli üzerindendi. Kitaplar üzerine düşünmeyen, onları biblo gibi sergileyen bu adam, kitaplara gözü gibi bakan bir dedeyle büyümüş olan Rintaro ile karşılaştı.

İkinci labirentte bizleri bilim insanlarıyla dolu dev bir enstitüdeki kendi hızlı okuma tekniğini bulmuş bir profesör karşıladı. Bu adam, Kesip Kırpan'dı. Aslında niyeti ''iyiydi.'' İsteği sadece kitapların okunmasıydı. Neticede, günümüzde kimsenin kalın ve zorlu kitapları okuyacak vakti yoktu. Bu profesör de herkes okusun diye tüm bu kitapları kesiyor, biçiyor ve ondan geriye soluk bir hayalet kalıncaya kadar kırpıyordu. Bu rakibin karşısında Rintaro, yalnız değildi. Yanında sınıf arkadaşı Sayo da vardı. 

Üçüncü labirentte ise bizleri çok iyi korunan dev bir gökdelenin en tepesinde oturan, sıradan görünümlü sıradışı bir adam karşılıyordu. Bu adam çoksatan kitaplardan oluşan bir yayınevinin sahibiydi. Yeryüzünden uzaktaki ofisinde yalnızca sayılarla ilgilenirdi. Okunma sayıları, satılma sayıları, elde edilen gelirin sayıları... Onun gözünde kitapların bir kişiliği yoktu. Kitaplar kar taneleri gibi çoktu ve eğer insanların istediği buysa, o da bir patron olarak okurlara istedikleri kitapları basacaktı. Birbirinin aynı görünen, kolay okunan ve yormayan kitapları. Neticede insanlar çok meşguldü ve kimsenin düşünmeye zamanı yoktu. Oysa bu patronun kaçırdığı bir nokta vardı. Rintaro ve Sayo her kitabın kar taneleri gibi eşsiz olması gerektiğini bu adama hatırlatmak için çabaladılar.

Son labirent ise hiç hesapta yokken belirdi ve artık Rintaro, kelimelerin ötesine geçti.

Kitabı severek okudum. Dili basit, kurgusu ilgi çekiciydi. Kitabı okurken Japon animasyon filmi izliyormuş gibi hissettim. Hatta kafamın içinde bilmediğim Japonca'nın tonlamaları çınlıyordu. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


3 Kasım 2024 Pazar

Raşomon (Ryunosuke Akutagava) | Kitap Yorumu

Yazar: Ryunosuke Akutagava, Çevirmen: Melek Çelik,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Dokuz öykü ve bir önsözden oluşan bu kitapta genel olarak insanlık halleri anlatılıyor. İnsan... peki, felsefi açıdan, bu ne demek? Bu, ne kadar derinlerimize indiğimizde gün yüzüne çıkan bir kavram? O derinliklerde neler var? Nasıl karanlıklar, nasıl aydınlıklar, nasıl yoğun hisler var? Peki bu yoğunluk ve yoğunlukla şekil almış karanlık, gün yüzüne çıktığında ne kadar aydınlanır? Aydınlanmalı mıdır? Bunu yapacak olan kimdir? İnsan kendini ne kadar kabul edebilir? Aslında böyle bir şey zaten yok mudur, yoksa var mıdır?.. Kitaptaki tüm öykülerde karanlık bir atmosferle karşılaşıyoruz. İnsanların kendi içlerinde aydınlatamadıkları duyguların, kaçınılmaz olarak, kendi kendilerine gün yüzüne çıkmasıyla gerçekleşen olayları okuyoruz. Bana kalırsa hikayelerde iyi veya kötü değil; sadece olaylar var. Aslında karakterler bile yok diyebiliriz. Çünkü aslında, hem her karakter bir şekilde birbirinin aynası, hem de aynı olay her karakter için aslında farklı algılanan bir olay. Yani, bu durumda... tek bir olay, birçok karakter mi var demeliyiz; yoksa, birçok olay, tek bir karakter mi? Belli bir ayrım yapmak çok da mümkün görünmüyor.

Kitabın ''Çevirmenin Önsözü'' başlıklı ilk bölümü Modern Japonya, Modern Japon Edebiyatı, Ryunosuke Akutagava olmak üzere üç kısımdan oluşuyor. Bu önsözde çevirmen Japonya'da gerçekleşen modernleşme hareketlerinin önce sosyal yaşama, sonra da kaçınılmaz olarak edebiyata nasıl yansıdığını açıklıyor; en son olarak ise dönemin öne çıkan yazarlarından Ryunosuke Akutagava özelinde edebiyatta yer edinen yeni bakış açılarına değiniyor. Bu önsözü okumak benim için hem bilgilendirici, hem de ufuk açıcıydı. Bir milleti tek bir yazıdan tabii ki anlayamazsınız ama o millerin bakış açısına ve tarihine dair bilgi edinmek; verdikleri ürünleri anlamamızda, aslında daha da net bir ifadeyle, verdikleri ürünlerin ruhunu görebilmemizde önemli bir yere sahip diye düşünüyorum.

Kitapta yer alan öyküler sırasıyla; Raşomon, Çalılıkların Arasında, Burun, Cehennem Tablosu, Sonbahar Dağları, Ejderha, Ölüm Kütüğü, Oyuncak Bebekler, Tütün ve Şeytan idi. İlk paragrafta da ifade ettiğim üzere öykülerin genelinde kendi karanlıklarıyla yüzleşen karakterlerin yaşadıklarını okuyoruz. Ama bunu karakterin kendini kişisel analizi şeklinde değil, okur olarak gözlemci konumunda yapıyoruz. Kitabı benim gözümde etkileyici kılan ana özelliği de bu diyebilirim. Karakterler her yönleriyle olduğu gibi çizilmiş ve olaylar gerçekleştikçe onlara verdikleri tepkiler üzerinden kişiliklerini keşfediyoruz. Ama burada bir ders verme\ ders alma amacı da bulunmuyor. Aynı şekilde karakterin karanlığını dönüştürme çabası da yok. Burada yazarın topluma yönelik öfkesini de görmekte miyiz emin değilim. Çünkü öykülerin alt metninde hep bir ''insanlar böyledir; bencil'' göndermesi var. Hatta karakterlerin hepsinin ortak özelliği buydu diyebilirim, bencillik. 

İyi erdemlere sahip olduğunu diliyle ifade eden bir karakterin eylemleri, söylediklerinin tam tersi olabiliyordu. Rezil olarak gördüğü ''diğerlerinden'' bile daha ben merkezci ve acımasız hareket edebiliyordu. Kişisel hırsları nedeniyle masum olan diğerini yeri geliyor diri diri yakabiliyor, yeri geliyor kalbine hançer saplayabiliyordu. Asıl ilginç olan ise, normalde ''kötü'' olarak bilinen karakterlerden ziyade, ''iyi'' karakterlerin kişisel hırsları için büründükleri acımasız kişilikleri okumaktı. İyilik nedir, kötülük nedir? Peki, iyi biri gerçekten ne zaman ''iyi'' olur veya kötü biri gerçekten ne zaman ''kötü'' olur? Özlemlerimizin, acılarımızın ve umutlarımızın ortak paydada birleşmesi mümkün müdür? Bunu fark ettiğimizde ne hissederiz? Anlaşıldığımızı mı? Başkalarının umudu içimizde heyecan uyandırabilir mi? Veya bizim özlemlerimiz başkalarıyla paylaşılabilir mi? Paylaştığımızda ne hissederiz? Anlaşıldığımızı mı, yoksa duygularımızın karşı tarafa akıp bizi bıraktığını mı? Peki ''anlaşılma'' hissi nedir? Sınırları tam olarak nerededir? Bir sınırı olmalı mıdır?

Japon Edebiyatı'ndan okuduğum kitapların verdiği hissi genel olarak çok seviyorum. Böyle, derin ama usulca akan bir yönü oluyor. Bu kitap da tam olarak öyleydi. Dolayısıyla kitabı da çok sevdim. Kitabın bir de yönetmeliğinde Akira Kurosawa'nın olduğu 1950 yapımı Raşomon isimli bir film uyarlaması bulunuyor. Bu uyarlamayı henüz izlememekle birlikte içerisinde Akutagava'nın kaleme aldığı Raşomon ve Çalılıkların Arasında isimli öykülerin işlendiğini öğrendim. Bir ara filmi izlemeyi de istiyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.