25 Ekim 2024 Cuma

Paçinko (Min Jin Lee) | Kitap Yorumu

Yazar: Min Jin Lee, Çevirmen: Kübra Tekneci,
Yayınevi: Epsilon Yayınevi

Etkilendiğin bir kitabı bitirdikten sonra boş boş duvarı izlemenin verdiği keyif de bir başka. Böyle hissetmeyeli hatırı sayılır bir zaman olmuştu. Kitabı seveceğimi daha ilk bölümünü okuduğum an anlamıştım. Uzun soluklu bir öykü beni bekliyordu. Nihayet! Şöyle dolu dolu, etrafımı saracak bir kitap... Sanırım en çok da bu beni heyecanlandırmıştı. Bu, sahiden de uzun soluklu bir öyküydü. Neredeyse bir asra yayılan, dört neslin öyküsü... Kitap; Gohyang\ Memleket (1910-1933), Vatan (1939-1962) ve Paçinko (1967-1989) olmak üzere üç bölümden oluşuyor.

''Tarih bizi hayal kırıklığına uğrattı ama önemi yok,'' cümlesiyle başlıyor kitap. İlk bölümde Japonya'nın Kore'yi kendi topraklarına katmasıyla gerçekleşen değişimleri görüyoruz. Ekonomi gittikçe çöküyor, asayiş bozuluyor ve Kore halkı kendi ülkelerinde ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamaya başlıyorlar. Ülkedeki iç karışıklıklar ve kötü ekonomi nedeniyle o dönemde mantığa dayalı denilebilecek evlilikler yapılıyor. Yangjin ile Hoonie'nin evlilikleri de böyle oluyor. Yangjin, düşükle sonuçlanan pek çok hamileliğin ardından kızı Sunja'yı kucağına alıyor.

Zaman içinde ülkenin durumu daha da kötüleşiyor. Bu sırada Hoonie vefat ediyor ve Yangjin ile Sunja aile pansiyonunu işleterek geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar. Sunja bir gün, daha ilk görüşte etkilendiği Hansu ile karşılaşıyor. Zengin olduğu her halinden belli olan bu yabancı da Sunja'nın peşini bırakmıyor. O yıllarda Koreliler kendi ülkelerinde bile Japonlar tarafından aşağılanıyorlar. Genç kadınlar fakirlik nedeniyle bedenlerini satıyor, çocuklar yeterince beslenemiyor, Kore'de yaşayan Japonlar Korelilere saldırabiliyorlar. Hansu'nun Sunja'yı taciz eden bir grup Japon gence haddini bildirmesiyle Hansu ile Sunja'nın ''dostluğu'' başlıyor. Bu dostluk ikiliye bir bebek haberi getiriyor.

Hansu'nun evli ve üç çocuklu bir adam olduğunu öğrenen Sunja, evlenmeden hamile kalan bir kadın olmak ile evli bir adamın metresi olmak arasından bir seçim yapıyor. Onun hamileliğini bir tek annesi biliyor. Bir de pansiyonlarında kalan genç, nazik ve hasta rahip Isak. Isak Sunja ile evlenmek istiyor. Onun bebeğine baba olmayı teklif ediyor. Böylece Sunja ile Isak Kore'den Japonya'ya taşınıyorlar. O yıllarda bir Koreli için Japonya'da yaşam en az Kore'deki kadar zor. Hatta daha bile zor. Fakirlik, dışlanma, yabancılık... Dilini bile bilmediği bu yerde yeni doğmuş bebeğiyle zor günler geçiriyor Sunja ve ailesi. Yıllar geçiyor, zaman ve mekanlar değişiyor, hatta kişiler bile değişiyor ama gurbette yaşamak ve yaşama tutunmak zorunda kalmak, geçmiyor.

Kitaba da ismini veren paçinko, bir çeşit şans oyunu. Şansa dayanan her oyunda olduğu gibi, kaybedeni çok kazananı az. Yine de pek çok kişinin küçümsediği bu kumar, pek çok müşteriye sahip. Talebi çok olduğu için büyüyen bir ticari alan. Kitaptaki karakterler kendilerini hep bu oyunla bağlantılı buluyorlar. Kah kazanıyor, kah kaybediyorlar. Yaşam ve onu yaşama şeklini belirlemek, karakterler için tıpkı bu oyun gibi bir kumar haline geliyor.

Kitabın sonsözünde yazar bu kurguyu 1989 yılında henüz bir üniversite öğrencisiyken kurguladığını ve onu yazabilmek için otuz yıl içinde taşıdığını ifade ediyor. Bu beni gerçekten çok etkileyen bir bilgi oldu. Yazar tarih bölümü mezunu. Bir dönem hukuk fakültesine girmiş ve bu alanda bir işte de çalışmış. Bu kitabı yazabilmek için ise hem yazarlık eğitimi almış, hem de Japonya'da yaşayan Koreliler ile pek çok görüşme yaparak yaşadıkları süreci, tarihi ve sorunları onlardan dinlemiş. Kitabın yazımı sancılı bir doğum gibi değil mi? Yazarın kurgusuna bu denli özenli yaklaşması kitaba olan saygımı arttırdı diyebilirim. Ama bunun dışında da kitap bana pek çok duyguyu art arda yaşatması ve elimden düşüremeyeceğim kadar merakta bırakması -ki kitap 576 sayfa!- nedeniyle kalbimi zaten kazanmıştı. 

Kitap beni mahvetti diyebilirim. Bunu en son Yu Hua'nın Yaşamak isimli kitabını okuduğumda hissetmiştim. Kelebek etkisinin bir karakterden koca bir nesle yansıyışını okumanın verdiği çetrefilli ruh halini. Kitabın içerisinde pek çok karakter olsa da, hepsinin hikayesi ince ince işlenmişti. Kitaba dair en çok keyif aldığım şey de aslında buydu. Her karakterin bir öyküsü vardı ve öyküsü olan bir karakter benim için üç boyutlu hale gelir. Çünkü bu sayede onun duygularını, düşüncelerini görebilir ve onunla empati yapabilirsin. Kitabı okurken bir kez ağladım, bir kez gözlerim doldu ve bir kez de yaşadığım şokla birlikte bir karaktere acayip sinirlendim.

Bu kitabı bu kadar beğenmeyi ise beklemiyordum. Gerçekten, şaşkınım. Kitabı yorumlarını dinlemeyi sevdiğim kitap içerikleri üreten bir youtuber'ın (Melikşah Altuntaş) önerisiyle listeme eklemiş ve kütüphanede bulunca kendisine yapışmıştım. Ödüllü bir kitap olması da, normalde asla adetim olmasa bile, ilgimi çekmişti kabul. Ama dediğim gibi, kendisini bu kadar sevmeyi beklemiyordum. Bazı kitaplardan etkileniriz, bazı kitapları ise severiz. Bu kitapta ikisini de buldum diyebilirim. Getirebileceğim tek olumsuz eleştiri ise kitabın anlatımında gördüğüm ve çeviriden mi yoksa yazarın üslubundan mı kaynaklandığını bilmemekle birlikte bana yer yer Kore draması izliyormuşum hissi veren cümlelerdi. Bir olayı net olarak anlamamız için biz okurlara açık bir anlatım yapılmalı, evet buna katılıyorum, ancak kitaptaki bazı cümleler fazla geriye veya ileriye dönük açıklamalarla doluydu. Bu cümlelerin sayısı fazla olduğu için de yer yer dikkatim dağıldı diyebilirim.

Savaş yıllarında yaşananlar ise bana tarihin ne denli subjektif aktarılabilen bir şey olduğunu gösterdi. Bunu Isabel Allende'nin Japon Sevgili isimli kitabını okurken de yaşamıştım (kitabı da şurada yorumlamıştım). O kitapta 2. Dünya Savaşı sırasında ABD'de yaşayan Japonlar'a yapılan ayrıştırmayı ve Japonlar'ın esir kampında yaşadıklarına dair olayları okumuştum. Bu kitapta ise Japonya'nın Korelilere uyguladığı politikaları okudum. Bu olaylar aktarılırken farklı kuşaklardan, farklı şekillerde yetişmiş karakterlerin olaylara farklı yaklaşımlarla bakmalarını ise anlamlı ve gerçekçi buluyorum. Değişmeyen tek şey masumların yaşadığı belirsizlik, çaresizlik ve umut hisleriydi. Kitabın yazarı olan Min Jin Lee'nin olayları bu denli çeşitli açıdan derli toplu ele alabilmesi ise bana yazarın araştırmacı ve tarih alanında eğitim almış özelliklerini gösteriyor.

Kitabı ben beğendim ve 'sevdim' gördüğünüz gibi. Kitabın bir de aynı isimli bir dizi uyarlaması bulunuyor. Kendisini bir ara izlemek istiyorum. Oyuncular arasında Lee Min-ho'yu görmek, üstelik orta yaşlı bir karakter olan Koh Hansu'yu canlandırdığını öğrenmek, bana birkaç tık tuhaf gelse de (ah zaman...) diziye dair merakımı arttırdı diyebilirim. Ama sizce de tuhaf değil mi? Lee Min-ho da mı yaşlanmış arkadaş, vay bee...

Hoşça ve kitaplarla kalın.


16 Ekim 2024 Çarşamba

Naomi: Bir Aptalın Aşkı (Cuniçiro Tanizaki) | Kitap Yorumu

Yazar: Cuniçiro Tanizaki, Çevirmen: Barış Bayıksel,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitabı anlatmaya nereden başlayacağımı eviriyorum, çeviriyorum ama bir türlü bulamıyorum. Direkt konusunu anlatıp kurtulmalı mıyım, yoksa hislerimden mi bahsetmeliyim?.. Hayır hayır, ikisi de değil. En iyisi sana, kitabı ilk gördüğüm anı anlatayım.

Kitabı fazla sessiz ve -bu nedenle- gergin bir kütüphanenin rafları arasında gözlerimi gezdirirken gördüm. İnsanlar ders çalıştığı için fazla köşelere ilerlemek istemiyor, hem kalbime hem aklıma yatacak bir kitabı seçip oradan ayrılmak istiyordum. Uzak Doğu Edebiyatı'na ait kitapların olduğu rafta gözlerimi parlatan bazı kitaplarla karşılaştım. Naomi ise ismiyle beni kendine çekti. Konusunu hiç okumadım bile. Kendisini raftan çekip aldım ve ona ancak eve gelip de yatağıma kurulduğum anda gerçek bir bakış attım.

Naomi on beş yaşında genç bir kız. Henüz çocuk yaşta olan bu kızı gören 28 yaşındaki Coci (biliyorum yaşları yan yana görmek rahatsız edici), onun ilk önce isminden etkileniyor. Naomi... Ne kadar da Batılı ismine benziyor, Coci'ye göre. Naomi'nin kendisi de tam bir Japon'dan ziyade melezlere özgü fiziksel özelliklere sahip. Avrupai görünümlü bu genç kızı görmek için Coci sık sık Naomi'nin çalıştığı kafeye gidiyor. Niyetini belli etmeden evvel onunla arkadaş olmaya çalışıyor, onun gözünü boyuyor. Sonra da Naomi'ye bir teklifte bulunuyor: Evimde hizmetçi olarak çalış, ben de sana Batılı bir hanımın alacağı eğitimleri sunayım.

Coci Batı özentisi, birey olarak gelişmemiş ve aşağılık kompleksine sahip bir adam. Henüz kişiliği ve görüşleri oluşmamış genç bir kız olan Naomi'de gördüğü ışığı kendi istediği şekilde şekillendirip yanında çalım atarak gezebileceği bir eş eğitme niyetinde. Bu niyet doğrultusunda Naomi'ye İngilizce, piyano, dans gibi dersler aldırıyor, farklı tarzlarda bir sürü giysi satın alıp onunla sık sık etkinliklere gidiyor. Gel zaman git zaman Naomi yavaş yavaş büyüyor ve içindeki ışık, Coci'nin kontrol edemeyeceği şekillerde kendini gösteriyor. Coci kendi elleriyle narsist, vurdumduymaz, görgüsüz bir kişiliğin oluşmasına öncülük ediyor.

Kitap daha ilk sayfasından sinirimi bozmuştu. Coci'ye karşı o kadar bilendim, o kadar sinir oldum ki kendisini yorumlarımla yerden yere vurabilmek için kitabı okumaya devam ettim. Daha ilk sayfalardan itibaren sinir bozucu bir adamdı. Benim bu sinirimdeki en büyük etken Coci'ninki gibi görüşlere sahip insanların günümüzde bile hala olması muhtemelen. Arada Ekşi'de gezinirdim ve orada bu tip başlıklar gördüğüm bile olurdu. Yani adamlar bunları düşünüyorlar, utanmıyorlar ifade ediyorlar, utanmıyorlar bunun üzerine sayfalar yazıyorlar. Pes! ''Cahil eş alıp istediğin gibi eğitmek...'' Sen önce kendini eğit.

Neyse, sakinim. Bu nedenle Coci gibi tiplerin ettiğini bulma hikayelerini görmeye bayılırım. Bu kitapta ava giderken avlanan birisinin öyküsünü okuyoruz diyebiliriz. Naomi de her ne kadar en az Coci gibi sinir bozucu bir tip olsa da, kendisinde hayran olunası yanlar da yok değildi. Böyle bir çevreye de böyle burun sürtücü bir kadın gerekliydi. Öte yandan Naomi, yalnızca genç bir kızdı kitabın başında. Hatta çocuk yaşta bir kız. Kötü şartlarda yaşadığından evinden kaçmak için Coci'ye tutundu. Belki onu olumlu etkileyecek kişiler ve olaylarla karşılaşabilseydi kişiliği de farklı şekillenebilirdi. Ona yalnızca yontulacak bir eşya gözüyle bakan bir adamın elinde kontrolden çıkmış büyülü bir nesneye dönüştü. Kitabın sonunda artık genç bir kadın olan Naomi, toksik özelliklere sahip olmakla birlikte, femme fatale'in kalıp bulmuş haliydi. Ohhhh canıma değsin.

Sadece Coci de değil tabii, kitaptaki bütün erkek karakterler toksikti. Naomi de toksikti o ayrı ama dedim ya, böyle karakterlere böyle yanıt... Kendi erkekliklerini bir kadına hükmetme ile göstermeye çalışan, ona hükmedemeyince de o kadına kulp takan; yüzüne gülüp eğlendiği kadının ardından kendi küçük onurlarını kurtarmak için lakaplar uyduran vs gibi karaktersizce eylemlerde bulunan tüm bu ''erkek'' karakterler, etme bulma dünyasından Naomi bacımız aracılığıyla bir güzel nasibini aldı.

Kitap aynı zamanda Nabokov'un Lolita'sı ile karşılaştırılıyormuş. Açıkçası Lolita benim okumaktan en çok kaçtığım eserlerden biri. Hatta konusu aklıma gelince bile bir mide bulantısıdır başlıyor. Kitabı bir gün sinir krizi ataklarını göze alıp okumaya karar verirsem de fazlasıyla rahatsız olacağımı düşünüyorum. Bu nedenle bu kitaba da mesafeli başlamıştım. Hatta en başlarda bıraksam mı diye bile düşündüm ama yukarıda da bahsettiğim üzere Coci karakterine o kadar sinir oldum ki kitaba devam etmeyi seçtim. Bu da ilk kez başıma geldi vallahi. Sinir olduğum için kitaba devam etmem... Her neyse efenim, kitabı okuyup bitirdiğim için memnunum. Akıcı, sürükleyici ve zamanla içimin yağlarını eriten bir kitap oldu. Son olarak Coci gibi tiplere dikkat edelim diyor ve kapanışı yapıyorum.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


13 Ekim 2024 Pazar

Lanetli Tavşan (Bora Chung) | Kitap Yorumu

Yazar: Bora Chung, Çevirmen: Sevda Kul,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Kitap on öyküden oluşuyor. Bu öyküleri tek bir sıfat ile tanımlayacak olsaydım, rahatsız edici derdim. Öykülerin genelinde okurunu huzursuz eden, yer yer geren ve hatta -kendi duygu durumumu belirtirsem- kimi zaman iğrendiren bir atmosfer ve olay akışı hakim. Tüm bunlar kitabın genel olarak yansıttığı etki olduğundan dolayı aslında belki de bunu başarılı bir durum olarak değerlendirmeliyim. Çünkü kitaptan gerçekten etkilendim.

Bora Chung'tan ilk kez bir eser okudum. Kendisi Güney Koreli bir yazar. Rusça ve Doğu Avrupa üzerine yüksek lisans, Slav Edebiyatı üzerine ise doktora yapmış. Bunu belirtiyorum çünkü hem bu eğitim durumu beni etkiledi, hem de yazar öykülerinde karakterlerinin özelliklerini belirtirken kendisine ait olan bu özellikleri de ifade ediyordu. Bu durum da benim; acaba yazar bu karakteri yaratırken kendisinden veya çevresinden mi ilham aldı, yoksa direkt olarak bu karakter yazarın kendisi mi sorularını sormama neden oldu. Ayrıca Uzak Doğu kültüründe yetişmiş birinin Batı kültürüyle alakalı eğitim alması, yazarın dünya görüşünü, olayları sorgulama ve açıklama şeklini merak etmemi sağladı.

Kitabın sonsözünde yazar, öykülerini yazarken ilham aldığı durumlardan bahsetmiş. Açıkça söylemek gerekirse sonsözü okuyana kadar kitaptan öyle çok da aman aman etkilenmemiştim. Bunun nedenini de sonsözde ifade edilenlere değindikten sonra açıklayacağım. Kitabın sonsözünde yazar, kitabı basan yayıncısının kitap hakkındaki görüşleriyle ilgili ''bugünkü gibi bir çağda haksızlığa uğrayan güçsüz insan(lar)ın intikam hikayelerini beğendiğinden bu öykü derlemesini yayınlamaya karar verdi'' şeklinde bir anlatımda bulunuyor. Sonra da, yayıncısının bu görüşünün onu şaşırttığını çünkü aslında bu öyküleri bu motivasyon ve amaçla yazmadığını söylüyor. Açıkçası yazarın bu ifadesi de beni şaşırttı diyebilirim. Çünkü öyküleri okuduktan sonra ben de tıpkı yayıncısı gibi düşünmüştüm.

Yazar ise öykülerini kaleme alırkenki düşüncelerini şu şekilde ifade ediyor; ona göre öykülerindeki tüm karakterler yalnızdır ve bu yalnız karakterler -tıpkı yayıncısının da söylediği gibi- acımasız ve kasvetli bir dünyanın içinde intikamlarını ve haklarını alsınlar veya almasınlar, adalet yerini bulsun veya bulmasın, yalnız kalmaya devam ederler. Peki tüm bu kasvet ve yalnızlık teması okura ne mesaj vermeli? Yalnız değilsin!

Herkes bir şekilde bazı sorunlarla baş etmeye çalışıyor. Bu ister kitaptaki gibi korku, fantezi veya bilimkurgu temalı olsun, isterse de bizim sıradan dünyamızdaki gibi ''sıradan'' bencillikler; aslında kimse yalnız değil. Herkesin sorunları var; tek başına hissetsek bile, yalnız değiliz. Bu, rahatlatıcı mı olmalı tartışılır ancak yazarın ifade ettiği bu düşünce yapısıyla öyküleri tekrar düşündüğümde, öykülerden etkilenme oranımın arttığını fark ettim.

Kitapta kullanılan dil sade olsa da, dediğim gibi kurgular rahatsız edici ve vurgulanan düşünceler çarpıcıydı. Yer yer kimi öykülerin fazla uzatıldığını ve her ne kadar merak unsurunu korusa da, vermek istediği mesajın dağıldığını düşünsem de (Kapan ve Yara İzleri öykülerini buna örnek verebilirim - ve bu tamamiyle benim kendi görüşüm), öykülerin olay akışı sürükleyici, anlatımı akıcıydı. Kitabı çok kısa bir süreçte de okudum bitirdim zaten. Elimden bırakamadım bile diyebilirim hatta. 

Kitapta en beğendiğim öyküler ise; her ne kadar fazlasıyla mide bulandırıcı bulsam da Kafa, tam bir korku filmi tadında olan Soğuk Parmaklar, sorgulatan bir bilimkurgu olan Elveda Sevgilim, masal sevgimden dolayı daha en başta benden geçer not almayı başaran Rüzgarın ve Kumların Hükümdarı, her şeyin tadında olması ve yazarın ifade ettiği ''yalnız değilsin'' ana fikri ile birebir örtüştüğünü düşünmem nedeniyle Vuslat öyküleri oldu. Kitaba adını veren ve ilk öykü olan Lanetli Tavşan, her ne kadar dikkate değer ve karanlık bir öykü olsa da benim için ortalamanın ötesine geçemedi. Aynı şekilde Bedenleşme, Evim Güzel Evim öyküleri de akıcı ve ilginçti ancak ortalama buldum diyebilirim. Kapan ve Yara İzleri öyküleri ise benim için çok fazla rahatsız edici ve kabul edilemez durumlarla örülü bir akışa sahipti. Ayrıca yukarıdaki paragrafta da dediğim gibi fazla uzatıldıklarını ve bu nedenle de kurguların dağıldığını düşünüyorum.

Kitaba bayıldım diyemesem de böyle farklı içerikli kitapları okuduğumda tatmin olmuş hissediyorum. İlgisini çekenlere de kitabı önerebilirim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


9 Ekim 2024 Çarşamba

Uygarlığın Ayak İzleri 3: Batı Resminde Aşk ve Bazı Küçük Felaketler (Celil Sadık) | Kitap Yorumu

Yazar: Celil Sadık, Yayınevi: Epsilon Yayınevi

Uygarlığın Ayak İzleri serisinin bu üçüncü kitabında Celil Sadık, aşkı merkeze alarak biz okurları sanatta ve zamanda bir yolculuğa çıkarıyor. Kitap; Batı Resminde Aşk, Ve Bazı Küçük Felaketler, Aşkın Acının ve Devrimin Kadını: Frida Kahlo olmak üzere üç kısımdan oluşuyor. Her üç kısımda da aşk hissinin farklı görünümlerini merkeze alan resimlere yer verilmiş ve bu resimler yalın bir dil ve sembollerin okunmasıyla açıklanmış.

Celil Sadık bir sanat tarihçisi. Uygarlığın Ayak İzleri serisinde ise her ciltte farklı bir temayı işleyerek sanatseverlere farklı bir perspektif sunuyor. Bu ciltler seri halinde ifade edilse de, her ciltte farklı bir tema merkeze alındığı için sırasız bir şekilde okumanın da mümkün olduğunu düşünüyorum. Örneğin ben ilk ciltten sonra şimdilik ikinci cildi pas geçerek (çünkü henüz temin etmedim), konusu beni çok heyecanlandırdığı için direkt bu üçüncü cildi okudum.

Şimdi de sizlerle kitapta yer verilmiş ve beni en çok etkileyen eserlere göz atmak ve hislerimi paylaşmak istiyorum.


''Evet mi? Hayır mı?'', Edmond Leighton (1890).

Kitapta Edmond Leighton'un aşkın görünümlerine dair resmettiği bir dizi resmine yer verilmiş. Beni en çok etkileyen iki resminden birisi buydu. Bu resimde pek de büyük harflerle yazılmaya değer -pek tabii bu, kişiye göre değişir ama- ''destansı'' bir aşk sahnesi göremiyoruz, değil mi? Ancak genç çifte gidip de bunu sorsak, eminim alacağımız yanıt çok farklı olurdu. Genç adamın yüz ifadesine baksanıza... ya genç kadının. Bu resmi gördüğüm anda gülmeye başlamıştım. Çünkü gerçek bir resim olduğunu düşündüm. Hayatın içinden destansı bir an olduğunu. Çiftin hisleri resmen yüzlerinden okunuyor. Bazı resimleri okumak için mitoloji ve tarih bilgisi gerekebiliyor. Belki sembol okuma becerisi, sembollerin sanattaki yeri vs. Oysa bu resmi okumak için yalnızca onu görmemiz yeterli, değil mi? Bu resimde beni en çok etkileyen nokta resmin orta yerine konumlandırmış karakterlerin hikayesinin apaçık belli olmasıydı. Bu doğallık ise beni güldürdü. Hem... belki de aşk da sadece böyledir, diye düşündürüyor bu resim beni, belki de bazen sadece böyle... böyle... her hareketinden okunur. İsteklerin, keşkelerin, kırılmaların, umutların...


''Gölge'', Edmond Leighton (1909).

Ve işte burada da ''destansı'' bir aşk. Bu eseri okumak için biraz bilgi gerekli. Resim, hikayesini bir Antik Yunan efsanesinden almaktaymış. Öncelikle soruyu size yöneltmek istiyorum: Bu resimde siz ne görüyorsunuz? Okumaya devam etmeden evvel resmi şöyle bir inceleyip bir hikaye uydurun bakalım. Beni resim -ve hatta fotoğraf- sanatında en çok heyecanlandıran şeylerden biri de budur biliyor musunuz? Resimlerin öyküsünü bulmaya çalışmak. Varsın bu ilk bakışımızda gerçeği görmeyivereyim, diye düşünürüm. Bazen ilk bakışta sadece hissedersin, beynin devreye giremez. Bazense beynin art arda kurgular sıralar. Bazı sanat eserleri öyle, bazısı böyle hissettirir bana. Mesela yukarıdaki resim his grubundaydı benim için, bu resim ise bir destan uydurmama neden oldu. Belki de çeşitli hislerimizin ve bu hislere dair kurgu uydurma becerimizin sınırları, aşkı yaşama veya yaşamayı umma konusundaki tutumumuz hakkında da bizlere bilgi veriyordur, kim bilir...

Bu resimde savaş nedeniyle ayrılmak zorunda kalan bir çifte yer vermiş ressam. Ayrılık başlı başına destansı bir durumdur belki de yaşayanlar için, bu nedenle olacak, izleyenlere hep bir merak verir. Bu çift yeniden kavuşabilecek midir? Bu bilinmez, ancak o an gelene kadar genç kadın genç adamın gölgesiyle avunmaya bile razıdır. Bu nedenle de onun gölgesini resmeder. Bu resim aslında genelde başka bir mekan ve atmosferde resmediliyormuş. Kapalı mekanlarda, belki daha farklı hislerle. Oysa bu resimde ressam, çifti belki de ayrılmalarından hemen önceki ana ışınlamış. Arkada ise şövalyenin gideceği uzak denizler var. Kimileri için umut olan bu simge, kimileri için özlemi ifade ediyor. Belki de bu genç kadın için ikisinin iç içe geçtiğini söylemek mümkün olabilir.



''Yasaklı Kralcı'', John Everett Millais (1851).

Bu resimde de ayrılmak zorunda kalan bir çift görüyoruz. Genç kadın sevgilisini, onu arayanlardan saklıyor. İkisinin baktığı yön aynı. Genç kadın genç adamı ziyarete gelmiş olabilir mi? Genç adam özlemle genç kadının ellerine tutunmuş. Daha doğru bir ifadeyle, resmen açlık ve susuzlukla.

Ressam Kraliyet Akademisi Okulları'nda eğitim görmüş ancak sonrasında buna aykırı resimler yaparak tepki çekmiş. Sonrasında yeniden akademiye uygun, üstelik fazla başarılı resimler yapıp akademinin başkanı olmuş. Bu resminde ise başka bir sanat eserinden, Vinzello Bellini'nin Püritenler (I Puritani) isimli operasından, etkilendiği ifade ediliyor. Sanatın bu besleyici ve genişleyen yönü bana hep keyif vermiştir.

Ama aslında bu resmi sevmedim biliyor musunuz? Evet, şaşırdınız mı? Sevmedim. Her ''destansı'' aşkı da sevmeli miyim ya canım? O zaman bu resmi neden mi paylaştım? Çünkü resmin teknik yönünü gerçekten etkileyici buldum. Keza aynı şekilde duyguların karakterlerin yüzünden ve vücut dillerinden okunma şeklini de. Resmi sevmeme nedenim ise... Bu resimde sen ne görüyorsun sevgili okur? Peki bu gördüğün şey ile senin aşk tanımın uyuşuyor mu? Aşıklar ayrılabilir evet, ama bu resimde ben tehlike temasını buram buram hissediyorum. Beyin, parçaları birleştirmeye de bayılıyor değil mi? Aşk tehlikelidir, mesajını sinsice fısıldıyor bu resim sanki. Oysa bence aşk, çifti saran korku atmosferinde değil, genç adamın tedirgin bakışlarının ardından bile görünen tutkuda kendini gösteriyor. Sence?


''Aşıklar'', Rene Magritte (1928).

Yine destansı bir hikayeyi konu ediniyormuş gibi görünen bir resim. Önceden bu resmi gerçekten severdim. Resimdeki figürler beni sorgulamaya ve bir hikaye uydurmaya yeterdi. Tıpkı ressamının istediği gibi. Resim, sürrealizm akımının etkisiyle oluşturulmuş. Bu akımda genellikle birbiriyle alakasız nesne ve figürler bir araya getiriliyormuş. Bu resimde ise yüzleri örtülü iki figürün öpüştüğü anı izliyoruz. Fazla klostrofobik görünüyor sanki.

Her ne kadar ressam bunun doğru olmadığını ifade etse de, bu resmin ressamın çocukken yaşadığı üzücü ve travmatik bir olayın izlerini taşıdığı sanat tarihçi ve yorumlarınca ifade ediliyormuş. Ressam henüz bir çocukken, intihar eden annesinin denizden çıkarılmış görüntüsüyle karşılaşmış. Bu sahnenin ressamın kimi eserlerinde kendini gösterdiği, dediğim gibi her ne kadar ressam bunun doğru olmadığını söylese de, ifade ediliyor. Aynı zamanda ressamın asıl amacının eserleri ile izleyenlerini şaşırtmak olduğu da ifade ediliyor. Resme baktığımızda gerçekten de afallıyor, belki rahatsız oluyoruz değil mi? Sonra belki de bir merak hissi bizleri esir alıyor. Bu da ne diyoruz, bu insanların neden yüzünde ''örtü'' var?

Bu eseri sevme sebebim bu merak etme ve dilediğimce bir hikaye uydurabilme özgürlüğümdü. Şimdi sevmeme sebebim ise yukarıda Yasaklı Kralcı isimli eserde de ifade ettiğime benzer bir şekilde, resimde vurgulanan hisler ile benim aşk tanımımın uyuşmaması diyebilirim. Aşk bu kadar klostrofobik, korkutucu, baskılayıcı ve ölümcül olmak zorunda değil. Onu böyle algılamamız gerekmiyor. Aşk, ben olgusunu öldürerek biz yapma çabasından ziyade; iki ben'in toplamıyla biz yapmak ve sonrasında biz'in de büyüyerek gelişeceği bir ''yaşam'' çağrışımı olabilir. 

Sanırım artık ''destansı'' veya ''felsefi'' aşk temaları ilgimi çekmiyor. Büyüdüm mü ne...


''Kadife Elbiseli Otoportre'', Frida Kahlo (1926).

Frida zor bir yaşam sürmüş ve eserlerinde tıpkı bir günlük tutarcasına kendini işlemiş bir ressam. Çok genç yaştayken o zamanki sevgilisi Alejandro ile bir tramvay kazası yaşıyor. Pek çok kişinin öldüğü bu kazada Frida çok ağır yaralanıyor, aylarca hastanede sayısız ameliyat geçiriyor ve sonrasında bile bu kazanın etkilerini tüm yaşamı boyunca yaşıyor. Bu eserini ise kazanın fiziksel etkilerini hissettiği dönemde yapmış. Burada sağlıklı bir genç kadın görüyoruz. Gözlerinde ne var sence sevgili okur? Frida bu resminde sevgilisine bakıyor olabilir mi? 

Frida'nın beni çok üzen pek çok resmine yer verilmiş kitapta. Hepsinde de yaşadığı acıların izlerini görmek mümkün. Ancak beni en çok etkileyen bu resmi oldu. Bunun sebebi bu resmin derin bir umut ve hayal kırıklığını bir arada yansıtması diyebilirim. Kazadan sonra ondan ayrılan aşkına hasta yatağında yaptığı bu resimle bakıyor Frida. Kitabın yazarı Celil Sadık'ın ifade ettiği üzere belki de ayrıldığı sevgilisine resmi aracılığıyla sağlıklı haliyle bakıyor ve sadece sevilmek istiyor.

Bundan sonrasında da bu istek Frida'nın peşini bırakmıyor. Kendi gibi ressam olan Diego Rivera'ya sağlıksız denebilecek ölçüde büyük bir özveriyle bağlanıyor. Onun hayatını resimlerinden okumak ayrıca üzücü ve kırıcıydı diyebilirim...



''Shalott'un Leydisi'', John William Waterhouse (1888).

Seninle paylaşabileceğim pek çok resim yer alıyordu kitapta. Açıkçası başlangıçta hangilerini göstersem bilemedim. Sevdiğim bir şey olamayagörsün, onun içimde uyandırdığı heyecan hissi herkeslere göstermek, anlatmak istiyorum. Ama bu yazımda genel olarak düşünce dünyamda şekillenen ama henüz kelimelere dökemediğim noktaları tanımlamak için bana yardımcı olabilecek eserlerden bahsettim. Yazımın başlarında da belirttiğim üzere, resim sanatının en çok da öyküyü bulmaya çalıştığım kısımlarını seviyorum. Böylelikle, belki de, kendi içimden çıkmak isteyen öykülerin varlığını da keşfediyorum.

Seninle son olarak paylaşmak istediğim resim John William Waterhouse'un 1888 tarihli bu resmi: Shalott'un Leydisi. Bu resimde de bir efsane konu edilmiş (Kral Arthur efsanesi). Resimdeki genç kadın yıllarca bir kulede esir kalmış. Onun laneti asla dışarıyı görmemekmiş. Bu kulede yıllarca dokuma yapmış ve hiç dışarıya bakmamış. Ancak, dışarıyı aynalardan izlediğinde başına bir şey gelmediğini keşfetmiş ve dış dünyayı aynalar aracılığıyla izlemeye başlamış. 

Bir gün bu leydi bir şarkıyı işitmiş ve bu sesin sahibini çok merak etmiş. Aynalardan gördüğü şövalyeye aşık olmuş ve lanetini unutmuş. Peki lanet neymiş dersin? Ölüm. Böyle yaşamak mı daha acıdır dersin, yoksa ölmek mi? Genç kadının bunu düşünmeye zamanı bile olmamış. Şövalyeden öyle çok etkilenmiş ki, onu gördüğü daha ilk anda laneti unutmuş ve dışarıya bir ayna aracılığıyla değil, kendi gözleriyle bakmış. Sonra da laneti hatırlamış...

Bu resmin altında yatan ve kadına yüklenen kalıp yargıları aktaran tema açıkçası umurumda değil. Kitapta resmin odaklandığı noktanın ''Viktoryen edebiyatında aşkı ve cinsel zevkleri için rahibeliği terk eden kadın'' temasının işlendiği söyleniyor. Zaten kitapta yer alan resimlerin altında yatan temaların çoğunda bu var: (genellikle) kadın ve ona yasaklanan aşkı. İnsanoğlu aşkı neden bu kadar uzağına, ancak aynalardan görebileceği bir noktaya konumlandırmış ki? Açıkçası bu sorunun yanıtını merak da etmiyorum. Sadece gördüğüm bu. Hala daha, günümüzde de, gördüğüm bu. Bir şeylerden korkuyoruz. Kendini savunmaya odaklanarak aynalardan izliyoruz dış dünyayı. Peki sonra ne oluyor?

Resimde gördüğümüz sahnede genç kadın kaderini kabul ediyor ve yıllarca esir olduğu kuleden nihayet çıkıyor. Lanet çoktan gerçekleşti ama umurunda değil. O, aşkı gördüğü nehirde usul usul ilerliyor.


Resimlerin hepsini sevmedim ama hepsi üzerinde düşündüm ve hikayelerini ilgiyle okudum. Bazen rastgele bir sayfa açıp karşıma çıkan resmin öyküsünü değerlendirdim, bazen sadece dümdüz okudum. Bundan sonrasında da rastgele açacağım sayfalardaki resimlerin öyküsünü okuyacağımı düşünüyorum. Bilgilendirici, ilgi çekici ve akıcı bir kitaptı. Serinin diğer kitaplarını da mutlaka okuyacağım. Sanata ilgisi olanlara kitabı önerebilirim, ben çok sevdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


Not: Bu kitap yorumu yazısı reklam değildir, kitap önerisidir.


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.