28 Ağustos 2024 Çarşamba

Yükselen Ay | Mutluluk #4


Geçen gün mandala boyayıp Cedric izledim ahahhaha. Son zamanlarda yaptığım en eğlenceli şeydi. Kendinle zaman geçirmek, geçirmek ve geçirmek diyor ve gerçekten de geçiriyoruz ya zamanı, hah işte, şimdi ben kendi denklemime kendimi de eklemişim gibi hissettim. Bu nedenle de çok keyif aldım. Boyama yaparken önce renklerimi seçtim. Hangi renk hangisiyle uyabilir acaba? O kadar da kontrolcü değildim canımmm, biraz zıt renkleri seçtim gerçekten! Ama sonuçta seçtim. Tabii o iş öyle olmadı, boyarken gözüme başka renkler parladı ve bana 'asıl ben seni seçtim pikaccchhuu!'' dediler. Hımmm, belki de bir sonraki boyama etkinliğimde Pokemon izlemeliyim.

Küçük bir kuzenim var. Bir keresinde onlara gittiğimde bana yaptığı boyamaları göstermişti. Sonra da eline resimli bir kitap almış ve bana okumuştu. Tabii kendi uydurduğu hikayeyi. Onu dinlerken çok eğlenmiştim, yaptığı işlere bakarken de. Sanırım kaç yaşında olursak olalım aynıyız. Yaptığımız şeyleri göstermek bize iyi geliyor. Hangi renk hangi renkle yakışır bunu düşünüyoruz. Küçükken daha özgürce boyama hakkımız var. Renkleri birazcık taşırsak da sorun olmaz. Büyüdükçe çizgilere basmamaya gayret ediyoruz. Büyüdükçe resimsiz kitapları seviyoruz.

Ben öyle miyim peki? Ben resimli kitapları da resimsizleri de severim. Hikaye uydurmayı ise çok severim! Küçükken de böyle oyunlar icat ederdim. Aslında bunu sana iki gece önce falan anlatmıştım ama içimden o yazımı yayınlamak gelmedi. Bazen böyle oluyor; çok anlatasım geliyor, bu nedenle de orada anlamam gereken bir şeyler olduğunu anlıyorum. Ama sonra anlıyorum ve bitiyor. Belki de anlamak da böyle gelişen bir şey. Öncesinde başkalarına anlatarak rahatlıyoruz. Göstermek bize güvende mi hissettiriyor? Tam tersini söylerler, genelde tam tersidir kabul edilen; ama ben buna katılmıyorum. En münzevi ruhlar bile bence içinde diğerlerinin gölgesini taşır. En olmadı küçük bir çocukken. Bak, demek ister, ben bunu uydurdum. Büyüdükçe kendi kabuğumuza çekiliriz. Pek çok şey anlatsak da, anlamamayı kafamıza koymuşuzdur.

Geçen gün bir şey keşfettim. Bunları oturup da aramıyorum. Onlar beni buluyor. Sanırım yılların çiçekleri. Çünkü ben bahçıvan olmayı seçtim! Ben de onları önce besliyor, sonra topluyorum işte. Bu sefer bir gül belirdi zihnimde. Dikenleri vardı, ona hemen dokunamadım. O... Sevgiye biçtiğim anlamlardan sadece biriydi. Anlaşılmak. Ben sevilmek ile anlaşılmayı eş anlamlı tutmuşum zihnimin arka planında. Ne mi var bunda? Bu, benim kendime kurduğum tuzak da ondan akıllım. Ben anlaşılmayacağına çok emin, sevgi bağımlısı biriyim. :) İşte bu yüzden.

Ay'ı en çok yarısı aydınlık olduğunda seviyorum. O günlerde daha bir canlı görünüyor gözüme. Herkes ışıl ışıl parlarken ona övgüler düzer ama ben... Sen de övüyorsun diyeceksin. Kocaman kocaman Dolunay başlıkların var. Ne var canım, övmekte ne var? Güzel şeyleri beğenirim ben. Sen beğenmez misin? Ama anladığım şeyleri severim dermişim ahahhah. Neyse. Ay yarısı aydınlıkken, gizli köşelerden gökyüzünün tepelerine yükseliyor. Bulunduğum konum da bununla ilgili yani. Böyle olduğunda daha komik görünüyor bana. Daha gerçek. Böyle olduğunda çoğu kişi Ay işte der, sanırım bu yüzden kaşif ruhum benden habersiz heyecanlanıyor. Yükselen Ay'ı izliyorum. Yarısı aydınlık, yarısı karanlık Ay'ı.

Bunu bir mutluluk yazısı olarak yazmaya başlamamıştım ama öyle yapmak istiyorum şimdi. Nedir mutluluk sevgili okur? Bana mutluluğun resmini çizebilir misin? Ben sana çizerim ama yazamam. Çünkü bugün yazdığım, aman çizdiğim resim, yarın beni mutlu etmeyebilir. Belki bir gün bu resim sabitlenir. Kim bilir... Sabitleniyor mu sence? Sen biliyor musun?

Mutluluk, yarısı karanlık yarısı aydınlık tam bir Ay gibi bir şeymiş. Evet, her şeyiyle, tammış. Bazen evlerin ardında gizlenirmiş. Bazen ağaçların ardında. Bazen heykellerin. Bazen... Ama hep, hep, yükselirmiş. Mutluluk bunun gibi bir şeymiş, yükselen Ay gibi bir şey. Hayır, içime sinmedi. Mutluluk yükselen Ay bizi gülümsetirse varmış. Hah şimdi oldu.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


24 Ağustos 2024 Cumartesi

Haydi Söyle | Mutluluk #3


Bir şeylere tasasızca gülmek, ağlamak... Eylemleri sıralamaya devam etmeliyim biliyorum. Böyle pek bir eksik kaldı. Ama öte yandan... Sanki tüm duygular aslında bu iki eylem arasında gidip geliyor, bazen de ortaya kombo yapıyor gibi. Bugün bir şeylere tasasızca güldüm. Bunu en son ne zaman yapmıştım bilmiyorum. Gülmüyorum demiyorum, hatta tam tersi; gülmek istersen gülersin. Ağlamak istersen ağlarsın. İstersen, bunları yapmak kolaydır. Ama tasasızca mıdır? Bilmem, bunu düşünmemiştim. Sanırım benimkiler hep tas tas bir şeyler taşır(ır)casınaymış. İlla bir yere ulaşmaları gerekirmiş gibi. İlla bir şey olmak zorundalarmış gibi.

Filmlerde çok komiğime giden bir sahne var. Genelde esas oğlan ve esas kız arasında geçer bu konuşma. Aslında anne-kız, anne-oğlan, baba-anne, babaanne-torun... Yani diğer ikili ilişkiler arasında da geçebilir. İki kanka, iki düşman, iki alakasız kişi... Ama genelde esas oğlan ile esas kız karşı karşıyadır işte. Neden esas olanlar? Böylesi göze daha esaslı geliyor diye mi? Ah tamam sustum. Böyle giderse asla sadede gelemem ahahah. ''Gözlerimin içine bakıp söyle, haydi söyle!.. beni sevmediğini söyle.'' 'O tonlamayla' okursan etkili olacaktır. Hadi yine bu sahneye anlam verebiliyorum. İnsan kabullenmek istemeyebilir ve izleyici de duygu seliyse iyi giden bir sahne bile olabilir. Tabii oyuncular da esaslıysa, ahahah - tamam. Ama; sevdiğini söyleli olanı çok değişik, vallahi.

Birinin yüzüne bakarak, hatta bir de gözlerinin içine bakarak, onu sevdiğimizi söylemek dünyanın en gerekli eylemi olabilir. Pek gerçekleştirmeyiz sanırım ama öyle, çok gerekli. Sevdiğin birine onu sevdiğini söylemek. İlla aşk için demiyorum. Sevdiğin birine diyorum. Aşk için de diyorum tabi - kendimi yakaladım. Belki de en çok da onun için demeliyim. Oralarda durum daha da vahim gibi zira. ''Söyle! Söyle... Beni sevdiğini gözlerimin içine bakarak söyle,'' demez tabii hiçbir esas karakter (ya da bazıııları der); ama bunu söylemeden söyler. Direkt olarak o sahneyi izleriz. Güzeldir de bu eylem dediğim gibi, tabii, tabi tabi, esas karakter diğer esas karakterin gözünün içine bakmadığında bile onu sevdiğini (kendine) söyleyebiliyorsa güzeldir, hani bu sahne. Yoksa ucuz romantizm işte.

Esas olan, karakter mi yoksa hikaye mi? Hikaye olmalı. En uyduruk senaryolarda bile en esaslı karakterleri oluşturan aslında budur: Hikayedeki konumu. Sanırım bu nedenle izleyiciler olarak karakterlerle bağ kurarız ve izleyicinin benimseyebildiği oranda ana karakter esaslılığını kanıtlar. Bazen bazı şeyler inandırıcı gelmez ama yine de öyle olsun istersek, inandırıcı olsun ya da olmasın, filmi inandırıcı bulur üstüne bir de severiz. Oysa bu bile inandırıcı değil ahahha.

Mutluluk belki de böyle bir şeydir, inandırıcı olma kaygısı taşımayan ve doğallıkla olan bir şey.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Pierrot Le Fou (Jean-Luc Godard, 1965),
(Kaynak: Pinterest).


23 Ağustos 2024 Cuma

Mp3 Çalar, Ben Dinlerim | Mutluluk #2


Uzun zamandan sonra mp3 çalarımdan bir şeyler dinledim. Şarj olmadığını sanıyordum ama geçtiğimiz ay kendisini mucizevi bir şekilde yeniden şarj edip bir de üstüne bazı yeni şarkılar ekledim. Yıl olmuş bilmem kaç ama ben mp3'ümden bir şeyler dinlemeyi hala seviyorum. Hep de ayrı bir sevmişimdir. Aslında daha evvel sana mp3'ümle olan aşk hikayemizin özetini anlattığım bir yazı yazmıştım. O nedenle kısa keseceğim. Kendisi, kendime harçlıklarımla aldığım ilk 'büyük' şeydi ve çoğu yolculuğumda bana eşlik etti. Bu nedenle mp3'üm için benim bir çeşit günlüğüm demem de yerinde olabilir. Müzik günlüğü? Belki.

İçinde taaa ortaokuldayken dinlediğim şarkılardan bile var inanabiliyor musun? İnanılmayacak şey değil ama hadi itiraf et, insana bir sırıtma veriyor. Ya da sadece bana mı veriyor? Öyleyse bile alınmayacağım, söyle. Sonuçta benim mp3'üm, bu nedenle sadece beni sırıttırıyor olabilir. Ama sen de bilirsin, bu nostaljik, saçma denecek denli nostaljik, ve tabii... Ah ne diyorum ben! Biliyorsun işte neyden bahsettiğimi. Dilimin ucunda ama tanımlayamıyorum bu hissi ya? Sahi ne diyor biz dünyalılar buna? Haıııaaıı, yaşantı! Mp3'üm bana bu kelimenin sırıtmasını getiriyor. 

O müzikleri dinlerken kim bilir neler düşünmüş neler hissetmiştim? Peki ama hangi dinlememde ne hissettim, ne düşündüm? Şarkılar ilginç değil mi? Bazı şarkılar vardır, bize sanki ne kadar zaman geçerse geçsin aynı hissi verecekmiş gibi hissederiz. Bunun sebebi muhtemelen o şarkı ile bir kişi, olay veya hayatımızın bir bölümünü eşleştirmemizdir. Bu kişi bizzat kendimiz bile olabiliriz. O yaştaki kendimiz o şarkıyla bir çeşit bağ kurmuştur ve bu yaştaki şimdiki kendimiz o şarkıyı dinlediğinde aslında hep bunu anımsar. 

Ben bu şarkıları dinlerken hep haaaıııaaa modundaydım ahahhah. Bazı şarkıları cidden bin yıldır falan dinlememiştim. Bu nedenle o şarkı çalmaya başladığında sanki en son çok önce gördüğüm bir tanıdığımla karşılaşmışım gibi bir his bürüdü içimi. Vaktiyle ne hissetmiştim hatırlamıyorum. Çocukken, ergenken, ilk gençliğimin başında... Ah yaş kompleksim mi oluşuyor nedir? Daha şimdiden! Yok tabi öyle bir şey de... Aslında biliyor musun ben hiçbir zaman kimseyle kendimi de kıyaslamam. Hatta bak sana daha da ilginç bir şey söyleyeceğim, bence benim sorunum kendimi kimseyle kıyaslamamam ahahah, eksantirink ben ve huylarım. O zaman neden? Neden 'gençliğimin baharında' yaş muhabbetine giriyorum? Çünkü... Daha dün baharın ilk günündeydim. Şaşkın... umutlu... depresif ahahha. Başka ne vardı du' bakalım? Bunu bile hatırlamıyorum. Üstünden çok zaman geçmedi ama hatırlamıyorum. Bu iyi bir şey biliyorum. Ama neden?.. 

İsteklerim değişti. Benim kabul edemediğim şey bu. Çünkü bu, sorumluluk demek! İstek sıralamamı sıraladım fark etmeden ve en çok istediğim şey artık son sırada! Nasıl olabilir? Bunu kavradım biliyor musun? Beni tutan şeyi kavradım. Star Wars film serisinin yönetmeni olan George Lucas'ın doğruluğundan asla emin olmadığım ama orada burada gördüğüm ve bana ilham veren bir sözü var: "We are all living in cages with the door wide open.” (Hepimiz kapısı ardına kadar açık kafeslerde yaşıyoruz). Şimdi bu sözü ekşi'den kopyaladım. Credit vermeden geçmeyeyim de şey olmasın, işte: Linki de burada. Bu sözü ilk okuduğumda anlamamıştım. Şimdi de yönetmenin anlatmak istediği şekliyle mi anladım bilmiyorum. Yönetmeni bir şey mi anlatmak istemişti, vallahi bu konuda da bir fikir belirtemeyeceğim. Öte yandan... bir aaa olmadım diyemem. 

Bilinçaltımız çok ilginç. Bir çeşit mevsimlik temizlik yapmak, temiz havayı içeri almaya izin vermek iyi geliyor. 

Mutluluk da böyle bir şeymiş... ah hayır temizlik gibi bir şey değil! En azından bu yazımda? Ama ne diyordum?.. Mutluluk! Mevsimler gibi bir şeymiş. Çalan şarkı her mevsimde farklı gelirmiş. İşte, mutluluk da böyleymiş; mevsimler gibi farklılaşan bir şey-miş.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


22 Ağustos 2024 Perşembe

Yeniden | Mutluluk #1


Buraya gelirken aklımda bazı kavramlar dönüyordu. Ancak şimdi bu satırları yazarken ne yazacağımı gerçekten bilmiyorum. Aslında tam da bu nedenle yeniden mutluluk yazıları yazmak istedim. Bu his için, bu heyecan. Bir şeyler yazarken çok üst düzeyde heyecan hissettiğim anlar olmuştu. Hepsi orta yerlerinden başladığım hayalet kurgular, yazılar... Bir sürü fikir ama bir yere ulaşmadılar. Sonra da heyecanımı kaybettim. Sanki bir yerlerde düşürmüş gibiydim veya bir yerlere bırakmış sonra da unutmuştum. Neredeydi? Ben bazen önümdeki, kafamdaki, elimdeki şeyleri de ararım. Bu nedenle heyecanımı da bu yolla bulmaya karar verdim!

Mutluluk yazılarını ilk kez 2022 yılının yanılmıyorsam bir bahar ayında yazmaya başlamıştık. Bir aylık bir ortak blog etkinliğiydi. O yazıları yazarken nasıl iyi hissediyordum anlatamam. Hem, benim için bulunmaz fırsattı. Olmak istediğim, aslında olduğum, kıza attığım minik adımlar. O yazılar hayata, kendime, kelimelerime ve mutluluğa bakış açımı değiştirmişti. Temelden sarsmamıştı hayır; daha da iyisi olmuştu, gördüğüm ekran genişlemişti. Farklı boyutlarıyla bakmıştım hayata. Yazdıklarıma adeta tat, koku, ses gelmişti. Artık kendim konuşuyordum. İçimden, en açık haliyle.

2023'te de bu yazıları bir posta yazdım. Yazdım yazmasına da... Eğlenmiştim de, ona da lafım yok. Ama mutlu değildim. Yazdığım şeyin mutlulukla da, heyecanla da bir ilgisi yoktu. Sonra tümden yuvarlanıp gitmiştim zaten. Bu yüzden geçtiğimiz yıl yazdığım yazılar saylanmaz. Onlar, itiraf ediyorum, zorakiymiş. Evet -miş, miş. Ben de onları yazarken öyle olduklarını düşünmüyordum ama öylelerdi. Bu büyük bir şey değil ama insan zoraki yollarla heyecanlanamaz işte biliyorsun. Bu, kendiliğinden olan bir histir. Hiç beklemediğin anda seni bulan bir his. Tabii anksiyetik heyecanı kastetmiyorum. Beni anladın işte. Benim bahsettiğim heyecan, hem yaz rüzgarı gibi hafif, hem toprak kokusu gibi tazeleyici, hem de yeri göğü delen motor sesleri gibi ürkütücü - ve itiraf etmek gerekirse bazen sinir bozucu. Bu nedenle de güzel.

Kaç gün yazarım bilmiyorum. Kendimi sıkboğaz etmek de istemiyorum. Ama bu yazıların bana bakış açısı kazandıracağına inanıyorum. O halde...

Mutluluk böyle bir şeymiş, durmak gibi bir şey. Böylece her şey olduğu yerde kalırmış ve sen nihayet hareketi hissedebilirmişsin. 

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Huzurumuzu korumak için neler yapmalıyız? | Ağaç Ev Sohbetleri 261

''Huzurumuzu korumak için neler yapmalıyız?''

Son günlerde karmaşık hisler içindeyim. Sanki bu hislerin hepsi içe içe geçmiş, bir çeşit örgü oluşturmuş gibi. Yani kendi içlerinde düzenleri de var aslında kerataların. Ancak yine de yorucu. Huzur bunların arasında mı? Sanmıyorum. Bazı coşkun sakinliklerim olmuyor değil, mutsuz da değilim; belki nötr? Hayır, bu da değil. Hissettiğim his yıllara dayalı. Yine de onu algılayışım değişti. Onun bir örgü olduğunu artık biliyorum. Belki de insan olmak budur, bilmiyorum. Küçük harfle yazılan dünyada olmak... sahiden bu mu? Bununla kastettiğim belki de sadece büyümek: Algının ve algılayışının değişmesi.

Ne kadar çok telaşımız var. Evet her insanın. Bu aslında komik. Gece bulutlarını izlerken büyük harfle yazılan Dünya'yı görüyorum. Ama bunu birine söylesem bana tip tip bakar ahahha. Ama sen bakmazsın biliyorum. Tepeye kocaman Neptünlü yazdım. Bu kız zaten tuhaf şeyler yazabilir derdin belki. Belki yaratıcılık? Evet. Bana huzur veren şey bu biliyor musun? Kendi içimdeki bir oda. Kendime ait bir oda? Kendime ait mi bilmem ama içimde kocaman bir şato v-

Ah yine soruyu dağıttım. Huyum kurusun hep böyleyimdir ben. Yılların alışkanlığı işte. Ana soru dışında her şeyden bahsederim. Zamanla farkında olmadan yapar oldum. Huzuru mu tanımlamalıyım önce? Tdk tanımları gerçekten büyük harfle de küçük harfle de yazılan dünyada işliyor mu dersin? Ben basmakalıp hiçbir şeyi sevmiyorum sevgili okur, huzurumu kaçırıyor. :) Ama sana kendi huzurumdan bahsedebilirim tabii.

Ne demiştim, benim huzurum ve bir şato... ah hayır, kendine ait bir oda... hayır hayır hayır! Kendi oluşturduğum bazen yol geçen hanı olan odalarım aahhahah. Bu huzurlu biliyor musun? İnsanın kendinden bir şeyler yapması, dünyayı da Dünya'yı da bu yolla algılaması, gece bulutlarını görmesi misal, huzura gidebilecek patikalar. Bu da güllük gülistanlık değil. Üzgünüm, belki de huzurun kendisi bile çakıllı dikenlidir; kim bilir? Saçmal-

Maddi olarak iyi durumda olmak, sevdiğin birileriyle olmak, kendini gerçekleştirebilecek imkanlara ve kafa yapısına (ki bak pek konuşulmaz ama bence en önemlisi bu!) sahip olmak... diye genelleyeyim madem. Bunlar da huzur için gerekli diye düşünüyoruz. Biliyor musun sahiden de öyle vallahi, hak veriyorum. Ama sence meselenin özü bu mu? Bunlara sahip biri de huzursuz hissetmez mi hiç? Ne demiştim belki de huzurun kendisi dikenlidir ve biz bu dikenleri kendimize batırıp duruyoruzdur. Al sana huzursuzluk. Buna da rahat batıyor diyebilirler ahahah, komik tanımlamalar. Güvende hissetmek. Huzurun ön koşulu aslında bu gibi. Güvende hisseden biri, huzurlu hissetmek için de hazır olabilir. Güvende olmakla neyi anladığımız, huzurlu olmakla neyi anladığımızla paralel bir durum bence.

Haber izlemeyi azalttım. Beni sinirlendiriyor. Kendimi açıklamaya çalışmayı azalttım ahahha. Bu da kendimi kendime tanımlanamayan madde gibi hissettiriyordu. İnsan belki de asıl yabancılaştığı noktada huzursuz oluyordur. Yıllarım böyle geçti, ne acıklı. Ne o ne bu; en çok şu: Yabancılaşma. Bunun için bırakma araları vermek güzel olabilir. (Ama geri dönmeyi unutma!) Biraz etrafı izlemek işte. Düşüncelerini izlemek. Bırakmak onları, karşında parende atsınlar ahahhah. Benimkiler uçuyor misal. Bir şeyler okumak belki. Aaaa 'dünya' büyükmüş ya, demek. Kendinden çıkmak pek tabii. İçindeki odaları böyle dekore edersin. En başında, böyle inşa edersin. 

Küçük hesapları yapmayı da yapanları da bırakabildiğin kadar bırakmak. Bana yalan söyleme, senin de minik hesapların vardır. Yargılamak kolay ve belki de bu da huzursuzluğun bir kolu. Haklı olsak bile, önemli olan haklı olmak bile olmayabilir kimi zaman. Kendimiz için. İstemek sevgili okur, odalarını inşa etmeyi istemek; benim huzur tanımım bu aslında. Huzur deyince kelebekler falan düşlüyoruz sanırım. Belki o da vardır ama ben artık huzura böyle bakmıyorum. Bu yüzden bir tanım getirmekten kaçındım ya hani. Psikologlar (ki bence onlar da huzur kelebekleriyle ünlüdür demez ahahah -komik deği-), bilir kişiler ve diğerleri beni yargılamayınız; lütfen. Her insan biricikse şayet, her huzur da biricik olmaz mı? Bu bizi ana konudan uzaklaştırır mı? Sıfırlanmak. Yeniden başlatmak. Bi' kablolarını çıkarıp takmak belki. Denizi, gökyüzünü, kedileri, yağmuru vs izlemek. Gece aydınlanmaları? An'ı mı kurtarmak diyorum yani? Hayır. Gözlemlemek. Güzelliği gözlemlemek diyorum. Bir de içindeki ve dışındaki saçmalıkları. 

Sonra dua. Pek tabii dua. O'ndan sevgi istemek. Bana sarılmasını istediğim çok an oldu. Bunu yazmamalıyım belki de, ama seninle de paylaşmazsam... yok artık, bu kadar sessizlik benim için fazla. Sevgiyi almak ve vermek de huzurlu hissettirebilir. Ama; ama'sız sevgiyi. :) Belki meditasyon. Japa meditasyonu favorim. Youtube'da falan var yaz çıkar. Rahatlatıyor beni, ara ara yapıyorum. Yıldızları çokça izliyorum. Önceden düşünüyordum, şimdi düşünmeden izliyorum. Düşünmeden düşünüyorum. Kendime verdiğim minik sözlere sahip çıkmaya çalışıyorum. Pek başarılı değilim ama en azından dürüstçe ve samimiyetle deniyorum. Bu da huzurlu. Kendine güvenmeni sağlıyor. Hem kim kendine yalan söyleyen birine güvenir ki? Hiççç. Peki güvenmediğin bir yerde huzurlu olabilir misin?

Böyle şeyler yapıyorum. Yeniden doğduğum yok. Yine de günler geçiyor. Geçen günlerden beklentim, yeni şeyler keşfetmek. Yeni huzur yolları. Bunun üzerinde çalışıyorum. Keşfedersem yazarım, pek tabii laf arasında.

Hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


20 Ağustos 2024 Salı

Dolunay | Ağustos 2024


Dolunayın ışığı bana her ay farklı hisler veriyor. Bunlar çoğu zaman yoğun hisler oluyor ve soluğu sana bir şeyler anlatırken buluyorum. Bunu yine yapmıştım ama anlattıklarım o anın düşünceleriydi. Oysa ben o düşünceleri hislerimmiş gibi algılamıştım. Çoğu kişi hislerin yanıltıcı olduğunu düşünür; oysa bence düşünceler çok daha yanıltıcı olabilir. Bazen hangisi düşüncelerimiz, hangisi hislerimiz ayırt edemiyoruz. Bu karışıklıkta aslında dışarıdan soluduğumuz anlık düşüncelerimizi his gibi tanımlamamız olası oluyor. Oysa hissetmek çok daha farklıdır. Önceden hislerin düşüncelerden doğduğunu düşünürdüm. Her şey düşüncedir, derdim. Ama yanılıyor olabilir miyim? Önceden, her şeyi gerçekçi bakış açısıyla algılamaya çalışırdım. Şimdiyse, gerçeğin de düşünceler gibi kırılgan olabileceğini hissediyorum.

Dün gece dolunayın ışığını uzun uzun izlemedim. Ancak göğü aydınlatacak denli çok ışığı vardı bunu gördüm. Bu ayki dolunay çok zarif görünüyordu. Bunu dünden önceki günlerde de fark etmiştim. Ay yavaş yavaş tamamlanırken bile bunu görmek mümkündü. Parlak, tam ve güçlü şeyler bizi korkutabilir. Geçtiğimiz ay dolunay bana korkutucu görünmüştü mesela. Her ay boyutu mu değişiyor, yoksa onu algılayışım mı? Geçtiğimiz ay içimde dışarı çıkmayı uman korkularım vardı da, bunu dolunay aracılığıyla mı yaptım ki? Bilmiyorum. Sadece, dün içimde sevinç vardı. Neden, bunu da, bilmiyorum. Çünkü bu sevinç, düşüncelerimde değil hislerimdeydi.

Kendimi yalnız hissettiğimde içimden yıldızlarla konuşurdum. Sonrasında bu başka hislerime de eşlik eden oturmalara dönüştü. Çoğu zaman Ay, bunların sessiz tanığı olurdu. Onunla pek konuşmam. O da bazen gelir, bazen gelmez ve hep gider zaten. Hep gitmek... Giden şeyler beni korkutuyor sanırım. Bu nedenle yıldızları bu kadar çok seviyorum, itiraf ediyorum. Hep kaldıkları için. Aynı yerde, öylece. Oysa biliyorum ki, onlar da çok uzaklardan, geçmişten, geliyorlar. Sanırım biz de onları izlerken geçmiş halimizle onları izliyoruz. Bu nedenle onları görmek yerine, düşüncelerimize yoğunlaşıyoruz. Düşünceler aslında çoğu zaman tıpkı yıldız ışıkları gibi geçmişten geliyor gibi gözüküyorlar. Bu nedenle hislerimize sırtımızı dönüyor ve onları tanımlamıyoruz. Bu nedenle kendimizi tanımlamıyoruz.

Dolunay bunu sık sık yapıyor gibi. O da bir yıldızın ışığını yansıtarak görünür kılıyor kendini. Azalıyor, artıyor, kocaman oluyor, tam oluyor, küçülüyor, bitiyor, yok oluyor ve yeniden kendini var ediyor: Bir yıldızın ışığıyla. Tekrar ve tekrar. Belki de bizim de yaptığımız sadece bu. Aynı hisleri ve düşünceleri tekrar ve tekrar var ediyoruz, yok ediyoruz, küçültüyoruz, büyültüyoruz. Bir çeşit simya gibi. Bir şeyleri başka bir şeylere dönüştürüyoruz.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


19 Ağustos 2024 Pazartesi

Çin Mitolojisi (Yuanji C. Liyuan) | Kitap Yorumu

Yazar: Yuanji C. Liyuan, Çevirmen: Yaşar Tüzen,
Yayınevi: Mitoloji Tarihi Yayınları

Kitap; Kabuktan İçe Çin Mitolojisinin Analizi (Çin Mitolojisinin Ayırıcı Nitelikleri), Çin Mitolojisinde Yaradılış Efsaneleri, Çin Mitolojisini Şekillendiren İnançlar, Çin Mitolojisinde Semboller, Antik Çin Efsaneleri olmak üzere beş bölüm ve bir Önsöz'den oluşmakta. Kitap boyunca Çin mitolojisinin kökeni, beslendiği kaynaklar, efsaneler ve bu efsanelerde yer alan doğaüstü yaratık ve semboller genel bir anlatımla açıklanmış ve bazı sayfalarda temsili resimlere yer verilmiş (bu resimler siyah beyaz baskıdan dolayı pek de görülmüyor bunu da eklemeliyim).

Kitabı kitap satılan bir tezgahta mitoloji kitaplarının içinde buldum. Mitolojiyle ilgili derin bilgilere sahip olmasam da farklı milletlerin efsanelerini okumak bana keyifli geliyor. Çin mitolojisinin ise daha soyut bir yanı olduğu için ayrıca ilgimi çekti ve bilgi sahibi olmak istedim. Aslında Çin mitolojisine dair en eski kaynaklar da Budizm, Taoizm gibi dinlerle birlikte şekilleniyor diyebiliriz. Tarih boyunca her toplum bir şekilde neden bu yeryüzündeyiz, amacımız ne, nereden geldik ve nereye gidiyoruz gibi sorulara yanıtlar aramış ve hayatta karşılaştıkları zorluklara dayanabilmek için çeşitli hikayeleri dilden dile aktarmışlar. Kitapta yer alan efsanelerde de bunu görebiliyoruz.


Çinlilerin mitolojilerinin pek çoğumuzun aşina olduğu Yunan mitolojisinden ayırıcı yönlerine kitabın ilk bölümünde kısaca değinilmiş. Yunan mitolojisindeki tanrı, tanrıça ve doğaüstü güçlere sahip karakterler insanlardan üstün anlatılmakla birlikte, insani özelliklere sahip yaratıklardı. Aynı durum Yunan mitolojisinden büyük oranda beslenen Roma mitolojisinde de görülmekte. Bu bakımdan bu mitlerde ele alınan değerlerin daha somut bir düzlemde aktarıldığını söyleyebiliriz. Ancak Çin mitolojisinde daha soyut, daha insanlardan uzak ama dünyadaki düzeni sağlamaya yönelik bir üst akıl olarak karakterlerin ve efsanelerin oluşturulduğunu görüyoruz. Bu farklılığı da toplumların farklı değer ve dünya görüşlerine sahip olmalarına; bu nedenle de dünyaya bakışlarının farklı şekillenmesine yorabiliriz. Doğu'nun ve Batı'nın mit, efsane ve felsefesi birbirinden farklı bakış açısına sahipler.

Kitabın yine bu ilk bölümünde Çin mitlerinin ''hayal gücünden yoksun, duygusuz ve tutkusuz'' olduğuna yönelik yapılan yorumlara katılmıyorum. Hatta aksine, Çin mitlerindeki yaratıkların insanlardan farklı olmalarını, insani hırs, tutku ve korkulardan farklı bir düzlemde ele alınmalarını çok daha 'mantıklı' bulduğumu bile söyleyebilirim. Mitlerde dünyanın oluşumunu açıklayan kısımlar olağanüstülükleri nedeniyle masalsı, ancak içerdiği fikirlerle felsefi yönü olan anlatılardı. Buna karşın dünyanın işleyişiyle ilgili kısımlar öğretici olma amacı taşımaktaydı. Özellikle iyi yönetici-kötü yönetici gibi fikirlerin ifadesi, 'iyi' davranışların olağanüstü güçlere hak kazanma veya ölümsüzlükle ödüllendirilmesi gibi konuların net olarak ifade edilmesi bu duruma örnek gösterilebilir. 

Kitap konuya giriş için bir alternatif olabilir tabii ancak gerek baskı kalitesi, gerek içeriği daha zengin kitaplar bulunabilir mi dersek; bir bakmak lazım. Yine de ilgiyle okuduğum bir kitap oldu diyebilirim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


16 Ağustos 2024 Cuma

Belki de.

Ağaçların uçuşan dallarını izlemek bana hep keyif verir. Başka ne hissederim bilmiyorum, sanırım en çok da hissettiğim tek şeyin bu 'keyifli' hissetme hali olmasını seviyorum. Dalgalanan ağaçlar gökyüzünde uçuyor gibi görünüyorlar, bunu seviyorum. Tıpkı çocukken sevdiğimiz şeyler gibi. Oyuncaklar, dondurmalar, ilginç eşyalar bizi heyecanlandırırdı. Beni hala heyecanlandırıyor. Sanırım bazı şeylerin insanı heyecanlandırma süresi süresiz. Sonsuz bir limitle seni coşkun hissettiriyor. Nostaljik bir yanı var bu hissin. Belki de çocukken hep böyle hissediyoruz. 24 saat! İnsanın ne hissettiğini unutması ne hazin. Belki de keşfetmek için. Büyüdükçe unuttuğumuz şeyleri büyüdükten sonra keşfetmek için. Belki de sonra da buna kendini bulmak diyoruz.

Bugün yorgunum ama mutluyum. İnsan bazen yorulunca mutlu oluyor. Sanırım insan ne için yorulacağını seçtiğinde mutlu oluyor. İnsanı mutlu eden küçük şeyler var. Öncesinde basmakalıp bulduğum her söylemi yavaş yavaş kabul eder hale geliyorum. Ah!.. Bu kötü mü? Önceden olsa ''evet!'' derdim. Farklı olma gayesi miydi? Herkes böyle hisseder miydi? Şimdiki evrilmem aynı olma kabullenişi mi? Ne aynı, ne farklı; kiminle aynı, kiminle farklı? Saçmasapan ayrımlarım. İnsan kendini bunlarla yormak yerine, başka şeylerle yormalı. Bazen eğlenceli, bazen sıkıcı ama hissedebileceği şeylerle. Sonrasında bile, belli belirsiz içinde kalabilecek şeylerle. Belki de sonra da buna, yaşantı diyoruz.

Birinin güzel bulduğu şeyleri sana söylemesi çok hoş. O anda, orada, güzel bulduğu şeyleri. Orada kalacak bir şeyler. Bunları sıralamayı sevdiğimi biliyorsun. Tüm yazılarım bunlardan ibaret. Oysa dinlemek... o da güzel. Sanırım dinlemenin güzelliğini keşfediyorum! - burası göz devirdiğim kısım :) - Hayır, bu da aynı şey. Konuşmak konuşmak konuşmak. Bazı keşifler daha farklı. Konuşmadan olan hani. Bazı yorgunluklar gibi bu keşifler. Dinlemek, keşfetmenin bir hali olabilir. İtiraf etmek gerekirse hiçbir zaman iyi bir dinleyici olmadım. Susarken bile. Belki de bundan sonra farklı olur. Sanırım zaman içinde insanın bünyesine yeni özellikler ekleniyor veya pışpışladığı özellikleri uyanıyor. Bu güzel bir şey. Belki de sonra buna da umut diyoruzdur.


Kağıttan Kentler - John Green (Pegasus Yayınları).

Bir film izlemiştim. Bir prensesi anlatıyordu. Kaçak bir prensesi. Bu prenses yorulacağı şeyleri seçmek istiyordu. Bu nedenle de, çok yorgun olsa da, yatağından kalktı ve yollara düştü. Gündelik kıyafetlerinin içindeyken bile tam bir prensese benziyordu. Bir prenses gibi halkı selamladı. Gülümseyerek. Üstünde kraliyete dair hiçbir şey yoktu. Üstünde bir kaçağın taşıyabileceğinden fazlası yoktu. Ne bir kimlik, ne bir para. Hiçbir şey. O isimsiz bir prensesti, bu nedenle de sıradan bir kızdı. Onun öyküsünü izlemeyi çok sevmiştim. Şimdiye kadar izlediğim en güzel Audrey Hepburn filmiydi ve zaten kendisine de oscarı getiren bu filmdi. Roman Holiday. Şurada da yorumlamıştım. Uygun alıntıları seçmeye çalışırken gözüme bu filmin fotoğrafları ilişti. Başka birisi olmayı düşleyen ama hep kendisi olan bir prenses. Belki de buna... masal diyoruzdur.

Sana ağustos böceklerinin sesini dinlemenin beni rahatlattığını söylemiştim. Bunu tabii ki romantik bir yerden söyledim. Ah... Romantik bir kız olmadığımı da söylemiştim değil mi? Böyle giderse yalancı çoban olacağım. Kendine yalancı kırmızı başlıklı Neptün diyarındaki acemi cadı çoban. Yazarken yoruldum. Her neyse! Sanırım bazen bazı şeyler bizi rahatlatırken bazen anksiyetimizi zorluyor. Ağaçtan sesler korosu halinde öttüklerinde ağustos böceklerini dinlemek istesen de istemesen de zorlayıcı bir süreç olabiliyor. Yine de salınan dallar, uçuşan minik kuşlar ve kararmaya başlayan hafif mavi göğün yüzünü izlemek güzel. Geceler bile birbirinden farklıyken ben neden birbirinden farklı hissettiğim anlar için kendimi yadırgayayım ki? Hiiçç. 

Sana bir şey sormalıyım gibi hissediyorum. Ama ne soracağımdan emin değilim. Sanki ancak bir soru sorarsam bu yazının bir varlık amacı olabilirmiş gibi. Öyle mi? Belki de bu nedenle dinlemeyi öğrenmek zordur. Öylece olan bir şey olduğu için. Sadece öylece olan bir şey. Bizler, veya sadece ben, sanıyoruz ki, bir şeyler illa bir yerlere bizden çarparak ulaşmalı. İlk biz atmalıyız topu. Evet belki bazen istop, bazen yakan top gibi. Yakan toplu durumlarda asla dinlemiyoruz. Bizden çıktıktan sonrası zafer olduğu sürece anlamlı sanki. İstop olduğunda yine biraz merak var. Hangi rengi söyleyeceğine karar vermelisin. Belki diğerlerini biraz zorlamalısın, bilmiyorum. Böylece oyunu canlı tutarsın. Belki biraz heyecan. Belki de yazmanın doğası da budur. Belki de bir şeyleri canlı tutmanın doğası budur. Ve belki de, sonra buna da merak diyoruzdur.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Kağıttan Kentler - John Green (Pegasus Yayınları).


15 Ağustos 2024 Perşembe

Geç Kalan (Dimitri Verhulst) | Kitap Yorumu

Yazar: Dimitri Verhulst, Çevirmen: Erhan Gürer,
Yayınevi: İthaki Yayınları

Desire emekli bir kütüphane müdürü. Kitap okumak, klasik müzik dinlemek ve bahçedeki kuşları beslemek en sevdiği aktiviteler. Yetmiş dört yaşındaki bu adamın neredeyse yarım asırlık hayat arkadaşı ise belki de dünyada en gıcık olduğu ve anlaşamadığı insan. Bir gün yaşadığı, daha doğrusu yaşayamadığı, hayatına katlanamayan muzip kahramanımız alışılmadık olduğunu düşündüğü ve tüm oyunculuk yeteneğini sergileyeceği bir plan yapıyor. Bu planını sonuna kadar da götürüyor. Altına kaçırıyormuş gibi yapacak, ona verilecek ne olduğunu bilmediği ilaçları içecek ve dünyaya boş bakışlar atacak kadar ileri gidiyor. 

Kitap, bunamış rolü yapan yaşlı bir adamın öyküsünü anlatıyor. Yer yer komik, yer yer üzücü bir öykü bu. Hem film tadında, hem de aslında hayatın yansıması gibi. Kitap, ana karakteri olan Desire'nin ağzından sade bir dille yazılmış. Desire biz okurlara bu tuhaf planına neden karar verdiğini ve nasıl uygulamaya koyduğunu anlatırken, diğer yandan hayatına dair keşkelerine değiniyor. Belki de Desire'yi böyle zor bir rolü üstlenmeyi bile göze alarak bu yola iten de aslında bu: Keşkelerinin fazlalığı. 

Yıllarını sevmediği, hatta düpedüz katlanamadığı ve daha da fenası, aynı şekilde ona katlanamayan bir kadınla geçirmiş bir adam Desire. Tabii kitabın bir noktasından sonra ''amcacığım değer miydi, boşansaydın o zaman'' demedim de diyemem ancak eğer böyle yapsaydı muhtemelen ortada bir kitap olmazdı. Bu nedenle de acaba sonraki aşamada ne olacak; olaylar sonsuza kadar mutlu yaşamalara mı, hayatın hazin gerçeklerine mi bağlanacak diye bir küçük merakla bekledim. 

Bence kitap tam olması gerektiği gibiydi. Olaylar ilk başta abartılı ve gerçek dışı gibi görünse de, Desire de zaten alışılmışın dışında bir karakterdi. Hem içinde yılların öfkesi vardı. Öfkesinin karısına yönelik olduğunu bile düşünmüyorum - tamam belki biraz... Ama pek çoğu aslında kendisine yönelikti. Mesela neden on altı yaşında katıldığı o partide tatlı Rosa'yı öpmemişti ki? Onu öpseydi, üstelik Rosa da bunu isterken, hayatı nasıl şekillenirdi? İlk kavgalarında, üstelik haklı olduğuna neredeyse emin olduğu kavgalarında, sevmediği karısıyla yollarını ayırsaydı... henüz gençken ve devam edebilecek cesarete sahipken bunu yapsaydı... nasıl olurdu hayatı? Bu nedenle, belki de can havliyle, bu alışılmadık plana atladı Desire. Hayatı ona ait değildi. Hayatı boyunca kendi kararını bir kez bile alamadı, almadı. Bari ipleri tümden koparsındı. Kendine belki de güzel bir ölüm seçmek... Düşünsenize, entelektüel bir adamın resetlenmiş bir beyne sahipmiş gibi davranması... Sizce anlaşılır mı? İnsanlar bu rolü 'çakarlar' mı?

Kitabı sevdim. Böyle farklı karakterleri ve alışılmadık kurguları severim. Sanırım kitaba dair en sevdiğim şey de bu şaşırma hali oldu. Kitabı okurken merak içinde kaldım diyemesem de, bu alışılmadık atmosfer en başından en sonuna kadar kitapla birlikte beni sardı sarmaladı. Kitabın bir film uyarlaması olsa beğenirmişim gibi geliyor.

Hoşça ve kitaplarla kalın.


14 Ağustos 2024 Çarşamba

Acaba sakin zamanlarda kediler ne hisseder?


Sessiz zamanları çok seviyorum. Hayır, aslında sessiz de değil; sakin zamanları. Sesler hep vardır. Varlığımız her an bir şeyleri hisseder. Dün gece kısa bir meditasyon yapmıştım. Meditasyon deyince de insan ''hımmm anlat bakalım'' moduna geçiyor. Oysa bunlar sadece süslü olduğunu düşündüğümüz kelimeler. Evet, rehberli yapılan meditasyonlar da var ama gecenin bir anında oturup da bunlardan birini yapmayı düşünen pek yoktur sanıyorum ki. Oysa hatırı sayılır miktarda çok kişi, bir anlığına bile olsa, sessizliği hisseder. İşte! Benim bahsettiğim meditasyon bu. Gaia'nın sesini dinledim. Yani Dünya'nın. Ona böyle hitap etmekte büyülü bir yan var. Dünya çok güzel bir isim ancak biz sanki bu ismi kanıksadık sevgili okur. İnsanlar olarak buna dikkat etmez olduk. Güzel Dünya. Güzel Gaia. Toprağa boşu boşuna ''anne'' demiyorlar. Her neyse! Onu dinledim. Niyetim bu değildi ancak yaptığım buydu. Dünya'yı duymak.

Duymamak için çeşitli şeyler yapıyoruz. Dinleme işini herkes yapıyor bir noktada. Cidden bak. Hani kimse kimseyi dinlemiyor diye yakınıyoruz ya, aslında dinliyoruz. 'Herkesi' bu işin içine katmıyorum ama 'kimseyi' de katmamalıyız. Sonuçta herkes bazen dinler, kimse bazen dinlemez. Oysa duymak... Bazen dinleriz, cidden dinleriz veya öyle yaptığımızı sanırız. Yine de duymak başka bir olay. Duymak, anlamanın boyutlarından birisi - çünkü dinlemek bir anlama becerisi. İlk temel dil becerimiz. Onda ustalaştıkça artık nihayet duyuyorsun sanırım. Dinleyen herkes anlamaz ama duyduğumuzda başka bir evrede oluyoruz gibi. Meditasyonda? Belki. Bunlar teferruat. Her şeyin bir adı mı olmalı? Evet? :) Ama yine de böyle afili isimlere takılmak bizi olaydan uzaklaştırıyor çoğu zaman. Herkes her şeye kendi anlamını yüklüyor. Ne kadarını duyarsan o kadarını anlamlandırıyorsun. Belki de tam da bu nedenle anlık tepkiler vermek yerine biraz beklemeli. Bu benim için inan çok zor.

Aslında sana bir kitap yorumu yazmak için gelmiştim. Ama hava o kadar sakindi ki, sana bu konuda bir şeyler karalamadan edemedim. Sanırım hava karardıktan sonra kelimelerim düşüyor. Hani, işte, lafın gelişi. Çenemin düşmesi gibi, bu sefer de kelimelerim düşüyor. Ne anlattığımı bilmeden ama aslında tam da bundan dolayı bilerek yazıyorum. Gün ışığı olsa bu kadar saçmalamam. Oysa karanlıkta öyle değil. Sanki el yordamıyla buluyorum kelimelerimi. Belki de hiçbiri 'olması gerektiği yerde' değil ve tam da bu nedenle olması gerektiği yerdeler. Onlara günün ışığını tuttuğumda bana farklı görünüyorlar. Bazen merak ediyorum, acaba sana da böyle mi görünüyorlar; diye. 

Acaba yazarlar, şairler ne düşünmüşlerdir içlerindeki en derin noktaları paylaşırken? Kafka yazdıklarının hepsinin imha edilmesini istemiş, ancak arkadaşı onu dinlemeyerek biz okurlarına Kafka'nın kelimelerini ulaştırmış. Bu tip olaylarda insanın aklına ya 'iyi ki öyle yapmış' ya da 'bu etik mi' düşünceleri geliyor sanırım. Önceden ben de böyle düşünüyordum. Oysa sanıyorum ki olay hem bu iki fikirden ibaret, hem de bunun çok daha ötesinde; ortak hislerde kendini gösteriyor.

Kimse Kafka gibi, aynen onun kelimeleri gibi, ifade edemez misal. Yapsa yapsa taklit eder. O kişi Kafka olduğu için de değil - yani tamam evet bu yüzden! - ama kimse diğer bir kimsenin kelimelerini aynen aynı şekilde kullanamaz, kullanmaz da. Öte yandan aslında herkes Kafka gibi aşık olur, hayal kırıklığı yaşar, sabreder, öfkelenir, umut eder... Bunlar insanlığın ortak kodları gibi görünüyor. Hatta canlılığın. Acaba kediler tüm bunları nasıl hissederler? Bana basit örnekler verme; ya da ver. Bence kediler insanlardan daha ilgi çekiciler tüm bu basit tepkileriyle. 


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.



12 Ağustos 2024 Pazartesi

Meteor Çiselemesi.


"İlk doğan bebek ilk kez güldüğünde, gülücüğü bin parçaya bölünmüş ve etrafa saçılmış. İşte Wendy, periler böyle ortaya çıkmış." (Peter Pan, J. M. Barrie\ Bilgi Yayınevi, Sayfa 44)


Çocuk kitaplarını okumak kalbime hep farklı bir heyecan verir. Bazı kitaplar böyledir tabii, eline aldığın ilk anda bir sırıtmadır tutar seni. İşte! Fark ettim ki bu sırıtma halini çocuk kitapları pek de çaba harcamadan bana veriyor. Daha kitabı okumadan gelen o tatlı histen bahsediyorum. Hani, tatlı yemeden önce de bazen hissederiz ya, hah işte o hisse çok benzer olan 'o' his. Hisler böyledir değil mi; katman katmandır. Belki de her his aslında bin parçaya bölünüp etrafa saçılır; böylece hiçbiri birbirine benzemez. Aynı his farklı şekillerde seni bulur. Heyecan da böyledir. Bazen kımıl kımıl gelir. Bazen sırıta sırıta. Bazen, pata küte... davullu zurnalı. Bazense sessiz sedasız. Çeşit çeşit gelir. Nereden gelir? Ah şu hormonlarımız. Vay şu beynimiz. Şu bıcırık kalbimiz... İçimiz içimiz içimiz.

Meteor yağmuru olacağını duyduğumda bir tık heyecanlanmıştım. Meteor çiselemesi olduğu günlerde bile aslında çok heyecanlanırım ama ne bileyim, böyle yağmurlu olunca sürprizli olmaz gibi gelmişti. Hiç beklemediğim anda kayan bir meteorla karşılaşmak beni her seferinde, hadi davulsuz olsa da flütlü falan, heyecanlandırır. Aklıma hemen dilek tutmak gelir. Gelirdi yani. Dileğim değil, dilek tutma fikri gelirdi. Oysa son zamanlarda dilek tutayım bari diye düşünmeden ağzımdan dökülüveren bir şeyler var. Geçen gün bununla ilgili bir şey yaşamıştım. Ne düşünüyordum bilmiyorum ama arada dilek de tutuvermişim, bakın şu işe... neyse efenim rastlantı bu ya, tam da o sırada karşımdan bir pırıltı geçti gitti. Meteordan önce dileğim kaymıştı ve bu beni çok heyecanlandırmıştı.

Bu gece dilek sıralamamı değiştirme kararı almıştım. Kendime yeni dilekler buluyordum. Aslında yeni değillerdi ama daha evvel hiç bu şekilde onları görmemiştim. Dilekler de hisler gibi işte. Aynı dilek bile sayısız kere biçim değiştirir. Neden böyle ola ki? Hımmm... Ah şu hormonlarımız. Vay şu beynimiz. Şu bıcırık kalbimiz... İçimiz içimiz içimiz. Tabii bazen de... ah şu sosyal kaygılarımız, vay şu bıcırık egomuz, şu küçük bahanelerimiz... Dışımız dışımız dışımız; da olabilir tabii. Ama bunları es geçelim. Geçtik mi? Birlikte geç-tik. Birlikte... Ne güzel bir kelime değil mi? Birlikte. Sanki, bin parçaya bölünmüş pek çok şeyi toplayabilecek bir kelime gibi. 

Bu gece içimden 'hani meteor yağmuru vardı nerde hani nerde nerde' diye geçiriyordum. Tüm bunlar olurken dilek cümlelerim hazırdı! Sonra bir pırıltı geçti gitti. Sonra bir diğeri. Sanırım bazı şeyler planlı olmuyor. Çeşit çeşit oluyor ve nasıl olacağına kafa yormak yerine eğlenerek yorulmak daha mantıklı görünüyor. Bu benim unuttuğum bir şey. Sanırım eğlenmeyi bilmiyorum. Belki de önce bunu öğr- Ah hayır hayır hayır. Bu da aynı şey! Ne tuhaf değil mi? Bazen en basit şeyler en zor olanları gibi geliyor. Biraz komik. Komik olduğu için de eğlenc-

Güzel bir hafta dilerim.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


11 Ağustos 2024 Pazar

Exhuma | Film Yorumu


Yönetmen: Jang Jae-hyeon

Senarist: Jang Jae-hyeon

Yapımı: 2024 - Güney Kore


Genç şaman Hwa Rim (Kim Go-eun) ve yardımcısı Bong Gil'in (Lee Do-hyun) karşılaştıkları vaka oldukça zorlayıcıdır. Varlıklı bir aileyi rahatsız eden bir ruhla karşı karşıyadırlar. Üstelik kurtarmaları gereken bir bebek de vardır. Kötü ruhun ailenin soyundan geldiğini anlayan Hwa Rim, toprakları iyi tanıyan Kim Sang-deok'tan (Min-sik Choi) yardım ister. Kötü ruhu olması gerektiği yere göndermek için harekete geçen bu grubu beklemedikleri başka tehlikeler karşılar.


Kaynak: Pinterest

-Yorumum galiba spoiler içeriyor. Bence çok da içermiyor ama içeriyor da. Bilemedim, dikkatli olun. Böööööö...-


''Dünyanın bize görünür olması için ışık gerekli. Ve çoğu insan sadece görebildiği somut şeylere inanır. Aydınlık dünyamız ve içinde saklı olanlar. İnsanlık kadim zamanlardan beri karanlığın farkındaydı ve ona isimler taktı. Hayaletler. İblisler. Goblinler. Tezahürler. Bu şeyler daima aydınlık yerlerin özlemini çeker ve bazen de bizim dünyamıza geçerler. İnsanlar bana o zaman gelir.''


Filmi merak etmemin en önemli sebebi pek bir sevdiğim oyunculardan olan Kim Go-eun'un başrolde olmasıydı. Kendisi öylece dursa bile oynadığı yapımı izlerim gibime geliyor. Bunun en büyük etkisi ise tipik bir Asyalı görünümüne sahip olması sanırım. Bana hep sanki oynadığı fantastik dizilerdeki gibi gerçekten efsanelere konu olmuş bir kadın veya bilinmeyen zamanın bir köşesine gidecek bir zaman yolcusuymuş izlenimi veriyor. Bu filmde de gizemli, hatta mistik, üstüne otoriter diyebileceğim bir karaktere hayat veriyordu. Bu bakımdan oyuncunun bende bıraktığı izlenim ile canlandırdığı karakter birebir örtüşüyordu diyebilirim. Ancak bu yeterli oldu mu, malesef hayır.

Filmden pek bir beklentim olmadan filmi izlemeye başlasam da, potansiyel barındırdığını fark ettiğim andan itibaren hep bir şeyler olmasını bekledim. Filmin olay yönünden herhangi bir sıkıntısı yoktu bu arada. Arada bazı mantıksızlıklar, efenim bir oldu bittiler, bir böyleymiş işte çok da kurcalamayalım önümüze bakalımlar olsa da; temelde kurgu akıcıydı ve bana kendini sıkılmadan izlettirdi. Amma ve lakin, bu filmin asıl eksik yönü -pek tabii bana kalırsa- karakterlerin bir öykülerinin olmamasıydı. Bu da karakterlerin derinleşmelerinin ve filmin katmanlaşmasının önündeki bir engeldi. 

Toprak falcısı (filmi tanıttığım ilk paragrafta direkt bunu yazmadım ki hemen bu ne be deyip kaçmayın ahahha, uyduruk duruyor biliyorum), karakterini canlandıran bey amca işinin ehli gibi duruyordu ve az buçuk ailesinden, geçmişinden ve gelecekte neler umduğundan; en önemlisi korku ve sevinçlerini, biz izleyicilere azıcık ucundan bile olsa çıtlatıyordu. 

Kim Go-Eum'cuğumun hayat verdiği karakter ile ise; müthiş karizmatik olabilecek ama -üzülerek belirtiyorum ki- benim için meh yorumundan öteye gidemeyen, ''üstad'' olarak anılsa da bence sadece bir ''çaylak'' imajı çizen bir karakteri izledim. Hwa Rim'in şaman ayinindeki dans performansı gerçekten başarılı ve üstünde durmaya kesinlikle değer; ancak bunun dışında karakter derin olarak işlenmemişti. Belki de burada sorun oyuncuda değil de, senaristin seçimindeydi; bilemiyorum. Keşke bizlere şöyle derin bir karakter çizseydi de şu kızcağızın döktürmesini izleseydik. Ah be keşke...

Onun ortağı da keza aynı şekilde müthiş gizemli, müthiş karizmatik, müthiş müthiş müt- olabilecek iken, malesef sesini bile 'duydum mu duymadım mı bilemiyorum Altan' tadında izlediğim bir karakterdi. İçine ruh girdiği anlardaki geçiş başarılı gibiydi o ayrı ancak karakterin kendi benliğini hiç izleyemediğim için neydi ne oldu çok da ayırt edememekteyim. Öte yandan iki karaktere de çok kızgınım! Koca filmde ağız tadıyla birilerini şiiipleyemedim (yakıştıramadım)...

Filmde oyunculuğuna bayıldığım asıl isimler Hwa Rim'in kız kardeşleri ve kaypak (ah üzgünüm bip kelime) morgçuydu.

Yine de... Göme göme yorumumun sonuna ulaşsam da filmi sevdim. Hatta karakterler azıcık çaba gösterselerdi çok sevdim bile diyebilirdim. Filmin türü için 'korku' demeliyiz ama değil; korkunçlu sahnelerde baya baya güldüm zira. Bunun dışında boş zamanınız varsa güzel gider, öneririm. Hatta bu film, film değil de bir dizi olsaydı çok daha güzel olurdu bence.


(Not: Oyunculuk performanslarını dünyanın başka köşelerindeki insanlar epeyce sevmiş gibi görünüyor, sorun bende. Olsun, güldük eğlendik...)


Exhuma | Official Trailer (2024) izlemek için tıklayabilirsiniz.


9 Ağustos 2024 Cuma

Ruhu genişleten şeylerden sadece birisi.

Denemeler - Montaigne (Çev.: Sabahattin Eyüboğlu,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları).

Kültür sanat edebiyat dolu bir hayat istiyorum. Ah tabii bir de seyahat. Bolca keşfetmek keşfetmek keşfetmek. İşte istediğim bu.

Ne zaman edebiyata dair konuşmalar dinlesem sanki ruhum genişliyor. Az buçuk bu işlere merağı olan, kanına bu zehri almış kişiler ne dediğimi anlayacaktır. Sence de öyle değil mi sevgili okur? Sen de öylesin çünkü, biliyorum. Kitap okumanın, onu anlatmanın, bir de üstüne yeni şeyler öğrenmenin verdiği his çok farklı değil mi sence de? 

Sanat benim için ormanda yürüyüş yapmak gibi. Her yanım oksijen, dilediğimce uzun uzun nefes alıp verebilirim.

İstersen bana okuduğun bir kitabı, izlediğin bir filmi vs. anlatabilirsin. Onun hakkında ne düşündüğünü anlatabilirsin. Veya en sevdiğin müziğin üstünde bıraktığı etkiyi bile anlatabilirsin. 

Hoşça kal.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Denemeler - Montaigne (Çev.: Sabahattin Eyüboğlu,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları).


7 Ağustos 2024 Çarşamba

Yıldızlarla vedalaşmak ve yüz buruşturma seansının ortak noktaları.


Yıldızlarla vedalaşmak benim için hep zor olmuştur. İyi gecelerimde, kötü gecelerimde, sağlıkta ve tabii ki sağlıkta, uyku bizi ayırıncaya kadar onları izlemeyi hep sevmişimdir. Uyku beni mışıl mışıl kucağına çekmediği müddetçe yıldızlardan ayrılmak gerçekten ama gerçekten zor gelmiştir! Yıldızları izlemeyi sever misin? Seviyorsan eğer ne dediğimi anlarsın. Çünkü seviyorsan eğer, yıldızları mutlaka bir noktada görerek izlemişsindir. 

En çok da onlardan ayrılmadan önceki anlarda yıldızları görürüm. İrili ufaklı bir sürü ama bir sürü yanıp sönen nokta. Onları tek tek incelerken bile bu denli net göremeyeceğim bir sürü ışık. Böyle anlarda bu ışıklar, bana öyle geliyor ki, ne beynime ne de kalbime dolar. Böyle anlarda bu ışıkları tüm varlığımızla gördüğümüzü düşünürüm. Gördüğümü değil, gördüğümüzü. Evet buna inanıyorum. Çünküsü yok. Çünkü öyleymiş.

Küçükken de yıldızları izlemeyi severmişim. Birilerini kolundan çekiştirip onlara da gösterirmişim. Acaba küçük İlkay yıldızları izlerken ne düşünüyordu? Biliyor musun bunu çok merak ediyorum ama öte yandan içimden bir ses merak edecek bir şey yok diyor. Belki de bu ses de artık yıllar öncesinde kalmış küçük İlkay'a aittir. Merak etmiyorum çünkü, bu sefer çünküsü varmış, onun da yıldızları gördüğü için bu kadar çok heyecanlandığını bir şekilde biliyor veya en azından tahmin ediyorum. Bu noktada benim için asıl şaşırtıcı olan bu değil; asıl şaşkınlık verici hissettiğim şey, o zaman da göstermek istemem: Yıldızları. Belki de bir şeye yoğunlaşıp onu incelediğimizde parlayan noktalarını keşfediyoruz. Belki yıldızlar gibi zorlanmadan görmüyoruz bu parlaklığı ama yine de bir şeyi yeterince izlersek, onu görebiliriz. 

Dün yıldızları izlerken biraz hüzünlenmiştim. Bu hüzün, yeryüzüne ait bir hüzündü. Beni mutlu eden bir şeyleri hatırladım ve bu beni çok hüzünlendirdi. Bu hüznün sebebi özlem veya umutsuzluk değildi; evet, anımsadığım şeyler tekti. Tıpkı her yıldızın tek olması gibi. Evrende bir kere meydana gelecek şeyler gibi. Öte yandan yine aynı şekilde, evrende bozulacak, diğer bir ifadeyle değişecek ve değişen şeyler gibiydi de -yani her şey-. Böyle şeyleri sadece kabul edersin. Çünkü bu, hani belki de, sadece varoluştur.

Böyle afili kelimelerle yazmak güzel tabii. Ancak anlaşılmaz biliyorum. İnsan hissederken böyle kelimelerle hissetmez. Oysa yaşadığın sadece böyle kelimelerdir. Üzgünüm veya müjdemi isterim. Dünyaya ait hüzünler belki de böyledir; henüz çok gencim, emin değilim. Ama yine de hissettiğim her üzgün veya müjdeli hüzün aslında çok kıymetli, bunu görüyorum. Böyle düşündüğünde insan eğlenecek noktalar bile bulabiliyor. Bunu da bu gece anladım. Bu gece hissettiğim hüzün gökyüzüne ait bir hüzündü. Ne dediğimi anladığını biliyorum ama belki de sadece Neptünce konuşuyorum ve bu yüzden sen ne dediğimi anladığını bilmiyorsun. Sorun değil, umarım gelecekte ben kendimi anlarım. Çünkü bence, iki hüznü birbirinden ayırmak çok kıymetli. Bunu yapabildiğinde ortaya eğlenecek şeyler çıkabiliyor. 

Bazen bir olay veya kişi canımı sıktığında veya önceden canımın sıkıldığı bir zaman destursuzca zihnime daldığında mimiklerime sahip çıkmam ve onlar da özgürce yüzümde takılırlar. Bunu yaparken pek tabii yalnız olmaya çok dikkat ederim, yoksa mazallah... Bu iş yazı yazmaya benzemez, kişiyi utandırması içten bile olmaz. Her neysem, böyle yaparım işte. Yüz buruşturma seansımın bir noktasında mutlaka gülmeye başlarım çünkü, takdir edersin ki, hem içinde bulunduğum hal o an çok komiktir hem de aslında hiçbir şey sonsuza kadar sinir bozucu olmaz -en azından aynı oranda.- Güldükten sonra da seans biter ve hayata dönüş. Bu olayı illa yıldızlara ve onlardan gelen eğlenceli hüzünsavarlara bağlarsam eğer...

Yazarken yoruldum. Hiçbir şey bu kadar kompleks değildir. İşte tam da bu nedenle, tam da veda ederken, yıldızları görürüm. Sanki daha önce defalarca onları görmemişim gibi heyecanlanırım. Belki de tıpkı küçük İlkay'ın yapmış olduğu gibi 'vaoov' derim. Sonra da biter. Belki başka bir gece bu yine tekrarlanır. His aynıdır, hatta yıldızlar da aynıdır ki bu da ayrıca büyülü bir gerçek ama hadi bu yazının konusu olmasın, ben aynı olmam. Sanırım beni hüzünlendiren buydu. Orta gençlik bunalımına giriyor gibi olmam. Geçen yıllar beni hüzünlendirdi sevgili okurum. Sanırım bunu sana itiraf etmemde bir sakınca yok.

Sevgili okur, hoşça kal.


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsin.


Cadıların Keşfi, Deborah Harkness (Ruhlar Üçlemesi 1 -
Pegasus Yayınları)


3 Ağustos 2024 Cumartesi

Oz Büyücüsü (L. Frank Baum) | Kitap Yorumu

Yazar: L. Frank Baum, Çevirmen: Volkan Yalçıntoklu,
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Dorothy, Kansas'ın kurak ve gri topraklarında yaşayan küçük bir kızdır. Etrafındaki göz alabildiğine uzanan grilik yetmezmiş gibi bir de somurtkan bir teyze ve enişte ile birlikte günlerini geçirir. Tüm bunlara rağmen küçük kız neşesini korumakta ve tek arkadaşı köpeği Toto ile birlikte oyunlar oynamaktadır. Bir gün bir fırtına çıkar ve Dorothy, köpeği Toto ve derme çatma küçük evleri ile birlikte büyük bir hortuma kapılarak uzak diyarlara uçar. Bu diyarda Dorothy ve Toto'yu Kıtırsoylar karşılar. Kıtırsoylar çalışkan ve barışçıl küçük insanlardır. 

Dorothy bu halkı Doğu'nun Kötü Cadısı'ndan kurtarmıştır. Kıtırsoylar ve Kuzey'in İyi Cadısı, küçük kızın bu iyiliğini karşılıksız bırakmak istemezler. Dorothy'nin en büyük isteği köpeği Toto ile birlikte evine, Kansas'a, dönmektir. Küçük kız bu dileğini yerine getirebilecek tek kişinin efsanevi Zümrüt Şehri'nde yaşayan büyük büyücü Oz olduğunu öğrenir. Zümrüt Şehri'ne gitmek uzun ve tehlikeli bir yolculuğu gerektirmektedir ancak Dorothy bunu göze almaya hazırdır. Bu yolculukta Dorothy ve Toto gerçekten de zorlu yollardan geçerler ancak aynı zamanda onlar gibi dileklere sahip dostlar da edinirler. Beyin isteyen bir Korkuluk, kalp isteyen bir Teneke Adam, cesaret isteyen bir Aslan... Neyse ki Kuzey'in İyi Cadısı'nın öpücüğünün gölgesi onlarla birliktedir.

Kitap boyunca evine dönmek isteyen bu küçük kızın dostlarıyla birlikte Oz'un diyarına doğru yaptığı yolculuğu okumaktayız.


İçimde bu kitabı yeniden okumaya dair güçlü bir istek duydum. Sevdiğimiz kitapları tekrar okumanın rahatlatıcı bir yanı var. Özellikle de bu kitaplar içerisinde fantastik bir kavramı taşıyorlarsa: Umut. Oz Büyücüsü'nün de bana tanıdık bir yerden yaklaşacağını biliyordum. Kitabı bundan üç dört yıl evvel ilk kez okumuştum. Bu 'modern masal' o zaman da bana çeşitli duyguları bir arada yaşatmıştı. 

Masallarda her şey en uçtadır; iyiler daima iyi, kötüler daima kötüdür. Ödüller ve cezalar keskindir. Masal karakterlerinin aslında kendilerine has bir ''kişiliği'' bulunmamaktadır. Bir misyonları vardır bu doğru: İyi veya kötü olmak. Her karakterin varoluş amacı, her masalda üç aşağı beş yukarı aynıdır. Hepsi ana karakterlerin mutlu sonuna ilerlemeleri için sahneye çıkar ve sonra da görevleri bitince kaybolurlar. Bu resimden baktığımızda aslında ana karakterlerin bile onlara biçilmiş kaderden kaçışlarının olmadığını görürüz. Seçim hakları yoktur. Göze alabildikleri şeyler bile, masalların tüm sınırsızlığına karşın, sınırlıdır.

Kötü karakterler de bu taslağın dışına çıkamazlar. Onların misyonu da, pek tabii, ''kötü olmak''tır. Buradaki ''kötülük'' tanımı da ana karakterler üzerinden yapılır. Kötü karakterler ana karakterlerin mutlu sonlarına giderlerken aşmaları gereken engellerdir. Bu karakterler ellerinden geleni artlarına koymazlar. Çoğu durumda güçlerini ana karakterin kendi kaderine yönelik bilgisizliğinden almaları belki de işin ironik olarak değerlendirebileceğimiz kısmıdır.

Kitabın önsözünde L. Frank Baum bizlere ''Ancak eski masallar, kuşaklar boyu faydalı olduktan sonra, artık çocuk kütüphanelerinde 'tarihi' olarak sınıflandırılabilirler; zira yazarların her hikayede korkunç bir kıssadan hisseye işaret etmek için tasarladığı bütün o dehşetengiz ve kan donduran olayların yanı sıra basmakalıp cinler, cüceler ve perilere de artık yer vermeyen bir dizi yeni 'masal'ın zamanı geldi.'' demektedir. Bunu 1900 yılında kaleme aldığı yazısında ifade eder.

Bu kitabın yazarın ifade ettiği klasik masallardan ayırt edici yönü ise karakterlerinin kendilerine has arzularının, tutkularının; diğer bir deyişle, ''yaşama amaçlarının'' bulunmasından kaynaklanmaktadır. Kitabın ana karakteri olarak Dorothy'i görürüz. Kahramanın yolculuğuna başlayan ilk karakter odur. Yolda karşılaştığı diğer karakterler yolculuğunda ona yardımcı olan ''diğerleri''dir. Ancak bu diğerlerinin de kendilerine has kişilikleri, istekleri ve bunlarla birlikte doğal olarak oluşan yolculukları vardır. Her yolculuğun engeli de, ödülü de kendi içinde farklılaşır. Dorothy'nin aşması gereken engeller ile diğerlerinin, Korkuluk'un engelleri ile diğerlerinin, Teneke Adam'ın engelleri ile diğerlerinin ve Aslan'ın engelleri ile diğerlerinin engelleri aynı değildir. 

Burada üstünde durmaya değer diğer bir nokta ise karakterlerin istekleridir. Korkuluk bir beyin ister, Teneke Adam kalp ve Aslan da cesaret. Kendi yolculuklarını yapan tüm bu karakterler, Dorothy için bir çeşit yarendir. Dorothy yolculuğunda aslında eve dönme isteğiyle birlikte akıl, sezgi ve cesarete de ulaşacaktır. Belki de burada üstünde durulan ''ev'' simgesi içerisinde bunları da barındırır. Başından beri çözümü yanında taşıyan Dorothy için çıktığı bu yolculuk, bu üç erdemi de içerisinde taşır.

Kitaptaki karakterler siyah ya da beyaz değil; gridir. Teneke Adam'ı, her ne kadar bir kalbe sahip olmadığından yakınsa da, hassas ve şefkatli özellikleriyle görürüz. Ancak kendisi ve dostlarının amaçları için başka varlıklara zarar vermekten de geri durmaz. Bu durum aslında tasvip etmediğim ve özellikle de yaşı küçük olan okurlar için olumsuzluk barındırdığını düşündüğüm bir durum. Ancak öte yandan onaylamadığım (spoiler: fareleri kurtarmak için kedinin öldürülmesi, önlerine çıkan her engelde ilk önce ağaçları kesme ve bu yolla onlardan faydalanma yoluna başvurulması vs.) tüm bu durumların karakteri canlı kıldığını da görüyorum. Zira ''gerçek'' yaşamda da karakterlerin (insanların) yolculuklarında başvurdukları yollar içerisinde bencillik taşıyabilir.

Kitapta sevdiğim ve yazarın tatlı bir dokundurma yaptığını düşündüğüm nokta ise başlı başına minik Toto'ydu. Toto siyah bir yavru köpektir. Hayattaki en sevdiği şey, belki de çoğu köpek gibi, oyun oynamaktır. Kelebekleri kovalar, oradan oraya koşturur ve dostlarını her ne olursa olsun korur. Kitabın bir kısmında Toto'nun ''ilginç bir şekilde'' konuşamadığından, sadece havladığından bahsedilir. Toto, sıradışı bir özellik göstermeyen bir karakter olarak bir masaldaki belki de en sıradışı karakter olabilir.

Daha evvel okumuş olduğumuz kitapları tekrar okuduğumuzda dikkatimizi çeken noktaların farklılaşması ne ilginç ve aslında hoş, değil mi? Tıpkı akan zaman gibi bakış açımız da bu yolla farklı noktalara akıyor ve genişliyor. 

Kitabı yine severek okudum. Bence güzel bir başucu kitabı. Filmini ise hala izlemedim, izleyeceğim bir ara (umarım).

Hoşça ve kitaplarla kalın.



Rahatlama Kitabı (Matt Haig) | Kitap Yorumu

Yazar: Matt Haig, Çevirmen: Kıvanç Güney,
Yayınevi: Domingo Yayınevi

Kitap kısa kısa pek çok bölümden oluşuyor. Bu bölümlerde yazar genel olarak hayata ve bazı kavramlara dair düşüncelerine yer vermiş. Kitap için bana kalırsa yazarın düşünce günlüğü benzetmesini yapmak bile mümkün. Bu yazılarda yazar depresyon ve panik atak sürecinde yaşadıklarına, yaşantılarının üstünde bıraktığı etkiye, yaşama dair ulaştığı düşünce yapısına, sevdiği alıntı sözlere ve bazı kısa bilgilere yer vermiş. 

Yazarla geçtiğimiz yıl tanışmış, bakış açısını beğenmiştim. Hala en ünlü kitabı olan Geceyarısı Kütüphanesi'ni oku(ya)masam da, okuduğum diğer popüler iki kurgusal kitabından hareketle söyleyebilirim ki, yazar yazdıkları kurgu dahi olsa yazdıklarında düşünce dünyasını baskın bir şekilde okura sunuyor ve bir yazar olarak gizlenmek yerine, kendini karakterlerinin varlığının içinde gösteriyor. Bu durum bazı zamanlarda anlatımı zayıflatan bir etken olarak değerlendirilebilir belki ama Matt Haig bunu öyle doğallıkla yapıyor ki, normalde bu durumu olumsuz olarak değerlendirecek bir okuru olan bana bile bu anlatım tarzını sevdirmeyi başardı.

Bu kitabı ise kurgusal bir kitap olmadığı için kendi yaşantısından örneklere başvurarak düşüncelerini daha açık bir anlatımla ortaya koymuş. Kitabı okurken sanki yazarın kendisi karşımda konuşuyormuş gibi hissettim. Kitaba dair en sevdiğim durum da bu samimi anlatım oldu diyebilirim.


Son olarak beni çok mutlu eden bir duruma değinmek istiyorum. Bu kitabı sevgili Öneri Makinesi'nin çekilişinden kazanmıştım. Kitabın içinden çok tatlı bir not çıktı. Evet, Matt Haig sevdiğim yazarlardan birisi. Bu tatlı not için çok teşekkür ederim, benim için gerçekten çok kıymetli.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

:)


1 Ağustos 2024 Perşembe

Ağustos 2024

'Müzik dinlerken yazma' becerimi kaybetmişim gibi görünüyor. Yoksa, bazı müzikleri dinlerken mi yazamıyorum? Bu benim bir becerim olmaktan ziyade, o (diğer) müziklerin mi bir becerisi? Öyleymiş gibi görünüyor. Öte yandan, sessizliğin, hayır!, sakinliğin de kendine has yetenekleri var. Bu sabah, erken kalkmanın yeteneğini hissettim. Biz bunu çoğu durumda ''güzellik'' olarak adlandırırız. Ancak ben bu yazımda ''yetenek'' olarak ele alacağım. Çünkü hissettiğim şey güzelliğin kendine has duruluğundan ziyade eşsizliğiydi. Başka bir sekmede bu konuyu ele alırsak, o halde söyleyebilmemiz çok olasıdır ki, güzellik de katman katmandır ve pek çok farklı niteliği bulunur. İşte! Yetenek de bunlardan biridir. Yetenek... Hımmm? Ne yeteneği? 

Sabahın seslerine kulak verecek, gerçekten kulağımızı çıkarıp bekleyecek, denli sabırlı olabildiğimiz takdirde çok ilginç şeyler duyabiliriz. Dışarıda, içeride, en içeride. İlkini dinlemek huzurludur. Yaşadığımızı hissederiz. Buradayım! der belki beynimiz. Bu dünyada, bu sabahtayım. İkincisini dinlemek bazen nahoş olabilir. Bi' susun be kardeşim iki huzurumuzun içine... Ya da tam tersi, keyiflidir. Sevdiğiniz birilerini duyarsınız; belki de tam da bu noktada, üçüncü kısım devreye girer: En iç. 

Dışarıyı dinlerken de bunu yapabiliriz. Gözlerimizi kapatmak bize yardımcı olabilir. Böylece sadece sesleri görürüz. İçeriyi dinlerken boşluğa bakmak faydalı olabilir. Zaten bunu gayri ihtiyari yaparız. Daha iyi duyabilmek içiiinnn. Daha iyi duyabilmek, daha iyi görebilmek, daha iyi dokunabilmek, daha iyi yiyebil- Daha iyi okuyabilmek, yazabilmek, sevebilmek... Sevebilmek sevebilmek sevebil... Tüm bu koro, daha iyi sevebilmemiz için midir yoksa?

Erken kalkmanın pek çok faydası var. Özellikle de ayın ilk gününde. İnsana, hareket etmek için heves veriyor. Heves hissini hissetmek için heves veriyor. 

Bu ay, heves dolu olalım! İçimizde bulunan tüm dahaları kabul edebilmek için.

Güzel bir ay dilerim.

:)


bir şeyler dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Hayaletler, Raina Telgemeier (Çev.: Damla Kellecioğlu, 
Desen Yayınevi).


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.