28 Nisan 2024 Pazar

Portobello Cadısı (Paulo Coelho) | Kitap Yorumu

Yazar: Paulo Coelho, Çevirmen: Celal Üster,
Yayınevi: Can Yayınları

Şirin Halil, Romanya'daki bir yetimhaneden evlat edinildiğinde henüz bir bebekti. Sonrasında kendine, Athena ismini verecekti. Athena, bir bakıma, Şirin'in bir yansımasıydı ve küçük Şirin bunu daha hayatının erken evrelerinde bile fark etmişti. Zaten aslolan isimler değildi; ardındaki manaydı. Sonrasında Şirin'in başka isimleri ve bu isimleri karşılayan suretleri de oldu. Kitap boyunca, bazılarının bir azize bazılarının yoldan çıkmış olarak anacağı, Portobello Cadısı ilan edilen Athena'nın (Şirin'in) hikayesini okuyoruz.

Kitap, klasik bir Paulo Coelho kitabı gibi görünüyor. Ana teması: Arayış. Bu kitabı benim için farklı kılan en büyük etken, Athena'nın yaşadıklarının Athena'nın hayatında az veya çok yer almış diğer insanlar tarafından anlatılmasıydı. Bu da kitaba bir nevi belgesel havası katmış. Bu hissi en son bundan baya önce izlediğim, Agnès Varda'nın 1985 yapımı Yersiz Yurtsuz (Sans Toit Ni Loi) isimli filmini izlerken kapılmıştım. Bu filmde de ana karakter başkalarının gözündeki görünümleriyle anlatılıyordu.

Herkesin bir benliği ve bu benliğin çeşitli yansımaları var. Bu yansımalar uzaklık-yakınlık, görmek-görmemek ve hatta görmeyi istemek-istememek ile yakından bağlantılı diye düşünüyorum. Herkes bir şekilde bir öz görür; ancak en yaklaşık tahmini yapanın bile gördüğü yalnızca birer yansımadır. Aynı durum; çeşitli olay, öğreti ve buna benzer kişinin algılarına hitap eden diğer her şey için de geçerlidir. İnsanlar ancak hazır oldukları kadarını görebilirler; bu noktada asıl önemli olan belki de, bunun bir yansıma olduğunu unutmamak ve bazen aramak, bazen durmaktır. 

Kitabı okumayı gerçekten uzun süredir istiyordum. Çünkü kapağı güzeldi. Ancak kitabı okumak için gerekli olan o ittirici gücü de tam bulamamıştım. Boyumdan büyük bir kitap olduğunu mu düşünmüştüm - ki, ipucu, bunu düşünecek son kişiydim. Okumak mı istemiyordum, yeterince ilgimi mi çekmemişti? Hayır hayır hayır. Aksine, çok çekmişti. Ancak bazen beklemek gerekir. O zaman da sezgisel olarak bunu kavramışım neyse ki ve neyse ki, kitabı bugün okuduğumda, daha evvel kavrayamayacağım kendimle ilgili pek çok şeyi gerek sezgisel, gerek düşünsel olarak zihnime çektim. Kitapların da kendilerine has bir havası vardır ve o havayı soluduğumuz zaman dilimi, bence, önemli olabilir.

Velhasıl kelam, kitabı çok sevdim. Pek çok yerini not aldım. Kitabı okurken üzerine uzun uzun yazılar yazabileceğimi düşündüm -ki başka yazılarımda neden olmasın *-* - amma ve lakin, şimdilik bu kitap yorumu yazısı bu kadar olsun. Çünkü kitabın özü de bu kadar. Kitap, bir okuru olarak bana, kendi derinliklerimdeki, belki yerini bile bilmediğim, bazı pencereleri açmamda ilham oldu. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


14 Nisan 2024 Pazar

Postman Blues | Film Yorumu


Yönetmen: Hiroyuki Tanaka (Sabu)

Senarist: Hiroyuki Tanaka (Sabu)

Yapımı: 1997 - Japonya


''Hastalığımı ilk duyduğumda çok kötü hissetmiştim. Sürekli her şeyi bitirmeyi düşündüm. Bu yüzden intihar etmek için buraya geldim. Ama sonra... Canım bir anda noodle çekti. Noodle düşünmenin zamanı değildi, intihar etmeliydim. Ama bir türlü aklımdan çıkaramadım. Bu yüzden önce noodle yemem gerektiğini düşündüm. Noodle almak için hastaneden çıkıp koştum. Çok terlemiştim ve burnum akıyordu. İki kase yedim. Yaşadığımız sürece sürekli bir yerlere saplanacağız ve hatalar yapacağız. Ama bu ilerleyemeyeceğimiz anlamına gelmez. Hiçbir şey yapmadan durmaktan iyidir.''


Kaynak: Pinterest

Filmi ilk kez bir müzik videosunda keşfettim. Müziğin arka planında dönen bir aşk hikayesi. Genç bir adam ve genç bir kadın vardı. Genç kadın üzgün görünüyordu, genç adamsa şaşkın. Müzik filme ait değildi ancak bu iki kişiye aitmiş gibi görünüyordu. O an filmi izlemek istedim ama bulamadım. Sonra, o müzikle bir kez daha karşılaştım. Belki de en çok da videodaki aşk hikayesi için şarkıyı birden fazla kez dinledim. Bu sefer filmi de buldum. 

Kanseri son evrede olan genç bir kadın (Kyōko Tōyama) ile bir postacının (Shinichi Tsutsumi) yolu bir gün kesişir. Bu kesişme bir anda yaşanmış gibi görünür ancak öyle değildir. Arka planda absürt diyebileceğimiz bir sürü olay yaşanır. Yakuzalar, polisler, tetikçiler... Hepsi genç adamla bağlantılı hale gelir. Olayların arka planında yaşananlardan ne genç adamın, ne de genç kadının haberi vardır. Onlar sadece bir arada zaman geçirirler. Tıpkı genç kadının söylediği gibi; şu anı yaşarlar. Çünkü genç kadının zamanı çok az kalmıştır. 

Bu postacı, olabilecek en kendi halinde postacıdır. Evden işe, işten eve gider. İşini de pek sevdiği söylenemez. Yakuza olmaya heveslenmiş çocukluk arkadaşıyla bir akşam karşılaşır. Bu arkadaşın peşinde polisler ve gerçek yakuzalar vardır. Bu eski arkadaş, postacının dikkat çekmeyeceğini düşünerek postaların arasına uyuşturucu saklar. Tabii bir de, kaderin cilvesi bu ya, az evvel kestiği serçe parmağı posta çantasının derinliklerine yuvarlanıp kaybolur. Bu serçe parmak, genç adam ile genç kadının bir araya gelmelerinde önemli bir role sahip olacaktır.


''Son günlerde hiç coşkulu hissettin mi? Kalbin çocukluğundaki gibi attı mı?''


İçerisinde aksiyon, komedi, ironi, diğer filmlere göndermeler ve aşkın en masum halini taşıyan çok beğendiğim bir film oldu.

İnternette çevirisini bulması imkansız mıdır bilmem ama zor olduğu kesin. Ben youtubeda çevirisini bulup izledim. Başka bir platformda veya sitede bulamazsanız siz de şu youtube videosundan filmi izleyebilirsiniz.

Hoşça kalın.


filmin müziğini dinlemek için tıklayabilirsiniz.

filmi keşfetmemi sağlayan müziği dinlemek için tıklayabilirsiniz.


Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


13 Nisan 2024 Cumartesi

Sputnik Sevgilim (Haruki Murakami) | Kitap Yorumu

Yazar: Haruki Murakami, Çevirmen: Ali Volkan Erdemir,
Yayınevi: Doğan Kitap

Sumire genç bir kadın. Hayatına ve kendine dair emin olduğu tek şey, yazmayı sevdiği. O da bu gerçeğe tutunuyor. Bilmediği diğer her şeyin var olduğu karanlık tünelden, bu gerçeğin ucunu tutarak geçmeye çalışıyor. Okuduğu bölümün ona uygun olmadığını keşfedip okulu bırakıyor ve kendini sadece yazmaya veriyor. Ancak, yazarak yazar olmak da pek mümkün gibi görünmüyor. En azından Sumire, başlangıçta, yazan kişi olmaya ve yaza yaza bir yazara dönüşmeye izin veriyor. 

Sumire'nin yakın arkadaşı olan genç adam kitabın anlatıcısı. Belki de, en azından kitabın var olduğu kurgusal gerçeklikte, Sumire'yi gerçekten tanıyan tek kişi o. Bizlere Sumire'nin yaşadıklarını en başından başlayarak anlatıyor. Kitap boyunca Sumire'nin Myu isimli bir kadınla tanışmasından sonra değişen yaşamında yaşadıklarını okuyoruz.

Bazı kitaplara karşı beklentiniz yoktur. Sputnik Sevgilim benim için böyle bir kitaptı. Pek tabii kitabın yazarı olan Haruki Murakami'nin ismi, kitabı okumam için bana referans olmuştu ancak kitaba sadece bir şeyler okumak için başladım. Beğenmeseydim de gıkım çıkmayacaktı. Öte yandan, kitabı beğendim. Murakami'nin genel tarzını yansıtan; hayalle gerçeğin iç içe geçtiği, şahsına münhasır karakterleri barındıran, basit bir dili olan ve tabii belki de kitabı sevmemdeki en büyük etken olarak olayları felsefik bir bakış açısıyla ele alan bir kitaptı. 

Kitapta pek çok kısım -yine *-*- muallakta kalıyor ancak Murakami kitaplarında genel olarak görülen bu durumu ben seviyorum. Çünkü bu durum bana bir okur olarak sanki karakterlerle iletişime geçiyormuşum da onlar bana sadece bilmem gerektiği kadarını anlatıyorlarmış gibi bir his veriyor. Tüm o soğuk mizaçlı ve kafası bulutlu karakterlere kendimi en yakın hissettiğim anlar da tam olarak bu anlar oluyor. Bu kitapta da ne olduğunu anlayamadığımız alternatif bir gerçeklik vardı ancak yazar bu farklı boyutta yer alıyormuş gibi sezdirdiği zaman veya mekanı okurlarına anlatmamış. Aynı zamanda, her ne kadar konuları ve karakterleri farklı olsa da, kitap bana biraz 1Q84'ü anımsattı. Sanırım kendimizi bulunduğumuz gerçekliğe sabitlemek ve kaybolmamak için ruhumuzla sevdiğimiz bir şeylerin var olmasının önemini anlatıyor temelde yazar ya da ben böyle düşünmeyi seviyorum. 

Hoşça ve kitaplarla kalın.


5 Nisan 2024 Cuma

Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur (Faruk Duman) | Kitap Yorumu

Yazar: Faruk Duman, Yayınevi: Can Yayınları

Kitabın ana karakteri askerliğini yaptıktan sonra ana ocağına dönmüş genç bir adam. Ancak onun için bıraktığı ev ile döndüğü ev aynı değil. Babasının vefatından sonra tek başına kalmış annesinin derinlere, hatta evlerine bile, sinmiş yalnızlık hissi onu bunaltıyor. Üniversite eğitimi aldığı için yaşadığı köyde kendine uygun iş bulamıyor. Yanında çalışmak istediğine kendi kendini inandırdığı usta bile onu fazla eğitimli bularak geri çeviriyor. Bu genç adamın huzur bulduğu tek yer orası: Orman.

Ormanın gözü vardır, cümlesiyle büyümüş olsa da, her daim ensesinde hissettiği bu uğursuz göz, aslında ona iyi geliyor. Bu göze bir cisim vermek için başlangıçta çocukken dinlediği korku hikayelerine başvuruyor. Ancak çok geçmiyor ki, en azından o anda onu izleyen gözlerin, bir parsa ait olduğunu fark ediyor. Bu pars ile arasında bir bağ kuruluyor. Ormanda tek yaşayan pars ile tek başına kalmış genç bir adam. Pars, yalnızca tek başına değil; aynı zamanda yalnız da görünüyor. Oysa genç adam tam da o günlerde tek başına olan başka birini daha buluyor: Ceren'i.

Kitap boyunca bu genç adamın yaşadıklarını okuyoruz.



Faruk Duman, kitaplarını bir süredir okumak istediğim yazarlardandı. Bu kitabı ile İncir Tarihi isimli kitabı listemdeydi. Kitabı kütüphanede bulunca da hevesle aldım ve okumaya başladım. Aslında kitabın ilk yarısını gerçekten beğendim. Yazarın anlatımı, olaylardaki sadelik, sonra mekan... Kitapta en çok mekanı sevdim biliyor musun; çünkü, insana sahiden de bir ormandaymış da genç bir adam ve bir parsın filizlenen arkadaşlığını uzaktan izliyormuş gibi hissettiriyordu. O sahneleri bir film sahnesi gibi zihnimde canlandırdım; hatta kitabın filmi olsa izlerdim, diye bile düşündüm. Ancak... Kitabın ilk yarısına hakim olan bu biraz tehlikeli, bolca gizemli hava; kitabın ikinci yarısında malesef, bir okur olarak en azından beni, terk etti. Özellikle de Ceren ile ilgili eklenen detayların anlatılmasına gerek var mıydı, emin değilim. Yazarın diğer karakterleri ve onların içinde bulundukları yalnızlığı somutlaştırmak istemesini anlayabiliyorum ancak keşke sadece mecazi olarak değil de, somut anlamda da pars odak noktasında kalmaya devam etseydi. Ceren'in abisi ve babasının sahneleri yerine, parsla ilgili sahneler okumak isterdim.

Hoşça ve kitaplarla kalın.

2 Nisan 2024 Salı

Hit the Road (Yola Devam) | Film Yorumu


Yönetmen: Panah Panahi

Senarist: Panah Panahi

Yapımı: 2021 - İran


Pek çok yol hikayesi gibi, bizi orta yerde, başı sonu görünmeyen yollarda karşılayan bir öykü bu. Yolun nerede başladığını veya nereye uzanabileceğini başlangıçta bilmiyoruz. Bizi bir aile karşılıyor; sonsuzmuş gibi görünen asfaltta kayıp giden ödünç alınmış bir arabada. Çok geçmeden, bu ailenin geride önemli bir şeyler bırakıp da yola çıktıklarını anlıyoruz. Gizemli bir abi, yer yer duygusallaşan bir anne, iç dünyasını belli etmeyen bir baba, haylaz bir çocuk ve onun hasta yavru köpeği. Bu ailenin geride bıraktıkları ve sır gibi sakladıkları şey: Hayatları. Çıktıkları bu yolda ana amaçları, büyük oğullarını sınır dışına çıkararak daha özgür bir yaşam kurmasını sağlamak.


Kaynak: Imdb

Özellikle de sadece yolculuk aşamasını içeren yol hikayelerini izlemeyi çok seviyorum. Çünkü böyle hikayelerde, ana karakter yol oluyor. Başlangıç veya sonrası değil; o anda yaşanan iyi ve kötü olaylar üzerinden filmin sahneleri birbiri üzerine ekleniyor. Bu filmde, yolun aslında nerede başlayıp nereye uzandığını karakterinin ağzından öğreniyoruz. Ailenin abisi ile annesinin arasında geçen bir diyalog bulunuyor. Bu diyalogta 2001: Uzay Macerası (2001: A Space Odyssey) isimli film hakkında konuşuyorlar. Abi, bu filmdeki ana karakterin kara deliğe doğru sonsuzmuş gibi gelen bir süre boyunca yürüdüğünü söylüyor. Öyle ki, yarım saat boyunca bu sahneyi izliyormuşuz. Sonra, karakter görünmüyormuş; ama yürümeye devam ediyormuş. Kara deliğe: Hiçliğe.

Filmin ilerleyen sahnelerinde ailenin babası ile küçük kardeşinin bilmedikleri bir köyün çayırlığında yıldızları izlerken Batman ve Superman ve hayatta pahalı olan diğer şeyler hakkındaki konuşmalarını izliyoruz. Tam bu esnada baba oğul birer astronotmuş gibi uzay boşluğunda süzülüyor; izleyenlerden uzaklaşıyor, uzaklaşıyor ve uzaklaşıyor. Bu sırada, tüm bunlar olurken, annenin ateşin ışığında parlayan gözyaşlarını görüyoruz. Belli ki o da bir kara delikte.

Filmin sonraki sahnelerinde aileyi aynı arabada, eksilmiş sayıda ve bir çölün ortasında görüyoruz. Artık sadece anne, baba ve küçük çocuk var.

Film, zor bir coğrafyanın insanlarının hikayesini anlatıyor. Ancak bunu yaparken izleyenleri abartılı duygu ve düşüncelere boğmuyor. Aksine, film derin bir alt metne sahip olmasına karşın, hikayesini öyle hafif ve yer yer esprili bir dille anlatmış ki, ben filmi izlemekten gerçekten keyif aldım. Özellikle de çocuk oyuncunun performansını ayrıca anmalıyım. Filmi bile onun dans sahnesini merak edip izlemeye başladım. Öte yandan, bu çocuk karakterin gittiği yerlerdeki toprakları öptüğü ve derin bir bağlılıkla şükrettiği sahneler, aslında umudun her yerde olduğunu, olabileceğini, gösteriyordu.

Velhasıl kelam, konusu ilginizi çektiyse önerebileceğim bir film.


Hit the Road soundtrack için tıklayabilirsiniz.



Not: Bu film yorumu yazısı reklam değildir, film önerisidir.


Diğer yazılarıma da göz atabilirsiniz.